AHLÂK –
HUY – RÛH
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine "Güzel ahlâkı, bir cümlede hülâsa eder misin?" diye sorduklarında;
"Kızmamaktır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam
Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) heybetli idi. Az
konuşur, çok sükût eder, konuştuğunda gâyet câzib, açık ve net konuşurdu. Şahsı
için kızmaz. Din husûsunda aslâ tâviz vermezdi. Misafirsiz gece geçirmezdi.
Zayıflara yardım eder, fakirleri doyururdu. İsteyeni geri çevirmez, iki elbisesi
varsa, mutlaka birini isteyene verirdi. Yanında oturanlarda; "Ondan daha ke-
rîm ve lütufkâr kimse olamaz." kanâati hâkim olurdu. Sevdiklerinden biri gurbete
çıksa, ondan haber sorar, sevgi ve alâkasını muhâfaza ederdi. Kendisine kötü
davrananları affederdi. Kötülüklere dalmış çok kimse, hırsız ve eşkıyâ onun
vâsıtasıyla tövbe etti. Köleleri satın alıp, âzâd ederdi. Verdiği sözü tutar,
kimseye karşı kötülük düşünmezdi. Anbarında helâlden kazandığı buğday bulunurdu.
Hizmetçisi, kapıda ekmek elinde durur ve halka şöyle seslenirdi:
"Yemek isteyen, ekmek
isteyen, yatmak isteyen kimse yok mu? Gelsin!"
Kendisine hediye gelse,
yanındakilere dağıtır, bir kısmını da, kendisine ayırırdı. Hediyeye, mutlaka
karşılık verirdi.
Fakîrlerin ve dervişlerin
nafakasını satın almak için, vazîfeli hizmetçilerinin, bir başka işi olsa, yâhut
hastalansalar, kendisi çarşıya çıkar, ceddi Resûlullah efendimize sallallahü
aleyhi ve sellem uyarak, ev için lüzûmlu şeyleri satın alırdı. Bir toplulukla
yolculukta olsa ve bir yerde konaklasalar, kendi eliyle, el değirmeninde buğday
öğütür, hamur yapar, ekmek pişirir, hepsine taksim ederdi. Kendini ziyârete
gelenlere saygı gösterir, tevâzu ederdi. Çok günler, et ve yağ yemezdi. Bir gün
yedi çocuk, ellerinde yarımşar dirhem ile gelip, her biri yarım dirhemini eline
koydu ve satın aldırmak istedikleri şeyleri söylediler. Çarşıya gidip,
istedikleri şeyleri satın alarak getirip çocuklara verdi. Gönüllerini hoş etti.
Evliyânın büyüklerinden
Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İyi ahlâk;
herkese sevdiği şeye göre muâmele etmektir. Konuşurken, otururken hiç kimseye
yabancılık çektirmemektir. Mârifet ehli ile otururken, huzûr içinde bulunmaktır.
Gâye bu zâtlardan istifâde ise, bundan başka yolu yoktur.
Tâbiînin meşhurlarından ve
hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Ben şu hususlara çok dikkat ederim. Bunları, istifade edeceklere söylerim.
Başkasına değil. Birincisi; beni aralarına almak istemeyenlerin aralarına
girmem. İkincisi; beni çağırmayan makam ve mevki sahiplerinin kapısına gitmem.
İnsanların muhtâc oldukları şeyi bana bağışlamalarını uygun görmem."
Yine buyurdular ki "Size,
sıkıntısı ve zorluğu olmayan, övülecek bir şey söyleyeyim mi? Güzel ahlâk,
çirkin ve beğenilmeyen şeyi terk etmek. En kötü hastalık da; alçak ve düşük
ahlâk, çirkin sözleri söylemekdir."
Evliyânın büyüklerinden
Ali Nebtîtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri her yıl Mekke-i mükerreme
ve Medîne-i münevvere halkına elbise, hubûbât ve şeker dağıtırdı. Verdiği
şeylerin gizli tutulmasını ve verdiğini hiç kimseye bildirmemelerini isterdi.
Birisi, onun verdiğini birine anlatsa, bir daha ona bir şey vermezdi. Ali bin
Cemâl (Ali Nebtîtî), kendi malını, talebelerine gelen hediyelere
karıştırırdı. Sanki onların içinde kendi malı yokmuş gibi onları talebelerine
taksim ederdi.
Tâbiîn devrinde Medîne'de
yetişen büyük âlimlerden Atâ bin Yesâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü
teâlâya en çok yaklaşanların, güzel ahlâkta Peygamber efendimize en çon
benzeyenler olduğuna işâret ederek; "Yükselenler hep güzel ahlâkları sâyesinde
yükselmişlerdir. Ahlâkın kemâl mertebesine ancak Muhammed aleyhisselâm
yükselmiştir." buyurdular.
Horasan bölesinde yetişen
velîlerden Ebû Bekr-i Ebherî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilimde yüksek
olduğu gibi, güzel ahlâk sâhibiydi. Kendisine karşı saygısızlık yapanları
affederdi. Bir gün çarşıda dolaşırken, bir manifaturacı dükkanının önünden
geçti. Manifaturacının oğlu, Ebû Bekr-i Ebherî'nin sohbetine katılanlardan
birisiydi. O genç, Ebû Bekr-i Ebherî'yi görünce, dükkanı bırakıp peşinden gitti.
Manifaturacı, dükkana gelip oğlunu göremeyince çok kızdı ve hemen onların
arkasından gidip oğlunu kolundan tuttu. Ona eziyet ederek, alıp dükkana getirdi.
Bu hâdise Ebû Bekr-i Ebherî hazretlerini çok üzdü. Sabah olunca manifaturacının
kapısına, yanına hizmetçisini alarak geldi. Manifaturacıyı dışarı çağırdı ve
ona; "Dün geceyi çok huzursuz geçirdim. Dünyâlık olarak sâdece şu hizmetçim var.
Şâyet dün seni incittiğimden dolayı kabûl edersen, bunu sana verdim gitti. Yok
eğer kabûl etmezsen onu azâd ettim gitti." dedi. Manifaturacı hemen af
dileyerek; "Olacak şey değil. Hatâyı, günâhı ben işledim. Fakat sen özür
diliyorsun." dedi. Bunun üzerine Ebû Bekr-i Ebherî; "Doğrusu günâhı sen işledin,
fakat elemi bana erişti ve beni üzdü." dedi. Bundan sonra manifaturacı yaptığına
pişman oldu ve tövbe etti. Ebû Bekr-i Ebherî'nin sohbetlerini hiç kaçırmadı.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr Vâsıtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "İyi ahlâk; mârifetin
kuvveti sebebiyle, kimseye düşman olmaman ve hiç bir kimsenin de sana düşman
olmamasıdır." buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû Hafs
Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Güzel ahlâk
sâhibi olmak nasıl olur?" diye soruldu. Bunun üzerine; "Evliyânın haklarına
riâyet etmek, dostlar ile iyi geçinmek, küçüklere nasîhat vermek, dünyâ için
kimseye düşmanlık etmemek, başkalarını kendi nefsine tercih etmek, dünyâ malı
yığmaktan kaçınmak, kendi yollarında olmayanla sohbeti terk etmek, din ve dünyâ
işinde yardımlaşmak." buyurdular.
Büyük velî ve Mâlikî mezhebi
fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilimde yüksek
derece sâhibi olduğu gibi güzel ahlâk sâhibiydi. Güzel ahlâkla ilgili olarak
buyurdular ki: "Fütüvvet, kulların iyiliklerini ve güzelliklerini görmek, gıybet
ise onların kötülüklerini görmektir.
"İnsanlarla birlikte
bulunmakta güzel ahlâk, onlarla iyi geçinmektir. Âlimler ile berâber olmakta
güzel ahlâk, onlara ihtiyâcı olduğunu bilmek ve onları edebe uygun olarak
dinlemekle olur. Mârifet ehli ile bulunmakta güzel ahlâk, sükûn üzere, ümitli ve
sabırlı olarak beklemekle olur. Yüksek velî ile berâber olmakta güzel ahlâk,
kırıklık hâlinde bulunmakla olur."
Nişâbur'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Muhammed Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde
buyurdular ki: "Ahlâk, Allahü teâlânın sana ihsân ettiklerini büyük, senin O'nun
rızâsı için yaptıklarını küçük görmendir."
Büyük velîlerden Ebû
Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Güzel ahlâk, Allahü
teâlânın takdirine râzı olmaktır."
Büyük velîlerden Ebû Saîd
bin el-Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâ,
dostlarının bâzı ahlâkını düşmanlarına vermiştir. O ahlâk ile Allah dostlarına
yardım ederler, bu sebeple Allah dostları da rahat ederler
Evliyânın büyüklerinden
Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, rivâyet ettiği
bir hadîs-i şerîf şöyledir: Ebüdderdâ hazretleri haber verdi. Resûlullah
efendimiz buyurdular ki: "(Kıyâmet günü) Mîzânda en ağır gelecek olan şey, güzel
ahlâktır."
Muhâsibî hazretleri
buyurdular ki: "Eziyetlere katlanmak, kızmamak, güler yüzlü ve tatlı sözlü
olmak, güzel ahlâktandır."
Tâbiînin ve bu devirdeki
evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Müminin ahlâkı, zenginlikte iktisâd, genişlikte şükür, belâ ve
musîbet zamânında sabırdır."
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ahlâk iyi olmadıktan
sonra, kılınan namazın, tutulan orucun çok olmasının önemi yoktur. Hattâ sadaka
ve mücâhede (nefsini yenmeye çalışma) bile hiçtir. Bu yolda yükselenler, ne
namazla, ne de oruçla yükseldiler. Ne sadaka ile, ne de mücâhede ile üstün
dereceler buldular. Yükselen, ancak iyi huyla yükseldi. Çünkü Resûl-i ekrem
efendimiz; "Kıyâmet günü, bana en yakın olanınız, huy ve ahlâk bakımından en
güzel olanınızdır."
İbn-i Atâ hazretleri bir gün
dostlarına; "Yükselenler ne sebeple yükselirler?" diye suâl etti. Orada
bulunanlardan bir kısmı; "Çok oruç tutmakla." dedi. Bir kısmı; "Nefse istemediği
şeyleri zorla yaptırmaya çok devâm etmekle." dedi. Diğer bir kısmı da; "Kendinin
muhâsebesini yapmakla, nefsi hesâba çekerek doğruya yönelmekle." dedi. Bir kısmı
ise; "Cömertlik yapmakla." dedi. Bunun üzerine İbn-i Atâ; "Yüksek derecelere
üstünlüklere kavuşanlar, ancak güzel ahlâk ile kavuştular. Allahü teâlâya
mahlûkât içinde en yakın olan, Muhammed aleyhisselâmdır. O'nun yolunda olanlar,
güzel ahlâk sâhibi olanlardır." buyurdular.
Şam'ın büyük velîlerinden
Rislan Dımeşkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine güzel ahlâktan
sorulunca; "Güzel ahlâk şunlardır: 1) Gücü yettiği halde affetmek, 2) Her
hâlükârda tevâzu üzere olmak, 3) Karşılık beklemeden ve başa kakmadan vermek,
bağışlamak." buyurdular.
Yine buyurdular ki: "Ahlâkın
en güzeli, gücü yettiği halde affetmek ve kendi ihtiyâcı olan şeyi cömertçe
vermektir."
Büyük ve meşhûr velîlerden
Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Farzları
yapmak, haramlardan kaçmak, gafleti terk etmek, Allahü teâlânın kendilerini çok
sevdiği, evliyâsının ahlâkındandır."
Büyük velîlerden Şâh Şücâ
Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Güzel ahlâk, başkalarına
eziyet etmemek ve güçlüklere katlanmaktır.”
Konya'ya gelen büyük
velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber
efendimizin güzel ahlâkını örnek alıp, bütün işlerini, âdetlerini, ahlâkını O'na
uydurmaya gayret ederdi. Şâyet bir kimseden rahatsız olsa; "Yâ Rabbî! Bu
kimsenin malını ve çocuklarını çok eyle" derdi. Çünkü, Peygamber efendimiz de
böyle duâ ederdi. Resûlullah efendimizin bedduâ etmek âdetleri değildi.
Şems-i Tebrîzî hazretleri;
"Eğer bir kimse bana âhiretim ile ilgili bir defâ iyilik edip, dünyâ ile ilgili
binlerce kötülük etse, ben onun bir defâ yaptığı iyiliğe nazar ederim. Çünkü iyi
ahlâk bunu icâbettirir." buyururdu.
Şems-i Tebrîzî hazretlerine
bir şey ikrâm etseler veya bir şey istediğinde getirseler, onlara mutlaka
karşılığında bir şey verirdi. Ayrıca bu iyiliği yapanlara teveccüh ve duâ
ederdi. Onun duâsına kavuşanların kalb gözleri açılır, keşif, kerâmet sâhibi
olurlardı.
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Güzel ahlâkın alâmetleri; arkadaşının söylediğine
itiraz etmeyip, kabûl etmek. Kendine ve herkese ve hattâ her mahlûka karşı
merhametli ve insaflı olmak. Kimsenin aybını araştırmamak. Başkasında bir kusur
görünce, dalgınlıkla olmuştur istemiyerek yapmıştır diyerek iyiye yormak.
Kendisinden özür dileyenlerin özürlerini kabûl etmek. Başkalarından gelen
sıkıntı ve eziyetlere sabır ve tahammül etmek. Başkalarının kusurlarını
araştırmak yerine, kendi kusur ve kabahatlerini düşünüp araştırmak, düzeltmeye
çalışmak. Büyük-küçük herkese karşı edebli, tatlı dilli, güler yüzlü olmaktır.”
Tâbiînin meşhurlarından ve
hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine hilmin ne olduğunu sordular. Cevap olarak; "Alçak gönüllü ve
sabırlı olmak." buyurdular.
Yine buyurdular ki: "Hilm,
yumuşaklık bana insanlardan daha çok yardımcıdır."
Anadolu velîlerinden
Çelebi Cemâleddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hiç kızmazdı. Dostuna,
düşmanına aynı muâmelede bulunurdu. Onun bu geniş müsâmahakâr hâlini
anlayamayanlar; "Bu kadar yumuşaklığın, insanlara karşı bu kadar tahammül ve
sabır göstermenin mânâsı nedir?" şeklinde sözler söylediklerinde; "Hilm,
yumuşaklık kılıcı, demir kılıçdan, hattâ yüz zafere sebeb olan kılıçdan daha
keskindir." diye cevap verirdi. Onun hilmi, güzel ahlâkı ve yaşayışı zamânındaki
insanlar arasında gıbta ile, imrenerek konuşuldu.
Basra'da yetişen evliyânın
büyüklerinden Ebû Abdullah el-Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gâyet
yumuşak huylu ve tatlı sözlü olup, herkese yumuşaklık ile davranılmasını tavsiye
etti. Bu hususta; "Bir kimse, ayıplarının örtülmesini ve gizlilik perdesinin
yırtılmamasını isterse; kendisine âsî ve kaba davranana hilm ve yumuşaklık
göstersin. Elinde olan şeylerle insanlara ihsân ve ikrâmda bulunsun."
Buyurdular.
Tâbiînin büyüklerinden,
meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
şu beyti, insanlar arasında çok söylenilegelmiştir: "Gerçek hilm (yumuşaklık ve
kemal) hoşnutluk zamanında değil, gazap ve kızgınlık zamanında belli olur."
Tâbiîn devrinde yetişen
büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "İnsan, Allahü teâlâya ibâdet etmediği müddetçe halîm, yumuşak
olamaz."
Büyük ve meşhûr velîlerden
Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İyi huy,
başkalarını incitmemek ve onlardan gelen sıkıntılara katlanmaktır."
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir
gün, kötü huylu ve kötü tabiatlı kimselerden soruldu. Bunun üzerine şu ibretli
hâdiseyi anlattı: "Bir gün bir akrep bir ırmağın kenarında dolaşıyordu.
Birdenbire bir kaplumbağa akrebin yanına gelip ona; "Burada ne yapıyorsun?"
dedi. Akrep; "Ben ırmağın öte yanına geçmek için bir çâre arıyorum. Çünkü benim
bütün yavrularım ırmağın öte yanındadır." diye söyledi. Kaplumbağa da şefkati ve
yabancıya iyi davranması sebebiyle onu en yakın bir akrabâsıymış gibi sırtına
alıp su üzerinde yüzmeye başladı. Irmağın ortasına gelince akrebin sokmak arzusu
uyandı. Kaplumbağanın sırtında iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa; "Ne yapıyorsun?"
diye sordu. Akrep; "Hünerimi gösteriyorum. Sen bana iyilik edip yarama merhem
koydun. Ben de sana iğnemi sokuyorum. Benim göstereceğim şefkat de ancak budur."
dedi. Bunun üzerine kaplumbağa hemen suya daldı. Akrep de boğulup gitti."
Mevlânâ hazretleri bundan sonra şu beytleri okudu: "Câhil, yakınlık gösterse de
sonunda câhilliğinden ötürü seni incitir." Sonra da; "Ahmağın sevgisi, ayının
sevgisine benzer. Onun kini sevgi, sevgisi kindir. Haydi kötü nefsi öldürün. Bu
hususta ihmal göstermeyin. Onu diri bırakmayın. Çünkü o akreptir." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr Vâsıtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "En kötü huy nedir?"
dediler. Buyurdular ki: "En kötü huy; takdir edilene, karşı durmaktır. Ezelde
takdir edileni, arzu ve duâ ile değiştirmeyi istemektir."
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kötü huydan,
haramdan sakınır gibi sakınınız."
"Avâmın (sıradan halk)
kalbleri saf, dilleri temiz olmalı ve bunlar nâmusunu korumalıdır. Bu huylardan
nasipsiz olanların işi gücü kötülük olur. Onlar şeytana iş bırakmazlar."
"Kötü istekler, insana hâkim
olunca kalp kararır. Netîcesinde göğüs, kalp daralır, huy kötüleşir, sevilmez
olur. Zulmetmeye başlar. Bu artık insan değildir. İnsan kılığında bir
şeytandır."
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) kötü huylu kim olursa olsun, onun
zararından sakındırır, iyi kimselerle görüşmeye teşvik için; "Kötü huylu birinin
bana arkadaş olmasından ziyâde, güzel huylu günahkâr birisinin arkadaş olmasını
arzu ederim." derdi.
Fıkıh, hadîs ve tasavvuf
âlimlerinden Hamdûn-ı Kassâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Geçmiş büyüklerin ahlâk ve yaşayışlarını inceleyen, kendi kusurlarını anlar ve
büyüklerden geri kalma sebeplerini öğrenir. Eshâb-ı kirâmın, Selef-i sâlihînin,
velîlerin hayat hikâyelerini okumak, iyi huylu olmaya sebeb olur."
Yine buyurdular ki: "Bir
sarhoşla karşılaşırsan, ona buğzetme, kötü söyleme, çünkü, o duruma sen de
düşebilirsin."
"Size iki şey tavsiye
ediyorum; 1) Âlimlerle sohbet edin, 2) Câhillerden uzaklaşın."
"Cömertlik kadar güzel,
cimrilik kadar çirkin bir huy bilmiyorum."
Cezâyir'de yetişen, hadîs,
kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yumuşak
huylu ve çok sabırlı bir zât idi. Başkalarından, kendisini üzecek, incitecek bir
söz duysa, buna kızmadığı ve gücenmediği gibi, yüzünü bile ekşitmezdi. Tebessüm
ederek, güzel konuşmaya devâm ederdi. Hiçbir kimseye kin tutmazdı. İtikâdı bozuk
ve çeşitli uygunsuz hâlleri sebebiyle sevmediği bir kimse ile karşılaşsa, bunu
ona belli etmez, yine yumuşak ve neşeli konuşurdu. Hattâ o kimse; "Bu zât beni
çok seviyor." zannederdi.
Senûsî hazretleri, "İnsanın,
yürürken bile yumuşak ve mülâyim olması, önüne bakarak yürümesi, karınca gibi,
yerde bulunabilecek ufak bir canlıya bile zarar vermemek için dikkatli olması
gerekir." buyururdular. Bir defâ, bir kimsenin merkebini dövdüğünü gördü, çok
üzüldü; "Ey mübârek! Yumuşak huylu ol!" diyerek, onu dövmekten men etti.
Mektepteki muallimlere, çocukları terbiye ederken onları dövmemelerini tenbih
ederdi.
Senûsî hazretlerinin
talebeleri derler ki: "Biz, ondan daha güzel huylu birini görmedik. Kimseye
kızıp sinirlenmediği gibi, yüksek sesle bile konuşmazdı. Kendisine mahsus olan,
onunla tanındığı bir elbisesi yoktu. Gâyet sâde bir şekilde giyinirdi."
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr bin Sa'dân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ruhlar,
nurdan yaratıldı ve karanlık heykellere, yâni bedenlerde yerleştirildi. Ruh
kuvvetli olursa, akıl ile hemcins olur ve ona Allahü teâlânın nurları yağmaya
başlar. Nefsin zulmeti gider. Böylece nefs, akıl ve rûhun nurlarıyla rûhânî bir
varlık olur ve nefs, rûh ile berâber aklın emrine, yoluna girer. Ruhlar ise
gelmiş oldukları gayb hazînelerine dönerler ve kaderin akışını öğrenirler. Ruh,
kaderden cereyân eden şeylere muttalî olup, öğrenince, kazâ ve kaderden gelen
her şeye râzı olur. İşte bu, rûhun hâllerinin latîfelerinden birisidir."
Evliyânın büyüklerinden ve
Şafiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hakkında Şemseddîn Hâbûrî şöyle anlatır: "Bir gün İbn-i Kavvâm'ın ziyâretine
gitmek için yola çıktım. Yolda kendi kendime; "Ebû Bekr bin Kavvâm'ın yanına
vardığım zaman, ona rûhun ne olduğunu sorayım." diye düşündüm. Yanına girince;
Ebû Bekr bin Kavvâm sohbet etmeye başladı. Çok heybetli olduğu için, heybetinden
ona ne soracağımı unuttum. Daha sonra İbn-i Kavvâm'ın yanından ayrıldım ve tam
sefere çıkacağım zaman, Ebû Bekr bin Kavvâm'ın bir talebesi benim yanıma
gelerek; "Hocamız seninle konuşmak ister." dedi. Yanına varınca bana; "Yâ Ahmed
sen Kur'ân-ı kerîmi okudun mu? diye sorunca; "Evet efendim, okudum." dedim.
Bunun üzerine bana; "Ey evlâdım! İsrâ sûresi 85. âyet-i kerîmesini oku."
deyince, âyet-i kerîmeyi okudum. Âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ meâlen; "(Ey
Resûlüm) bir de sana rûhtan (rûhun hakîkatından) soruyorlar. De ki: Rûh,
Rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir."
buyuruyor. Sonra bana dönerek; "Evlâdım! Bak, Resûlullah efendimizin konuşmadığı
rûh hakkında ben nasıl konuşurum?" buyurdu."
Büyük velîlerden
Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Ruhlar ile nasıl
görüşüyorsunuz?" diye sordular. Onlara verdiği cevapta; "Üç şekilde: 1) Rüyâ
yoluyla, 2) Onların rûhâniyetlerini dâvet edip görüşerek, 3) Bedenimden rûhumu
ayırıp, rûhumla onların yanına giderek" buyurdu.
Konya'da yetişen velîlerin
büyüklerinden Sultan Veled (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.712 de seksen
dokuz yaşında iken ölüm hastalığına yakalandı. Hastalığı sırasında, yedi gün
Konya'da zelzele oldu. Herkesin telâşa düştüğünü görünce onlara; "Üzülmeyiniz ve
telâş etmeyiniz. Bu, benim vefât edeceğimin haberidir. Zâhiren aranızdan
ayrılacağım fakat bâtınen sizinle berâber olacağımdan hiç şüpheniz olmasın.
Allahü teâlânın velî kulları, vefât ettikleri hâlde, rûhları ile izin verilen
her tarafı dolaşır, darda kalanlara, dost ve yakınlarına yardımda bulunur."
buyurdu. Receb ayının onuna rastlıyan Cumartesi gecesi, Kelime-i şehâdet
getirerek fânî hayâta vedâ etti.
Evliyânın büyüklerinden
Şihâbüddîn Ba'levî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bâzı kimselerin,
büyük âlim Ahmed bin Îsâ'ya âit olduğu söylenen kabrin, hakîkatte onun kabri
olmadığını söyledikleri arzedildi. Bunun üzerine Şihâbüddîn Ba'levî, Ahmed bin
Îsâ'nın kabrini ziyâret etti. Kabri ziyâret esnâsında, bir heybet hâli onu
kapladı. Bu hâli geçtikten sonra; "İmâm Ahmed bin Îsâ'nın rûhâniyeti ile
görüştüm. Ona, buranın kabri olup olmadığını sordum. O da bana; "Evet, kabrim
hakîkaten burasıdır" dedi. Sonra ona bir hâcetimi, ihtiyacımı arz ettim. Bana,
hâcetimin kolaylıkla halledileceğini söyledi" dedi. Sonra Bûr denen köydeki
câmiye gitti. Oturur oturmaz o hâceti yerine geldi.
Evliyânın büyüklerinden
Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin vefâtına, talebelerinden biri çok üzüldü. Definden sonra onu
mezarın başından bir türlü ayıramadılar. Bir gün bir atlı peydah oldu. Talebe
başını kaldırıp atlıya baktığında heybetli bir kimsenin kır bir ata binip
geldiğini gördü. O tarafa bakmaya cesâret edemedi. O atlı iyice yaklaşıp, selâm
verdi. Talebe selâmı aldı. Bu sesi tanımıştı. İyice bakınca onun Ebü'l-Vefâ
hazretleri olduğunu anladı. Hemen yanına koşup ellerini öptü ve; "Efendim, sizin
için öldü diyorlar siz ölmemiş miydiniz?" dedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri buyurdu
ki: "Ey oğul, doğru söylerler. Fakat sen iyi bilesin ki, cesetler ölür, ruhlar
ölmez. Şimdi evine git. Bu sırrı ehil olmayan kimselere söyleme. Beni ne zaman
görmek istersen buraya gel!" |