CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

SEYYİD ALİ HEMEDÂNÎ

Horasan'ın meşhûr velîlerinden. İsmi Ali bin Şihâbeddîn bin Muhammed'dir. Peygamber efendimizin soyundan olup seyyiddir. 1384 (H.786) senesinde vefât etti. Kabri Hıtlan'dadır. Aklî ve naklî ilimlerde büyük âlim idi. Tasavvufta Mahmûd Mazdakânî ve Mahmûd-i Adkânî hazretlerinden feyz alarak kemâle erdi. Ayrıca zamânındaki pekçok velî ile görüşüp sohbetlerinde bulundu. Keşmir şehrinde dergâhı vardı. Uzun zaman insanlara rehberlik edip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. Pekçok insanın saâdetine vesîle oldu. Hakkında pek çok menkıbe vardır.

Kendisi şöyle anlatmıştır: "Defâlarca hacca gittim. Bir hac seferinde yolumuz çöle düştü. Yirmi sekiz gün hiçbir şey yiyip içmeden yürüdüm. Yemek içmek hiç hatırıma gelmiyordu. Bir müddet sonra bende yemek yeme ihtiyâcı hâsıl oldu. Yanımda yiyecek ve içecek hiçbir şey yoktu. Rastladığım birkaç çadıra yiyecek bulurum ümidiyle uğradım. Fakat kimseden bir şey isteyemedim. Sonra bir köşeye çekilip murâkabeye vardım, oturup öylece kaldım. Bir müddet sonra bulunduğum kâfilenin gittiğini gördüm. Yetişmek için kalkıp yürümeye başladım. Yol üzerinde bir su kuyusuna rastladım. Kuyudan su çekecek bir kabım yoktu. Sonunda kuyunun içine inip, doyuncaya kadar su içtim. Bir müddet kuyunun dibinde bekledim. Çok derin olduğu için dışarı çıkamadım. Kuyu çıkılabilecek şekilde değildi. Ben böyle bekleyip dururken, kuyunun başına biri geldi. Bana bakıp başındaki sarığını çıkarıp, bana doğru sarkıttı. Sarığın ucundan tuttum. Beni çekip kuyudan çıkardı. Dışarı çıkınca kim olduğunu sormak istediğimde, gözden kayboluverdi. Bunun üzerine süratle yürüyüp kâfileye yetiştim. Beni görünce sağ sâlim nasıl geldin diye hayret ettiler. Eşkıyâdan nasıl kurtuldun dediler. Bu sebeple kâfile arasında meşhur oldum. Yolculuk sırasında çoğu kere kâfileden ayrı giderdim. Geceleri onlardan ayrı geçirirdim. Çok korkulu yerler olmasına rağmen, Allahü teâlâ beni korurdu."

Talebelerinin meşhurlarından Nûreddîn Câfer Bedahşî şöyle anlatmıştır: "Seyyid Ali Hemedânî hazretlerinin sohbetleri sırasında huzûrunda bulunduğumda hatırımdan her ne geçse onu bana açıkça söylerdi. Eğer hatırımdan geçen şeyler bir faydaya sebeb olmayacaksa, açıklamazdı."

Kendisi anlatır: "Şeyh Muhyiddîn Arabî hazretleri bâzı eserlerinde şöyle zikretmiştir: Yetmiş gün hiçbir şey yemedim, diye kaydetmiştir. Ben de kendimi denemek için yüz yetmiş gün hiçbir şey yemedim. O hâle geldim ki, yemek yemek sünnet olmasaydı, geri kalan ömrüm boyu bu derviş hiçbir şey yemezdi."

Yine şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında, Rum diyârına gitmiştim. Bir mescidde ikâmet ediyordum. Bir gece ihtilâm oldum. Hava son derece soğuktu. Nefsim gusül abdesti alma husûsunda gevşeklik göstermek istedi. Nefsime bu gevşekliği sebebiyle şöyle bir cezâ verdim. Kırk gece buzu kırıp soğuk su ile sana gusül abdesti aldıracağım, dedim. Büyük bir taş alıp her gece buzu kırarak gusül abdesti aldım. Böyle kırk gece devâm ettim. Bu sırada eski bir elbisemden başka giyecek bir şeyim yoktu.

Seyyid Ali Hemedânî hazretleri fütüvvetle ilgili olarak buyurdu ki: "Ey azîz! Ahî(kardeşlik) sözü halk arasında kullanılan bir lafızdır. Bunun yüksek bir mânâsı ve geniş bir hakîkati vardır. Tasavvuf ehli kardeşliği üç mertebede açıklamışlardır. Birincisi, anne ve babası bir olan kimseler. İkincisi müminlerin kardeşliğidir. Âyet-i kerîmede meâlen; "Şüphesiz ki, müminler kardeştir." (Hucurât sûresi:13) buyruldu. Üçüncü mertebe ise gönül ehli ve hakîkate erenler arasındaki kardeşliktir. Bu makâma fütüvvet denir. Bir kimse cömertlikle, af, emânete riâyet, şefkât ve hilm (yumuşak huyluluk), tevâzu ve takvâ ile vasıflanırsa, fütüvvet ehli böyle kimseye (ahî) kardeş adı vermişlerdir. Fütüvvet her ne kadar fakr makâmından bir makam ise de bütün makamların aslıdır. Bütün makamlar ona bağlıdır. Bütün insânî olgunlukların aslı fütüvvete bağlıdır. Çünkü bu bütün dereceleri ve mekârim-i ahlâkı, üstün ahlâkı şâmildir. Hakîkate eren büyükler, meşâyıh-ı kirâm, fütüvvetin hakîkatı hakkında çok söz söylemişlerdir. Hasan-ı Basrî kuddise sirruh; "Fütüvvet, Rabbin için nefsine düşman olmandır." buyurdu.Hâris-i Muhâsibî ise; "Fütüvvet herkese insaflı davranmayı kendine vazîfe bilmek, kimseden insaf beklememektir." buyurdu. Cüneyd-i Bağdâdî; "Fütüvvet, açık elli olmak ve eziyet vermemektir. Yâni fütüvvetin hakîkatı; hayra, iyiliğe ve Allahü teâlânın kullarının rahatına vesîle olmaktır." buyurdu.Sehl bin Abdullah da; "Fütüvvet, sünnet-i seniyyeye uymaktır." buyurdu. Hazret-iAli buyurdu ki: "Fütüvvet dört kısımdır. Gücü yettiği halde affetmek, gadab, kızgınlık ânında yumuşak davranmak, düşmanlığı olduğu halde karşısındakine nasîhat etmek, kendi ihtiyâcı olduğu halde başkasına vermek." Bütün bu buyrulanlardan anlaşıldı ki, fütüvvetin bütün mertebeleri ve şekli kul hakkı ile ilgilidir. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; "Kul, müslüman kardeşinin ihtiyâcını karşıladığı müddetçe Allahü teâlâ da onun ihtiyaçlarını giderir." buyurdu.

"Biliniz ki, dünyâ, kıyâmet çölünün kenarında yapılmış bir menzildir. Öyle bir menzildir ki, ezel çölü ile ebed çölü arasında konmuştur. Allahü teâlânın kulları, misâfirleri âlem-i ervâh çölünden kıyâmet karargâhı sahrasına sefer yapsınlar. Bu menzilde âhiret seferine çıkmak için azık hazırlasınlar, bu uzun ve nihâyetsiz yolculuk için tedbir ile meşgûl olsunlar. Dünyâda bir yerde konaklamış misâfirler gibi gidici olan insanlar, Allahü teâlânın hikmetiyle değişik haldedirler. Bâzısı bedenen kuvvetli, mânen zayıf, bâzısı mânen kuvvetli, bedenen zayıfdır. Bâzısı her iki bakımdan da kuvvetli, bâzısı da her iki bakımdan da zayıf yaratılmıştır. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "...İşte bütün bunlar azîz olan (ve her şeyi) iyi bilen Allah'ın takdîridir." (En'âm sûresi: 96) buyrulmuştur. Bunda sayılması, anlatılması mümkün olmayacak derecede çeşitli hikmetler vardır. Bir hikmeti, insanların güçleri nisbetinde birbirine yardımcı olmalarıdır. Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfte; "Müminler binânın tuğlaları gibidirler. Biri diğerini destekler." buyurdu. Îmân sâhibi olanlar, din ve dünyâ işlerinde birbirine yardımcı olurlar. Bu dünyâdaki âhiret seferinde kulluk yükünü taşımaları için birbirlerine yardımcı olurlar. Âyet-i kerîmede müminlerin kardeş olduğu bildirilmiştir.

Güç kuvvet sâhibi olanlara bu fâni nîmet Allahü teâlâ tarafından verilmiş bir emânettir ki, bununla ebedî saâdet tohumlarını ekerler. Bu ebedî nîmeti kazanırlar. Mağrur ve gâfil olanlar ise, bu cismânî bir nîmet olan güç ve kuvveti şu birkaç günlük kederli dünyâ hayâtı için harcarlar. Kısa ömrü bu murdar dünyâya âit şeyleri toplamakla zâyi ederler. Uzun âhiret yolculuğu için hazırlanmaktan gâfil olurlar. Böylece din kardeşlerinin de dünyâya ve âhirete âit haklarını unuturlar, yerine getirmezler. Allahü teâlânın emirlerine uymayı elden kaçırırlar. Âyet-i kerîmede meâlen; "Onlar dünyâ hayâtının görünen yüzünü bilirler. Âhiretten ise tamâmen gâfildirler." (Rûm sûresi: 7) ve "...Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu." (Tevbe sûresi: 67) buyruldu. Bu insanlar dünyânın fâni, geçici nîmetlerine dalıp, Allahü teâlâyı unutmaları sebebiyle âhirette Cehennem'e atılacaklar ve rahmet edilmeyecekler."

"Ahî, gerçek kardeş olan kimsenin güzel ahlâka ve beğenilen hasletlere sâhib olması gerekir. Yaşlılara hürmet, gençlere nasîhat, çocuklara şefkat, zayıflara merhamet, fakirlere cömertlik, âlimlere hürmet eder. Zâlimlere düşmanlık, facirleri tahkîr eder. İnsanlara iyilik eder ve mertlik gösterir ve onlarla sulh içinde yaşar, iyi geçinir. Allahü teâlâya yalvarır, nefsine karşı savaş açar, onun boş isteklerine muhâlefet eder. Şeytanla mücâdele eder. İnsanlardan gelen sıkıntılara tehammül eder. Düşmanlık edenlere yumuşak davranır. Musîbetler karşısında sabırlı olur. Kendi ayıplarına bakıp başkalarının ayıpları üzerinde durmaz. İnsanlara musîbete uğradıklarında ve gamlı hallerinde yardımcı olur. Takdire, kadere râzı olur. Bid'atden ve nefsin boş isteklerinden sakınır. Dînin emirleri üzere hareket eder. Töhmet altında kalacak yerlerden uzak durur. Lâzım olan din bilgilerini öğrenmekte çok hırslı olur. Gaflet ehlinden nefret eder. Dostlarla yardımlaşır. Cemâate devâm eder. Emri altında bulunanlara nasîhat eder. Dâimâ âhireti düşünür. Hallerine ve sözlerine dikkat eder. Kıyâmet gününde rüsvâ, rezil olmaktan korkar. Allahü teâlânın fazlından ve ihsânından ümit kesmez."

"Bütün mertebelere, yüksek derecelere ve âhiret saâdetlerine kavuşmak, tâatlar ile ibâdet ve kulluk ağacının meyveleri ile geçer. Âyet-i kerîmede meâlen; "Hakîkaten, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm sûresi: 39) buyruldu. Tâatların çeşitleri çok ise de hepsi üç kısımda toplanır. Bunlar; kalp ile, beden ile ve mal ile yapılan ibâdetlerdir. Kalp ile olan; tâat, îmân, tevekkül, sabır, şükür, teslimiyet ve işleri Allahü teâlâya havâle etmek, O'na sığınıp güvenmek. Sıdk, ihlâs, rızâ, yakîn, muhabbet, mârifet ve diğerleri. Bunlar keşf kapılarının anahtarları, müşâhede meclisinin ışıklarıdır."

Seyyid Ali Hemedânî hazretleri kıymetli kitaplar yazmış olup, bir kısmı şunlardır: Şerh-i Esmâullah, Şerh-i Füsûs-ül-Hikem, Şerh-iKasîde-i Hemziyye, Zâhirât-ül-Mülûk, Esrâr-ı Vahy, Risâle-i Siyerü't-Tâlibîn ve daha pekçok eseri vardır. Eserlerininçoğu talebesi Nûreddîn Câfer Bedahşânî tarafından büyük bir kitap hâlinde biraraya toplanmıştır. Menkıbeleri de aynı talebesi tarafından eserlerini topladığı mecmua içinde Hülâsât-ül-Menâkıb adını verdiği eserde anlatılmıştır.

 

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

RESÛLULLAH'IN EMRİ

Seyyid Ali Hemedânî şöyle anlatır: Bir hac seferi için Hıtlan vilâyetinin Alişah köyünden yola çıkmıştım. Yolculuğum sırasında yanımda bulunan şeyleri muhtaçlara dağıtırdım. Bir müddet yol aldıktan sonra, çok az param kalmıştı. Bir yerde konaklamıştık. Bu sırada birisi gelip, bana iki bin dinar verdi ve kabûl etmemi istedi.Sonra parayı Peygamber efendimizin mânevî işâretiyle bana getirdiğini söyledi. Bunun üzerine kabûl edip aldım. Sonra onaPeygamber efendimiz sana ne sûretle işâret buyurdu diye sordum. Dedi ki: "Bu dirhemleri hacca gitmek niyetiyle saklamıştım. Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Bana; "Bu dirhemleri sakla benim evlâdımdan birisi hacca giderken falanca yerde konaklayacaktır. Dirhemleri ona ver." buyurdu. Resûlullah efendimiz böyle buyurunca; "Yâ Resûlallah! O torununuzun ismi nedir?" diye sordum. "AliHemedânî'dir." buyurdu. İşte o zamandan bu güne kadar bir sene geçti. Bu bir sene içerisinde dâimâ oraya gelecek birini bekledim, tâkib ettim. İşte şimdi zât-ı âlinizle müşerref oldum." dedi.

Bu dirhemleri alıp Bağdât'a kadar yanımda taşıdım. Fakat o sene bir hâdise yüzünden hacca gidemedim. Bağdat'tan geri döndüm. Üç deveye çeşitli yiyecekler ve su ile, iki deveye de öteki eşyâları yükledim. Kervandakiler beni yanımda üzeri yiyecek yüklü develerle görünce şaşırdılar. "Bu seyyid az yerdi, yanında fazla şey bulunmazdı. Neden böyle yanına çok azık aldı." dediler.Halbuki on dört günde ancak bir yiyecek bulunan yere varabiliyorduk. Kervanla birlikte birkaç gün yol aldıktan sonra, kervan yolu şaşırdı. Kervandakilerin azıkları tamâmen tükendi. Benden yiyecek istediler. Ben de onlara yiyecek içecek verdim. Bunları yiyerek bir müddet sonra yiyecek bulunan mâmur bir beldeye ulaşabildik. Böylece Şam'a ulaştık. Ben yanımdaki dirhemleri muhtaçlara vermek için gâyet iktisatlı bir şekilde harcıyordum. Bu sırada biz Şam'da iken sıkıntıya sebeb olan başka bir hâdise meydana geldi. Yanımdaki dirhemler de iyice azalmıştı. Nihayet imkân bulup Şam'dan Mekke'ye gittim, hac ibâdetimi yapıp memleketim Hıtlan'a döndüm.

Hac dönüşünden sonra ziyâretine gidenlere bir sohbeti sırasında şöyle buyurmuştur: "Buradan ayrılıp dönünceye kadar on ay müddetle ikâmet ettiğim, konakladığım her yerde Allahü telâ kalbime; "Git insanları irşâd et, rehberlik yap." diye ilhâm etti."

 

DELÎLİN VAR MI?

Seyyid Ali Hemedânî şöyle anlatmıştır: "Yedi sene yorgan örtünmedim. Arpa ekmeğinden başka bir şey yemedim. Yedi seneden sonra bir büyük zât gelip güzel bir yorgan ile lezzetli bir yemek getirdi. Bunları Peygamber efendimizin işâretiyle getirdiğini, kabûl etmemi söyledi. Ben de; "Bunun böyle olduğuna dâir bir delîlin var mı?" dedim. O zât tebessüm ederek; "Nasıl bir şâhid istiyorsun?" dedi. "Öyle bir şâhid ki, bana da işâret buyrulsun." dedim. "Senin de Resûlullah efendimize teveccüh etmen gerekir." dedi. O meclisten ayrılıp Resûlullah efendimize teveccüh ettim. Resûlullah efendimizi gördüm. Bana tebessüm buyurup; "O teklif benim işâretimledir." buyurdu. Bunun üzerine o zâtın verdiği şeyleri kabûl ettim.

 

KAYNAKLAR

1) Nüzhet-ül-Havâtır; c.1, s.88

2) Sefînet-ül-Evliyâ; s.107

3) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.504

4) Hülâsât-ül-Menâkıb, Süleymâniye Kütüphânesi,Şehîd Ali Paşa Kısmı, No: 2794

5) Nesâyim-ül-Mehabbe; s.287

6) Brockelman; Gal-2, s.221, Sup-2, s.311