CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

VECÎHÜDDÎN ÖMER EFENDİ

Evliyânın büyüklerinden. Ebû Bekr'in (radıyallahü anh) neslindendir. Muhammed Dîneverî amcasıydı. Babası Ebû Muhammed'dir. İlk zamanlarında memleketin ileri gelen âlimlerinden olup, fetvâlar kendisine sorulurdu. Bu sırada tasavvufa meyledip, kemâle ermiştir. Sühreverd'de doğup, Bağdat'ta yetişti.

Tasavvuf yoluna girişi şöyle olmuştur: Âl-i Selçuktan İbrâhim Han zamânında Sühreverd'e onu kâdı tâyin ettiler. Pâdişâh tarafından yarlığ (ferman) verilip, gelip hizmete başladı. Bu sırada iki kişi huzûruna geldi. Biri aleyhinde bir hususta dâvâcı oldular. Beyyine (delil) de getirdiler. Yalancı şâhid ile dâvâlarını isbat ettiler. Sonra dâvâcıların dâvâlarında yalancı olduklarını ve şâhidlerinin de yalancı şâhid olduğunu Kâdı Vecîhüddîn öğrenince, üzülüp bu vazîfeden ayrıldı. Şeyh olan amcalarına talebe oldu. Mücâhede ve riyâzetle meşgûl olup yetişti ve tasavvufta yüksek derecelere kavuştu.

Talebelerinden biri şöyle anlatır: Bir gün kendi bağımda zerdâli ağacına çıkmıştım. Meyve düşürüp dururken, Şeyh oradan geçiyordu. Şeyh ızdırabından beşeriyet hâli galebe edip, kendi kendine şöyle söyleniyordu: "Yâ Rabbî! Sen her şeye kâdirsin. Şu ağaçların yaprağını altın edip, onda olan meyveleri gümüş edersin." O anda o ağaçların altın, meyvelerinin gümüş olduğunu ve yolu üzere önüne dökülmeye başladığını gördüm. Şeyh bu durumu görünce söylediğine pişman olup yüzünü toprağa sürdü. İnleyip ağlayarak istiğfâr etti. Ben yerimde duramadım. Bağdan çıkıp yanına vardım. Ellerine sarıldım. Bana; "Biz sağ oldukça bu gördüklerini söyleme!" dedi. Hak teâlânın kendi dostları ile bu gibi muâmelesi çok olur.Ben dahi o zaman bir altın almıştım. Vefâtından sonra müridlere bu hâdiseyi anlattım.

Buyururlardı ki: "Hak yolu arayanlara onlara yol gösterecek bir mürşîd-i kâmil, rehber lâzımdır."

"Tasavvuf ehli, kavuştukları mânâları, halleri, çoluk çocuğunu muhâfaza ettiği gibi korur."

Bir defâsında hasta oldular. Sevdiklerinden bâzısı; "Sultânım! İlaç alsanız olmaz mı?" dediler. "Bir tabib getirseniz iyi olur." buyurdu.Tabib; "Birkaç gün tahammül edebilseniz de size falanca şerbeti içirsek, iyi gelir." dedi. Şeyh; "Bizim rahatsızlığımız şerbet ve macunla gidecek bir şey değil. O kendiliğinden gider." buyurup, bir kerre; "Hû" deyince hemen o anda tabib kendinden geçti. Nice zaman öyle kaldı. Sonra kendisine gelip, Şeyh'in huzûrunda îmâna gelip ona talebe oldu. Şeyh; "Bizim hastalığımız seni küfr hastalığından kurtarmak içindi. Yoksa bizim ilâca ihtiyâcımız yoktu." buyurdu. Şeyh iyileşip, çok zaman yaşadıktan sonra 1050 (H.442) yahut 1060 (H.452) senesinde vefât etti. Kabirleri Bağdat'tadır. Abbâsî halîfelerinden El-Kâimbillah, Gaznelilerden İbrâhim bin Mes'ûd, Selçuklulardan Tuğrul Bey zamânında yaşadı. Dört halîfesinden biri Ömer Bekrî, Osman Harrât, Mâcid Şirvânî ve kendi yerlerine geçen Ebû Necib'dir.

Buyurdular ki: "Dört kimseden şu dört işin meydana gelmesi güzeldir: 1)Bir pâdişâhın âdil olup, halka adâletle muâmele etmesi, 2)Âlimin, ilmi, âhiretle ilgili derecelere kavuşmayı kolaylaştırmak için öğrenmesi, 3)Tüccarın, bedeni kuvvet kazanıp, Allahü teâlâya ibâdete yardımcı olması için dolaşması, 4)Tövbe edip, tasavvuf yoluna girenin bunu Allah için yapmış olması.

Dört iş vardır ki, onlardan sakınmak lâzımdır: 1)Pâdişâhın zulme rızâ göstermesi, 2)Âlimin ilmini, dünyâlık ve dünyâ makamlarını elde etmeye vâsıta yapması, 3)Tüccarın bu işini mal toplayıp insanlar arasında parmakla gösterilmeye vâsıta yapması, 4)Tövbe edip tasavvuf yoluna girenin, riyâzet ve mücâhede ettiği halde, tasavvufun hakîkatından gâfil, habersiz olması. Böyle olanların Allahü teâlânın gazâbına ve azâbına uğrayıp, Cehennem'e girmesi muhakkaktır."

Buyururlar ki: Tövbenin icâbı, ibâdettir. Bir büyüğe bağlanmanın icâbı ise, ona itâattir. Kulluğun icâbı, tövbe etmek, dâimâ Allahü teâlâyı anıp, ibâdet üzere olmak ve her zaman hocasına itâattan ayrılmamaktır.

Şeyh Ömer Bekrî anlatır: Hocam Şeyh Vecîhüddîn ile hacca gidiyorduk. Azıksız, bineksiz yola çıktık. Biraz yol gittik. Bir yere vardık. Açlıktan gâyet zayıf düştük. Öyle bir yerde bulunuyorduk ki, insan olması ihtimâli yoktu. Hocam Şeyh Vecîhüddîn sırtını bir yere dayayıp oturdu. Bu fakire; "Biraz etrafta dolaş, ola ki bir çobana rastlarsın da ondan bize yiyecek bir şeyler temin edersin." buyurdu. Peki deyip, etrafta dolaşmaya başladım. Bir müddet sonra sürüleriyle berâber bir çobana rastladım.Beni görünce hâlimi sordu. Ben de olanları anlattım. Bana yeni pişmiş ekmek ile su verdi. Onları alıp hocam Şeyh Vecîhüddîn'e götürdüm. Ekmeğin bir kısmını yedik. Su ile ihtiyaçlarımızı giderip, abdestimizi tâzeleyip, akşam namazımızı kıldık. Hocamızın bereketiyle tâ Hicaz'a varıncaya kadar, ne o ekmek bitti, ne o su tükendi. Neşeli bir vakitlerinde hocama, o yolculuğumuzda öyle kuş uçmaz, kervan geçmez yerde nasıl tâze ekmek ve su bulduğumuzu sordum. Buyurdu ki: "Öyle bir yerde bulduğumuz o tâze ekmek ve su, sıkıntı ve meşakkatli zamanlarda sevdiklerine Allahü teâlânın ihsân ettiği bir sofradır. Yoksa, sen de gördün orada kimsecikler yoktu!"

 

KAYNAKLAR

1) Lemezât (Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4536) v.70