ŞAKÎK-İ BELHÎ
Evliyânın büyüklerindendir. Künyesi Ebû Ali olup, babasının ismi İbrâhim’dir.
İbrâhim Edhem’in talebesi, Hâtim-i Esâm’ın hocasıdır. Dünyâya gönül bağlamayıp,
haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçardı. Şüpheli korkusuyla mübahların da
çoğuna yaklaşmadı. Ticâretle uğraşırdı. 790 (H.174) senesinde vefât etti.
Şakîk-i
Belhî’nin tövbe etmesine Türkistan’daki bir putperest sebeb oldu. Ticâret için
Türkistan’a gitti. Merak edip bir puthaneye girdi. Puta, isteklerini yana yakıla
anlatan bir putpereste; “Seni ve her şeyi yoktan var eden, alîm ve kudretli bir
yaratanın var. Sana hiç bir fayda ve zararı olmayan puta tapacağına Allahü
teâlâya ibâdet et.” dedi. Putperest, “Eğer söylediğin doğru ise, O, sana senin
memleketinde rızk vermeye kâdirdir. Mâdem öyledir, niçin tâ buralara kadar
geldin?” dedi. Şakîk-i Belhî hazretleri, bu söz üzerine derin düşüncelere daldı
ve Belh şehrinin yolunu tuttu. Yolda gelirken bir mecûsi ile yolculuk yaptı.
Mecûsi, Şakîk-i Belhî’nin tüccar olduğunu öğrenince; “Eğer kısmetin olmayan bir
rızık peşindeysen, kıyâmete kadar gitsen onu ele geçiremezsin. Şâyet kısmetin
olan bir rızk peşindeysen onun arkasında koşmana lüzum yoktur. Çünkü sana
ayrılan rızkın seni bulur.” dedi. Bu söze Şakîk-i Belhî hayran kaldı. Dünyâ’ya
karşı meyli azaldı. Artık âhiret için çalışacağına kendi kendine söz verdi. Belh
şehrine geldi. Belh’de müthiş bir kıtlık vardı. İnsanlar yiyecek bir şey
bulamıyorlardı. Bu yüzden kimsenin yüzü gülmüyordu. Şakîk-i Belhî, çarşıda
neşeli bir köleye; “Ey köle, herkes üzüntü içindeyken, senin neşene sebep
nedir?” deyince, köle, “Niçin üzüleyim. Benim efendim zengin bir kimsedir. Beni
aç, çıplak bırakmaz ki!” dedi. Şakîk-i Belhî, bu söze şaştı ve; “Aman yâ Rabbi!
Az bir dünyâlığı olan şu zenginin kölesi böyle neşeli. Halbuki, sen bütün
canlıların rızıklarına kefil oldun. Biz niçin gam ve keder içinde olalım.” deyip
dünyâ meşgûliyetlerinden elini çekti. Samîmi bir tövbe ile âhirete yöneldi.
Allahü teâlâya olan tevekkülü son derece fazlalaştı. İbrâhim Edhem hazretlerinin
sohbetlerine başladı. Ondan feyz alarak olgunlaştı.
İbrâhim
Edhem’le olan sohbetlerinden birini kendisi şöyle anlattı: “Hocam ile Mekke’de
buluştum. Bana Hızır aleyhisselâm ile olan karşılaşmasını anlattı. Buyurdu ki:
“Hızır ile bir defa görüştüm. Bana yeşil bir kabın içinde, güzel kokulu sekbaç
ismindeki ekşili bir yemekden verdi. “Bunu ye, ey İbrâhim!” dedi. Almadım. Hızır
bana; “Meleklerden duyduğuma göre, bir kimse verileni kabûl etmezse, bir şey
verilmesini istediği yerden eli boş döner.” buyurdu.”
Şakîk-i
Belhî gençliğinde gençlerin reisi idi. Bir gün arkadaşlarıyla birlikte,
mecûsilerin taptıkları ateşin bulunduğu tapınağa geldiler. Arkadaşlarına, “Haydi
içeri girelim. Mecûsiler ne yapıyorlar, ateşe nasıl tapıyorlar, bakalım.” dedi.
İçeride güzel yüzlü bir gencin ateşe tapınmakta olduğunu gördüler. Şakîk-i Belhî
o gence, müslüman olmasını teklif etti. O genç, Şakîk-i Belhî’nin yanına gelip
ona bir tokat vurdu. Şakîk-i Belhî ve arkadaşları buna bir mânâ veremeyip,
dışarı çıktılar. Şakîk-i Belhî; “Kendi kusurlarım sebebiyle bu mecûsi müslüman
olmadı. Sözüm tesir etmedi.” diyerek, tövbe ve istigfâr eyledi. Hattâ, kusur ve
günahlarının affı için ağladı, çok gözyaşı döktü. Uzun yıllar ilim öğrendi.
Büyük âlimler arasına girdi. Allahü teâlânın katında sevilen kimselerden oldu.
Aradan uzun yıllar geçmişti. Bir gün talebeleriyle yine o mecûsilerin tapındığı
yere geldiler. Talebelerine; “Geliniz mecûsileri görelim de, onlar gibi
olmadığımız için Allahü teâlâya şükredelim.” buyurdu. İçeri girdiklerinde,
ihtiyar bir mecûsinin ateşe tapınmakta olduğunu gördüler. Şakîk-i Belhî ona;
“Niçin müslüman olmuyorsun? Güzel simâlı bir ihtiyarsın.” deyince, ihtiyar;
“Bana İslâmı anlat.” dedi. Şakîk-i Belhî ona İslâmiyeti anlattı, o da müslüman
oldu. Berâberce dışarı çıktılar. Giderken, Şakîk-i Belhî, yeni müslüman olan
ihtiyara; “Filan târihte, mecûsilerin bu tapınağında bir genç vardı. Şimdi ne
hâldedir?” diye sordu. İhtiyar; “İşte ben o gencim.” dedi. Şakîk-i Belhî çok
hayret etti ve; “Sana o zaman müslümanlığı anlattım, müslüman olmanı teklif
ettim, kabûl etmedin. Şimdi anlattım, hemen müslüman oldun. Hikmeti nedir?” diye
sordu. İhtiyar bunu şöyle cevaplandırdı: “O zaman senin sözün bana tesir etmedi.
Şimdi ise o kadar temiz ve nurlusun ki, benim pislik ve zulmetimi giderip
temizledin. Allahü teâlâ da senin nûrunu arttırsın.” dedi. Oradakiler “Âmin”
dediler.
Zengin
zâtlardan birisi, Şakîk-i Belhî’ye dedi ki: “Ben senin ihtiyaçlarını, kendi
malımdan karşılayayım.” Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Kabûl ediyorum, ama şu
şartla, bana verdiklerinden dolayı hazinende noksanlaşma olursa, malların
hırsızlar tarafından çalınıp telef olursa, -olur ya- bir gün bu niyetinden
ayrılıp bana nafaka vermekten vazgeçersen, bende bir kabahat görüp vermekte
olduğun nafakayı kesersen ve ömrün bitip ölürsen ve ben de nafakasız kalırsam ne
olacak. Bütün bunların olmıyacağına dair bana bir teminât verebilirsen teklifini
kabûl edeyim. Halbuki, benim rızkımı öyle bir zât veriyor ki, bütün mahlûkların
rızıklarını verdiği halde hazinelerine zarar verme durumu yoktur. Bu kadar
günahlarımız olduğu ve en ince teferruatına kadar bütün yaptıklarımızı bildiği
halde ihsânı ve merhameti o kadar boldur ki, kimsenin rızkını kesmiyor. Sonra
onun için ölüm diye bir şey yoktur. Böyle bir zât rızkıma kefil olmuş iken
başkasından bir şey beklemekliğim kulluğuma yakışır mı? Her türlü ayıb ve
kusurlardan uzak böyle bir zâtı bırakıp da, kendim gibi âciz bir kula el açarsam
Rabbim gücenmez mi ve böyle yapan kimselerin ne kadar zavallı ve akılsız
oldukları meydanda değil midir?” Bunun üzerine o zengin kimse bir şey diyemedi.
Bir
gün, kendilerine nasîhat kâr etmeyen bir grub insanlara şöyle buyurdu: “Eğer
çocuk iseniz mektebe, deli iseniz tımarhâneye, ölü iseniz kabristana gidin. Ama
müslüman iseniz müslüman olmanın şartlarını yerine getiriniz!”
Şakîk-i
Belhî bir gün hocalarından Ebû Hâşim er-Rummânî’yi ziyâret etti. Hocası Şakîk-i
Belhî’nin cebini kabarık görünce ne olduğunu sordu. Şakîk-i Belhî; “Dostlarımdan
biri, orucunu bunlarla açmanı arzu ediyorum. Lütfen kabûl et diye yiyecek bir
şeyler verdi. Çok ısrâr ettiği için ben de kabûl ettim.” dedi. Bunun üzerine
hocası; “Demek sen akşama kadar yaşıyabileceğini düşünebiliyorsun.” diyerek
sitem etti.
Şakîk-i
Belhî, Mekke’ye gitti. Orada pekçok kimse etrâfında toplanır, sohbetlerinden ve
nasîhatlerinden istifâde ederlerdi. Birisine dedi ki: “Geçimini nasıl temin
ediyorsun. Bir şey bulamazsan ne yapıyorsun?” O kimse dedi ki: “Bir şey bulursam
şükrediyorum, bulamazsam sabrediyorum.” Şakîk-i Belhî; “Belh şehrinin köpekleri
de böyledir. Buldukları zaman, sevinirler. Bulamazlarsa bekleyip sabrederler.”
buyurdu. O kimse dedi ki: “Peki bu hususta sizin yaptığınız nedir." Cevâbında;
“Elimize bir şey geçerse, başkalarını kendimize tercih eder, başkalarına
veririz. Geçmezse şükrederiz.” Bunun üzerine o kimse Şakîk-i Belhî’ye sarıldı
ve; “Vallahi sen büyük bir zâtsın.” dedi. Hacdan dönüp Bağdât’a geldiğinde vâz
vermeye başladı. Hep, Allahü teâlâya tevekkül etmenin lüzumunu anlatırdı. Birisi
gelip, kendisine; “Hacca gitmek istiyorum.” deyince, o kimseye; “Yol harçlığın
nedir?” diye sordu. O kimse; “Allahü teâlânın benim için takdir ettiği rızkın
mutlaka bana ulaşacağını, bu rızkı başkalarının alamıyacağını, Allahü teâlânın
takdirinin her zaman benimle berâber olduğunu, hangi halde ve durumda bulunursam
bulunayım, Allahü teâlânın benim durumumu benden daha iyi bilmekte olduğunu
bilirim.” dedi. Bunun üzerine Şakîk-i Belhî; “Çok güzel, ne güzel yol harçlığın
var. Tevekkül böyle olmalı. Güle güle git kardeşim. Yolun açık olsun.” buyurdu.
Şakîk-i
Belhî, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe’yi çok medheder şöyle buyururdu: “İmâm-ı A'zam
Ebû Hanîfe bu zamanda insanların en verâ sâhibi (haram ve şüphelilerden
sakınanı), en âlimi, en çok ibâdet edeni, en cömert olanı, dînin emirlerine
uymakta en ihtiyatlı davrananı, Allahü teâlânın dîninde, kendi görüşü ile bir
şey söylemekden en çok sakınanı idi. Bir meseleyi açıklıyacağı zaman, bütün
talebelerini toplar, hepsi bu meselenin dîne uygun olduğunda ittifak edince; “Bu
meseleyi filan bölüme yazınız.” derdi.”
Şakîk-i
Belhî’nin bir gün yanına bir ihtiyar gelip, Allah’a tövbe etmek istediğini
bildirdi. Ona buyurdu ki: “İyi ama, keşke tövbe etmek için bu zamâna kadar
beklemeseydin.” O kimse: “Öyle ama, yine de ölmeden önce geldiğim için erken
gelmiş sayılırım.” dedi. Şakîk-i Belhî; “Hoş geldin ve ne iyi ettin.” buyurdu.
Bunun üzerine o kimse tövbe etti ve tövbesinden vazgeçmedi.
Buyurdular ki:
“Bir
musîbet geldiğinde feryâd ü figân eden kimse, Allahü teâlâya karşı gelmiş olur.
Ağlayıp, sızlamak, belâ ve musîbeti geri çevirmediği gibi, insanın sabredenlere
verilen sevâb ve mükâfâttan da mahrum olmasına sebeb olur.”
“Bir
kimsenin yanında mübârek bir zâtın iyilik ve güzel hâlleri anlatılır da, o kimse
bundan zevk duymaz ve o mübârek zâta karşı kalbinde muhabbet hâsıl olmazsa,
bilsin ki kendisi kötü kimsedir.”
“Sıkıntının mükâfâtını bilen, ondan kurtulmağa heves etmez.”
“Şeytanı en çok kızdıran iki şey, onun vesvesesine aldırmamak ve Allahü teâlânın
zâtı hakkında düşünmemektir”. (Allahü teâlânın yarattıkları hakkındaki tefekkür
makbûldür.)
“Bir
kusuru ve ayıbı var diye bir kimseyi kötüleyen, hakâret eden kimse, kendi
kendini helâk etmiş demektir. İnsanlar, bir kimse hakkında; “Bundan bize zarar
gelmez bu emin bir kimsedir.” derlerse, o kimse bütün insanların zarar ve
kötülüklerinden emindir. Kim müslümanların aleyhinde konuşur, onları gıybet
eder, onlara iftira ederse, aralarında söz taşıyıp koğuculuk yaparak
müslümanları birbirine düşürürse, müslümanların hakkını gözetmez, onların
kalblerini kırar, incitirse ve onları kendinden aşağı görürse, o kimse şeytanın
hizmetçisi olmuş olur, dünyâda fakir olur, âhirette iflâs etmiş vaziyette hakir
ve zelîl olur.”
“Rızkı
hususunda Allahü teâlâya tevekkül eden kimsenin güzel huyları fazlalaşır, cömert
olur ve ibâdetlerinde vesvese bulunmaz.”
“Allahü teâlânın azâbından
korkmanın alâmeti haramları terk etmektir. Allahü teâlânın rahmetinden ümidli
olmanın alâmeti de çok ibâdet etmektir.”
“İleride tövbe ederim diye günaha devam edenler, daha yaşarız ümidiyle, tövbeyi
geciktirenler, hattâ, Allahü teâlânın azâbını düşünmeyip, rahmetini ümid ederek
tövbe etmeyenler, çok büyük gaflet ve felâket içindedirler.”
“Gönül
ferahlığı, hesap kolaylığı ve can rahatlığı fakirlerin hâlidir. Gönül
meşgûliyeti, hesapların zorluğu ve can sıkıntısı da zenginlerin hâlidir.”
“Ölüme
şimdiden hazırlanmanız lâzımdır. Çünkü, bir geldi mi geri gönderemezsiniz.”
“Kendisine bir şey ikrâm ettiğin kimse ile, sana ikrâmda bulunan iki kişinin
senin kalbindeki yerlerine dikkat et. Eğer kalbindeki muhabbet, kendisine
ikrâmda bulunduğun kimseye karşı daha fazla ise, bu ikrâm ve muhabbetin Allah
için olduğu anlaşılır. Ama kalbindeki muhabbet, sana ikrâmda bulunan kimseye
karşı daha fazla ise, bu dostluk menfaat içindir.”
“Misâfiri çok severim. Çünkü, rızkını Allahü teâlâ veriyor. Ben hiçbir şey
yapmıyorum. Bununla berâber, Allahü teâlâ bana sevâb veriyor
Akıllı,
zeki, derviş, zengin ve cimrinin kimlere denildiğini yedi yüz tane âlimden
sordum. Hepsi de birbirine yakın cevaplar verip şöyle dediler: “Dünyâyı sevmeyen
kimse, akıllıdır. Dünyânın aldatıcı ve yalan olan zevklerine aldanmayan kimse,
zekîdir. Allahü teâlânın takdir ettiğine râzı olan, kanâat eden, zengindir.
Dünyâya âit arzusu bulunmayan, Allahü teâlânın rızâsını isteyen kimse,
dervişdir. Allahü teâlânın verdiği nîmetlerden, mahlûkuna faydalı olanları
vermekten kaçınan, cimridir.”
“Dilini
muhâfaza et. Amel defterinde ve terâzide sevâbını bulamıyacağın söz söyleme.
Sözü söylemeden önce düşün; hayırlı ise söyle, yoksa sükût et."
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
İLME
VERİLEN DEĞER
Bir gün
yolda bir gayr-i müslim Şakîk-i Belhî’ye dedi ki: “Bir kimse, kendisine rızık
verdiği için Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ederse, o kimsenin bu yaptığı
yalancılıktır.” Şakîk-i Belhî bunu duyunca yanındakilere; “Bu kimsenin söylediği
sözü bir yere yazınız." buyurdu. O gayr-i müslim dedi ki: "Nasıl olur, senin
gibi yüksek bir zât, benim gibi birinin söylediği sözü kaydeder mi?” Şakîk-i
Belhî buyurdu ki: “Evet biz, kim olursa olsun doğruyu söyleyen kimsenin sözünü
alır, kabûl ederiz. Peygamber efendimiz; “Hikmet, müminin gayb ettiği
malıdır. Nerede bulursa alsın.” buyurdu. Bu sözler karşısında hayrette kalan
gayr-i müslim; “Bana İslâmiyeti anlat. Ben de müslüman olacağım. Senin dînin hak
dindir. Tevâzu ve hakkı kabûl etmeyi emretmektedir.” dedi ve müslüman oldu.
HER ŞEYİN
ÖZÜ
Şakîk-i
Belhî buyurdu ki: “Dört bin hadîs-i şerîf içinden dört yüz tâne, bundan da kırk
tâne ve nihâyet bunların içinden de şu dört hadîs-i şerîfi seçtim:
“1) Kalbini kadına bağlama. Zîrâ bugün senin ise yarın başkasındadır. Eğer
kadına itâat edersen Cehennem’e atılırsın. 2) Kalbini mala bağlama. Zîrâ
mal sana emânettir. Bugün senin ise yarın başkasınındır. Başkasının malı için
kendini yorma. Başkasına hoş gelir, fakat günahı sanadır. Eğer kalbini mala
bağlarsan, Allahü teâlânın haklarını gözetemezsin. Kalbine fakirlik korkusu
girer ve şeytana itâat edersin. 3) Herhangi bir şey hususunda kalbinde
bir sıkıntı olursa o şeyi terk et. Zîrâ müminin kalbi, şâhit yerindedir.
Şüphelilerden sıkılır, helâlde ise sükûnet bulur (sâkin olur). 4)
Bir işin makbûl olacağı hükmüne varmadan o işi yapma.
SU KADAR
DEĞERİ YOK
Bir
sene hacca gitmek üzere yola çıktı. Bağdât’a vardığında Halife Hârun Reşid bunun
geldiğini haber aldı ve yanına çağırttırdı. Şakîk-i Belhî, halîfenin yanına
geldi. Halîfe Hârun Reşîd sordu: “Zâhid olan Şakîk-i Belhî sen misin?” Şakîk-i
Belhî; “Şakîk benim ama zâhid değilim.” dedi. Halife nasîhat isteyince şöyle
buyurdu: “Aklını başına topla ve çok dikkatli ol. Allahü teâlâ sana Ebû Bekr-i
Sıddîk’ın makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi doğruluk istiyor. Sana
Ömer-ül-Fârûk’un makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi, hak ile bâtılı
ayırmanı istiyor. Sana Osman-ı Zinnûreyn’in makâmını verdi ki, senden, onda
olduğu gibi hayâ ve kerem (çok lütuf ve ihsân) sâhibi olmanı istiyor. Sana
Aliyyül Mürtezâ’nın makâmını verdi ki, senden, onda olduğu gibi ilim ve adâlet
istiyor.” Hârun Reşîd; “Biraz daha nasîhat et.” deyince, Şakîk-i Belhî buyurdu
ki: “Allahü teâlânın Cehennem diye bilinen bir yeri vardır ve seni de oraya
bekçi yaptı. Eline üç şey verdi. Bunlar mal, kılıç ve kırbaçdır. İnsanları bu üç
şeyle Cehennem’den uzaklaştır. Muhtaç biri gelirse ona mal ver. Allahü teâlânın
emirlerine aykırı davrananları bu kırbaçla edeblendir, yola getir. Başkalarına
haksızlık edenlerin, haksız yere adam öldürenlerin karşısına bu kılıçla sen çık.
Eğer bunları yapmazsan Cehenneme ilk gidecek sen olursun.” Halife biraz daha
nasîhat istedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Sen suyun menbaı, kaynağı gibisin.
Senin vâlilerin, kumandanların da bu suyun kolları gibidir. Suyun menbaı saf,
temiz, berrak olursa, suyun kolları da berrak olur. Suyun menbaı temiz olup,
kollarda hafif bulanıklık olursa da zararı olmaz. Ama menbaı bulanık olursa,
artık suyun kollarının saf ve berrak olmasını ümid etmek mümkün olmaz.” Hârun
Reşîd; “Biraz daha anlat” dedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Düşün ki çölün
ortasında kaldın, susuzluktan ölmek üzeresin. Birisi getirip bir içim su satsa
bu suyu kaça alırsın?" O da; “Ne kadar istiyorsa onu verir, suyu satın alırım.”
dedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Elinde su bulunan kimse, bu suya mukâbil senden
servetinin yarısını istese, yine râzı olur musun?”. Hârun Reşîd; “Evet râzı
olurum.” dedi. Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Düşün ki servetinin yarısını verip
satın aldığın suyu içtin. Bir zaman geçince bu suyu dışarı atmak ihtiyâcını
duydun, fakat idrar yapamadın. Öyle ki ölecek hâle geldin. Birisi çıkıp dese ki,
ben senin bu sıkıntıdan kurtulmana sebeb olurum, lâkin buna mukabil olarak
mülkünün öbür yarısını isterim, dese ne yaparsın?” Hârun Reşîd; “Elbette râzı
olurum. Ben o sıkıntıda iken servetimin ne mânâsı var?” dedi. Bunun üzerine
Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “O halde önce içtiğin sonra idrar yoluyla dışarıya
attığın bir içim su kıymetinde bile olmıyan şu servetine sakın güvenme. Bir
kimseye karşı bununla öğünme!” Bu nasîhatlardan sonra Hârun Reşîd çok ağladı.
Şakîk-i Belhî’yi hürmet ve saygı ile uğurladı.
BEYİTLER
ÖĞÜNMEĞE
DEĞER Mİ?
Bir gün
Şakîk-i Belhî, hac için çıktı yola,
Bağdat'a vardığında, bir müddet verdi mola.
Hârun
Reşîd, Şakîk'in, Bağdat'a geldiğini,
Duyunca
dâvet etti, yanına kendisini.
Geldiğinde dedi ki: "Nasîhat eyle bana."
Buyurdu
ki: "Ey Hârun, al aklını başına!
Hükümdar olmak ile, mühim bir mevkîdesin,
Sen şu
büyük zâtları, rehber edinmelisin!
Rabbimiz Ebû Bekr-i Sıddîk'ın makamını,
Sana
ihsân etti ki, veresin tam hakkını.
O nasıl
doğru ise, sen de öyle olasın,
Onun
gittiği yoldan, aslâ ayrılmayasın!
Ve
verdi ki hazret-i Ömer'in makamını,
Sen de
ayırt edesin, haktan bâtıl olanı.
Osmân-ı
Zinnûreyn'in, makamını da sana,
Verdi
ki sarılasın, hayâ ile ihsâna.
Hazret-i Ali'nin de, makamını verdi ki,
Sen de
ilim sâhibi, olasın onun gibi!
Sen bu
büyük zâtların yolundan ayrılırsan,
Şimdiden Cehennim'in, azâbına hazırlan!"
Hârun
dedi ki: "Devâm et, öğütlerin ne güzel."
Buyurdu
ki: "Ey Hârun, dikkat et, kendine gel!
Aldanma
bu dünyânın, mal ve saltanatına,
Âhirette bunların, faydası olmaz sana.
Düşün
şimdi bir çölde, günlerce kaldığını,
Hararetten susayıp, pekçok bunaldığını.
Tam
ölecek duruma, gelmişken susuzluktan,
O anda
biri gelse, hem de serin su satan.
Senin
de susuzluktan, yanmışken böyle için,
Ne
kadar mal verirsin, o suyu almak için?"
Dedi
ki: "Ne isterse, veririm her serveti,
Olur mu
hiç o zaman, malın ehemmiyeti?"
Buyurdu: "Yarısını, isterse servetinin,
Verir
miydin meselâ, o suyu almak için?"
Hârun
Reşid dedi ki: "Verirdim hemen elbet,
Zîrâ
ben ölüyorken, neye yarar bu servet?"
Buyurdu
ki: "Pekâlâ, içtin ve kandın suya,
Lâkin
atamıyorsun, o suyu dışarıya,
Yâni
bir damla bile, idrar yapamıyorsun,
Şiddetli sancı ile, kıvranıp duruyorsun.
O
sırada biri de, çıkagelse âniden,
Dese ki
kurtarırım, seni ben bu derdinden.
Ve
lâkin servetinin, öbür yarısını da,
Bu
kimse isteseydi, verir miydin onu da?"
Dedi:
"Gâyet tabiî, seve seve verirdim,
Zîrâ
ben kıvranırken, neye yarar servetim?"
Buyurdu
ki: "Öyleyse, övünme malın ile,
Bir
içimlik su kadar, kıymeti yokmuş bile."
Hârun
Reşid ağlayıp, dedi: "Söyle az daha."
Buyurdu
ki: "Ey Hârun, tövbe et, dön Allah'a!
Tövbeyi
bir an bile, aslâ geciktirme ki,
Tövbe
etmeden önce, ölebilirsin belki.
Muhakkak pişman olur tövbeyi geç yapanlar,
Zîrâ
ecel çok zaman, âni gelip yakalar."
Bu
mübârek velînin hürmetine İlâhî,
Pişman
olmayanlardan, eyle sen bizi dahi.
AKILLI
KİMMİŞ
Bir gün
zengin birisi, Şakîk hazretlerine,
Gelip
şöyle söyledi, o gün kendilerine:
Dedi
ki: “Ey efendim, ben zengin bir kimseyim,
Her
ihtiyacınızı, karşılamak isterim.”
Bu
teklîfi dinleyip, buyurdu ki: “Kardeşim!
Olabilir ve lâkin, şartlarım vardır benim.
Bana
verdiğin için, malın noksanlaşırsa,
Veya
hırsız gelip de, malların çalınırsa,
Yâhut
da vaz geçersen, ilerde bu fikrinden,
Bir
kabâhatim ile, dönersen niyetinden.
Yâhut
vefât edersen, bir gün âni olarak,
Nafakasız kalırsam, o zaman ne olacak?
Bütün
bu hususlarda, temin edersen beni,
Derhâl
kabûl ederim, senin bu teklifini,
Zîrâ şu
ân rızkımı, verir ki öyle bir zât,
Bütün
bu hususlara, kefildir kendi bizzat.
Saçar
ihsânlarını, mahlûkatın hepsine,
Yine
bir zarar gelmez, O’nun hazînesine.
Her
canlının rızkını, verir de fazla fazla,
Yine
hazînesinde, azalma olmaz asla.
Hem o
kadar çoktur ki, şefkât ve merhameti,
Kulları
yapsalar da, her türlü kabâhati.
Buna
rağmen, bakmayıp isyankâr hâllerine,
Kesmez
rızıklarını, devamlı verir yine.
Ayrıca,
O’nun için, ölüm yok, etmez vefât,
Bütün
bu hususlardan, berîdir her ân o zât.
Böyle
kudretli biri, kefilken şimdi bana,
Niçin
O’nu bırakıp, gideyim başkasına?
Her
ayıp ve kusurdan, uzak olan Rabbimi,
Bırakıp, bir âcize, gitmem akıl işi mi?”
O
zengin bu sözleri, dinleyince Şakîk’ten,
Mahcup
ve pişman oldu, yaptığı bu tekliften.
KAYNAKLAR
1)
El-A’lâm; c.3, s.171
2)
Tabakât-üs-Sûfiyye; s.61, 66
3)
Fevât-ül-Vefeyât; c.1, s.187
4)
Vefeyât-ül-A’yân; c.1, s.226
5)
Hilyet-ül-Evliyâ; c.8, s.58
6)
Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.65
7)
Tehzîb-ibn-i Asâkir; c.6, s.327
8)
Mîzân-ül-İ’tidâl; c.1, s.449
9)
Ulemâ-ül-Müslimîn; s.70
10)
Tenbîh-ül-Gâfilîn; s.75, 81
11)
Tezkiret-ül-Evliyâ; s.125
12)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.3, s.7
|