|
MUHYİDDÎN-İ ARABÎ
On
ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda Endülüs'te ve Şam taraflarında yaşamış büyük
velîlerden. İsmi, Ebû Bekir Muhammed bin Ali olup, künyesi Ebû Abdullah'tır. İbn-i
Arabî ve Şeyh-i Ekber diye meşhûr olmuştur. Âilesi meşhûr Tayy kabîlesine
mensuptur. Cömertliğiyle meşhûr Adiy bin Hâtem'in kardeşi Abdullah bin Hâtem'in
neslindendir. 1165 (H.560) senesinde Endülüs'teki Mürsiyye kasabasında doğdu.
1240 (H.638) senesinde Şam'da vefât etti. KabriŞam'da olup sevenleri tarafından
ziyâret edilmektedir.
Küçük
yaşında ilim tahsîl etmeye başlayan Muhyiddîn-i Arabî, sekiz yaşındayken
babasıyla birlikte İşbiliyye'ye gitti. Pekçok âlimin ilim meclislerinde bulunup,
ilim öğrendi. Keskin zekâsı, kuvvetli hâfızası ile dikkatleri çekti.
Bir gün
Muhyiddîn-i Arabî hastalandı. Hastalığın tesirinden bayıldı, hattâ öldü
zannettiler. Muhyiddîn-i Arabî baygın hâldeyken, kendisine, çirkin yüzlü bâzı
kimselerin eziyet ve sıkıntı vermek istediklerini gördü. Ayrıca bu çirkin
yüzlüleri kovalamaya çalışan nûrânî yüzlü, hoş kokulu bir kimse kendisine yardım
ediyordu. Nihâyet bu güzel zât, ötekileri dağıttı. Onların şerrinden kendisini
kurtardı. O şahsa kim olduğunu sorduğunda; "Yâsîn sûresi" cevâbını aldı.
Kendisine gelip gözlerini açtığında, başında bekleyen, gözleri yaşla dolu halde
Yâsîn-i şerîf okuyan babasını gördü.
Muhyiddîn-i Arabî pekçok ilimleri tahsîl etti. Filozof İbn-i Rüşd'le görüştü.
1194 (H.590) senesinde Endülüs'ten ayrılarak Tunus'a, 1195'de Fas'a gitti.
Karşılaştığı birçok âlimle sohbet edip, ilim meclislerinde bulundu. 1199
senesinde tekrar Endülüs'e dönüp Kurtuba'ya geldi. 1201 senesinde tekrar
Endülüs'ten ayrılıp doğuya gitmek üzere Tunus'a geçti. Hacca giderken Mısır'a
uğradı. Oradan Mekke-i mükerremeye giderek hac farîzasını yerine getirdi. İki
yıl kadar Mekke'de kalıp, Medîne-i münevvereye geldi ve sevgili Peygamberimizin
kabr-i şerîfini ziyâret etti.
Endülüs'te, Fas'ta, Tunus'ta, Mısır ve Mekke-i mükerremede kaldığı zamanlarda
hadîs ilmini ve diğer ilimlerden bir kısmını; İbn-i Asâkir ve Ebü'l-Ferec ibn-il-Cevzî,
İbn-i Sekîne, İbn-i Ülvan, Câbir bin Ebû Eyyûb gibi büyük âlimlerden öğrendi.
Gittiği yerlerde büyük âlimler ile görüşüp, onlardan ilim öğrenmek sûretiyle,
fen ve din ilimlerinde en iyi şekilde yetişti.
Tefsîr,
hadîs, fıkıh, kırâat gibi pekçok ilimlerde büyük âlim oldu. Tasavvufta, Ebû
Midyen Magribî, Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ, Ebû Abdullah Temim, Ebü'l-Hasan ve
Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin rûhâniyetinden
feyz aldı, yüksek derecelere kavuşup,
meşhûr oldu. Mekke'de bulunduğu sırada Fütûhât-ı Mekkiyye
adlı eserini
yazdı.
Gavs-ül-a'zam
Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretleri, bir gün en önde gelen talebelerinden
Cemâleddîn Yûnus bin Yahyâ'yı yanına çağırarak; "Benden sonra, benim künyem olan
Muhyiddîn isminde, Allahü teâlânın çok sevdiği evliyâsından bir kimse
gelecektir. Bu hırkamı ona teslim edersin." buyurdu. Yûnus bin Yahyâ, uzun
yıllar sonra talebesi olan Muhyiddîn-iArabî'ye, hocasının vasiyeti olan o
hırkayı teslim etti. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, zamânında, ilminden ve
feyzinden istifâde etmek için kendisine mürâcaat edilen belli başlı büyük
âlimlerden oldu. Şam, Irak, Cezîre ve Anadolu taraflarına seyâhat etti. Konya'ya
gelip, Selçuklu Sultanı tarafından çok ikrâm ve hürmet gördü. Sultanlardan
kendisine birçok tahsisat tâyin olunduğu ve hediyeler gönderildiği halde,
hepsini fakirlere dağıtırdı. Sofiyye-i âliyyeden ve kelâm âlimlerinden olan
Sadreddîn-i Konevî'nin hocası ve üvey babası oldu.
Hocasının üstâdı olan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hırkasını üvey oğlu ve
talebesi olan Sadreddîn-i Konevî'ye giydirdi.
Konya'da bir müddet kaldıktan sonra Haleb'e giden Muhyiddîn-i Arabî hazretleri,
1215 senesinde tekrar Konya'ya döndü. Aynı sene içinde Sivas'a, oradan da
Malatya'ya gitti. 1230 senesinde Şam'a giderek oraya yerleşti.
Büyük
âlimler, Muhyiddîn-i Arâbî'nin hâl, makam ve ilim bakımından pek yüksek olduğunu
kabûl ettiler. Evliyânın büyüklerinden Ebû Midyen Magribî ona; "Âriflerin
Sultânı" demişdir. Şeyh Safiyyüddîn bin Ebû Mensûr onun hakkında; "O, şeyhdir,
imâmdır. Hem de tam kâmil ve hakîkatı bulanlardandır. Onu üstün irfan
sâhiplerinin başında saymak lâzımdır. Öyle açık gönül âlemi vardı ki, özüne
erip, bulduğu her şeyi oradan geçirir ve bulurdu. Keşf âlemi açık ve aydınlıktı.
Kavuştuğu hâllere gelince, ancak "Hârika" diye vasıflandırmak mümkündür. En
tatlı feyizler onun gönlüne akardı. Hak âlemine yaklaştıran merdivenlerin en üst
basamağında onun da yeri vardı. Bilhassa velâyet ahkâmına dâir tasavvuf
deryâsında pek uzun kulaçlar atardı. O ummânın da süratli bir yüzücüsü idi. Ve
nihâyet o, bu yolda vaz geçilmez bir zât idi. Böyle kabûl edip, onun şânını bu
şekilde yüceltmek ona lâyıktır." derdi.
Talebelerinden Sadreddîn-i Konevî şöyle anlatmıştır: "Hocam İbn-i Arâbî, geçmiş
peygamberlerin ve velîlerin ruhlarından istediği ile rüyâsında veya uyanık iken
görüşürdü."
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri şöyle anlatır:
"Bir
gün Tunus Limanında idim. Vakit geceydi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birisinin
güvertesine çıktım. Etrâfı seyretmeye başladım. Denizin üzerinde ay doğmuş,
fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzarayı, cenâb-ı Hakk'ın her
şeyi ne kadar güzel ve yerli yerinde yarattığını tefekkür ederken dalmıştım.
Birden ürperdim. Uzaktan, uzun boylu, beyaz sakallı bir kimsenin suyun üzerinde
yürüyerek geldiğini gördüm. Nihâyet yanıma geldi. Selâm verip bâzı şeyler
söyledi. Bu arada ayaklarına dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız
bittikten sonra, uzakta bir tepe üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her
adımında uzun bir mesâfe katediyordu. Hem yürüyor, hem de Allahü teâlânın ismini
zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bir zikri vardı ki, kendimden
geçmiştim. Ertesi gün şehirde bir kimse yanıma yaklaşarak selâm verdi ve; "Gece
gemide Hızır aleyhisselâm ile neler konuştunuz? O neler sordu, sen ne cevap
verdin?" dedi. Böylece gece gemiye gelenin Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım.
Daha sonra Hızır aleyhisselâm ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik, ondan edeb
öğrendim.
"Bir
defâsında deniz yolu ile uzak memleketlere seyahate çıkmıştım. Gemimiz bir
şehirde mola verdi. Vakit öğle üzeriydi. Namaz kılmak için harâb olmuş bir
mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş etrâfı seyrediyordu.
Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden meydana gelen mûcizelerle, evliyâdan
hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz konuşurken, mescide birkaç seyyah geldi.
Namaza durdular. İçlerinden biri, yerdeki seccâdeyi alıp, havaya doğru kaldırıp
yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı. Dikkatlice
baktığımda, onun Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Namazdan sonra bana
dönerek; "Bunu, şu münkir kimse için yaptım" dedi. Mûcize ve kerâmete inanmıyan
o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insâf edip müslüman oldu."
Zenginlerden biri, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine kıymetli bir ev bağışlamıştı.
İbn-i Arabî hazretleri bu evde oturuyordu. Bir gün bir fakir gelip dedi ki:
"Allah rızâsı için bana bir şey ver." Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de buyurdu
ki: "Bu evden başka bir şeyim yoktur. Al onu sana vereyim. Senin olsun." Böyle
söyleyip, evi o fakire verip terketti.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, İmâm-ı Gazâlî'ye muhabbet ve bağlılığından, Şam'da
Gazâliye Medresesinde çok oturur, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin eserlerini okurdu.
Bir gün müderris derse gelmedi. Muhyiddîn-i Arabî orada idi. Fakîhler kendisine;
"Efendim, bugün bize dersi siz veriniz." deyip ısrâr ettiler. O da; "Ben Mâlikî
mezhebindenim. Mâdem ki çok ısrâr ediyorsunuz akşamki dersinizi söyleyiniz"
buyurdu. İmâm-ı Gazâlî'nin fıkha dâir Vesît kitabından
bir yer gösterdiler. Muhyiddîn-i Arabî onlara ders verdi, uzun uzun îzâh ve
açıklamalar yaptı. Öyle ki, onlar; "Biz böyle bir üstâd görmedik." dediler.
Horasan'da Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine çok dil uzatan, ona ve onu sevenlere
eziyet eden bir adam vardı. Çok eziyet görenler, Muhyiddîn-i Arabî'ye bunu
şikâyet edip, sabra tahammülümüz kalmadı, cezâsını veriniz dediler. O da; "Bana
şöyle şöyle bir bıçak getirin." buyurdu. Bir kâğıdı insan şeklinde yapıp,
bıçakla kesti ve; "Ey cemâat, şu anda, Horasan'daki o inatçı adamı boğazladım.
Evindeki duvarın çatısındaki köprü şeklindeki kalası kaldırdım ve bıçağı onun
altına koydum. Onu yirmi kişiden az insan kaldıramaz. Bıçağın üzerine, onun kanı
ile, bunu Muhyiddîn-i Arabî boğazladı diye yazdım." buyurdu.Şikâyet edenlerden
biri Horasan'a gitti. O evi buldu. Filân kimse, falan günde, falan saatte onu
kesti dediler. Hâdise, hocalarının buyurduğu şekildeydi. Onlara vâkıayı anlattı.
Birçokları töhmetten kurtuldu. Bildirilen kalası kaldırdılar. Bıçağı ve yazıyı,
Muhyiddîn-i Arabî'nin buyurduğu hâlde buldular.
Bir
kimse, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin büyüklüğüne inanmaz, ona buğzederdi. Her
namazının sonunda da, ona on defâ lânet etmeyi kendisine büyük bir vazife kabûl
ederdi. Aradan aylar geçti, adam öldü. Cenâzesinde Muhyiddîn-i Arabî de bulundu.
Cenâzenin affedilmesi için cenâb-ı Hakk'a yalvardı. Definden sonra
arkadaşlarından biri, Muhyiddîn-iArabî'yi evine dâvet etti. O evde bir müddet
murâkabe hâlinde bekledi. Bu arada yemekler gelmiş, soğumuştu. Ancak saatler
sonra murâkabeden gülümseyerek ayrıldı ve yemeğin başına gelip buyurdu ki: "Bana
her gün namazlarının sonunda on defâ lânet okuyan bu kimse, af ve magfiret
edilinceye kadar Allahü teâlâya hiçbir şey yememek ve içmemek üzere ahdetmiştim.
Onun için bu hâlde bekledim. Yetmiş bin Kelime-i tevhîd okuyarak rûhuna
bağışladım. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek
yiyebilirim."
Muhibbüddîn-i Taberî, vâlidesinden şu hâdiseyi rivâyet etti: "Şeyh-i Ekber
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, bir gün Kâbe-i muazzamada, Kâbe'nin mânâsı
hakkında bir vâz veriyordu. İçimden onun söylediklerini inkâr ettim. O gece,
mânevî mânâda Kâbe'nin Muhyiddîn-iArabî'nin etrâfında dönerek, onu tavaf
ettiğini gördüm."
Şihâbüddîn Sühreverdî ile Muhyiddîn ibni Arabî yolda karşılaştılar. Bir saat
kadar sonra bir şey konuşmadan ayrıldılar. Daha sonra Sühreverdî'ye denildi ki:
"İbn-i Arabî hakkında ne dersin?" buyurdu ki: "Hakîkatler deryâsı, kutb-i kebîr
ve gavs'dır."
İbn-i
Arabî'ye Sühreverdî'den sorulunca buyurdu ki: "Baştan ayağa kadar sünnet-i
seniyye ile doludur."
"Ruhlar
ile nasıl görüşüyorsunuz?" diye sordular. Onlara verdiği cevapta; "Üç şekilde:
1) Rüyâ yoluyla, 2) Onların rûhâniyetlerini dâvet edip görüşerek, 3) Bedenimden
rûhumu ayırıp, rûhumla onların yanına giderek" buyurdu.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri kendinden nasîhat isteyen bir kimseye buyurdu ki:
"Ey
nefsinin kurtuluşunu isteyen kimse! Herşeyden önce sana lâzım olan, sana kendi
ayıb ve kusûrlarını gösterecek, seni nefsine itâattan kurtaracak bir üstâd, hoca
lâzımdır. Şâyet böyle bir zâtı aramak için uzak memleketlere gideceksen, sana
bâzı nasîhatlerde bulunayım. O zâtı bulduğun zaman, huzûrunda, yıkayıcının
elindeki meyyit, ölü gibi ol. Çünkü meyyit, yıkayıcının irâdesine göre hareket
eder. Yıkayıcı onu istediği tarafa çevirir. Meyyit, yıkayıcıya aslâ îtirâz
etmez.
Sakın
hatırına o zâta karşı îtirâz gelmesin. Hâlini ondan gizleme ve onun yerine
oturma. Elbisesini giyme. Onun huzûrunda, kölenin, efendisinin huzûrunda oturuşu
gibi otur. Sana emrettiği şeyi yap. Sana emrettiği şeyi iyice anla ve iyi
öğrenmeden o işin peşinde koşma. Ona bir rüyânı veya başka bir hâlini arz
ettiğin zaman, ona cevâbını sorma, ona düşman olandan Allah için uzak dur. O
düşman ile berâber olma. Arkadaşlık etme. Hocanı seveni sev ve ona yardımcı ol.
O zâta,
hiçbir işinde îtiraz etme. Bunu niçin böyle yaptın? deme. Sana ne iş vermişse
yap. Oturduğunda onun senin oturuşundan haberdâr olduğunu unutma. Edebi aslâ
terketme. Yolda giderken onun önünde yürüme. Devamlı ona bakma. Çünkü böyle
yapmak, hayâyı azaltır, ona karşı hürmeti kalbten çıkarır. Ona olan sevgini,
onun emirlerine uyup, yasak ettiklerinden sakınmak sûretiyle göster. O zâta
yemek ve yiyecek takdîm ettiğin zaman, diğer lâzım olan şeyler ile berâber önüne
bırak, kapının yanında edeble dur. Eğer sana seslenirse cevap ver. Yoksa
yemeğini yiyinceye kadar bekle. Yemeğini yiyip sana sofrayı kaldırmanı söylediği
zaman hemen kaldır. Sofrada bir şeyler kalıp, senin yemeni emrettiği zaman,
îtiraz etmeden ye. Başkasına verme.
O zâtın
denemesinden çok sakın ve kork. Çünkü bâzan onlar, talebelerini denerler. Onunla
berâber olduğunda pek dikkatli ol. Eğer senden o zâta karşı edebe uymayan bir
husus meydana gelip, onun bundan haberi olduğu hâlde, sana müsâmaha
gösterdiğini, seni cezâlandırmadığını görürsen, bilki o seni denemektedir. O
zât, bulunduğu yerden çıkıp gitmek istediği zaman, gittiği yeri sorma. Ona,
işleri hususunda sana görüşünü sormadan, görüş beyân etme. Şâyet seninle
istişâre ederse, ona uygun şekilde sana göre de muvâfık olduğunu söyle.
Haddizâtında onun seninle meşveret etmesi, senin görüşüne muhtac olduğundan
değil, sana olan sevgisindendir.
Böyle
bir zâtı aradığın müddet içerisinde, şunlara dikkat et: İlk yapacağın şey; tövbe
etmek, üzdüğün kimseleri râzı etmek, üzerinde hakkı bulunanlara haklarını geri
vermek, günah ve isyân içerisinde geçen ömrün için ağlamak, ilim ile meşgûl
olmaktır. Abdestsiz olma. Abdestini şartlarına uygun al. Abdestin bozulunca,
hemen abdest al. Abdest aldığın zaman iki rekat namaz kıl. Cemâatle beş vakit
namaza ve evinde nâfile namaza devâm et.
Abdesti
en güzel ve şartlarına uygun olarak al. Her hareket ve işine Besmele ile
başladığın gibi, abdest almaya da Besmele ile başla. Ellerini, dünyâyı terk etme
niyeti ile yıka. Ağzına gelince, ağzı yıkarken okunan duâları oku. Tevâzu ve
huşû içerisinde, kibir hâlinden sıyrılmış bir vaziyette burnuna su al. Yüzünü
hayâ ederek yıka. Ellerini, dirseklere kadar tevekkül hâli üzere yıka. Başını,
kendini alçaltarak, muhtaç kabûl eden kimsenin tavrı ile mesh et. Kulaklarını,
en güzel ve doğru sözleri dinlemek için mesh et. Ayağını da Rabbinin nîmetlerini
müşâhede etmek için yıka. Sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun. Resûlullah'a
salâtü selâm oku. Sonra, namaz kılarken, Allahü teâlânın huzûrunda durur gibi
dur. Yüzün ile Kâbe-i muazzamaya döndüğün gibi, kalbin ile de Allahü teâlâya
dön. Kul olduğunu, Rabbine ibâdet ettiğini düşünerek, hürmetle tekbîr al.
Rükû'dan kalkınca, secdede ve diğer bütün hareketlerinde, Allahü teâlânın
kudreti ile yaşadığını düşün. Selâm verinceye kadar ve selâm verdikten sonra bu
düşünce üzere kal. Evine girdiğin zaman da iki rekat namaz kıl.
Acıkmadıkça yeme. Yemeği doymadan bırak. Fazla su içme. Yemeği ihtiyâcın kadar
ye. Yemek yerken, lokmayı ne büyük ne de küçük al. Orta derecede al. Lokmayı
ağzına koymadan önce Besmele-i şerîfeyi oku. Lokmayı iyice çiğne, sonra yut.
Yemekten sonra Allahü teâlâya hamd ü senâda bulun."
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri velîlik yolundaki yüksek derecesini ifâde ederek
buyurdu ki:
"Allahü
teâlâ bana öyle nîmetler ihsân etti, bildirdi ki, istersem kıyâmete kadar
gelecek bütün velîleri, kutubları, isim ve nesebleriyle bildirebilirim. Fakat
bâzıları inkâr ederler de, mânevî kazançlarından kaybederler diye korkuyorum."
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri kendisinden yüzlerce sene sonra ortaya çıkacak olan
telgrafın çalışma tekniğini bildirdi.Edison'u (1847-1931) dahi "Üstâdım" demek
mecbûriyetinde bıraktı. Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul'u fethedeceğini,
Yavuz SultanSelîm Hanın Şam'a geleceğini keşf yoluyla haber verdi.
Şeceret-ün-Nu'mâniyye fî
Devlet-il-Osmâniyye
isimli eserinde; "Sin, Şın'a
gelince, Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar." buyurdu. Muhyiddîn-i Arabî
hazretleri, Şam'da, kalbi para sevgisiyle dolu bir grup kimseye; "Sizin
taptığınız, benim ayağımın altındadır." dedi. Orada bulunanlar bu sözü
anlayamadılar. 1240 (H.638) Rabî'ul-âhir ayının 28. Cumâ günü, yetmiş sekiz
yaşında iken Şam'da fânî dünyâdan âhirete irtihâl etti. Sâlihiyye'de defnolundu.
Şam halkı, onun büyüklüğünü anlayamadıkları için kabrinin üzerine çöp döktüler.
Osmanlı SultânıYavuz Selîm Hân Şam'a geldiğinde; "Sin, Şın'a gelince,
Muhyiddîn'in kabri meydana çıkar." sözünün ne demek olduğunu anladı. Kabrini
araştırıp buldurdu. Çöpleri temizleterek, kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına
bir câmi ve imâret yaptırdı. Ayrıca Muhyiddîn-i Arâbî'nin vefâtından önce
ayağını yere vurarak, "Sizin taptığınız, benim ayağımın altındadır" buyurduğu
yeri tesbit ettirip, orayı kazdırdı. Orada küp içinde altın çıktı. Bundan, "Siz,
Allahü teâlâya değil de, paraya tapıyorsunuz" demek istediği anlaşıldı.
Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin, onu çok seven bir hizmetçisi vardı. Onun
vefâtından sonra gece gündüz ağlardı. Bir gece hizmetçinin kapısı açıldı.
İçeriye Muhyiddîn-i Arabî sağlığındaki hâliyle girdi. Hizmetçisine;
"Ağlamayınız." diyerek onu teselli etti.
Büyük
âlimlerden birisi Kâbe-i muazzamaya gelmiş tavâf ediyordu. O esnâda ihrâmını
giymiş bir kimsenin ayağa kalkmadığını gördü ve kendi kendine; "Benim gibi bir
âlime hürmet etmemek ne ayıp şey." dedi. Biraz sonra büyük bir câmide vâz
verecekti. Câmi çok kalabalıktı. Bütün cemâat onun vâzını dinlemek için
bekliyorlardı. Büyük âlim ağır ağır kürsüye çıktı. Fakat hiçbir şey söyleyemedi.
Aklındaki bilgiler o anda silinmişti. Bir an aklı durur gibi oldu. Ter içinde
kaldı. "Bugün biraz rahatsızım, konuşamayacağım." dedi ve kürsüden indi. Evine
gidip; "Yâ Rabbî! Ne gibi bir hatâ ettim, ne gibi bir kusûr işledim de bunlar
başıma geldi." diye Allahü teâlâya yalvarıp ağladı. O gece rüyâsında Muhyiddîn-i
Arabî'yi gördü. Hatâsının ona karşı olan düşüncesi olduğunu anlayıp pişman oldu.
Muhyiddîn-i Arabî'yi aradı fakat bulamadı. Ümitsiz bir halde otururken kapısı
çalındı. Gördü ki, Muhyiddîn-i Arabî hazretleri karşısında durmaktadır.
"Buyurun." deyip içeri aldı ve af diledi. Muhyiddîn-i Arabî onun özrünü kabûl
etti. Allahü teâlâya onun için duâ etti. O âlim kimsenin ilmi, kendisine iâde
olundu.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri her işini Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için
yapardı. Allahü teâlânın rızâsına ve mârifet-i İlâhiyyeye kavuşmak için
İslâmiyete tam uymak gerektiğini belirtirdi.
"İslâmiyetin
emirlerinden bir emri yapmayanın mârifeti sahîh değildir." buyururdu.
Muhyiddîn-i Arabî; "Ârifin niyeti, maksadı olmaz" buyuruyor. İslâm âlimleri bu
cümleyi şöyle açıklamaktadırlar: "Allahü teâlâyı tanıyan kimse, belâdan
kurtulmak için bir şeye başvurmaz demektir. Çünkü, derd ve belâların sevgiliden
geldiğini, O'nun dileği olduğunu bilmektedir. Dostun gönderdiği şeyden ayrılmak
ister mi ve o şeyin geri gitmesini özler mi? Evet duâ ederek, gitmesini söyler.
Fakat, duâ etmeğe emr olunduğu için, bu emre uymakdadır. Yoksa, gitmesini hiç
istemez. O'ndan gelen her şeyi de sever, hepsi kendine tatlı gelir. Evet, çünkü
sevgilinin düşmanlığı, düşmanlar içindir. Dostlarına düşmanlığı, görünüştedir.
Bu ise merhametini, acımasını bildirmektedir. Böyle düşman görünmesinin, sevene
nice faydaları vardır, bu anlatılmakla bitmez. Bundan başka, dostlarına
düşmanlık gibi görünen işler yapması, bunlara inanmıyanları harâb etmekte,
onların belâlarına sebeb olmaktadır."
Şeyh-i
Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri hadîs ilminde sâhib-i isnâd ve fıkıh ilminde
ictihâd makâmında idi. Buyururdu ki: "Peygamber efendimiz; "Hesâba çekilmeden evvel, hesâbınızı
görünüz." emri ile, bâzı meşâyıh, her gün ve her
gece yaptıkları
işlerden kendilerini hesâba çekiyor. Ben, hesâbda onları geçtim ve
işlediklerimle berâber, düşündüklerimde de hesâbımı görüyorum."
Dört
mezhebin âlim ve ârifleri, Muhyiddîn-i Arabî'yi hep medhetmişlerdir. İmâm-ı Şa'rânî El-Yevâkit
vel-Cevâhir'inde ondan uzun uzun bahsetmekte, Şeyh Abdülganî Nablüsî ve
Ârif-i billah Seyyid Mustafa Bekrî, onun için ayrı birer kitap yazmışlardır.
Abdülganî Nablüsî'nin eseri Er-Redd-ül-Metîn alâ Müntakıs-il-Ârif Muhyiddîn,
Seyyid Mustafa Bekrî'nin eseri, Es-Süyûf-ül-Haddâd fî A'nâki Ehl-iz-Zendeka
vel-İlhâd'dır. Şihâbüddîn Sühreverdî, Şeyhülislâm Zekeriyyâ, İbn-i Hacer
Heytemî, Hâfız Süyûtî, Ali bin Meymûn, Celâlüddîn Devânî, Seyyid Abdülkâdir
Ayderûsî, İbn-i Kemâl Paşa, Kâmûs sâhibi
Necmüddîn Fîrûzâbâdî hep onu medh etmişlerdir.
Osmanlı
Devletinin yetiştirdiği âlimlerin en büyüklerinden olan İbn-i Kemâl Paşa
hazretleri, İbn-i Arabî hakkında sorulan bir suâle şöyle cevap vermiştir:
"Kullarından sâlih âlimler yaratan, bu âlimleri peygamberlerine vâris kılan
Allahü teâlâya hamd olsun. Dalâlette olanlara doğru yolu göstermek için
gönderilen Muhammed Mustafâ'ya, O'nun Ehl-i beytine ve dînimizin emirlerini
tatbikte gayretli olan Eshâbına salât ve selâm olsun. Ey insanlar, biliniz ki;
Şeyh-i âzam âriflerin kutbu, muvahhidlerin imâmı, Muhammed bin Ali ibniArabî et-Tâî
el-Endülüsî, kâmil bir müctehid, fâzıl bir mürşîd, hayret verici menkıbeler,
garip hârikalar sâhibi bir âlimdir. Çok talebesi olup, âlimler, fâzıllar indinde
makbûldür. İbn-i Arabî'yi inkâr eden hatâ etmiştir. Hatâsında ısrâr eden
sapıtmıştır. Sultânın onu edeblendirmesi ve bu bozuk îtikâddan sakındırması
lâzımdır. Zîrâ, Sultan iyiliği emredip, kötülükten sakındırmak ile memurdur ve
vazifelidir.
İbn-i
Arabî'nin birçok eseri vardır. Füsûs-i Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye adlı eserlerinin bâzı
meseleleri lafz ve mânâ bakımından mâlûm olup, emr-i ilâhîye ve şer'i Nebevî'ye
uygun, bâzı meseleleri ise, zâhir ehlinin idrâkinden hafîdir (gizlidir). Bunu
ancak ehl-i keşf ve bâtın (gönül ehilleri) bilirler. Meram olan mânâyı
anlayamayan kimsenin, bu makamda susması gerekir. Zîrâ Allahü teâlâ, Kur'ân-ı
kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Hakkında bilgi sâhibi olmadığın bir şeyin
ardınca gitme, çünkü kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur" (İsrâ
sûresi: 36). Allahü teâlâ doğru yola götürendir."
İmâm-ı
Süyûtî, Tenbîh-ül-Gabî
kitabında, Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin büyüklüğünü vesîkalarla isbât
etmektedir. Ebüssü'ûd Efendi fetvâlarında
da, ona dil uzatılamayacağı yazılıdır.
Bununla
berâber, îmân, îtikâd ve ibâdet bilgilerine tam vâkıf olmayanların ve tasavvufun
inceliklerini iyi bilmeyenlerin, Muhyîddîn-i Arabî'nin kitaplarını okumaları ve
sözleri üzerinde düşünmeleri, çok defâ zararlı olmaktadır. Geçmiş asırlardaki
velîlerin ve âlimlerin bâzıları da, onun sözlerini anlamakta acze düşmüşler ve
yanlış yollar tutmuşlardır. Ayrıca tasavvufta vahdet-i vücûd bilgisi ve
mertebesi çok yüksek ve kıymetli olmakla berâber, nihâyetin nihâyeti değildir.
Asıl maksad yanında, bu mertebe çok gerilerde kalmaktadır. (Vahdet-i Vücûd ve
Muhyiddîn-i
Arabî hakkında, İhlâs Holding A.Ş. tarafından yayınlanan Müjdeci Mektuplar
ve Seâdet-i Ebediyye kitaplarında
geniş bilgiler vardır.)
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, 1230 (H.627) senesinde Şam'da iken, bir gece mânâ
âleminde Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz elinde bir kitap
tutarak; "Bu Füsûs-ül-Hikem
kitabıdır. Bunu al ve insanların faydalanması için muhteviyâtını açıkla."
buyurdu. Muhyiddîn-i
Arabî de Sevgili Peygamberimizin mânevî işâretine uyarak, emir ve ilhâm ile,
kitabın ihtivâ ettiği hususları ne eksik, ne de fazla yazdı. Bu kitapta kısa bir
başlangıç vardır. Ve ismi bildirilen her Peygambere aleyhimüsselâm, bir hikmet
verildiği bildirilmiştir. Çok kıymetli bir kitaptır. Sonra gelen âlimler, bu
kitabın kırktan fazla şerhini yapmışlardır.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, evliyâ-i ârifînin en büyüklerinden olduğu gibi,
zâhir âlimlerin de büyük imâmlarındandır. Sultan Melik Muzaffer Behâüddîn
Gâzî'ye icâzet (diploma) verdiği, Câmiu Kerâmât isimli kitapta bildirilmektedir. Yine aynı
kitapta, üstâdlarının isimleri uzun uzun yazılıdır. Bu kitapta, yazdığı
eserlerden iki yüz otuz dört tânesinin ismi bildirilmekte, hepsi bu icâzette
yazılmış bulunmaktadır. Eserlerinden bâzıları şunlardır: Fütûhât-ı Mekkiyye,
Et-Tedbîrât-ül-İlâhiyye, Et-Tenezzülât-ül-Mevsûliyye. El-Ecvibet-ül-Müsekkite an
Süâlât-il-Hakîm Tirmizî, Füsûs-ül-Hikem, El-İsrâ ilâ Makâmil Esrâ, Şerhü Hal'in-Na'leyn,
Tâc-ür-Resâil, Minhâc-ül-Vesâil, Kitâb-ül-Azamet, Kitâb-ül-Beyân, Kitâb-üt-Tecelliyât,
Mefâtîh-ül-Gayb, Kitâb-ül-Hak, Merâtibü Ulûm-il-Vehb, El-İ'lâm bi-İşâreti Ehl-il-İlhâm,
El-İbâdet vel-Halvet, El-Medhal ilâ Ma'rifetil-Esmâ, Künhü mâ lâ Büdde Minh, En-Nükabâ,
Hilyet-ül-Ebdâl, Esrâr-ül-Halvet, Akîde-i Ehl-i Sünnet, İşârât-ül-Kavleyn, Kitâb-ül-Hüve
vel-Ehâdiyyet, El-Celâlet, El-Ezel, Anka-i Mugrib, Hatm-ül-Evliyâ, Eş-Şevâhid,
El-Yakîn, Tâc-üt-Terâcim, El-Kutb, Risâlet-ül-İntisâr, El-Hucb, Tercümân-ül-Eşvâk,
Ez-Zehâir, Mevâkı-un-Nücûm, Mevâiz-ül-Hasene, Mübeşşirât, El-Celâl vel-Cemâl,
Muhâdarât-ül-Ahrâr ve Müsâmerât-ül-Ahyâr. Buhârî, Müslim, Tirmizî'nin
eserlerini muhtasar hâle getirmiştir. Sırrü Esmâillah-il-Husnâ, Şifâ-ül-Alîl
fî Îzâh-üs-Sebîl, Cilâ-ül-Kulûb, Et-Tahkîk fil-Keşfi an Sırr-is-Sıddîk. El-Vahy,
El-Ma'rifet, El-Kadr, El-Vücûd, El-Cennet, El-Kasem, En-Nâr, El-A'râf, Mü'min,
Müslim ve Muhsin, El-Arş, El-Vesâil, İ'câz-ül-Lisân fî Tercemetin an-il-Kur'ân".
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
SÖZLERİ DOĞRUDUR
Şeyh-i
Ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Hızır aleyhisselâm ile karşılaşmasını şöyle
anlatır: "Hocalarımdan Ebü'l-Abbâs hazretleri bir zâtı anlatıyordu. Ben, hocamın
bu zât hakkında beslediği hüsn-i zanna hayret etim. O kimsenin bâzı uygun
olmayan hareketlerinin olduğunu söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse
ile karşılaştım. O zâtın yüzü nûr ile dolu olup, ayın on dördü gibi parlıyordu.
Bana selâm verdikten sonra; "Ey Muhyiddîn! Üstâdın Ebü'l-Abbâs'ın o zât
hakkındaki sözleri doğrudur. Onu tasdîk et." buyurdu. Ben hayret etmiştim.
Geriye dönüp hocama durumu anlattım. Bana; "Sana söylediğim sözün doğru olduğunu
isbât etmek için Hızır aleyhisselâmdan yardım istedim" buyurdu. Bunun üzerine
hocama îtirâz şeklinde hiçbir sözde bulunmayacağıma söz verdim ve tövbe ettim."
ALLAHÜ TEÂLÂ EMRETMEDİKÇE YAKMAZ
Bir gün
sohbetine inkârcı bir felsefeci gelmişti. Bu felsefeci, Peygamberlerin
mûcizelerini inkâr ediyor, filozof olduğu için her şeyi felsefe ile çözmeye
kalkışıyordu. Soğuk bir kış günüydü. Ortada, içinde ateş bulunan büyük bir
mangal vardı. Filozof dedi ki: "Avâmdan insanlar, İbrâhim aleyhisselâmın ateşe
atıldığı ve yanmadığı kanâatindedirler. Bu nasıl olur? Zîrâ ateş herşeyi yakar
kavurur. Çünkü yakma özelliği vardır." Devâm edip bir takım sözler söyleyince, Muhyiddîn-i Arabî
hazretleri; "Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 69. âyet-i kerîmesinde meâlen:
"Biz de: Ey ateş İbrâhim'e karşı serin ve selâmet ol! dedik"
buyurmaktadır." dedi. Ortada bulunan mangalı
alıp, içindeki ateşi filozofun eteğine döktü ve eliyle iyice karıştırdı. Bu hâli
gören filozof donup kalmıştı. Ateşin, elbisesini ve Muhyiddîn-i Arabî
hazretlerinin elini yakmadığını ve tekrar mangala doldurduğunu görünce iyice
şaşırmıştı. Ateşi tekrar mangalı doldurup, filozofa; "Yaklaş ve ellerini ateşe
sok!" deyince, filozof ellerini uzatır uzatmaz, ateşin tesirinden hemen geri
çekti. Muhyiddîn-i Arabî bunun üzerine; "Ateşin yakıp yakmaması, Allahü teâlânın
dilemesiyledir." buyurdu. Filozof onun bu kerâmetini görünce, Kelime-i şehâdet
getirerek müslüman oldu.
KAZDIĞI KUYUYA DÜŞTÜ
Evi,
Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin türbesine çok yakın olan Ahmed Halebî, bizzat
gözleriyle gördüğü şu kerâmeti anlattı: "Bir gece yatsı namazından sonraydı.
Muhyiddîn-i Arabî hazretlerini kötüleyenlerden biri, elinde bir ateşle türbeye
doğru yaklaştı. Maksadı sandukasını yakmaktı. Hemen ateşi atacağı zaman, ateş
söndü ve kabr-i şerîfinin yanıbaşında, ayaklarının altında bir çukur açıldı ve
adam âniden çukurun içinde kayboldu. Hâne halkı, onun kaybolduğunu anlayınca
aramağa çıktılar. Ben durumu kendilerine haber verdim. Gelip gömüldüğü yeri
kazmaya başladılar ve başını buldular. Çekip çıkarmak istediler. Fakat bütün
uğraşmaları boşuna oldu. Zîrâ, onlar çıkarmağa çalıştıkça, o, durmadan aşağı
doğru indi. Kazıldıkça indi ve çıkarmaları mümkün olmadı. Nihâyet
kurtaramayacaklarını anladılar. Kazdıkları yeri tekrar toprakla doldurup, yorgun
ve perişân bir hâlde, elleri boş olarak bırakıp gittiler."
BEYİTLER
YAKMAYAN ATEŞ
Muhyiddîn-i Arabî, zamânında bir kişi,
Felsefeyle îzâha, çalışırdı her işi.
Açık
mûcizeleri, ederdi o hep inkâr,
Derdi
ki: “Bu şeylere, câhiller inanırlar.”
Geldi
bir gün bu kişi, Muhyiddîn-i Arabî’ye,
Kapıdan
izin alıp ve girdi içeriye,
Soğuk
bir kış günüydü, mangal vardı odada,
Şöyle
söze başladı, bu filozof orada.
“Bâzı
câhil insanlar, şuna inanırlarmış,
Nemrud
Halîlullah'ı, bir gün ateşe atmış.
Ve
lâkin Halîlullah, yanmamış o ateşte,
Bu işi
akıl mantık, kabûl etmiyor işte.
Ateşin
özelliği, yakıcıdır muhakkak
Böyle
hurâfelere, câhil inanır ancak.”
Üzüldü
o velî zât onun bu sözlerinden
Ona
cevap olarak, kalktı hemen yerinden,
Ateş
dolu mangalı, alarak ellerine,
Boşalttı tamamını, kilimin üzerine.
Karıştırdı eliyle, hem de o ateşleri,
Sonra
da avuç avuç, mangala döktü geri.
Bunu
gören filozof, şaşırdı hayretinden,
Dedi
ki: “Bu gördüğüm, gerçek mi hakîkaten.”
Peşinden buyurdu ki, Muhyiddîn-i Arabî:
“Sok
sen de şu ateşe, elini, benim gibi.”
O dahî
bir elini, uzatınca ateşe
Ateşin
şiddetinden, geri çekti acele.
Çok
hayret etmiş idi, o kişi olanlardan,
Muhyiddîn-i Arabî, buyurdu ki o zaman:
“Ateşin
özelliği, yakıcıdır ve fakat,
İbrahîm
peygamberi, yakmadı, bu hakîkat,
Bıçak
da kesicidir, mantığa bakar isek,
Ve
fakat İsmâil’i, kesmedi, bu da gerçek.
Sen
yanlış biliyorsun, hakîkat işte budur,
Her şey
Hak teâlânın, dilemesiyle olur.”
Pişman
oldu o kişi, önceki sözlerine,
Şehâdeti söyleyip, girdi İslâm dînine.
KAYNAKLAR
1)
Tenbîh-ul-Gabî
2) El-A'lâm;
c.6, s.281
3)
Mu'cem-ül-Müellifîn; c.11, s.40
4)
Lisân-ül-Mizân; c.5, s.311
5)
Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.190
6)
Kâmûs-ül-A'lâm; c.5, s.4, 233
7)
Fevât-ül-Vefeyât; c.3, s.435
8) Zeyl-i
Ravdateyn; s.170
9)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.118
10)
Mîzân-ül-İ'tidâl; c.3, s.659
11)
Nefehât-ül-Üns; s.621
12)
Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.188
13)
Tabakât-ül-Müfessirîn; c.2, s.202
14)
Et-Tefsîr vel-Müfessirûn; c.2, s.407
15) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı) s.1122
16)
Müjdeci Mektublar-Mektûb; No:100, 131, 200, 220, 234
17)
Tabakât-ı Evliyâ; s.469
18)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.153
|
|