CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

ZENGÎ ATÂ

Türkistan'ın büyük velîlerinden. Ahmed Yesevî hazretlerinin ilk hocası Arslan Baba'nın torunlarındandır. Mensûr Atâ, Ahmed Yesevî hazretlerinin hocası Arslan Baba’nın oğlu idi. İlk terbiyesini babasından aldı. Ahmed Yesevî hazretlerinin terbiyesine teslîm edildi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde âlim oldu. Mensûr Atâ’nın 1197 (H.594) yılında vefâtında, oğlu Abdülmelik Atâ halîfesi oldu. Abdülmelik Atâ’nın da çok geçmeden vefât etmesi üzerine, oğlu Tâc Hoca babasına halîfe oldu. Tâc Hoca, 1199 (H.596) yılında vefât etti. Zengî Atâ, Tâc Hoca’nın oğluydu.

Zengî Atâ, uzun yıllar dede ve babasından zâhir ve bâtın ilimlerini öğrendi. Ahmed Yesevî hazretlerinin halîfelerinden Hakîm Atâ’nın hizmetine girdi. Onun yüksek ilim ve feyzinden istifâde etti. Taşkent’te ikâmet eder, Taşkent halkının hayvanlarına çobanlık yapardı. Hocası Hakîm Atâ, 1186 (H.582) yılında vefât edip, Harezm’de Akkurgan’a (Bağırgan’a) defnedildi. Onun en meşhûr halîfesi olan Zengî Atâ, Hakîm Atâ’nın hanımı Anber Ana ile evlendi. Hâdise şöyle oldu:

Hakîm Atâ biraz esmerceydi. Birgün Anber Ana’nın kalbinden; “Keşke kocam siyah olmasaydı.” şeklinde bir düşünce geçti. Hakîm Atâ, onun bu düşüncesini Allahü teâlânın izniyle anlayıp; “Sen beni beğenmiyorsun ama, benden sonra dişinden başka beyaz yeri olmayan bir karaya düşeceksin!” dedi. Anber Ana, bu düşüncesine çok ağlayıp tövbe ettiyse de, Allahü teâlânın o sevgili kulu dilek dilemiş, iş işten geçmişti. Hakîm Atâ vefâtına yakın, Harezm’de ilim tahsîl etmekte olan oğulları Muhammed Hoca ile Asgar Hoca’yı çağırttı. Onlara; “Ölümümden sonra gün doğusundan kırk ebdâl gelecek, içlerinde gözü zayıf ve ayağı aksak bir kara ebdâl vardır. İddeti bitince, ananızı onunla evlendirirsiniz.” dedi. Gerçekten vefâtından bir müddet sonra, bahsedilen kırk mübârek kimse geldi. İçlerinden biri arkada kalmıştı. Târiflere uygun olan o mübârek kimse Zengî Atâ idi. Zengî Atâ, aslında Taşkent taraflarında çobanlıkla meşgûl olurdu. Kalın dudaklı, dişlerinden başka beyazı olmayan, oldukça esmer biriydi. Anber Ana’nın iddet müddeti (kocası ölen veya kocasından boşanmış olan kadının, ikinci bir nikâh akdinden önce, dînimizce beklemesi gereken zaman) bitince, bir yakınını gönderip nikâh taleb etti. Anber Ana kabûl etmeyip; “Ben Hakîm Atâ’dan sonra kimseye varmam. Hele böyle siyah bir kimseye!” deyip reddetti. Bu esnâda boynu tutuldu. Yüzünü çeviremez oldu. Çok sıkıntı çekti. Zengî Atâ’ya durum haber verildi. Zengî Atâ adam gönderip; “Bilmez misin ki, bir gün hatırından; “Keşke Hakîm Atâ esmer olmasaydı.” düşüncesi geçmişti de, Hakîm Atâ kerâmetle bunu bilip; “Yakında benden siyaha eş olursun.” demişti.” dedi. Anber Ana, takdîrin böyle olduğunu anlayıp, ağlayarak nikâha rızâ gösterdi. Nikâha râzı olur olmaz da, boynu eski hâline döndü. Zengî Atâ ile evlendiler. Çocukları oldu. Soylarından sâlih kimseler, velîler ve âlimler yetişti.

Zengî Atâ, Taşkent dağlarında çobanlık yapar, âilesinin geçimini çobanlıktan aldığı ücret ile sağlardı. Hayvanları kırlarda otlatırken namazlarını kılar, namazdan sonra da Kur’ân-ı kerîm okur, Allahü teâlâyı zikrederdi. Kırda otlamaya bırakılan hayvanlar onun etrâfını çevirirler, otlamayı bırakıp onu dinlerlerdi. Akşam da yakmak için topladığı odunları sırtına yüklenir, evine götürürdü. Bir gün tam topladığı odunları yükleneceği sırada, yanına dört genç gelip selâm verdiler. Selâmlarına cevap verip hâl, hâtır sordu. Buhârâ medreselerinde zâhirî ilimleri tahsîl ettiklerini, ancak, bâtınî ilimleri tahsîl edebilecekleri mübârek bir kişiyi aradıklarını arzettiler. Zengî Atâ; “Durun sizi irşâd edecek zâtın nerede olduğunu haber vereyim.” dedi. Gençler çok sevindiler. Yüzünü dört bir tarafa çevirip kokladı ve sonra da; “Sizin bu ilimde nasîbiniz, bizden başkasında değildir.” buyurdu. Bu dört genç, Zengî Atâ’nın daha sonra dört büyük halîfesi olacak olan, Uzun Hasan Atâ, Seyyid Ahmed Atâ, Sadr Atâ ve Bedr Atâ’dan başkası değildi. Zengî Atâ’nın sözüne ilk önce inanan Uzun Hasan Atâ ile Sadr Atâ oldu. Bu sebepten de ilk kemâle gelenler de onlar oldu. İçlerinden Seyyid Ahmed Atâ ile Bedr Atâ, iyi şeyler düşünmediler. SeyyidAhmed Atâ; “Ben, hem Peygamberin torunu olayım, hem mektep-medrese göreyim, sonra gelip bu garib çobanın talebesi olayım.” diye düşündü, ama arkadaşlarından da ayrılmadı. Onun bu gurûru, yolunu kapadı. Çektiği bütün sıkıntılar boşa gitti. Durumunda hiçbir ilerleme görülmedi. Seyyid Atâ, bu hâlini anlayıp, Zengî Atâ’nın kendisine kırıldığını hissetti. Zengî Atâ’nın hanımı Anber Ana’ya gidip yalvardı. Kendisine şefâatçi olmasını istedi. Anber Ana, kendisine yardımcı olacağını vâd edip; “Sen bu gece siyah bir keçeye sarınıp Zengî Atâ’nın yolu üzerine yat. Seher vakti namaz için çıktığı zaman seni o hâlde görüp acısın.” dedi. O gece Anber Ana, Zengî Atâ’dan Seyyid Ahmed Atâ’nın özrünü kabûl etmesini istirhâm etti. Zengî Atâ da, Seyyid Atâ’yı affettiğini söyledi. Seher vakti, namaz için dışarıya çıktığı zaman, yolu üstünde siyah bir şeyin yattığını fark etti. Ne olduğunu anlamak için ayağı ile dokundu. O anda, siyah keçenin içinde sarılı olan Seyyid Atâ, yüzünü Zengî Atâ’nın ayağına sürerek affını diledi. Resûlullah efendimizin mübârek torununa ayağıyla dokunmasına çok üzülen Zengî Atâ, gönlünü almak için Seyyid Atâ’ya çok iltifâtlar etti. Seyyid Atâ, o anda kemâle geldi.

Zengî Atâ’nın diğer halîfesi Bedr Atâ’nın esas ismi Bedreddîn Muhammed idi. Asıl ismi, Sadreddîn Muhammed olan Sadr Atâ ile Buhârâ Medresesinde aynı hücrede kalırlardı. İlimleri aynı, dereceleri berâberdi. Zengî Atâ’ya talebe olduktan sonra, Sadr Atâ yükselirken, Bedr Atâ eski seviyesinin bile altına düşmüştü. Bu hâlin farkına varan Bedr Atâ, üzüntüsünden hüngür hüngür ağlayarak Anber Ana’ya geldi, hâlini anlattı. Anber Ana da, münâsip bir zamanda Zengî Atâ’ya, Sadr Atâ’nın hâlini arz etti. Zengî Atâ, onun tövbesine çok sevinip tebessüm etti ve; “Benimle ilk karşılaştıkları zaman biz onları irşâd edebileceğimizi söyleyince, Bedreddîn içinden: “Bu deve dudaklı zenci mi bizi irşâd edecek?” diyordu. Şimdiye kadar feyzimizden istifâde edememesinin sebebi budur. Mâdem ki o tövbe etmiş, sen de şefâatçı oldun, onu affettim!” dedi. Bu hâdiseden sonra, Bedr Atâ'nın derecesi de Sadr Atâ'nın seviyesine yükseldi.

Zengî Atâ ile devâm eden Ahmed Yesevî hazretlerinin yolu, Zengî Atâ’dan sonra, Seyyid Atâ ve Sadr Atâ vâsıtasıyla devam etti. Seyyid Atâ, Hâce Azîzân (Ali Râmitenî Pîr-i Nessâc) ile sohbet etti. Sadr Atâ’nın halîfeleri daha uzun zaman Yesevîlik yolunu devâm ettirdiler. Onun halîfeleri, Eymen Baba, Şeyh Ali, Mevdud Şeyh şeklinde sıralanır. Mevdud Şeyh’in iki meşhûr halîfesi vardı. Bunlar; Hoca Abdullah ve Kemâl Şeyh idi. Hoca Abdullah’ın halîfesi Hadım Şeyh, onun da halîfesi Cemâlüddîn Buhârî’dir. Reşahât sâhibi, Cemâlüddîn Buhârî’den nakil yapmaktadır. Zengî Atâ, 1258 (H.656) yılında, Şâş (Taşkent) yakınlarında, Semerkant yolunun on birinci kilometresinde Zengî Atâ köyünde vefât edip, oraya defnedildi.

Zengî Atâ’nın kabri herkes tarafından bilinir ve ziyâret edilirdi. Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri; “Ne zaman Zengî Atâ’yı ziyârete gitsem, kabrinden “Allah! Allah!” sesleri işitirim.” buyururdu.

 

BEYİTLER

BİR NAZAR

Vaktiyle dört arkadaş, gelerek bir araya,

Tahsîl-i ilim için, geldiler Buhârâ'ya.

 

Zâhirî ilimleri, öğrenip bir âlimden,

İçlerine bir ateş, düşüverdi âniden.

 

Dediler ki: "Öğrendik, zâhirî ilimleri,

Lâkin ihlâs olmazsa, gidemeyiz ileri.

 

Bu ihlâsı kazanmak, mümkün olmaz bu yerde,

Yükselmemiz gerekir, bâtınî ilimlerde.

 

Bâtın ilmini dahi, öğrenemezsek eğer,

Bu tahsîl ettiğimiz, ilimler boşa gider."

 

Bir kâmil-i mükemmil, kişi bulmak üzere,

Medreseden ayrılıp, koyuldular sefere.

 

Bu dört gençten birinin, ismi Seyyid Atâ'dır,

Yâni Resûlullah'ın, evlâdından bir zâttır.

 

Semerkant yakınından, geçer iken bu gençler,

Bir ihtiyar kimseyi görür ve eyleşirler.

 

O kişi, çalılıktan, yakmak için evinde,

Odun topluyor idi, onların geldiğinde.

 

Dediler: "Şunun için, seferdeyiz şimdi biz,

Bir kâmil rehber bulup, bağlanmaktır gâyemiz."

 

Meğerse o ihtiyar, Zengî Atâ nâmında,

Bir kâmil kişi imiş, Semerkant diyârında.

 

Zengî Atâ cevâben, şöyle dedi gençlere:

"Aradığınız benim, gitmeyin başka yere."

 

Onlardan iki tanesi, ona tam inandılar,

Velâkin Seyyid Atâ, hiç etmedi îtibâr.

 

Düşündü: "Ben seyyidim, ilmim var, bu bir gerçek,

Bu siyâhî kişi mi, beni irşâd edecek?"

 

Kalben geçirdiyse de, bir an için bu fikri,

Yine de yapıyordu, günlük vazifeleri.

 

Yaptı o da yıllarca, riyâzet, mücâhede,

Lâkin bir ilerleme, pek olmadı yine de.

 

En son Anber Ana'ya, gelip arz eyledi ki:

"Anacığım, üstâda, şunu haber verin ki,

 

Seyyid Atâ soruyor: "Ne olacak benim hâlim?

Yıllarca buradayım, açılmadı bu kalbim.

 

Diğer arkadaşlarım, yükseklere çıktılar,

Bendeyse ilerleme, olmadı zerre kadar."

 

Dedi ki: "Sen bu gece, bir keçenin içine,

Sarılıp, tevâzuyla yat kapı eşiğine.

 

Seni böyle görürse, şefkat ile bir bakar,

Onun bir tek nazarı, sana yeter ve artar."

 

Seyyid Atâ o gece, girdi keçe içine,

Uzandı üstâdının, kapısı eşiğine.

 

O gece Zengî Atâ, namaza kalktığında,

Gördü ki biri yatar, eşiğinin altında.

 

Tam basacak idi ki, göğsünün üzerine,

O tutup ayağını, öpüp sürdü yüzüne.

 

Buyurdu ki: "Kimdir o, yatmış eşik önüne?"

Dedi: "Seyyid Atâ'yım, muhtâcım himmetine."

 

Buyurdu ki: "Kalk yerden, düzeldi şimdi hâlin,

Üzülme, bundan sonra, açılır artık kalbin."

 

O anda bir teveccüh, etti Seyyid Atâ'ya,

Çıkardı tasavvufta, en üstteki noktaya.

 

Onların bir nazarı, bulunmaz ganîmettir,

İnsanı en alçaktan, bâlâlara yükseltir.

 

Onların hürmetine, yâ Rabbî, affet bizi!

Onların sevgisiyle, tenvîr et kalbimizi.

 

KAYNAKLAR

1) Hakîm Atâ Kitabı

2) Hazînet-ül-Asfiyâ

3) Cevâhir-ül-Ebrâr min Emvâc-il-Bihâr (Hazînî)

4) Reşahât Ayn-ül-Hayât

5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.318