CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

MUHAMMED BEDAHŞÎ

Şam'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Muhammed Bedahşî'dir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1517 (H.923) senesinde Şam'da vefât etti. Muhyiddîn-i Arabî'nin kabrinin ayak ucuna defnedildi.

Muhammed Bedahşî, Mevlânâ Hâce Ubeydullah Semerkandî'nin talebesidir. Mevlânâ Nizârî-zâde ismiyle meşhûr, ârif ve fazîlet sâhibi zât ile de sohbet etti. Bütün varlığı ile Allahü teâlâya bağlı idi. Her dakikasını Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymakla geçirirdi.Dünyânın malına ve mülküne bağlı olmayıp, haram ve günahlardan nefret ederdi.

Yavuz Sultan Selîm Han Ridâniye Seferinde Şam'a geldi. Kendisine Muhammed Bedahşî'den söz edilince, daha önce duyduğunu ve pek yakında ziyâretine gideceğini söyledi. Yavuz Sultan Selîm Han zâten uğradığı her memlekette, mukaddes makamları, ilim adamlarını ziyâret etmeyi, tasavvuf büyükleriyle görüşmeyi, duâlarını almayı ihmâl etmezdi. Şam'da kaldığı süre içinde, Şeyh Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin kabrini yaptırdı. Medreselere uğrayıp, talebeye yardımda bulundu. Bu arada Emeviye Câmiine gitti. O civarda yaşayan ve herkes tarafından büyük hürmet gösterilen Muhammed Bedahşî'nin iki defâ evine giderek ziyârette bulundu. Yavuz Sultan Selîm Hanın Muhammed Bedahşî'yi ilk ziyâretlerinde, aralarında hiç konuşma olmadı. Sultan onun büyük bir velî olduğunu anlayıp, huzûrunda edeple oturdu. Orada bir sükûnet başladı. Bir saatten fazla oturmalarına rağmen, tek kelime konuşmadan ayrıldılar.

İkinci defâ ziyâretlerinde, önce Muhammed Bedahşî konuşmaya başladı ve buyurdu ki: "Sultânım, ikimiz de Allahü teâlânın seçkin kulları arasında bulunuyoruz. Boynumuzda kulluk halkası vardır. Allahü teâlânın huzûrunda sorumluyuz. Ahzâb sûresi 72. âyetinde meâlen; "Biz emâneti (Allah'a itâat ve ibâdetleri) göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yüklendi. İnsan (bu emânetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zâlim, çok câhil bulunuyor." buyrulduğu üzere, emâneti ve mesûliyeti gökler ve yer yüklenmekten kaçındıkları hâlde, biz onu yüklendik. Omuzlarımıza ağır bir mesûliyet aldık. Siz ise Sultânım, yükünüzü biraz daha ağırlaştırdınız. Saltanat yükü üzerine, bir de hilâfeti yüklenerek taşınması güç bir yük altına gireceksiniz. Allahü teâlâya şükürler olsun ki, benim yüküm sizinkine nisbetle çok hafiftir. Diyebilirim ki, sizin yüklendiğinizi, dağlar ve taşlar yüklenip çekemez. İnsanlar da bu yükü taşıyamaz. Ama sizin bir de mânevî gücünüz vardır, ondan yeteri kadar faydalanıyorsunuz. Resûlullah efendimizin; "Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennem'den korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmelisiniz! Öğretmez iseniz mesûl olacaksınız." mübârek sözleri sizin rehberinizdir. Çok meşakkatli, külfetli bir yolda bulunuyorsunuz. Allahü teâlâ yardımcınız olsun."

Yavuz Sultan Selîm Han, Allahü teâlânın bu velî kulunu büyük bir dikkatle dinledi ve tek kelime olsun karşılık vermedi. Sükût ve edeb ile huzûrundan ayrıldı. Bunun üzerine, mecliste hazır bulunanlardan birisi; "Sultânım, hiç konuşmadınız, hep dinlediniz?" diye sorunca, Yavuz Sultan Selim Han, "Büyük velîlerin meclis ve mahfelinde onlar konuşurlarken, başkasının konuşması edeb dışı sayılır. Bulunduğumuz makam edeb makâmı idi, bize sâdece dinlemek düşerdi. Nitekim biz de öyle yaptık. O esrâr ve hikmet meclisinde, ben sâdece bir zerre sayılırdım. Benim konuşmamı lâyık görmüş olsaydı, elbetteki böyle bir işârette bulunurdu." buyurdu.

Sultânın yakınlarından Hasan Can anlatır: Mısır feth olunduğu günlerdi. Bir sabah, Yavuz Sultan Selîm Han bana şöyle buyurdu: "Bu gece rüyâda MuhammedBedahşî'yi gördüm. Yolculuk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu hâlde gelip, yolculuğa çıkacağını söyleyip bizimle vedâlaştı." Ben ise, gençlik atılganlığı ile hemen rüyâyı tabire giriştim ve; "Velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir. Eğer vefât etmemiş ise, yakında vefât edeceklerine işârettir." dedim. Yavuz Sultan Selîm Han karşılık vermedi. Ben de rüyâyı böyle tabir ettiğim için pişmanlık duydum. Çok geçmeden, Muhammed Bedahşî'nin ölüm döşeğinde Şam'ın ileri gelenlerini toplayıp; "Yavuz Sultan Selîm Hanın Allahü teâlâ katında övülmüş olduğunu haber vererek, Arap diyârının fethiyle Hak teâlâ tarafından vazifelendirildiğini, bilcümle evliyânın onun yardımcısı olduğunu bildirdi. Orada hazır olanlara veya olmayanlara, Sultânın emirlerine saygılı olmalarını tavsiye etmiş ve ayrıca; "Harameyn-i Muhteremeyne (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye) hizmetleri ile başlara tâc olan Sultân'a benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbetlerimi iletirken dünyâdan da sefer ettiğimi bildirin." diye vasiyette bulunmuştu.

Şam vâlisi, durumu, Sultânın kapısına duyurunca, Sultânın hocası Halîmi Çelebi Efendi, Sultânın yanına geldi.Konuşurlarken Yavuz Sultan Selîm Han; "Şöyle bir rüyâ görmüştüm. Hasan Can da böyle yorumlamıştı. Çoğunlukla rüyânın gerçekleşmesi, tâbirin şekline bağlıdır. Şimdi o velî zât, vefât etmiştir. Böyle olması tâbirden ileri gelmiştir. Siz hakem olun. Bu yönden cezâlandırılmaya hak kazanmadı mı? Bu şekilde tâbirin de cezâsı dayak değil mi?" dedi. Halîmi Efendi ise bana bakıp; "Senden böyle acemi davranış beklemezdim. Atılganlık etmişsin." dedi. Ben ise, utancımdan başımı eğip dedim ki: "Vefât günü ile rüyânın görüldüğü târih tesbit edilsin. Eğer rüyâ daha önce ise, fermân devletlü Pâdişâhımındır. Eğer iş aksi ise, gerçek budur ki, cezâsı hediye ihsânıdır." Halîmi Efendi, bu sözlerimi doğru bulup; "Hasan Can kulunuzun görüşü akla uygundur. Gerçekte de değerli katınızda hoş karşılanmalıdır." dedi. Başlara tâc olan Pâdişâh, Şam'dan gelen mektubu gösterdi. Gördüğü rüyânın, Muhammed Bedahşî'nin vefât ettiği geceye rastladığı meydana çıkınca, kıymetli bir hil'at (elbise) ile, tam ayar iki yüz dinâr altın bana ihsân buyurdu. Bunca lütuf Muhammed Bedahşî'nin kerâmeti eseridir diyerek, azîz rûhuna duâlar eyledim.

 

BEYİTLER

HİLÂFETİ ALDINIZ

Yavuz Sultan Selîm Han, Muhammed Bedahşî’yi,

O zaman iki defa, ziyâret, eylemişti.

 

Ve ilk ziyâretinde, hiç konuşma olmadan,

Edep ile oturup ayrıldı huzurundan.

 

Bedahşî hazretleri, bir şey söylemeyince,

O da, önüne bakıp, sükût etti öylece.

 

Zîrâ onun bir velî, olduğunu bilirdi,

Huzûrunda konuşmak, edebe mugâyirdi.

 

Sultan, ikinci defa, ziyârete gidince,

Bedahşî hazretleri, buyurdu ki şöylece;

 

Sultânım, ikimiz de, şu anda Rabbimizin,

Seçilmiş kullarından, sayılırız ve lâkin,

 

Hepimizin boynunda, bir kulluk bağı var ki,

Allah'ın huzûrunda, sorumluyuz inan ki.

 

Buyurulduğu gibi, Kur’ânda, bir âyette;

Emâneti, yer ve gök alamadığı hâlde,

 

Onu yüklenmiş olduk, bizler insan olarak,

Zordur bu ağır yükü, hakkı ile taşımak.

 

Saltanat işini de, alıp siz üstünüze,

Bir yük daha kattınız, bu ağır yükünüze.

 

Saltanat üzerine, hilâfet de aldınız,

Bu çok ağır sıkleti, daha da arttırdınız.

 

Bu yükü, ne yer, ne gök ve ne de dağlar çeker.

Ve lâkin Hak teâlâ, size çok yardım eder.

 

Siz öyle mânevî bir; kuvvete sahipsiniz,

Ondan yeteri kadar, fâidelenirsiniz.”

 

Yavuz Sultan Selim Han, dinledi edeb ile,

Karşılık söylemedi, bir tek kelime bile.

 

Sonra izin isteyip, ayrıldı huzûrundan,

Onun bu edebine, hayret edip vüzerân,

 

Dediler ki: “Sultanım, siz yalnız dinlediniz,

Hikmeti ne idi ki, bir şey söylemediniz?”

 

Dedi ki: “Biz dünyânın sultanıyız ve lâkin.

Muhtâcız himmetine böyle yüksek zâtların.

 

Büyükler konuşurken, söze karışılır mı?

Küçüğün konuşması, edebe yakışır mı?

 

Bulunduğumuz makam, edeb makamı idi,

Orada bize yalnız, sükût etmek düşerdi.”

 

KAYNAKLAR

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.176

2) Nefehât-ül-Üns; s.459

3) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.360

4) Tâc-üt-Tevârih; c.2, s.584

5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.230