|
MUHAMMED RÛCÎ
Evliyanın büyüklerinden. İsmi Muhammed olup, lakabı Şemsüddîn'dir. 1417 (H. 820)
senesi Berât gecesinde Rûc köyünde doğdu. Muhammed Rûcî'den önce, annesinin çok
sevdiği bir oğlu vardı. Beş yaşında iken bu çocuk vefât etti. Annesi bu duruma
çok üzüldü. O gece rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz
ona; "Sen üzülme, kalbin rahat olsun. Çünkü Allahü teâlâ, sana bir erkek çocuk
verecek, onun ömrü uzun olacak, yüksek derecelere kavuşacak." buyurdu.Bir müddet
sonra Muhammed Rûcî dünyâya geldi.Annesi ona; "Sen, Resûlullah efendimizin bana
müjdelediği oğlumsun." derdi. Muhammed Rûcî, 1498 (H.904) senesinde vefât etti.
Hocası Sa'düddîn Kaşgârî'nin kabrinin yanına defnedildi.
Muhammed Rûcî, küçüklüğünden beri insanlardan uzak ve yalnız kalmayı arzu
ederdi.Akranlarının arasına karışmazdı. Evde bir odada, tek başına yaşamağa
çalışırdı. Babası ve dedeleri ticâretle uğraşırlardı.MuhammedRûcî, babasının
mesleğine hiç rağbet etmedi.
Dâimâ
Resûlullah efendimizi rüyâda görmeyi temenni ederdi. Bir gün eve girdi. Annesi
evde oturmuş bir kitabı okurken yanına yaklaştığında; "Kim Cumâ gecesi bu duâyı
birkaç defâ okursa, rüyâsında Resûlullah efendimizi görür." sözlerini işitti.
Böylece Resûlullah efendimizi görme arzusu arttı. Gelecek gece de Cumâ gecesi
idi. Annesine; "Cumâ gecesi gelince o duâyı okuyacağım. Belki Resûlullah
efendimizi görürüm" deyince, "Git oku." dedi. O da doğruca odasına gitti.
Kitapta bildirilen şartlara uyarak, duâyı okumakla meşgûl oldu. Daha önce de,
kim her Cumâ gecesi Resûlullah efendimize üç bin salevât okursa, rüyâsında
Resûlullah efendimizi görür, diye duymuştu. O duâyı okuduktan sonra, üç bin
kerre de Resûl-i ekreme salevât okudu. Vakit gece yarısına yaklaşınca, yatağına
yatarak uyudu. Rüyâsında şöyle gördü: Eve girdiğinde kışlık salonda annesi onu
görünce; "Oğlum niçin geciktin? Burada seni bekliyordum. Evimizi Resûl-i ekrem
teşrif etti. Haydi gel, seni Resûlullah efendimize götüreyim." dedi.Elinden
tutup, Resûl-i ekremin bulunduğu yazlık salona doğru götürdü. Resûl-i ekrem
oturmuşlardı. Etrâfında da birçok kimseler vardı. Bunların bir kısmı oturuyor,
bir kısmı ayakta duruyordu.Resûlullah efendimizin etrafında halka
yapmışlardı.Dünyânın her tarafına mektuplar gönderiyordu. Huzûrlarında bir kâtip
vardı. Resûlullah efendimizin buyurduklarını yazıyordu. O, Şerefüddîn Osman
Zeyyâr Tukânî idi. O zât, zamânın büyük âlimi ve velîsi idi. Annesi onu
Resûlullah efendimizin huzurlarına götürünce, Resûlullah'a; "Yâ Resûlallah!
Zât-ı âliniz bana, ömrü uzun ve Allahü teâlânın lütuf ve ihsânına kavuşacak bir
oğlum olacağını buyurmuştunuz. O buyurduğunuz bu mu, yoksa başkası mı?" diye
sorunca, Resûl-i ekrem ondan tarafa doğru baktılar. Sonra tebessüm ederek;
"Evet, o söylediğim oğlunuz budur." buyurduktan sonra, kâtip Şerefüddîn Osman'a,
"Onun için bir mektup yaz." buyurdu. O da bir kâğıda üç satırlık bir yazı yazdı.
MuhammedRûcî, kâtibin yazdığına bakıyordu. Satırların altına şâhidlerin ismini
yazar gibi, ayrı ayrı yerlere birçok kimsenin isimlerini yazdı. Sonra kâğıdı
katlayıp, annesine verdi. Oradan ayrılınca, annesinden mektubu aldı. Kendi
kendine; "Bu mektûbun muhtevâsını bilmiyorum. En doğrusu, geri dönüp, mektubu
Resûlullah efendimize göstereyim. Bana mektubun muhtevâsını anlatırlar." dedi.
Bu düşünce ile döndü veResûl-i ekremin huzûruna girdi. "Yâ Resûlallah! Bu
mektubun muhtevâsını bilmiyorum." dedi. Resûlullah efendimiz kâğıdı elinden
aldı. Kâğıtta yazılı olanları sesli olarak okudu. O daResûl-i ekremin
okuduklarını bir defâda ezberledi. SonraResûlullah efendimize başka bir şeyi
sordu. O anda, kapının sesini duyarak uyandı. Annesi kapıdan içeri giriyordu.
Elinde kandil vardı. Yatağından kalktı. Annesi ona; "Oğlum, rüyânda birşey
gördün mü?" diye sorunca; "Evet gördüm." dedi. O zaman, "Ben de senin gördüğünü
gördüm." dedi ve rüyâsını anlatmaya başladı. İki rüyâ arasında hiç fark yoktu.
Kendisi
anlatır: "Daha gençliğimde tasavvuf yoluna girdim. Bâzı kimselere, Herat
âlimlerinin ve tasavvuf büyüklerinin hâllerini sordum. Çünkü onlardan birinin
sohbetinde ve meclisinde bulunmak istiyordum. Bir kişi Şeyh Sadreddîn Ravâsî'yi
tavsiye etti. O, Şeyh Zeynüddîn Hâfî'nin talebelerinden idi. Şimdi ise, yanında
bulunanlara doğru yolu göstermek ve onları yetiştirmekle meşgûldü. Bunun üzerine
derhâl Herat'a gittim. Yolda Şeyh Zeynüddîn Hâfî'nin kabrini ziyâret ettim. Bu
sırada Sadreddîn Ravâsî, talebeleriyle berâber orada bulunuyorlar ve zikir
ediyorlardı. Zikri, seslerini yükselterek yaptıkları için, bu durum hoşuma
gitmedi. Yoluma devâm ederek Herat'a yaklaştım. Bu sırada bizim köyden olanHâfız
İsmâil ile karşılaştım. O, Sa'düddîn Kaşgârî'nin sohbetiyle şereflenmişti. Sonra
Molla Câmî'ye bağlandı. Tasavvuf yolunda pekçok şeyler kazandı. Hâfız İsmâil
bana; nereden geldiğimi, maksadımın ne olduğunu sordu. Ben de ahvâlimi olduğu
gibi anlattım. Hâfız İsmâil beni dinledikten sonra; "Câminin kapısına git. Orada
büyük bir zât vardır. Bâzan câmide cemâatle berâber oturur. Belki onun hâli sana
hoş gelir." dedi. Bunun üzerine hemen câminin kapısına gittim. Câminin odasında,
bir cemâatle berâber o zâtın oturduğunu gördüm. Yanındaki cemâat âlim ve
fazîletli zâtlardan meydana geliyordu. Hiç konuşmadan onu dinliyorlardı. Kapının
dışında durdum. Duvara yaslanıp, onlara bakmağa başladım. Onlardaki sessizliği,
sekînet ve vekarı görünce, hatırıma Şeyh Sadreddîn'in etrâfında halka yapmış
olanların hâllerini ve bağırmalarını getirip; "O ne ses ve hareketlilik, şimdi
bu ne sessizlik ve durgunluk?" diye kendi kendime düşünmeye başladım. Bu sırada
Mevlânâ Sa'düddîn Kaşgârî başını kaldırdı. "Ey kardeşim, yanıma gel!" buyurdu.
Elimde olmadan onun yanına gittim. Yanına oturttu ve; "Sultan Şâhruh'un
hizmetçileri veya askerleri, onun yanında bulunup, yüksek sesle Şâhruh, Şâhruh
diye bağırsalar, onların böyle bağırmaları gâyet edebsizlik ve ahmaklık olur.
Hizmetçilerin ve askerlerin edebi, Sultan ve efendinin yanında sessiz, hazır bir
vaziyette, bağırıp çağırmadan durmaları ile olur." buyurdu.Sonra Sa'düddîn
Kaşgârî elime baktı ve elimdeki boynuzdan yüzüğü gördü. İhtiyâcı olan kimsenin,
hâcet elini boş olarak uzatması daha iyidir." buyurdu. Bunun üzerine elimden
yüzüğü çıkardım. Sa'düddîn Kaşgârî kalkıp mescide girdi. Orada bulunanlardan
birisine, beni peşinden mescide götürmesini işâret etti. Mescide girdim.
Sa'düddîn Kaşgârî bir yere oturdu. Beni de karşısına oturttu ve tarîkatı telkin
etti. Sonra; "Mescid güzel bir yerdir. Burada ikâmet et. Sana emrettiğim
şeylerle meşgûl ol." dedi. Onun gösterdiği şeylerle meşgûl olmaya başladım.
Annem bunu haber alınca, hemen Rûc'dan yanıma geldi. O da bu yola girdi.
Bir
müddet geçtikten sonra, bir gece mescidin kubbesinde bulunan odada teheccüd
namazı kıldıktan sonra murâkabeye daldım. Bu sırada kandil gibi bir nûr göründü.
Gündüz gibi kubbeyi aydınlattı. Onun aydınlatması ile bütün kubbeyi görüyordum.
Bu nûr her an fazlalaşıyordu. O hâle geldi ki, koskoca bir kandil oldu. Bir
müddet bu hâlde kaldı. Bu hâli görünce, bir nevî gurûr ve kendimi beğenme hâli
meydana geldi. Sabah olunca, Sa'düddîn Kaşgârî'nin meclisine gittim. Öfkeyle
bana bakarak; "Seni, gurûr kokusu ile dolu görüyorum. Bu kadarcık bir nûr
görmekle, hiç insana gurûrlanmak yakışır mı? Hâlbuki Mevlânâ Nizâmüddîn Hâmûş'a
bağlandığım zaman, karanlık gecelerde yolda giderken, sağımda ve solumda on veya
on iki meşale yanardı.Nereye gitsem onlar da benimle berâber giderlerdi. Buna
rağmen aslâ onlara iltifât etmez, onlara hiç îtibâr etmezdim." diye buyurduktan
sonra, kızarak şunları ilâve etti: "Yanımdan kalk git. İkinci defâ bu şekilde
bir daha yanıma gelme!" Böylece beni meclisinden kovdu. Onun huzûrundan kalbim
kırık çıktım. Çok ağlayıp, göz yaşları döktüm. Bundan dolayı Allahü teâlâdan af
ve magfiret diledim. Kalbimi bu gurûr ve kendini beğenme kirlerinden temizlemek
için çok gayret gösterdim. Hocam Sa'düddîn Kaşgârî'nin iltifatları ve
teveccühlerinin bereketi ile, bu sıkıntılı ve kötü durumdan kurtuldum. Aynen
bana görünen nûr, anneme de göründü.Hattâ, o benden daha fazla gördü.
Böyle
nûrların bana göründüğü günlerde, birisi bana çok tevâzu gösteriyordu. Onun bana
karşı tevâzusu artık haddini aşmıştı. Bunun üzerine ona; "Bana niçin bu kadar
tevâzu gösteriyorsun? Bunun sebebi nedir?" diye sordum. O şahıs, şunları
anlattı: "Karanlık bir gecede mescide bitişik dergâhta oturuyordum. Bu sırada
kapıdan biri girdi.Bunun üzerine orası gündüz gibi aydınlanıverdi. Hâlbuki o
şahsın yanında kandil falan yoktu. O şahsa iyice baktığımda, siz olduğunuzu
gördüm. Siz oradan gidince, yine orası eskisi gibi karardı."
Mevlânâ
Sa'düddîn'in sohbetine kavuşmama rağmen, kalbimde bu yolun büyüklerine bağlılık
hâsıl olmadığı için, çok üzgün ve kederli idim. Karanlık gecelerde, câmide
başımı yere vuruyordum. Gündüzleri sahrâya çıkıyor, oralarda ağlıyor, Allahü
teâlâya yalvarıp yakarıyordum. Bu hâl üzere, yaklaşık sekiz ay geçti. Bir gün
Mevlânâ Sa'düddîn, bu hâlde ağlarken görünce; "Çok ağla ve yalvar. BöyleceAllahü
teâlânın rahmetine kavuşursun. Çünkü ağlayıp yalvarmak, Allahü teâlânın
rahmetine kavuşmakta çok tesirli ve kıymetlidir. Ben de gençlik günlerimde senin
gibi çok ağlardım." dedi. Bu sırada ona iltifât ve teveccüh ile baktı. Bunun
üzerine onda, bu yolun büyüklerine bir anda bağlılık hâsıl oldu.
Bundan
sonra câmide murâkabe hâlinde idim. Gece yarısına doğru uyku bastırınca, uyku
dağıtmak için kalktım. O sırada hocamın arka tarafta beni tâkib ettiğini fark
ettim. Hemen arkasına oturmak istedim. O da başını kaldırarak; "Ey Muhammed,
niçin kalktın?" buyurdu. "Uyku hâli meydana gelmişti. Onu gidermek için" dedim.
O zaman bana lütuf ve merhamet buyurdular ve bende büyüklerin yoluna bağlılık
tamâmen hâsıl oldu.
Mevlânâ
Sa'düddîn Kaşgârî'nin Allahü teâlânın izniyle, istediği zaman istediği kimseye,
bu yolun büyüklerine bağlılığı verme gücü vardı. İstediği kimseyi, kendisinden
geçirir, mânevî âlemlere daldırırdı. Bir gün onunla berâber mescidin kapısına
gelmiştim. Akşam ezânı okundu. Mescide girip akşam namazını kıldık. Namazdan
sonra hatim okunacaktı. Çok kalabalık bir cemâat vardı. Her tarafta kandiller
yakılmıştı. Sa'düddîn Kaşgârî namazdan sonra kıbleye doğru bir köşede oturdu.
Ben de arkasına bir yere oturdum. Sonra bana, yanında oturmam için işâret
etti.Yerimden kalkıp yanlarına oturdum. Daha oturmadan, bir ân bakınca birden
bire kendimden geçtim. Bu hâl, müezzinin yatsı ezânını okumasına kadar sürdü. Bu
süre içerisinde, hiçbir şeyden haberim olmadı.
Daha bu
yolun başlangıcında iken, câmide abdest alınan yerde oturdum. Elimde
de Mesnevî kitabı vardı. O sırada Mevlânâ Sa'düddîn abdest alınan yere
geldi. Bana, elimdeki kitabın ne olduğunu sordu.Mesnevî deyince; "Onu
okumakla bu yolda ilerleme olmaz. Bu yolda çalışma ve gayret lâzımdır. Ancak o zaman onun
mânâlarına vâkıf olabilirsin." buyurdu.
Yine bu
yolda başlangıç günlerinde iken câminin bir kenarında, bağdaş kurmuş bir halde
murâkabede bulunuyordum. Bu sırada; "Ey edebsiz! Hizmetçiler hiç sultânın
huzûrunda böyle mi oturur?" diye bir ses işittim. Bunun üzerine derhâl yerimden
sıçrıyarak, kerpiçlerin üzerinde oturdum. O zamandan sonra bağdaş kurarak hiç
oturmadım."
Bir gün
hocası Mevlânâ Sa'düddîn ile, Şeyh Behâüddîn Ömer'i ziyâret için Cigâre köyüne
gittiler. Hocası ata bindi. O da peşlerinden yüreyerek gidiyordu. Yola çıkmadan
evvel, evde biraz bir şeyler yemişti. Yolda harâret bastı. Fakat edebinden,
hocasından izin isteyip de su içmeye gidemiyordu. Bu sırada Hocası ona; "Susadın
mı?" diye sordu. O da; "Evet, şehirden ayrıldığımızdan beri bende susuzluk var."
dedi. Bunun üzerine ona; "Git bir yerden su iç gel. Çünkü senin susuzluğun bana
da tesir etti." buyurdu. Hemen bir yerden su içip geldi. Yollarına devâm
ettiler. Şeyh Behâüddîn Ömer'in evine varınca, Muhammed Rûcî uzakça bir köşeye
oturdu. Hocasıyla Şeyh Behâüddîn konuşmaya başladılar. Onlardan uzakça bir yerde
oturduğu için, ne konuştuklarını duymuyordu. Bu sırada kendi kendine; "Bana öyle
oturmak yakışmaz. Şeyh Behâüddîn Ömer'e doğru dönmüş olarak oturmam gerekir."
deyip, onun tarafına doğru dönerek oturdu. Kalbi onun kalbiyle aynı hizâya
geldi. O anda Muhammed Rûcî'ye dönüp, hocasına; "Bu ne yapıyor?" diyerek
tebessüm etti. Şeyh Behâüddîn'in kısa süren teveccühleri ile çok faydalar hâsıl
oldu. Onda kıymetli hâller meydana geldi.Dört veya beş gün, büyük bir sevinç ve
rahatlık meydana getiren feyz ve bereketler birbirini tâkib etti.
Yine
kendisi anlatır. Yine bu yolun başlangıcında iken, dergâhın şark tarafındaki
salonda, kıbleye bakan kısımda oturuyordum. Bu yoldaki vazifelerle meşgûl iken
karşımda, zayıf yapılı, uzun boylu bir karaltı göründü. Hindistan cevizi gibi
küçük olan başı tavana uzanıyordu. Ağzı açık olup, beyaz dişlerle doluydu. Boynu
ve ayakları ince ve uzundu. O gülerek, bana doğru yavaş yavaş geliyordu. Bâzan
eğiliyor, bâzan doğruluyordu. Çeşitli hareketler yapıyordu. Kendi kendime; onun
şeytan olduğunu, büyüklere bağlanmaktan, meşgûliyetimden alıkoymak istediğini
söylüyordum. Onun için meşgûliyetim üzerine sebat edeceğim husûsunda azmimi
sağlamlaştırdım ve işime devâm ettim. O ise, çok garip ve acâib hareketler
yapmak sûretiyle beni meşgûliyetimden vazgeçirmek istiyordu. Fakat onun, beni bu
meşgûliyetimden vazgeçirmesi mümkün olmadı. Bana yaklaşınca, daha fazla işimle
meşgûl oldum. İyice yanıma gelip, benim vazgeçmediğimi görünce, üzerime sıçrayıp
omuzuma bindi ve iki ayağını sırtıma yapıştırdı. Yine işimle meşgûl idim. Bir
müddet sonra ayaklarını üzerimden çekip, duman gibi havaya yükseldi. Sonra
kayboldu. Ondan sonra bir daha böyle bir şey görünmedi.
Câmide,
Mevlânâ Sa'düddîn Kaşgârî'nin emri ve tavsiyesi üzerine dâimâ ibâdetle meşgûl
olurdum. Hattâ geceleri de uyumazdım. Oturur, Allahü teâlâya yalvarır,
büyüklerin nisbetine kavuşmak için çok ağlardım. Mescidden sâdece zarûri
ihtiyaçlarım için çıkardım. Bir defâsında bulunduğumuz belde muhâsara edilmiş,
şehrin kapıları kırk gün kapatıldığından, o günlerde herkes câmiye dolmuştu.
İbâdet ve duâ ile meşgûl olduğumdan, durumu kimseye sormadım. Sonra birgün,
muhâsara hakkında bilgi veren bir kimsenin konuşmasına şâhid oldum. Ona; "Siz
hangi muhâsaradan bahsediyorsunuz?" diye sordum. O da; "Herhâlde sen muhâsara
sırasında burada değildin." dedi. Ben de, o zaman halkın neden mescidde
toplandığını anladım.
Mescidde îtikâf yapıyordum. Üç gün geçtiği hâlde, yiyecek getiren kimse
olmamıştı.Hâlsiz bir hâlde kalkıp yiyecek bir şeyler bulmak için mescidden
çıkmak istedim. Sol ayağımı mescidin dışına koymuş, sağ ayağım mescidin içinde
iken; "Ekmek için bizimle berâber olmayı bırakıyor musun?" diye ilâhî bir
düşünce kalbime geldi. Bunun üzerine dışarı çıkardığım ayağımı tekrar içeri
soktum. Elim ile yüzüme bir tokat vurdum. Tokat izi uzun müddet yüzümden
çıkmadı. Kendi kendime; "Bir daha kendime yemek aramak için aslâ çıkmayacağım."
dedim. Bunun üzerine büyüklere kuvvetli bir bağlılık hâsıl oldu. Bir ara, daha
önce görmediğim ve tanımadığım birisi gelip, önüme bir mikdâr şeker koydu. Sonra
konuşmadan gitti. O zâtın konuşmadan dönmesi ve ibâdetimden alıkoymaması, o
şekeri getirmesinden daha çok sevindirdi.
Bir gün
Mevlânâ Sa'düddîn Kaşgârî; "Falancanın ahvâli hakkında bir şey biliyor musun?"
diye sordu. O şahıs, memleketinden Herat'a ilim tahsîl etmek için gelmişti.
Sonra Mevlânâ Sa'düddîn'e bağlandı. Bu zât, dünyâ ile irtibâtını tamâmen
kesmişti. Talebeler arasına da çok az karışırdı. Devamlı suskun ve mahzûn bir
hali vardı. Hocama; "Onun hâlini bilmiyorum, fakat bildiğim bir şey varsa, o da;
dâimâ gizli bir şeylerle meşgûl olduğudur." dedim. Bunun üzerine Mevlânâ
Sa'düddîn; "Ona hâlini sor, durumunu iyice öğren. Sana halini anlatıncaya kadar
onu bırakma." buyurdu. Bu emir üzerine, o şahsın yanına gittim. Ona; "Sen niçin
talebelerin arasına karışmıyorsun ve dergâhta kimse girmesin diye odanın
kapısını kapatıyorsun? Niçin yalnız başına oturuyorsun?" dedim. O da; "Ben fakir
ve garip birisiyim. Kendimi arkadaşlar arasına karışmaya lâyık görmüyorum. Hem
de onların vakitlerini zâyi etmeyi ve onları rahatsız etmeyi istemiyorum." dedi.
Ben, hâlini tam anlatmasını, elbette onu arkadaşların arasına karışmaktan men
eden birşeyin olduğunu ve bunu açıklamasını ısrârla istedim. Bu ısrârım
karşısında; "Niçin bu kadar üsteliyorsun?" deyince, ben de, bana bunu sormamı
hocamın emrettiğini, hâline iyice vâkıf oluncaya kadar yanından ayrılmayacağımı
söyledim. Isrârımın kendimden olmayıp hocamdan geldiğine iyice kanâat getirince,
âh çekerek şöyle dedi: "Bende bir zaman garib bir hâl meydana geldi. Sana ondan
biraz anlatayım. Cemâatle yatsı namazını kıldıktan sonra, bir süre murâkabe ile
oturur, bir mikdâr da Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olurdum. Bu sırada, sonu
görünmeyen bir nûr beni her taraftan kuşatırdı. O nûrun görünmesiyle kendimden
geçerdim. Bu hâlim sabaha kadar uzardı. Gündüz ise, bu hâlin lezzetine
dalardım." Ondan bu hallerini dinleyince, ona gıpta etmemden dolayı içim
yanıyordu. Elimde olmayarak gözlerimden yaşlar geldi. Onun sözleri bana çok
tesir etti. Oradan ayrıldım. Anladım ki; Mevlânâ Sa'düddîn'in onun hâlini
öğrenmemi istemesi, etrâfında böyle kimselerin de bulunduğunu bana bildirmek
içindi."
KAYNAKLAR
1)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.171
2)
Reşehât; s.145
3)
Hadâik-ül-Verdiyye; s.153
4)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.253
5)
Sefînet-ül-Evliyâ; s.189
6)
Bahr-ül-Velâye; v.183 a
|
|