MUHAMMED BEDAHŞÎ
Şam'da
yetişen büyük velîlerden. İsmi, Muhammed Bedahşî'dir. Doğum târihi ve yeri
bilinmemektedir. 1517 (H.923) senesinde Şam'da vefât etti. Muhyiddîn-i Arabî'nin
kabrinin ayak ucuna defnedildi.
Muhammed Bedahşî, Mevlânâ Hâce Ubeydullah Semerkandî'nin talebesidir. Mevlânâ
Nizârî-zâde ismiyle meşhûr, ârif ve fazîlet sâhibi zât ile de sohbet etti. Bütün
varlığı ile Allahü teâlâya bağlı idi. Her dakikasını Resûlullah efendimizin
sünnet-i seniyyesine uymakla geçirirdi.Dünyânın malına ve mülküne bağlı olmayıp,
haram ve günahlardan nefret ederdi.
Yavuz
Sultan Selîm Han Ridâniye Seferinde Şam'a geldi. Kendisine Muhammed Bedahşî'den
söz edilince, daha önce duyduğunu ve pek yakında ziyâretine gideceğini söyledi.
Yavuz Sultan Selîm Han zâten uğradığı her memlekette, mukaddes makamları, ilim
adamlarını ziyâret etmeyi, tasavvuf büyükleriyle görüşmeyi, duâlarını almayı
ihmâl etmezdi. Şam'da kaldığı süre içinde, Şeyh Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin
kabrini yaptırdı. Medreselere uğrayıp, talebeye yardımda bulundu. Bu arada
Emeviye Câmiine gitti. O civarda yaşayan ve herkes tarafından büyük hürmet
gösterilen Muhammed Bedahşî'nin iki defâ evine giderek ziyârette bulundu. Yavuz
Sultan Selîm Hanın Muhammed Bedahşî'yi ilk ziyâretlerinde, aralarında hiç
konuşma olmadı. Sultan onun büyük bir velî olduğunu anlayıp, huzûrunda edeple
oturdu. Orada bir sükûnet başladı. Bir saatten fazla oturmalarına rağmen, tek
kelime konuşmadan ayrıldılar.
İkinci
defâ ziyâretlerinde, önce Muhammed Bedahşî konuşmaya başladı ve buyurdu ki:
"Sultânım, ikimiz de Allahü teâlânın seçkin kulları arasında bulunuyoruz.
Boynumuzda kulluk halkası vardır. Allahü teâlânın huzûrunda sorumluyuz. Ahzâb
sûresi 72. âyetinde meâlen; "Biz emâneti (Allah'a itâat ve ibâdetleri)
göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler,
ondan korktular da onu insan yüklendi. İnsan (bu emânetin hakkını
gözetmediğinden) cidden çok zâlim, çok câhil bulunuyor." buyrulduğu
üzere, emâneti ve mesûliyeti gökler ve yer yüklenmekten kaçındıkları hâlde, biz
onu yüklendik. Omuzlarımıza ağır bir mesûliyet aldık. Siz ise Sultânım, yükünüzü
biraz daha ağırlaştırdınız. Saltanat yükü üzerine, bir de hilâfeti yüklenerek
taşınması güç bir yük altına gireceksiniz. Allahü teâlâya şükürler olsun ki,
benim yüküm sizinkine nisbetle çok hafiftir. Diyebilirim ki, sizin
yüklendiğinizi, dağlar ve taşlar yüklenip çekemez. İnsanlar da bu yükü
taşıyamaz. Ama sizin bir de mânevî gücünüz vardır, ondan yeteri kadar
faydalanıyorsunuz. Resûlullah efendimizin; "Hepiniz bir sürünün çobanı
gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz
altında olanları Cehennem'den korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmelisiniz!
Öğretmez iseniz mesûl olacaksınız." mübârek sözleri sizin rehberinizdir. Çok
meşakkatli, külfetli bir yolda bulunuyorsunuz. Allahü teâlâ
yardımcınız olsun."
Yavuz
Sultan Selîm Han, Allahü teâlânın bu velî kulunu büyük bir dikkatle dinledi ve
tek kelime olsun karşılık vermedi. Sükût ve edeb ile huzûrundan ayrıldı. Bunun
üzerine, mecliste hazır bulunanlardan birisi; "Sultânım, hiç konuşmadınız, hep
dinlediniz?" diye sorunca, Yavuz Sultan Selim Han, "Büyük velîlerin meclis ve
mahfelinde onlar konuşurlarken, başkasının konuşması edeb dışı sayılır.
Bulunduğumuz makam edeb makâmı idi, bize sâdece dinlemek düşerdi. Nitekim biz de
öyle yaptık. O esrâr ve hikmet meclisinde, ben sâdece bir zerre sayılırdım.
Benim konuşmamı lâyık görmüş olsaydı, elbetteki böyle bir işârette bulunurdu."
buyurdu.
Sultânın yakınlarından Hasan Can anlatır: Mısır feth olunduğu günlerdi. Bir
sabah, Yavuz Sultan Selîm Han bana şöyle buyurdu: "Bu gece rüyâda
MuhammedBedahşî'yi gördüm. Yolculuk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek giymiş,
üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu hâlde gelip, yolculuğa çıkacağını söyleyip
bizimle vedâlaştı." Ben ise, gençlik atılganlığı ile hemen rüyâyı tabire
giriştim ve; "Velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhiret seferi olmak
gerektir. Eğer vefât etmemiş ise, yakında vefât edeceklerine işârettir." dedim.
Yavuz Sultan Selîm Han karşılık vermedi. Ben de rüyâyı böyle tabir ettiğim için
pişmanlık duydum. Çok geçmeden, Muhammed Bedahşî'nin ölüm döşeğinde Şam'ın ileri
gelenlerini toplayıp; "Yavuz Sultan Selîm Hanın Allahü teâlâ katında övülmüş
olduğunu haber vererek, Arap diyârının fethiyle Hak teâlâ tarafından
vazifelendirildiğini, bilcümle evliyânın onun yardımcısı olduğunu bildirdi.
Orada hazır olanlara veya olmayanlara, Sultânın emirlerine saygılı olmalarını
tavsiye etmiş ve ayrıca; "Harameyn-i Muhteremeyne (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i
münevvereye) hizmetleri ile başlara tâc olan Sultân'a benden duâ ve selâmlarımı
ve muhabbetlerimi iletirken dünyâdan da sefer ettiğimi bildirin." diye vasiyette
bulunmuştu.
Şam
vâlisi, durumu, Sultânın kapısına duyurunca, Sultânın hocası Halîmi Çelebi
Efendi, Sultânın yanına geldi.Konuşurlarken Yavuz Sultan Selîm Han; "Şöyle bir
rüyâ görmüştüm. Hasan Can da böyle yorumlamıştı. Çoğunlukla rüyânın
gerçekleşmesi, tâbirin şekline bağlıdır. Şimdi o velî zât, vefât etmiştir. Böyle
olması tâbirden ileri gelmiştir. Siz hakem olun. Bu yönden cezâlandırılmaya hak
kazanmadı mı? Bu şekilde tâbirin de cezâsı dayak değil mi?" dedi. Halîmi Efendi
ise bana bakıp; "Senden böyle acemi davranış beklemezdim. Atılganlık etmişsin."
dedi. Ben ise, utancımdan başımı eğip dedim ki: "Vefât günü ile rüyânın
görüldüğü târih tesbit edilsin. Eğer rüyâ daha önce ise, fermân
devletlü Pâdişâhımındır. Eğer iş aksi ise, gerçek budur ki, cezâsı hediye
ihsânıdır." Halîmi Efendi, bu sözlerimi doğru bulup; "Hasan Can kulunuzun görüşü
akla uygundur. Gerçekte de değerli katınızda hoş karşılanmalıdır." dedi. Başlara
tâc olan Pâdişâh, Şam'dan gelen mektubu gösterdi. Gördüğü rüyânın, Muhammed
Bedahşî'nin vefât ettiği geceye rastladığı meydana çıkınca, kıymetli bir hil'at
(elbise) ile, tam ayar iki yüz dinâr altın bana ihsân buyurdu. Bunca lütuf
Muhammed Bedahşî'nin kerâmeti eseridir diyerek, azîz rûhuna duâlar eyledim.
BEYİTLER
HİLÂFETİ
ALDINIZ
Yavuz
Sultan Selîm Han, Muhammed Bedahşî’yi,
O zaman
iki defa, ziyâret, eylemişti.
Ve ilk
ziyâretinde, hiç konuşma olmadan,
Edep
ile oturup ayrıldı huzurundan.
Bedahşî
hazretleri, bir şey söylemeyince,
O da,
önüne bakıp, sükût etti öylece.
Zîrâ
onun bir velî, olduğunu bilirdi,
Huzûrunda konuşmak, edebe mugâyirdi.
Sultan,
ikinci defa, ziyârete gidince,
Bedahşî
hazretleri, buyurdu ki şöylece;
Sultânım, ikimiz de, şu anda Rabbimizin,
Seçilmiş kullarından, sayılırız ve lâkin,
Hepimizin boynunda, bir kulluk bağı var ki,
Allah'ın huzûrunda, sorumluyuz inan ki.
Buyurulduğu gibi, Kur’ânda, bir âyette;
Emâneti, yer ve gök alamadığı hâlde,
Onu
yüklenmiş olduk, bizler insan olarak,
Zordur
bu ağır yükü, hakkı ile taşımak.
Saltanat işini de, alıp siz üstünüze,
Bir yük
daha kattınız, bu ağır yükünüze.
Saltanat üzerine, hilâfet de aldınız,
Bu çok
ağır sıkleti, daha da arttırdınız.
Bu
yükü, ne yer, ne gök ve ne de dağlar çeker.
Ve
lâkin Hak teâlâ, size çok yardım eder.
Siz
öyle mânevî bir; kuvvete sahipsiniz,
Ondan
yeteri kadar, fâidelenirsiniz.”
Yavuz
Sultan Selim Han, dinledi edeb ile,
Karşılık söylemedi, bir tek kelime bile.
Sonra
izin isteyip, ayrıldı huzûrundan,
Onun bu
edebine, hayret edip vüzerân,
Dediler
ki: “Sultanım, siz yalnız dinlediniz,
Hikmeti
ne idi ki, bir şey söylemediniz?”
Dedi
ki: “Biz dünyânın sultanıyız ve lâkin.
Muhtâcız himmetine böyle yüksek zâtların.
Büyükler konuşurken, söze karışılır mı?
Küçüğün
konuşması, edebe yakışır mı?
Bulunduğumuz makam, edeb makamı idi,
Orada
bize yalnız, sükût etmek düşerdi.”
KAYNAKLAR
1)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.176
2)
Nefehât-ül-Üns; s.459
3)
Şakâyik-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.360
4)
Tâc-üt-Tevârih; c.2, s.584
5)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.230
|