|
MUHAMMED SÂDIK
Hindistan'ın büyük velîlerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu
gösterip hakîkî saâdete kavuşturan âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın
bekçisi ve müslümanların baştâcı olan İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî
Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin birinci oğludur. 1591 (H.1000) senesinde
Serhend'de doğdu. 1599 senesinde pederi ile birlikte Hâce Muhammed Bâkî-billah
ile görüştü. Ondan cenâb-ı Hakk'ı zikretmek, murâkabe etmek için vazife almakla
ve ona bağlı bir talebe olmakla şereflendi. İstidâdı, fıtratı ve yaradılışı
yüksek olduğundan, onların terbiyesi ve merhametli nazarlarının bereketleri
sayesinde kıymetli hâllere, yüksek makamlara kavuştu. Daha çocukken, uzak
yerlerdeki şeyleri, mezardaki hâlleri keşf ederdi. Sonra kendi peder-i âlîsinden
feyz alarak, kemâl mertebelerinin sonuna erişti. Babasının esrarına mahrem oldu.
1616 (H.1025) senesinde tâûn hastalığından Serhend'de vefât etti.
Muhammed Sâdık'ın, çocukluğunda, tâlim ve terbiyesi ile, yüksek dedesi Abdülehad
hazretleri meşgûl oldu. Çok akıllı olup, nûr ve zekâ alâmetleri, yüzünden
belliydi. Babası İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Babam bana; "Sizin bu oğlunuz bana
eşyânın hakîkatinden ve keyfiyetinden garip suâller soruyor. Çok zor cevap
verebiliyorum" derdi." buyurdu.
Muhammed Sâdık, yüksek kâbiliyet ve yaradılışı sebebiyle hazret-i İmâm'ın,
rahmet nazarlarının ve terbiyelerinin bereketi ile, üstün hâllere, pahâ biçilmez
muâmelelere kavuştu. Hazret-i Hâce Bâkî-billah'ın ve muhterem babalarının dâimî
tasarrufları altında idi. O günlerde velîlikte görülen ve cezbe denilen hâlin
kendilerinde gâlib olduğu zamanlarda bile, din ilimleri öğrenmekten geri
kalmayıp, onları da bitirmeğe uğraştı. Hâşim-i Keşmî anlattı: "İşittim ki: O
günlerde çok defâ kendinden geçmenin ve cezbeye kapılmanın çokluğundan, başı
açık yalın ayak, her tarafa gider, fakat yine de ders okuduğu kitapları
ezberlerdi. Birgün yağmur yağarken, bir grup çocukla başı açık perişân bir hâlde
durmuştu. Muhammed Bâkî-billah oradan geçiyordu. Onu bu vaziyette görünce,
tebessüm edip; "Bizim meczûbumuz bakın ne yapıyor?" buyurdu."
Muhammed Sâdık hazretlerinin kendinden geçmesi, öyle bir hâle gelmişti ki, bu
hâllerin kendini istilâ ettiği, kapladığı zamanlar, hazret-i Hâce (Muhammed
Bâkî) bunları hafifletmek için, çarşıda pazarda satılan şeylerden, yemesini
buyururdu. Hazret-i Hâce'nin bir mektubunda; "Gözümün nûru Muhammed Sâdık! Zâhir
ve bâtınınız mübârek olsun. Hâlleriniz hamd edilecek derecede iyidir. İşte bu
huzur içerisinde olunuz. Hâllere gark olmaktan endişe etmeyiniz." buyurdu.
Muhammed Sâdık'ın yaşının küçük olduğu zamanlar, yerlerin ve kabirlerin
keşfinde, görüşleri çok doğru idi. Hattâ hazret-i Hâce onun keşf ve firâsetine
tam olarak îtimâd ederdi. Bâkî-billah hazretleri onu, mezarların başına götürür
ve bu mezarlarda yatanların hâllerinin nasıl olduğunu sorardı. O da hemen
herbirinin hâlini, gördüğü gibi anlatırdı. Bir defâsında amcası ticaret için bir
sefere çıkacaktı. Amcasıyla birlikte dedesi Abdülehad hazretlerinin kabrini
ziyâret ettiler. Kabrin başında bir müddet murâkabe de kaldılar, sonra başını
kaldırıp; "Dedem, amcamın bu sefere çıkmasını istemiyor." dedi. Muhammed Sâdık,
o zaman küçük olduğu için, amcası onun bu sözüne aldırmayıp sefere çıkmaktan vaz
geçmedi. Nihâyet sefere çıktı. Fakat gittiği yerde malı helâk oldu, kendisi
vefât edip, bir daha geri dönemedi.
Hazret-i Hâce, sağlığında yetiştirmesi için talebelerini İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine havâle edince, Muhammed Sâdık da onların arasındaydı. Belki de
onların en iyisi idi. O da feyz alma elini, yüksek babalarının nûrlu eteklerine
uzattı. Ancak bu şekilde kemâl ve ikmâl derecelerinin sonuna ulaşmak mümkün
olurdu. Nitekim herkes;
"Böyle babaya, böyle
evlâd yakışır."
mısraını söylüyordu.
İmâm-ı
Rabbânî, Muhammed Bâkî'ye yazdıkları mektupda şöyle arzettiler: "MuhammedSâdık
yaşının küçüklüğünden, kendini zabt edemiyor. Eğer huzûrunuza gelirken onu da
getirirsem, çok terakki edeceğini zannediyorum. Dâmenkûh'a (dağ eteği) giderken
yanımızda idi. Pek çok terakki eyledi. Hayret makâmında gark oldu. Hayret
cihetinden bu fakîre çok benziyor."
Onu
görenler, onunla konuşma ve görüşme şerefine kavuşanlar Allahü teâlâyı hatırlar,
dünyâyı unuturlardı.Hattâ bâzı zenginler; "Bu genci gördüğümüz zaman, dünyâdan
soğuyoruz." derlerdi.Bir başkası bu Mahdumzâde'nin teslimiyetine temasla şöyle
anlattı: "Bir gün bâzı komşuların sıkıntı ve cefâlarından ona şikâyet ederek;
"Ne olur, bunların bâzılarına tenbih etseniz ve onları azarlasanız." dedim. Bu
Mahdûmzâde temiz kalblerinden bir âh çekip; "Ey dostum! Eğer biz kızarsak,
bizim, âdetlere uyan insanlarla aramızda ne fark olur." buyurdu. O derviş dedi
ki: "Bu sözün mübârek ağzından öyle bir edâ ile çıkışı vardı ki sonunda, utandım
ve kalbimde bir ağırlık gibi duran kin ve hırs tamâmen gitti."
Aklî ve
naklî ilimlerde çok kuvvetliydi. Bir gün Şîraz'dan Hindistan'a gelen âlimlerin
en büyüklerinden birinin sohbetinde bulundu. Bu âlim aklî ilimlerde eşsizdi.
Yaradılışı îcâbı, o âlim ile derin ilimlere dâir birkaç kelime konuştu.
Sözlerini bitirince Şîrazlı âlim; "Bu genci görmeyince, Hindistan'daki
talebelerden birinin, aklî ilimlerdeki derin meseleleri idrâk kuvvetini yakînen
anlayamamıştım." dedi.
Muhammed Sâdık hazretlerinin ilimdeki mahâreti, hâllerinin yüksekliği,
yalnızlığı istemedeki fazlalığı, münâcaatları, Allahü teâlâya yalvarma arzuları,
ziyâde idi. Yüksek babalarından ayrı kaldığı zamanlar, onlara bâzı mektuplar
yazmışlardır. Bu mektuplardan bir parça aşağıdadır:
"Canım
Babacığım!Hiç bir ânımın, Allahü teâlânın rızâsının hilâfına geçmemesinden başka
arzum yoktur. Bu da ele geçmiyor. Ancak o dergâhta hizmet edenlerin imdâd ve
yardımı ile ele geçer.
Mısra:
"Kerîmler ile yapılan
işler kolaydır"
Allahü
teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, hâlim şerefli teveccühünüzün bereketi ile,
emrettiğiniz şekilde istikâmettedir. Bunda, az bile olsa bir gevşeklik olmuyor.
Hattâ günden güne, artmakta ve yükselmekte olduğunu ümid ediyorum. Sabah, öğle
ve ikindiden sonra, sohbete oturup, hâfızdan Kur'ân-ı kerîm dinliyoruz. Ey
gönüllerin kıblesi! Bu fakîr, hemen hemen, her gece, hazretinizi rüyâda görmekle
şereflenmekteyim. Bundan daha çok ne yazayım. Köleniz."
Hazret-i İmâm'ın bu yüksek oğullarına yazdıkları birçok mektuplar vardır. Bu
mektupların en büyüğü birinci cildde iki yüz altmışıncı mektup olup, kendi
yollarını bildirmektedir. Bu mektubun bâzı kısımları aşağıda alınmıştır:
"Elbette nâfilenin kıymeti, farzın kıymeti yanında hiç gibidir. Okyanus yanında,
bir damla bile değildir. Nâfilenin kıymeti, sünnetin yanında da böyledir. Sünnet
de, farzın yanında okyanus yanındaki bir damla su gibidir. Bu ikisinin
yaklaştırması arasındaki büyük farkı, buradan anlamalıdır. Çok kimse, bu
inceliği bilmedikleri için, farzları bırakıp, nâfilelerin yayılmasına
çalışıyorlar. Câhil sofîler, zikre, fikre sarılıp, farzları ve sünnetleri
yapmakta gevşek davranıyorlar. Kırk gün çile çekmeği ve riyâzetler yapmağı
beğeniyor. Cumâ namazına ve cemâate gitmiyorlar. Hâlbuki, bir farz namazı
cemâatle kılmak, onların binlerle, kırk günlük çilelerinden daha faydalı
olduğunu bilmiyorlar. Evet, İslamiyetin edeblerini gözetmek şartı ile, zikr ve
fikir çok faydalı ve pek kıymetlidir. Câhil hocalar da, nâfilelerin yayılmasına
çalışıyor, farzların yapılmasına aldırış etmiyor, terk edilmesine sebeb
oluyorlar.Meselâ, Aşûre namazının, Resûlullah'tan haber verildiği iyi
bilinmiyor. Bunu cemâatle ve ehemmiyet vererek kılıyorlar. Hâlbuki, nâfile
namazı cemâatle kılmanın mekruh olduğunu fıkıh kitablarında okuyorlar. Farzları
kılmakta gevşek davranıyorlar. Farzları müstehab olan zamanlarında kılanları pek
azdır. Vaktinde bile kılmıyorlar. Farzları cemâatle kılmağa ehemmiyet
vermiyorlar. Bir iki kişiden fazla cemâat toplandığı az görülüyor. Çok zaman da
yalnız kılıyorlar. Din adamları böyle olursa, başkalarının nasıl yaptıklarını
artık düşünmelidir. Bu kötü hâllerden dolayı müslümanlık zayıflamağa başladı.
Böyle işlerin zulmeti ile, günahlar, bid'atler çoğaldı. Fârisî beyt tercümesi:
Az
söyledim, dikkat ettim, kalbini kırmamağa,
Bilirim
üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana!
Nâfile
ibâdetleri yapmak, insanı zıllere kavuşturur. Farzları yapmak ise,
asla ulaştırır. Ancak, farzları tamamlayan nâfileler (Meselâ, farz namazlarından
önce ve sonra kılınan sünnetler), asla kavuşturmaya yardım ederler. Farzlardan
sayılırlar. Farzların en üstünü, en yükseği namazdır.
"Namaz, müminin mîrâcıdır." ve "Kulun, Rabbine en yakın olduğu zamânı,
namazda olduğu zamandır!..." hadîs-i şerîfleri bunu haber vermektedir. "Allahü
teâlâ ile öyle vakitlerim vardır ki..." hadîs-i şerîfinde bildirilen,
Resûlullah efendimizin en kıymetli zamanları, bu fakîre göre, namazdaki
zamanıdır. Günahları örten namazdır. İnsanı kötü, çirkin şeyleri yapmaktan
koruyan, namazdır. Resûlullah efendimizin; "Yâ Bilâl, beni ferâhlandır!"
buyurarak, rahatlandırılmak istediği şey, namazdır. Dînin direği namazdır.
Müslümanlık ile, kafirliği birbirinden ayıran,
namazdır.
Ey
oğlum! Bu mutmeinne olan nefs, İslâmiyete karşı gelemez. Baş kaldıramaz. Bütün
varlığı ile, Rabbine dönmüştür. O'na tutulmuştur. O'nun rızâsını kazanmaktan,
O'na itâat ve ibâdet etmekten başka bir düşüncesi yoktur. Önce, mahlûkların en
kötüsü olan nefs-i
emmâre şimdi itminân
kazanmış ve Allahü teâlâyı râzı etmiştir. Evet, Muhbir-i sâdık yâni hep doğru
söyleyici; "Câhillikte en ileride olanınız, İslâm âlimi olunca, en ileriniz
olur." buyurmuştur. Bundan sonra, insanda İslamiyete uymamak, baş kaldırmak
gibi şeyler görülürse, bunlar cesedi meydana getiren maddelerden hâsıl olur.
Gadab, şehvet, hırs gibi aşağı düşünceler, bu maddelerden ileri gelmektedir. Bir
şeye düşkün olmak, cimrilik, bayağı işler hep onlardan doğmaktadır. Hayvanlarda
nefs-i emmâre yoktur. Hâlbuki bu kötülükler, hayvanlarda daha çok vardır.
Resûlullah efendimiz; "Küçük cihâddan döndük, cihâd-ı ekbere geldik!"
buyurduğunda, cihâd-ı ekber olarak, çok kimselerin dediği gibi nefsle cihâdı
değil, belki cesed ile cihâdı bildirmiştir. Çünkü nefsleri itminâna kavuşmuş,
Rablerinden râzı olmuş, Rableri de o mübârek nefslerden râzı olmuştur. Bu nefsler İslâmiyetten ayrılamaz. Rablerine karşı baş
kaldırmazlar.
Kıldan
ince mânâlar var, kulağını eyle yakın!
Her
kürsîde nutk çekeni, bir şey bilir sanma sakın!
Sünnetlerin nûrunu, bid'atlerin zulmetleri ile örttüler. Resûlullah'ın
milletinin parlaklığını yeni yeni bilgilerin kirleriyle söndürürler. Daha da çok
şaşılır ki, birçokları, bu yenilikleri, bu reformları, güzel görüyorlar.
Bid'atlere "hasene" adını takıyorlar. Bu bid'atlerle, dîni yükseltiyoruz,
İslâmiyetin noksanlarını tamamlıyoruz diyorlar. Herkesin bu bid'atleri yapmasını
körüklüyorlar. Allahü teâlâ, bunları doğru yola getirsin! Bilmiyorlar ki, din,
bu bid'atlerden önce
kâmil olmuştu. Allahü teâlânın nîmeti tamam olmuştu. Allahü teâlâ bu dinden râzı
olmuştu. Allahü teâlâ, Mâide sûresinin üçüncü âyetinde meâlen; "Bugün,
dîninizi sizin için ikmâl eyledim. Üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve size
din olarak İslâmiyeti vermekle râzı oldum" buyurdu.Dînin
olgunlaşmasını, bu bid'atlerden, bu reformlardan beklemek, bu âyet-i kerîmeye
inanmamak olur.
Ey
oğlum! Kutb-i irşâdın feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili mârifetler,
Mebde' ve Me'âd Risâlesi'nde, "İfâde ve istifâde" bâbında yazılmıştı. Sırası
gelmiş iken, faydalı olan bu mârifeti de, buraya yazıyorum. Orada yazılı olan
ile karşılaştırınız! Kutb-i irşâd, kemâlât-i ferdiyyeye de mâliktir. Çok az
bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir.
Kararmış olan âlem onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin
nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar, herkese;
rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır.
Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus
gibi, (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O deryâ,
sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz. O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse,
onu düşünürse, yâhud, o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o
kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına
göre, o deryâdan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikr
ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır.
Fakat, birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder,
beğenmezse, yâhut o büyük zât, bu kimseye incinmiş ise, Allahü teâlâyı zikr etse
bile, rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz
yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd
ve hidâyet, var görünür ise de yoktur. Faydası çok azdır. O zâta inanan ve
sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikr etmeseler de, yalnız
sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. Fârisî beyt tercümesi:
Sustum
artık, zekîlere bu yeter,
Çok
bağırdım, dinleyen varsa eğer.
Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! O, rahmandır ve rahîmdir. O'nun
resûlü Muhammed aleyhisselâma, Âline veEshâbına, sonsuz salât ve selâm olsun."
1616
(H.1025) senesinde Serhend'de şiddetli bir vebâ (tâûn) salgını başladı. Bu
salgın her geçen gün şiddetleniyor, yüzlerce insan her gün kabre konuyordu. Bu
hâli gören Muhammed Sâdık hazretleri; "Bu tâûn yağlı lokma istiyor. Biz
gitmedikçe (ölmedikçe) geçmez." buyurdular. Hummâya yakalandılar veRebî'ül-evvel
ayının dokuzuna rastlayan Pazartesi günü vefât eylediler. Bundan sonra, hastalık
hafifledi, hastalardan birçoğu iyileşti. O şiddetli sıtma hâlinde olanlar
anladılar ki, bu Mahdumzâde geldi, bu hastalığa yakalanan hastaların elinden
tutup onları kurtardı ve; "Bugün bu belâyı biz üzerimize aldık." buyurdu. Biri
rüyâda gördü ki, her kim bu Mahdumzâde'nin ismini yazıp, yanında taşırsa, bu
belâdan kurtulur. İnsanlar bir müddet onun mübârek ismini yazıp yanlarında
taşıdılar. Çok tesirini ve faydasını gördüler. Vefâtından sonra, yakınları,
dedelerinin yanına gömmek istediler. Hazret-i İmâm bu hususta teveccüh
eylediler. Şimdi gömülü bulundukları yerde, gömülmesini emir buyurdular.
Hazret-i İmâm her Cumâ namazından sonra, ziyâretine gider, bir müddet murâkabe
ederek otururlardı. Bunun gibi her Cumartesi sabahı, bütün eshâbı ile, sohbet
halkasını, onun nûrlu mezârının başında kurarlardı. Birçok zamanlar, bu oğlunun
âhiret hâllerinden garib şeyler beyân ederlerdi. Hazret-i İmâm'ın teveccüh ve
duâları ile, çok yüksek ilerlemeler hâsıl olurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, oğullarına
verdiği ihsânları keşf ederlerdi. Bir gün oğullarının kabrinin başından
kalkarken şöyle buyurdular: "Bugün oğluma teveccüh eyledim. Gördüm ki, her an
nûrlar ve garîb eserler zahir oluyor. Her an, coşarak rahmet-i ilâhiyyeye âit
garîb sırları açıklıyor."
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Sâlih'e gönderdiği bir mektupda oğulları hakkında
şöyle buyurdu:
"Allahü
teâlânın nîmetlerine hamd olsun ve O'nun seçtiği kullarına selâm olsun! Kardeşim
Molla Sâlih! Serhend'de bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum iki
küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ ile birlikte âhirete gittiler.
"İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn." Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce
geride kalanlara sabır gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra, bu belâdan râzı olmağı
nasîb eyledi. Fârisî beyt tercümesi:
Beni ne
kadar incitsen, dönmem senden yine,
Dayanmak tatlı olur sevgili elemine.
Merhûm
oğlum, Hak teâlânın âyetlerinden bir âyet idi. Rabbül'âlemînin rahmetlerinden
bir rahmet idi. Yirmi dört yaşında iken, öyle şeylere kavuştu ki, az kimseye
nasîb olur. Mevleviyyet mertebesine, naklî ve aklî ilimlerin profesörlüğüne
yükselmişti. Öyle olmuştu ki, yetiştirdiği gençler
Beydâvî Tefsîri'ni, Şerh-i Mevâkıf ve benzeri yüksek kitapları
okuyorlardı. Mârifet ve irfânını anlatmak ve şühûdünü, küşûfünü yazmak, başarılacak şey değildir. Bildiğiniz gibi, daha sekiz
yaşında iken, kendisini öyle hâl kaplamıştı ki, hocamız hâlini yumuşatmak için,
pazarların şübheli yemeklerini ona yedirirlerdi. "Muhammed Sâdık'ı sevdiğim
gibi, hiçbir kimseyi sevmiyordum. Kendisi de, bizi sevdiği kadar kimseyi
sevmiyor." buyururlardı. Onun büyüklüğünü bu sözden anlamalıdır. "Vilâyet-i
Mûseviyye"yi son noktasına ulaştırmıştı. Bu vilâyetin işitilmemiş, şaşılacak
şeylerini anlatırdı. Allah korkusundan her an yüreği titrer, edebi gözetirdi.
O'na sığınır, O'na yalvarır, O'na boyun büker ve O'nun huzûrunda eğilirdi.
"Evliyâdan herbiri, Hak teâlâdan bir şey istemiştir. Ben, O'na sığınmayı ve O'na
yalvarmağı istedim." buyururdu.
Muhammed Ferrûh'dan ne yazayım ki, on bir yaşında ilim talebesi idi. Kâfiye
okuyordu.Tam anlıyarak ders görüyordu. Dâimâ âhiret azâbından korkar ve
titrerdi. Çocuk iken, bu dünyâdan ayrılmak için ve böylece, âhiret azâbından
kurtulmak için duâ ederdi. Ölüm yatağında iken, kendisine hizmet edenler, hiç
işitilmemiş ve şaşılacak şeylerini gördüler.
Sekiz
yaşında vefât eden ve bu yaşta çok kerâmet ve hârikaları görünen Muhammed
Îsâ'dan ne yazayım.
Oğullarımın her üçü de, birer cevher idiler. Bize emânet verilmişlerdi. Allahü
teâlâya hamd ve şükür olsun ki, bu emânetleri râzı olarak sâhibine teslim
eyledik. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hürmetine bizi onların sevâbından
mahrûm bırakma! Onlardan sonra, bizleri fitneye düşürme! Fârisî mısra tercümesi:
"Her ne olursa olsun,
dosttan konuşmak daha tatlı."
(Birinci cild, üç yüz altıncı mektup.)
Babası İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin bu oğluna ve diğer oğullarına yazdığı birçok mektupları
Mektûbât adındaki eserinde toplanmıştır. Onun hakkında; "Aziz oğlum,
bu fakîrin mârifetlerinin bir mecmûasıdır. Cezbe ve sülûk makamlarının bir
nüshasıdır" ve "Oğlum, benim esrâr mahremimdir." gibi buyurduğu şeyler çoktur.
İmâm-ıRabbânî hazretleri 1624 (H.1034) senesinde vefât edince, oğlu Muhammed
Sâdık'ın mezârının kıble tarafına kabir hazırladılar. Mübârek cenâzelerini kabre
koydukları an, oğluMuhammed Sâdık'ın kabri, peder-i âlîsine hürmet için ayak
ucuna geldi ve iki kabrin arasındaki kısım kabardı. Görenler hayretler içinde
kaldılar.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
NASÎB
EYLESİN
Muhammed Sâdık hazretlerinin, babalarına yazdığı bir mektup şöyledir: "Yüksek
Babacığım, eşsiz mürşidim, gözlerimin nûru, cânım efendim! Bir gece terâvih
namazında hâfız Kur'ân okuyordu. Çok geniş, çok nûrânî bir makâmı gördüm. Bunu
hakîkat-ı Kur'ân makâmı zannettim. Fakat bu makam olduğunu söylemeye cür'et
edemiyorum. Hakîkat-ı Muhammedînin bu makâmın merkezi olduğunu anladım. Sanki
büyük bir denizi, bir testiye sığdırmış oluyorlar. Bu makam hakîkat-ı
Muhammedînin tafsilidir. Peygamberler aleyhimüsselâm ve evliyânın büyüklerinden
çoğu, kendi kâbiliyyet ve istidatları miktarınca o makamdan pay almışlardır. Bu
makamdan tam pay alan bizim Peygamberimizden başkası bilinmiyor. Bu fakîr de
bundan bir pay aldım. Allahü teâlâ yüksek teveccühleriniz bereketi ile büyük ve
tam pay almamı nasîb eylesin. Bu makam daha iyice açıklanmadı. Bu muazzam ayda
çok bereketler zâhir oluyor. Kardeşim Muhammed Saîd her zamanki gibidir.
Vakitlerini Allahü teâlâyı anarak zikr ile kıymetlendiriyor. Şehirdeki dostlar
da huzur içindedirler. Duâlar ederim efendim."
KAYNAKLAR
1) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1120
2)
Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.297
3)
Umdet-ül-Makâmât; s.218
4)
Hadarât-ül-Kuds; s.220
5)
Zübdet-ül-Makâmât; s.300
6)
Makâmât-ıAhyâr; s.24
7)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.110
|
|