|
SEYYİD ALÂEDDÎN ALİ SEMERKANDÎ
Osmanlı
Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu'da yaşayan velîlerden. İsmi Alâeddîn Ali
bin Yahyâ es-Semerkândî'dir. Soyu Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve
sellem ulaşır. Semerkand'da doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir.
Semerkand, Buhârâ, Taşkent gibi ilim merkezlerinde ilim tahsil etti. Tefsîr,
fıkıh ve tasavvuf, ahlâk ilimlerinde yüksek derecelere ulaştı. Daha sonra
Anadolu'ya hicret etti. Lârende'ye (Karaman'a) geldi. 1456 (H.860) târihinde yüz
elli yaşlarında iken vefât etti.Kabr-i şerîfi, İçel'e bağlı Gülnar ilçesinin
Zeyne kasabasındadır. Seyyid Alâeddîn Ali Semerkandî hazretlerinin türbe,
mescid, zâviye ve vakfiyesi buradadır.
Seyyid
Alâeddîn Ali Semerkandî hazretleri, evliyânın önde gelenlerinden idi. 1330
(H.730) senesi vefât eden Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden Alâeddîn
el-Buhârî'den de icâzet aldı.Mantık ve Tefsir ilminde, yüksek dereceye kavuştu.
Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişip tasavvuf yolunun feyzlerine kavuştu.
Seyyid
Alâeddîn Semerkandî, senenin büyük bir kısmını oruç tutarak, gecelerini namaz
kılarak, gündüzleri de talebelerine ders vererek geçirirdi. Kur'ân-ı kerîmi
tecvîd üzere okur ve tefsîrini yapardı. Nefsini terbiye etmek için çok riyâzet
ve mücâhede eder, nefsinin istediklerini yapmaz ve istemediklerini yapmak için
uğraşırdı. Dünyâya hiç meyletmez, haramlardan şiddetle kaçıp, mübahların
fazlasını da terkederdi. Cenâb-ı Hakk'ın kudreti ile tayy-i mekân eder, kısa
zamanda bir yerden diğer yere gider, sabah namazını Kâbe'de kılıp, güneş
doğmadan tekrar evine dönerdi. Sabah olunca, talebelerine zâhirî ve bâtınî
ilimleri öğretir ve en iyi şekilde yetiştirmeye çalışırdı. Öğleden önce bir
müddet kaylûle yaparak, sünneti îfâ ederdi.
"Bir
gün Semerkand'a, mecûsî iken hıristiyanlığı seçmiş bir râhib geldi. Îsâ
aleyhisselâm hakkında asılsız şeyler söylüyor, ona (hâşâ) ilâhtır, diyordu.
Pekçok bozuk ve bâtıl delîller göstererek, halkın îtikâdını sarsıyordu. Üstelik
sorduğu suâllere, âlimler dahî cevap veremiyordu. Bu râhip, Semerkand Sultânı
Hâlid'e haber göndererek; "Âlimlerinizle münâzara etmek üzere geldim. Eğer
âlimlerinizden biri beni susturabilirse müslüman olurum. Bütün servetimi de
İslâmiyet için harcar, bu dînin yayılmasına çalışırım. Şâyet galip gelirsem,
Semerkând'ın vergisini isterim." dedi. SultanHâlid, âlimleri toplayarak durumu
anlattı. Onlar da; "Bir râhip nedir ki, cevap vermekte âciz kalalım. Onunla her
zaman münâzaraya hazırız." dediler. Bir gün tâyin ederek, câmide toplandılar.
Râhip sorularını sordu. Fakat âlimlerin cevâbı iknâ edici değildi. Bunun üzerine
gurûrlanan râhip, sultânın huzûrunda; "Gitmediğim memleket kalmadı. Sorularıma
hiç kimse cevap veremedi ki, sizin âlimleriniz cevap versin!" gibi edebe uymayan
ileri-geri laflar etti. Sultan üzüldü. Bu sırada âlimlerden bâzıları huzûra
çıkıp; "Efendim! Bu râhibe ancak Seyyid Alâeddîn hazretleri cevap verir, onun
üstesinden gelir. Yalnız o, şu anda kırk günlük bir halvete, yalnızlığa girdi,
nefs terbiyesi ile meşgûldür. Kolay kolay gelmez. Ancak dîn-i İslâm için izin
verilirse gelebilir." dediler. Sultan memnûn oldu ve râhibden kırk günlük mühlet
istedi. Hemen Seyyid Alâeddîn hazretlerine verilmek üzere bir mektup yazdırdı.
Mektup gönderilmek üzere iken, saraya bir kimse çıkageldi ve sultana bir mektup
sundu. Hâlid, mektubu okudukça hayretten hayrete düşüyordu.Sevincinden cenâb-ı
Hakk'a şükrediyordu. Orada bulunan âlimler merâk ederek sebebini sordular.
Sultan, mektubu getiren kimseye sesli olarak okuttu. Mektubun başında, Allahü
teâlâya hamd, Resûlüne salevât ve Emîr Hâlid'e duâdan sonra yazıyordu ki: "Bu
mübârek günde, büyük dedem, insanların ve cinnin Peygamberi ve âlemlere rahmet
olarak gönderilen Resûlullah efendimiz bu fakîre merhamet ederek göründüler.
Buyurdular ki: "Evlâdım Alâeddîn! Halvetine son verdim. Allahü teâlânın
kullarını irşâd etmek, onlara dîn-i İslâmın emir ve yasaklarını bildirmek için
dışarı çık. Allahü teâlânın izniyle pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına sebeb
olacaksın. Türbemi ziyârete gelmeden önce Semerkand'a git. Oraya ümmetimin
âlimlerine ezâ ve cefâ veren bir râhip geldi. Ona lâzım olan cevâbı vererek
hidâyete gelmesine vesîle ol, ümmetimi de sıkıntıdan kurtar." Bu haberi size
ulaştırmak üzere mektup yazıp, Derviş Cihangir ile gönderiyorum. Sevinmeniz için
böyle yaptım. Bugün biz de gelirdik, fakat Peygamber efendimizin işâreti üzerine
yarına kaldık."
Alâeddîn'den gelen bu mektubu herkes hayretle dinliyordu. Mektup okunduğunda
tekbir sesleri kubbeyi çınlatıyordu. Seyyid Alâeddîn'in bulunduğu yer ile
Semerkand arası on yedi günlük yol idi. Bir günde bu yolun katedilip gelindiğini
öğrendiklerinde, bütün âlimler; "Allahü teâlâ her şeye kâdirdir." diyorlardı.
Ertesi günü sabah namazından sonra, Sultan Hâlid ve tebeası, Seyyid Alâeddîn'i
karşılamak üzere şehir dışına çıktılar. Kuşluk vakti idi, başta Seyyid Alâeddîn
hazretleri olmak üzere, arkasında pekçok evliyâ, grup hâlinde göründüler. Seyyid
Alâeddîn beyaz bir ata binmiş, yeşil elbise giymişti. Diğer velîler, etrâfında
ve arkasında ağır ağır yürüyorlardı. Bu heybetli manzara karşısında herkes
heyecanla ayağa kalkıp, o tarafa doğru hürmetle yürümeye başladı. Başta Sultan
Hâlid olmak üzere, herkes atından inmişti. İki cemâat karşılaştıklarında, Sultan
Hâlid, Seyyid Alâeddîn'in ellerini öptü. O da Sultânın gözlerinden öptükten
sonra; "Ey Sultan Hâlid! O râhip, dostlarımızı üzmüş. Dedemiz, âlemlere rahmet
olarak gönderilen sevgili Peygamberimiz işâret buyurdular. Allahü teâlânın
izniyle râhibin hidâyete gelmesine vesîle olacağız." buyurdu.Cemâat büyük câmide
toplandı. Râhibe haber gönderildi. Râhib, Seyyid Alâeddîn hazretlerini görünce,
heybetinden titremeğe başladı ve; "Ben, Allahü teâlâya ve O'nun Resûlü Muhammed
aleyhisselâmın Peygamberliğine inandım." dedikten sonra, Seyyid Alâeddîn'in
elini öptü ve: "Bu gece rüyâmda zât-ı âlinizi gördüm. Bütün suâllerimi sorup,
hasta kalbimin şifâsı olan cevaplarınızı öğrendim. Artık hiç şüphem kalmadı ve
sormama da lüzum yoktur. İslâmiyetin hak din olduğunu anladım. Îmân edip
müslüman olmakla şereflendim." dedi. Herkes hayret edip, ziyâde sevindiler.
Seyyid Alâeddîn gülümseyerek, râhibe; "Şimdi tertemiz, günahsız bir müslüman
oldun. Cenâb-ı Hak râzı olsun. Fakat dostlarımızın da istifâde etmesi için suâl
sorunuz" buyurunca, o; "Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm; "Ümmetimin
âlimleri, İsrâil oğullarının peygamberleri gibidir." buyuruyor. Îsâ
aleyhisselâm ölüleri diriltirdi, bu ümmetten böyle bir şey olmuş mudur? Bunun
îzâhını istiyorum." dedi. Bu sırada Sultan Hâlid'in sarayından bir hizmetçi gelip,
Sultân'a; "Efendim! Hasta olan kızınız rûhunu teslim etti." dedi. Bu haber
karşısında herkes çok üzüldü. Seyyid Alâeddîn ise, başını önüne eğerek
murâkabeye varıp, Allahü teâlâya yalvarmaya, duâ etmeye başladı. Herkes
Seyyid'in bir şey söylemesini bekliyor ve çıt çıkmıyordu. Sultan Hâlid de aynı
vaziyette bekliyordu. Bu hâl üç saatten fazla sürdü.Sonunda Alâeddîn hazretleri
başını kaldırarak tebessüm etti ve; "Ey Sultan! Kızınız, Allahü teâlânın izniyle
sıhhate kavuştu. Şu ânda yemek yiyor. Sarayınıza gidiniz, bu hâli göreceksiniz."
buyurdu. Bu haber herkesi heyecanlandırdı. Böylece SeyyidAlâeddîn, müslüman olan
râhibin suâline kâl (söz) ile değil, hâl ile (iş yaparak, göstererek) cevap
verdi. Seyyid Alâeddîn vazifesinin bittiğini belirterek, oradakilerle vedâlaşıp,
berâber geldiği velîler ile birlikte ayrıldılar. Onlar gittikten sonra, Sultan
Hâlid, müslüman olan râhib ve halk, saraya doğru heyecanla yürüyerek, bir ân
önce verilen haberin doğruluğunu öğrenmek istediler. Saraya yaklaştıklarında,
bâzı kimselerin Sultân'a müjde vermek için koştuklarını gördüler.
Karşılaştıklarında,Sultâna; "Efendim! Kızınız vefât etmişti. Birkaç saat sonra
tekrar dirildi. Hayret ettik. Size bu haberi müjdelemek için geldik." dediler.
Sultan ve yanındakiler birbirlerine, bunun Seyyid Alâeddîn'in büyük bir
kerâmeti, himmeti ve bereketi olduğunu, onun, Allahü teâlânın katında
derecesinin ne kadar yüksek olduğunu söylediler. Sultan Hâlid'e müslüman olan
râhip; "Seyyid Alâeddîn hazretleri, beni, tereddüde mecâlim kalmayacak şekilde
iknâ etti, irşâd etti. Allahü teâlânın izni ve onun sebeb olması ile,
Elhamdülillah hidâyete kavuştum. Bu canım sağ oldukça İslâmiyete bedenimle ve
malımla hizmet edeceğim." dedi.
Seyyid
Şerîf Cürcânî'nin talebesi Molla Ferîdun anlatır: Bir gün hocam Seyyid Şerîf
hazretleri ile bahçeye çıkmıştık. Orada: "Ey Ferîdun! Şu dağda, ricâl-i erbaîn
denilen kırk büyük velînin toplantısı vardı.Haydi ziyârete gidelim." buyurdu.Ben
de; "'Başüstüne efendim!" diyerek, peşinden yürümeğe başladım. Dağın üzerine
çıktığımızda, pekçok rûhânî kimsenin orada toplandıklarını gördük. Herbiri
edeble oturmuş birini bekliyorlardı. İçlerinden birine; Bunlar kimlerdir ve
niçin bekliyorlar?" diye sorduk. O da: Ricâl-i erbaînden biri vefât etti. Onlar,
Kutb-i aktâbı (evliyâların en büyüğünü) dâvet ettiler. Onu bekliyoruz. O gelip
vefât eden zâtın namazını kıldıracak ve içimizden birini de bu vazifeye tâyin
edecek." dedi. "Şu anda Kutb-i aktâb kimdir ve nerede bulunmaktadır?" diye
sorduk. O da; "Mekke-i mükerremededir ve ismi Seyyid Alâeddîn Semerkandî'dir."
diye cevap verdi.
Oturup
biz de beklemeye başladık. Bir müddet sonra semâdan tekbîr, tesbîh sesleri
arasında nûr yüzlü velîler, gâyet nûrlu bir zâtı tâkib ederek geldiler. Belli
ki, o zât Kutb-i aktâb idi. Yere indiklerinde, hepimiz ayağa kalkıp hürmet
gösterdik. Makâmına oturduğunda, bizlere de oturmamızı işâret etti. Bir müddet
başını önüne eğip murâkabeye vardı. Sonra Âl-i İmrân sûresinin yüz seksen
beşinci âyet-i kerîmesini okudu. "Muhakkak her nefs ölümü tadıcıdır."
meâlindeki bu âyet-i kerîmenin tefsîrini yaptı. Hepimiz, hiç duymadığımız, hasta
kalblere şifâ olan bu kıymetli sözleri işitmekle şereflendik. Nice hakîkatleri ve ince
bilgileri öğrendik. Sonra bizden tarafa dönerek; "Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine
kavuşan merhûmun makâmına lâyık olan misâfir bir kardeşimiz gelmiştir.
Rabbimizin izniyle onu makâmına oturtalım da beklemekten dostlarımızın
kalblerine bir ezâ gelmesin." buyurarak, beni oturduğum yerden kaldırdı. Sonra
vefât eden zâtın boş duran seccâdesine oturttu. Sevincimden ne yapacağımı
şaşırdım. Orada bulunanların hepsi; "Şâhidiz. İşittik ve itâat ettik." dediler.
Hocam SeyyidŞerîf de hayret etti. Seyyid Alâeddîn hazretleri, hocamın gönlünü
alıcı sözlerde bulunarak; "Ey Seyyid birâderim! Allahü teâlânın velî kullarına
verdiği makamlar birer ihsândır. İnşâallah siz de bu cemâate dâhil olacaksınız.
Henüz zamânı vardır." buyurdu. Sonra cenâze namazı kılındı. Beni artık
yanlarında alıkoydular. Hocamla vedâlaşarak ayrıldık."
Seyyid
Alâeddîn, ileri yaşlarında Mekke-i mükerremede bir mikdâr ikâmetten sonra,
Medîne-i münevvereye ziyârete geldi.Resûlullah efendimize olan aşkı sebebiyle
oradan ayrılamadı. Yıllarca türbede hizmet etti. Bir gün Peygamber efendimizi
baş gözü ile gördü. Kendisi şöyle anlatır:
İlk
zamanlar mağarada kalırdım. Bir gün Resûlullah efendimizi ziyâret etmek için
mağaradan çıktım. Kabr-i şerîflerine varıp, arada hiçbir vâsıta olmadan doğrudan
feyz ve bereketlerine kavuşturmasını istedim. Bunun üzerine Resûlullah
efendimiz; "Ey benim makbul oğlum! Bütün velîlerin sultanlığı sana
verildi.Allahü teâlânın izniyle seni cümle velîlerin önderi kıldım. Allahü teâlâ
seni kabûl eyledi. Bundan sonra senin için vâsıtalar kaldırıldı. Gözünü yum ve
Hakk'ın kudretini müşâhede et." buyurdu. Gözümü yumdum, ansızın mübârek dedemin
kabrinin yarıldığını gördüm. Yanında biri sağında biri solunda duran yeşil
elbiseli iki zât vardı. Yüzlerinin heybetinden neredeyse aklımı kaybedecektim.
Mübârek dedem elini yüzüme sürdü. Kalbim rahatladı. "Biri Cebrâil biri
Mikâil'dir, korkma!Gözünü yum kulağını aç! Babana telkin ettiğimi sana da
edeyim." buyurdu. Elimi eline alıp, bana tövbe ettirdi, bir şeyler okudu. Bunlar
aynen hatırıma nakşolundu. Sonra başını kaldırıp, üç defâ Lâ ilâhe illallah
buyurdu. Ben de tekrar ettim. Bana; "Ey oğul! Sana bunları okudum ki, sen dahi
benim gibi okuyup, benim telkinim gibi telkin edesin. Bu zikri işâret eyledim.
Çünkü bu, zikrin en üstünüdür. Çocukları bununla terbiye ederler. Dereceleri
katetmek bununla müyesser olur." buyurdu. Bundan sonra bana perdeler açıldı.
"Azîz oğlum! Senin dostun benim dostumdur. Senin sırrın benim sırrımdır. Seni
seven beni sever. Senden tövbe eden benden tövbe etmiştir. Var git ümmetimi
tarîkine, yoluna dâvet et." buyurdu. Bunun üzerine ben; "Ey dedem! Benim
tarîkime girenin diğer tarîklerden üstünlüğü var mıdır? Bunları bildirin de
insanlara açıklayayım. Böylece tarîkime rağbet etsinler." dedim. O zaman
Peygamber efendimiz; "Ey oğlum! Bu yola girene ne vereyim." buyurdu. Ben yirmi
üç şey istedim ve; "EğerAllahü teâlâ kabûl buyurursa, bana bildirilsin." dedim.
Âniden dedemin sağında duran Cebrâil aleyhisselâm kayboldu. Bir müddet sonra
gelip; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ selâm ediyor. Dostum Ali, talebeleri ve
tarîkine girenler hakkında ne dilerse ona ihsân ettim, buyurdu." dedi. Bunları
duyunca dedem sevincinden tebessüm etti.
Ali
Semerkandî hazretlerine ihsân olunan yirmi üç şey şunlardı: 1) Müridleri ve
talebeleri dünyâda nâmerde muhtâc olmasın, 2) Şeytan şerrinden, kötülüğünden
emin olsunlar, 3) Şirkten, Allahü teâlâya ortak koşmaktan uzak olsunlar, 4)
Zâlimlerin şerrinden emin olsunlar, 5) Kazâ ve belâdan emin olsunlar, 6)
Düşmanın hîlesinden muhâfaza olsunlar, 7) Doğru yoldan ayrılmasınlar, 8)
Hidâyet, doğru yol üzere olsunlar, 9) Yaptıkları ameller Allahü teâlânın katında
makbûl olup, kıyâmet gününde yüzlerine vurulmasın, 10) Allahü teâlâ onlara
ibâdet ve tâatın lezzetini versin, 11) Kendileri ve evlâdları cin ve şeytan
şerrinden muhâfaza olsunlar, 12) Sıdk ile, samîmiyetle, doğrulukla bu yola
inanan kimsenin evine Allahü teâlâ her gün ve her gece yetmiş rahmet yağdırsın,
13) Âilesini, çoluk-çocuğunu Allahü teâlâ tâûn şerrinden korusun, 14) Kim yoluna
girerse, şehîd olarak vefât eder, 15) Bu yola fakir bir kimse girerse, kimseye
muhtac olmaz. Ölümü öksüz ölümü gibi olur. Zengin bir kimse girerse, Allahü
teâlâ ona ölüm acısını çektirmez, 16) Son nefesinde kevser şarabını içip,
dünyâdan kanmış olarak çıkar, Cennet'e kanmış olarak girer, 17) Bu yola giren
kimsenin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçe olur, 18) Kabirde Münker ve
Nekirin azâbından kurtulur, 19) Kabir azâbından kurtulur, 20) Mahşerde Burak'a
binmiş olarak gelir, 21) Kıyâmet gününün sıcağından kurtulur. Livâ-ul-hamd'ın
gölgesinde gölgelenir, 22) Cennet'e hesâbsız ve azâbsız ilk girenler ile girer,
23) Peygamberler ve evliyâdan sonra, ilk önce cemâl-i ilâhîyi görür.
Daha
sonra Peygamberimiz buyurdu ki: "Evlâdım Alâeddîn! Allahü teâlânın sana ihsân
ettiği ilmi, ümmetime öğret ki, zâyi olmasın. Sana verdiğim şu asâyı Anadolu
tarafına at. Nereye düşerse, orada bulunan ümmetime îmân ve ibâdet bilgilerini
öğret, sünnetimi ihyâ et." Seyyid Alâeddîn, Resûlullah efendimizin bu emrine hem
çok sevindi, hem de O'ndan ayrılacağı için çok üzüldü. Fakat emir böyle olduğu
için; "Başüstüne." deyip elindeki asâyı Anadolu tarafına fırlattı. Asâ,
SeyyidAlâeddîn'in bir kerâmeti, Peygamber efendimizin de bir mûcizesi olarak,
Lârende, Karaman bölgesine düştü. SeyyidAlâeddîn ise, Allahü teâlânın izniyle,
yanında evliyânın rûhları ile berâber, kısa zamanda Karaman'a asâsının düştüğü
yere geldi. Kendisini o bölgedeki velîler karşıladı. Karamanlıları Ehl-i sünnet
îtikâdı üzere yetiştirmek için gece gündüz demeden çalışmaya başladı.
Talebelerinin önde gelenlerinden Hâce Ârif anlatır: "Bir gece çok acâib bir rüyâ
gördüm. Öyle ki, hayretimden rüyâda gördüklerimi unuttum. Sabahleyin ne
gördüğümü düşünerek dışarı çıktım ve nehrin kenarına kadar geldim. Abdest alıp,
iki rekat şükür namazı kıldım. Selâm verdiğimde, bir ses duydum. "Nereden
geliyor?" diye bakınırken, havada bir seccâde üzerinde kıbleye karşı oturan,
yaşlı, nûr yüzlü bir kimsenin, bana seslendiğini gördüm. Buyurdu ki: "Ey Ârif!
Ey kavminin en âdil insanı! Dünyâyı terketmek, hürriyete kavuşmak demektir.
Kıyâmet günü, iyi bir makam elde etmek, dîn-i İslâma hizmet etmekle mümkündür."
Bu sözleri işitince, rüyâda gördüğüm hâl hatırıma geldi ve; "Muhterem efendim!
Rüyâ âleminde gördüğüm anlaşılmaz şeyleri, zât-ı âlinizi görmekle hatırladım."
dedim. O mübârek zât da; "Ey Hâce Ârif! Ben, Resûlullah efendimizin torunu ve
türbedârıyım. Bu zamânın kutb-i aktâbı olan Semerkandlı Seyyid Alâeddîn'im.
Cenâb-ı Hakk'ın emri ile seni talebeliğe kabûl ettim. Acele ile yanıma gelip
nasîbini alasın ve rüyânın hakîkatine vâsıl olasın!" buyurdu. Ben de; "Ey
evliyânın büyüğü! Gökyüzünün vefâlı yıldızı! Ben, dermansız, mecalsiz bir
fakîrim. Medîne-i münevvereye nasıl gelebilirim? Oraya kavuşmak mümkünse,
lütfedip himmet buyurur musunuz?" dedim. O da; "Ey Ârif! Allahü teâlânın izniyle
arzuna kavuşacak, Resûlullah efendimizi ziyâret etmekle şerefleneceksin!" dedi
ve gözden kayboldu. Gördüklerime inanamıyordum. Bunları nasıl görmüştüm? Derhâl
evime gidip, bir odaya kapandım. Günlerce dışarı çıkmayıp, ibâdetle vakit
geçirdim. Fakat zihnim hep bunlarla meşgûl idi. Nihâyet sekizinci günü, yine
nehre abdest almaya gittim. Önceki yere geldiğimde, heybetli ve korkunç bir
arslanla karşılaştım.
Onu
görenlerin korkudan dili tutulurdu. Ben de öyle oldum. Benim hareketsiz donup
kaldığımı gören arslan, fasîh bir lisân ile; "Korkma! Sırtıma bin de, seni kısa
bir zamanda Medîne-i münevvereye ulaştırayım." dedi. Bu sözü duyunca, korkum
gitti. Üzerine bindim, beni Medîne yakınlarında indirdi ve vedâlaşarak ayrıldık.
Edeb ile, Peygamber efendimizin mübârek huzurlarına geldim. Ellerimi açıp uzun
uzun duâ ettim. Duâyı bitirince, yanımda daha önce nehirde karşılaştığım Seyyid
Alâeddîn hazretlerini gördüm. Mübârek ellerine sarıldım, öptüm, saygı ve hürmet
gösterdim. Beni odasına götürdü. Maddî mânevî pekçok ihsânlarda bulundu.
Teveccüh ederek, kısa zamanda evliyâlık derecelerine kavuşturdu. Sonra bana; "Ey
Ârif! Haydi seninle melekler âlemini gezelim. Âsumâna çıkıp seyredelim" dedi.
Sevincime nihâyet yoktu. "Peki efendim!" derdemez, bana öyle bir teveccüh ve
himmet ettiler ki, her ikimiz de gökyüzüne doğru yükselmeğe başladık. Yüce bir
makâma geldik. Allahü teâlânın sevdiği evliyâsının rûhları orada toplanmış idi.
Onlar; "Merhabâ ey üstâd-ı âlem!" dediler. Hocam da onlara cevap verdikten
sonra, beni onlara ısmarladı, kendisi daha yüksek makamlara yükselerek gözden
kayboldu. Aradan uzun bir zaman geçmişti. Hocamın gelmekte olduğu haberi
verildi. Geldiğinde, edeble elini öptüm. Bana; "Seni, Allahü teâlânın kullarını
irşâd etmek, emir ve yasakları öğretmek için vazifelendiriyorum." buyurdu. Orada
bulunan evliyânın rûhları ile birlikte el açıp, benim için duâ ettiler. Sonra
mübârek ellerini gözlerime sürdü. O ânda yeryüzünde bulunan en büyük şeylerden,
en küçüklerine kadar bütün varlıklar gözüme görünmeğe başladı. Oradakilerle
müsâfeha ettik ve bir ânda tekrar Medîne-i münevvereye geldik."
Seyyid
Alâeddîn Semerkandî hazretleri ömrünü Allahü teâlânın kullarına hizmet ile
geçirdi. Söz ve halleriyle irşâd etti. Kıymetli eserler kaleme aldı. Eserlerinin
en önemlisi Bahr-ül-Ulûm isimli dört cildlik tefsîridir.
Seyyid Alâeddîn
hazretleri, Bahr-ul-Ulûm isimli tefsîr kitâbını, her gece Kâbe'ye gidip,
Makâm-ı İbrâhim'de yazardı. Her âyet-i kerîmenin tefsîrini yapmadan önce,
Zemzem ile gusl abdesti alır, sonra tefsîre başlardı. Bu şekilde, meşhûr tefsîr
kitabını uzun bir zaman içinde yazabildi.
Seyyid
Alâeddîn Ali Semerkandî hazretlerinin ayrıca Hâşiye alâ Şerhiş-Şemsiyye,
Hâşiye alâ Şerh-il-Metâlî ve Hâşiye alâ Şerh-il-Mevâkıf adlı eserleri
vardır.
Alâeddîn Ali hazretlerinin Zeyne'de ve Karaman'da soyundan olan âileler devâm
edegelmiştir. Aynı ismi taşıyan Karaman'daki Seyyid Ali Semerkandî, Alâeddîn
hazretlerinin soyundan olan bir torunu olup, 1599 (H. 1008) senesinde vefât
etmiş ve Gazalpa Mescidinin kıble tarafına defnedilmiştir. Zeyne'deki
torunlarından olan Ahmed Arslan Bey ile Karaman'daki torunlarından Şeyh Ali
Tahtabıçak'ın ellerinde bu asil âileden olduklarına dâir şecereleri vardır.
Seyyid
Alâeddîn Ali Semerkandî hazretlerinin tarîkat silsilesi şöyledir; "Seyyid Yahyâ,
Seyyid Fâzıl, Seyyid, Mes'ûd, SeyyidŞahinşâh, SeyyidHamîd, Seyyid Üzeyr, Şeyh
İbrâhim, Şeyh Ebû Mûsâ, Bâyezîd-iBistâmî, Câfer-i Sâdık, Kâsım bin Muhammed,
Selmân-ı Fârisî, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Muhammed aleyhisselâtü vesselâmdır.
Seyyid
Alâeddîn Ali hazretleri sözleriyle ve halleriyleAllahü teâlânın kullarına ışık
oldu. Çok talebe yetiştirdi. Bir gün talebeleri; "Hocam, mürşid kime denir?"
diye sordular. Bunun üzerine; "Kitâbullaha yapışıp hayır yollarına giden ve
hayra erişip eriştirendir." buyurdu.
Bir de;
"Şerîat ilimlerini bilir. Kur'ân-ı kerîmin sırlarına vâkıf olur. Allahü teâlânın
kitabı ile amel eder. Bunun için de sırât-ı müstakîm (istikâmet üzere, dosdoğru)
olmak lâzımdır." buyurdu.
"Kimlerin sohbetinden kaçınalım?" diye nasihat istediler.
"Dünyâyı sever, malı sever ve makâmı sever. Bunlar âlim için rüsvâylıktır. Böyle
olanlardan kaçın!" buyurdu.
"Âşıktan" sorduklarında; "Aşk ateşinin harareti âşıkı çekip alır, yanıp tutuşan
dervişde inlemek, ağlamak, gönlü yaralı olmak gibi halleri olur. Böyle haller
gayri ihtiyâri olup ellerinde değildir. Onların derdine düşmeyen onları
yermesin, ayıplamasın, başa kakmasın ve taşlamasın." buyurdu.
KERÂMET ve MENKÎBELERİ
EY DERYÂ!
Seyyid
Alâeddîn'in talebelerinden Ebü'l-Feth anlattı: "Bir iş için, Mısır'a gidecektim.
Hocamdan izin isteyince; "Bu yolculuğun sonunu tehlikeli görüyorum. İstersen
çıkma!" buyurdu. Sonra benim çok istekli hâlimi görünce de; "Ey Ebü'l-Feth! Eğer
çok istiyorsan git. Fakat başın dara düşüp, bir tehlike ile karşılaşırsan, bizi
hatırla ve şu duâyı oku." buyurarak, okunacak duâyı öğretti. Sonra mübârek
ellerini açarak, selâmetle gitmem için duâ etti. Ben de ellerini öperek,
hazırlık yaptım. Yol arkadaşlarımla Antakya'ya geldik. Orada bir gemiye binerek
yolculuğa başladık. O gece karşı taraftan bir rüzgâr esiyordu. Gittikçe
şiddetlenen rüzgâr, gemiyi sağa sola sallamaya başladı. Dalgalar yükseldi, gemi
batma tehlikesi ile karşı karşıya idi. Mürettebât da dâhil olmak üzere, hepimiz
korkuya kapıldık. Duâ, tövbe ve istigfâr dilimizden düşmüyordu. Denize batma
korkusu ile dermansız kalıp, kendimden geçmiş bir hâlde iken, hocamın; "Ey
Ebü'l-Feth! Niçin nasîhatimi dinlemiyorsun? Ne çabuk bizi ve öğrettiğim duâyı
unuttun?" sesiyle irkildim. Hemen duâyı okuyup, "İmdâd yâ hocam Seyyid Alâeddîn
Semerkandî hazretleri, himmetinizi istirhâm ediyorum!" dedim. O anda geminin
gidiş istikâmetinden, süratle su üzerinde yürüyerek gelen bir kimse göründü.
Herkes içinde bulunduğu durumu unutmuştu ve hayretle gelen kimseye bakıyordu.
Yaklaşınca, yüz hatları belli oldu. Gelen, mübârek hocam idi. Bir sağa bir sola
sallanıp duran geminin kenarından tutarak, denize hitâben; "Ey deryâ! Allahü
teâlânın izni ile sâkinleş!" buyurdu. O ânda deniz sâkinleşti, dalgalar duruldu.
Kurtulmuştuk. Hocam, herkesin hayret dolu bakışları arasında gözden kayboldu.
Gemidekiler, birbirlerine bu zâtın kim olduğunu soruyorlardı."
KESMEYEN
BIÇAK
Alâeddîn Semerkandî hazretlerini sevenlerden biri, bir gün yola çıkmıştı. Yolda
onu bir eşkıyâ öldürmek istedi. Tam o sırada eşkıyâya; "Bütün eşyâm param, neyim
varsa senin olsun. Beni serbest bırak, öldürme." dedi. O şahıs; "Onlar nasıl
olsa benim olacak benim maksadım seni öldürmektir." dedi. O zât o anda Alâaddîn
Ali Semerkandî'yi hatırladı ve şöyle yakardı: "Yâ Rabbî! Kudretinle
Seyyid Alâaddîn hazretlerinden bana yardım ulaştır." der demez, eşkıyâ o zâta üç
kere bıçağı çaldı ise de, Allahü teâlânın izniyle ve Alâaddîn Semerkandî'nin
himmeti bereketiyle bıçak kesmedi. Bunun üzerine eşkıyâ bıçağın keskin olup
olmadığını denemek için büyük taşa vurdu. Taş ikiye ayrıldı. Tekrar o zâtı
kesmek istedi, fakat bıçak yine kesmedi. O zât; "Ey kişi!Benim bir azîz hocam
var. Onun bereketiyle beni öldüremezsin." dedi. Eşkıyâ bu sözü duyar duymaz
kızıp; "Görelim bakalım hocan seni elimden kurtarabilecek mi?" dedi ve elindeki
bıçakla tekrar saldırdı. O zât canından umudunu kestiği zamanda âniden uzaktan
elinde mızrağı olduğu halde beyaz bir ata binmiş, yeşiller giymiş bir zât
yıldırım gibi geldi ve eşkıyâya mızrağı ile öyle vurdu ki, mızrağın ucundan
kıvılcımlar çıktı. Eşkıyâ o anda öldü. Atlının Alâeddîn Ali Semerkandî olduğunu
anlayan talebe, Zeyne'ye gelince, başından geçenleri henüz anlatmamıştı ki,
Alâeddîn Semerkandî ona; "Ben hayatta iken sırrımı kimseye söyleme, sakla!"
buyurdu.
KAYNAKLAR
1)
Keşf-üz-Zünûn; c.1, s.225
2)
Câmi-il-Menâkıb ve Câmi-il-Bevârih
3)
Kitâb-ül-Menâkıb
4)
Menâkıb-ı Alâeddîn Ali Semerkandî, Süleymâniye Kütüphânesi, A. Nihat Tarlan Kısmı:
No. 138
5)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.21
|
|