|
MUHAMMED BÂKÎ-BİLLAH
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu göstererek
saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve
velîlerin yirmi ikincisidir. İkinci bin yılının müceddidi ve İslâm âlimlerinin
gözbebeği olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî Serhendî hazretlerinin hocasıdır.
Babasının ismi Abdüsselâm olup, fazîletli bir zâttı. Annesi ise hazret-i
Hüseyin'in soyundan olup, seyyide ve mübârek bir hanımdı. Muhammed Bâkî-billah
hazretleri 1563 (H.971) senesinde Kâbil şehrinde doğdu.
Muhammed Bâkî-billah'ın büyüklük hâli daha çocukluk zamanlarında simâsından
belli olurdu.Yüksek bir zât olacağının işâretleri ve büyük faydalara sebep
olacağının alâmetleri, işlerinden, çalışmalarından ve gayretinden anlaşılırdı.
Daha çocukluk zamanlarında, bâzan bütün gün odanın bir köşesinde başını önüne
eğip sessizce oturur, tefekküre dalardı. Gençliğinde, ilim tahsîli için
Kâbil'denSemerkand'a gidip, zâhirî ve aklî ilimleri, zamânının en büyük
âlimlerinden olan Mevlânâ Sâdık-ı Hulvânî'den öğrendi. Yüksek yaradılışı ve
kâbiliyeti ile kısa zamanda, hocasının talebeleri arasında en yüksek seviyeye
ulaştı.
Zâhirî
ilimleri öğrenip bitirmeden tasavvufa yönelip, bâtınî ilimleri öğrenmek için, bu
yolun büyük âlimlerinin sohbetlerine ve derslerine gitti.Yaratılışındaki
zekâsının ve kâbiliyetinin üstünlüğü ile, ilimlerde yüksek bir dereceye ulaştı.
Hâce
Muhammed Bâkî-billah, aklî ilimleri bırakıp, tasavvufa yöneldiği ilk zamanlarda,
büyük zâtlardan birinin huzûruna gitmişti. O zât, Hâce Muhammed Bâkî-billah'a;
"Eğer hazret-i Hâcemiz birkaç gün daha ilim mütâlaası ile meşgûl olup, kemâl ve
ikmâl sâhibi olsalardı ne güzel olurdu!" diyerek, MuhammedBâkî-billah'ın, bir
müddet daha zâhirî ilimleri tahsîl etmiş olmasını temennî ettiğine işâret
etmişti.Bunun üzerine MuhammedBâkî-billah hazretleri şöyle dedi: "Kemâl sâhibi
olmaktan maksat, zâhirî ilimlerde uzun ve zor kitapları, yerli yerince mütâlaa
ve îzâh etmek ise, iddiasız, keskin görüşlü âlimlerin anlayabileceği hangi
kitabı bize getirseler, getirenlerin hepsi tatmin olur ve tam bir fayda elde
ederler diyebilirim."
Muhammed Bâkî-billah'ın zâhirî ilimlerde hocası olanMevlânâ Sâdık-ı Hulvânî'nin
talebelerinden fazîletli bir zât, Muhammed Hâşimî Keşmî'ye şöyle anlatmıştır:
Hâce Muhammed Bâkî-billah, zâhirî ilmi bırakıp tasavvufa rağbet ettiğini
işittiğimizde, hep birden; "Bu gençte öyle bir fıtrat ve öyle bir himmet, gayret
gördük ki, imkânı yok bir işe başlasın da onu bitirmesin. Başladığı işi mutlaka
bitirir." dedik. Nihâyet düşündüğümüz gibi her ne kadar zâhirî ilimleri
bırakmışsa da, bu ilimlerde kemâle ulaşmıştır.
Muhammed Bâkî-billah'ın, zâhirî ilimleri tahsîl ettiği gençlik
yıllarında,Nakşibendiyye yoluna karşı büyük bir muhabbeti vardı. Kendisini bu
yolda yetiştirecek bir büyüğü arıyor, onun derslerinden ve sohbetlerinden feyz
almak, faydalanmak istiyordu. Bu büyüklerin bulunduğu Mâverâünnehr'e giderek bir
çoğu ile görüşüp tanıştı. Sohbetlerinde bulunarak feyz aldı.
Bundan
sonra tekrar Hindistan'a gitti. Bâzı arkadaşları ona, askerliği seçip, bu yoldan
zengin olmasını tavsiye ettiler. Fakat Muhammed Bâkî-billah hazretleri, bütün
bağlantılardan kurtulup, tasavvufta yükselmeyi istiyor ve bu hususta şevkle
çalışıyordu. Onu seven ve sohbetinde bulunan bir zât şöyle anlatmıştır: "Bu
yolda olan büyükleri öyle bir arzu ile arıyordu ve öyle bir gayret gösteriyordu
ki, bundan fazlasına insan gücü yetmezdi. Lâhor şehrinin sokaklarında çamur ve
kil çok olduğundan, bu sokaklarda yürümek güç idi. Muhammed Bâkî-billah bir
gönül sâhibine rastlamak için, birçok sokak geçer, harâbeler, kabristanlar ve
bahçeler dolaşır ve hiç yorulmazdı. Bir gün ona arkadaşlık edip onunla berâber
gideyim dedim. Her ne kadar mâni olduysa geri kalmak istemedim. Peşlerinden
gidip birkaç sokak yürüdüm. Sokaklardaki çamur ve kilin çokluğundan âciz kaldım
ve ayaklarım yoruldu. Hayâ ve edebimden bu hâlimi kendisine arz edemedim.
Vaziyeti anlayıp, beni geri çevirdi. Nihâyet, onun başka bir kuvvet ile
yürüdüğünü anladım."
Muhammed Bâkî-billah hazretleri şöyle anlatmıştır. "Büyüklerin kitaplarından bir
kitabı okurken, o büyükler bana göründüler, beni benden aldılar. Bahâeddîn-i
Nakşibend'in mübârek rûhâniyetleri, bana zikr telkin edip, cezbe ile taltif
eyledi."
"Bir
köyde bir meczûb vardı. Yüksek hâller sâhibiydi. Muhammed Bâkî-billah o meczûbun
hâlini anlamıştı. Yanından ayrılmak istemiyordu. Her ne zaman yanına yaklaşmak
istese, mâni olmak için sert sözler söyler, taş atardı. Bâzan da başka tarafa
giderdi. Muhammed Bâkî-billah, bütün bunlara rağmen ondan vazgeçmedi. Bir gün o
meczûb, Muhammed Bâkî-billah'ı yanına çağırdı ve murâdının hâsıl olması için
teveccüh gösterip çok duâ etti. O meczûb zâtın teveccühlerinden pekçok faydalara
kavuştu." Muhammed Bâkî-billah hazretleri bu hâdiseye temasla şöyle demiştir:
"Gerçi biz, önceki velîler gibi çetin riyâzetler çekmedik ama, intizârlar
(bekleyiş) ve büyük ızdıraplar gördük. Bunlar arasında riyâzetler ve çok sert
muâmeleler vardı."
Muhammed Bâkî-billah, sâlihleri ve meczûbları aramakta çok gayret gösterir,
birçok memleketi dolaşır ve temiz kalblileri bulur, onlardan nasîbini alırdı. Bu
seyahatleri sırasında Silsile-i aliyye-i Nakşibendiyye büyüklerinden birinin
sohbetine kavuştu. Ona talebe olmak ve tam bağlanmak istedi. Bunun için istihâre
yaptı.Rüyâsında Muhammed Pârisâ hazretlerini gördü. Muhammed Pârisâ rüyâsında
ona buyurdu ki: "Tasavvuf yolunda ilerlemek en iyi ahlâk ile ahlâklanmaktır. Bu
büyük nîmet ve saâdet ele geçince, bu yolda elde edilecek fayda, elde edilmiş
demektir." MuhammedBâkî-billah, başlangıçta ilk istifâdesini şöyle anlatmıştır:
"İlk defâ günahlardan tövbe, Hâce Übeyd hazretlerinin huzûrunda oldu. Benim için
Fâtiha okumasını istedim. SonraSemerkand'da bulunan ve Ahmed Yesevî'nin yolunda
olan İftihâr-ı Şeyh'e talebe olmak arzusu ile tekrar tövbe ettim. Her ne kadar
"Siz gençsiniz, siz bu işe katlanamazsınız." dediyse de, arzumun çokluğunu
görünce; "Bir Fâtiha okuyalım. Allahü teâlâ istikâmet versin, Büyüklerin
maksadına uygun azîmet nasîb eylesin, kalbinde büyük değişmeler ve nefsinde
haraplıklar ve düzelmeler vâkî olsun." dedi. Bir başka zaman Emîr Abdullah
Belhî'nin huzûrunda tövbemi yeniledim. Elimi müsâfehaya yakın bir şekilde
tuttu.Ümîd edilir ki, bunun bereketi kıyâmete kadar devâm eder."
Bundan
sonra bir müddet daha dolaştım. Nihâyet rüyâda, Behâeddîn Buhârî Nakşibend
hazretlerinin huzûrunda tam bir tövbe yaptım. Bundan sonra bende tasavvuf yoluna
girmek arzusu âşikâr oldu. Bu yola girmek için her çâreye başvurdum. Nihâyet
mübârek zâtlardan biri bana; "Peygamber efendimizden gelen zikr, neticeye
kavuşturur." dedi. Bütün gayretimle bu sözü söyleyen zâttan zikri ve murâkabeyi
almak için uğraştım. İki sene o zâtın silsilesindeki zikre, murâkabeye ve
tesbihlere devâm ettim... Her ne kadar bu sırada gizli işâretler, diğer bir yola
girmeyi gösterdiyse de, ayaklarımı yerden kaldıramadım. Böylece nefsi yenip
gönül bahçeme, Allahü teâlânın izni ile büyüklerin kerem tohumunu ektim.
İnşâallah o tohumu, ikrâm ve ihsân edip, gözlerin görmediği, kulakların
işitmediği nehirlerle beslerler. Bundan sonra Keşmîr'e gittim ve Bâbâ Vâli'nin
sohbetine devâm edip, bereketli nazar ve teveccühlerine kavuştum. Cenâb-ı Hakk'a
hamd ve senâlar olsun ki, o teveccühler ile kabûl kapısı aralandı. Onun
vefâtından sonra da velîlerin ruhlarından feyz aldım.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri, Mâverâünnehr şehirlerinden birine giderken,
Mevlânâ Hâcegî İmkenegî hazretleri; "Ey oğul, senin yolunu gözlüyordum!"
buyurmasıyla, onun huzûruna kavuşup, çok yardım ve ihsânlar gördü. Hocası onun
yüksek hâllerini dinledikten sonra, üç gün üç gece onunla birlikte yalnız bir
odada sohbet etti. Hâcegî İmkenegî hazretlerinin sohbetlerinde bulunmakla ve
Behâeddîn Nakşibend'in ve halîfelerinin yüksek rûhâniyetlerinin imdâdı ile, bu
büyükler silsilesine dâhil olup, Hâcegî İmkenegî'nin halîfesi olup makâmına
geçti."
Hacegî
İmkenegî hazretleri, Muhammed Bâkî-billah'ı kısa zamanda tasavvufta yetiştirip,
yüksek derecelere kavuşturduktan sonra ona şöyle buyurdu: "Sizin işiniz, Allahü
teâlânın yardımı ve bu yolun büyüklerinin rûhlarının terbiyesi ile tamam oldu.
Tekrar Hindistan'a gidiniz. Çünkü bu silsile-i aliyyenin sizin sâyenizde
parlayacağını görüyorum. Bereket ve terbiyenizle orada, sizden çok istifâde
edip, büyük işler yapanlar gelecek." Böylece ikinci bin yılının müceddidi İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin orada yetişeceğini müjdeliyordu.
Hâcegî
İmkenegî hazretlerinin, Muhammed Bâkî-billah'a hilâfet ve tam bir icâzet verip,
Hindistan'a gönderdiğini duyan talebelerinden bâzıları gayrete gelip, aralarında
bir huzursuzluk hâsıl oldu.Kendileri uzun müddet orada oldukları için yeni gelen
bir gencin kısa zamanda tam bir icâzetle dönmesi onları düşündürmüştü. Hâcegî
İmkenegî hazretleri bu durumu duyunca şöyle buyurmuştur: "Dostlarım bilsinler
ki, bu gencin işini tamamlayıp buraya bizim yanımıza gönderdiler. Yanımıza
hâllerinin doğru olup olmadığını kontrol için geldi.Şüphesiz öyle gelen böyle
gider."
Muhammed Bâkî-billah hazretleri hocasının emriyle Hindistan'a gidip, bir sene
Lâhor'da kaldı. Oradaki âlimler ve fâdıllar onun sohbetine gelip, istifâde
ettiler. Sonra Delhi'ye gidip, vefâtına kadar orada kalıp, insanlara doğru yolu
anlattı. İki-üç sene gibi kısa bir müddet irşâd makâmında bulunmasına rağmen,
pekçok âlim ve velî yetiştirdi. Onun yetiştirdiği büyüklerin başında,
kendisinden sonra halîfesi olan, hicrî ikinci bin yılının müceddidi, İslâm
âlimlerinin gözbebeği İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî gelir. İmâm-ı Rabbânî
hazretleri yetişip kemâle gelince, Muhammed Bâkî-billah bütün talebesinin
yetiştirilmesini ona bıraktı. Hâce Ubeydullah ve Hâce Muhammed
Abdullah adında iki oğlu vardı.Bunların da yetiştirilmesini İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine bıraktı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât'ında bunlara yazılmış mektupları vardır.
Oğulları tasavvufta yetişmiş kıymetli zâtlardandı.
Muhammed Bâkî-billah'ın annesi, evinde kendisine hizmet eden kadın hizmetçileri
olduğu hâlde, dergâhın hizmetini kendisi görürdü. Hattâ tandıra bile ekmeği
kendisi kor, pişirirdi. Yemekleri pişirip hazırlardı.Tâze ekmeği dergâhta
bulunanlar için verir, kendisi kuru ekmek yerdi. Çoğu zaman bir kuru hasır
üzerinde yatardı. Bir gün Muhammed Bâkî-billah, annesini güçsüz ve tâkatsiz bir
hâlde görerek, dergâhın yemek pişirme işini bir başkasının yapmasını söyledi.
Fakat annesi böyle bir hizmetten mahrûm kaldım diye ağlayarak; "Bilmiyorum, ne
kabahatim oldu da, Allahü teâlâ beni bu hizmetten mahrûm eyledi.Yaptığım en iyi
iş, o fazîletli oğlum Muhammed Bâkî-billah'a ve talebelerine ekmek ve yemek
pişirmek idi. Onu da benden aldılar." dedi. Tevâzuunun, inkisârının,
kırıklığının ve edebinin çokluğundan, bu durumu oğlu Muhammed Bâkî-billah
hazretlerine açıklamadı. Annesinin bu ızdırâbı, Muhammed Bâkî-billah
hazretlerine bildirilince, bir nîmet olan bu hizmeti tekrar annesine verdi."
Muhammed Bâkî-billah hazretleri, dâimâ hâllerini gizlerdi. Çok tevâzu sahibiydi.
Suâl soranlara zarûret miktârınca, kısa cevap verirdi. Bununla berâber, tasavvuf
yolunda karşılaşılan derin mânâların halli için sorulan suâlleri, soranın
tamâmen anlayabileceği şekilde, açık şekilde îzâh ederdi.Belki yanlış anlar ve
yanlış yola gider düşüncesiyle, bu hususta çok dikkatli davranırdı. Dâimâ
hüzünlü ve üzüntülü olduğu hâlde, huzûruna gelenlerle neşeli ve tebessüm ederek
konuşurdu. Müslümanlara çok yardım eder, iyi işlerinde onlara faydalı olmaktan
aslâ kaçınmazdı. Âlimlere ve büyüklere, aşırı hürmetleri vardı.
Ramazân-ı şerîf ayında bir gece, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hizmetçilerinden
birisi ile yüksek üstâdına yoğurt göndermişti. Getiren şahıs hizmetçilerine
değil de, doğruca Muhammed Bâkî-billah'ın kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Muhammed
Bâkî-billah bir başkasını uyandırmayıp kendisi kalktı.Yoğurt kabını elinden
alıp: "İsmin nedir, nereden geliyorsun?" buyurdu. "İsmim Bâbâ'dır. ŞeyhAhmed'in
(İmâm-ı Rabbânî'nin) hizmetçisiyim." dedi. Bunun üzerine; "Mâdem ki bizim Şeyh
Ahmed'in hizmetçisisin, bizimle berâbersin." buyurdu. Bu kadarcık bir
görüşmeden, hizmetçide bir sekr, kendinden geçme hâli hâsıl oldu. İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin huzûruna gitti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri: "Hâlin nedir? Sana ne
oldu?" dedi. Kendinden habersiz, mest olmuş bir vaziyette; "Her yerde, taşlarda,
ağaçlarda, yerde, gökte, anlatılamayan, vasfedilmeyen, nihâyetsiz bir nûr
görüyorum. Nasıl anlatayım, ifâdeye, beyâna sığmaz." dedi. İmâm-ı Rabbânî hocası
Muhammed Bâkî-billah'ı kasdederek; "Muhakkak o mübârekler, bu biçârenin
karşısında durup, karşılarında duran bu zerre üzerine bu güneşten bir şuâ
aksetti." buyurdu.
Mîr
Muhammed Nûmân buyurdu ki: Bir gün kızımı hocamın huzûruna gönderdim. Hocam
MuhammedBâkî-billah, daha meme emmekte olan bu çocuğu mübârek kucaklarına alıp,
şefkât ve merhamet gösterdi. Çocuk, elini mübârek sakalına götürüp çekerken, bir
kıl elinde kaldı. Buyurdular ki: "Mîr, senin çocuğun, bizden bir yâdigâr aldı."
O günlerde vefât etti ve o mübârek sakalından bir kıl, teberrüken ve yâdigâr
olarak bizde kaldı.
Beyt:
Saçlarından bir tel beni mest eder,
Hattâ
çok söyledim, kokusu yeter.
Muhammed Bâkî-billah'ın kalplere teveccüh ederek, kalpleri, Allah, Allah diye
zikrettirmesi inâyeti umûmî idi. Bir gün İmâm-ı Rabbânî buyurdu ki: "Bu nîmetin
şumüllü ve umûmî olması, yâni kalbin zikretmesi ve bu yolun daha başlangıcında
cezbe hâsıl olması, hocamız Muhammed Bâkî-billah'ın bu yolda lâzım olan
bereketli bir ilâvesidir." Muhammed Hâşim-i Keşmî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine;
"Daha evvel bu yoldaki büyüklerde bu yok mu idi?" diye sorunca, buyurdu ki:
"Vardı, ama başlangıçta bu kadar umûmî değildi." Ve yine buyurdu ki: "Bu şumûlün
ve bu umûmiliğin sırrını, Muhammed Bâkî-billah'tan sorduğum zaman, buyurdu ki:
"O zamandan bu zamâna kadar isteyenlerin, talebelerin arzu ve himmetleri azaldı
ve karıştı; talebelerin anlama ve gayretleri de azaldı. Şefkatin çokluğu
sebebiyle onlar mücâhede etmeksizin, uğraşmaksızın, büyük gayret sarf etmeksizin
bu yola alınıyorlar. Böylece arzu ve istek sahrasında yaya yürüyenler, bineğe
kavuşuyorlar ve soğuklukları sıcağa dönüyor." Muhammed Hâşim-i Keşmî demiştir
ki: İmâm-ı Rabbânî bu sözleri anlatıp bitirince, bir âh çekti ve şöyle duâ etti:
"Allahü teâlâ ona, talebeleri tarafından, büyük ve hayırlı karşılıklar versin!"
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin şefkati ve merhameti o kadar çoktu ki, bir
defâsındaLâhor şehrinde kıtlık vâki olup, yaşamak güçleşmişti. O günlerde o da,
Lâhor'da bulunuyordu. Hattâ birkaç gün yemek bile yemedi. Her ne zaman
huzurlarına yemek getirseler; "İnsanlar, sokaklarda açlıktan can verirken, bizim
yememiz insafa sığmaz." derdi. Getirilen yemeklerin hepsini açlara dağıtırdı.
Lâhor'dan Delhi'ye giderken çok defâ, yaya yürüyen bir zavallıyı görür,
hayvandan inip, onu bindirir, kendisi yaya yürürdü. Hattâ tanıdıklarından biri
bu yaptığını görerek: "Kendisi yaya gidiyor." denmesin diye, tevâzuundan
sarığını başına iyice geçirerek kendisini belli etmezdi. Şehre yaklaşınca
hâllerini gizlemek niyetiyle, tekrar hayvana binerdi.
Şefkati
ve acıması da çoktu. Bir gece teheccüde kalkmıştı. Bir kedi gelip yorganının
üzerinde uyumuştu. Sabaha kadar sıkıntı ve mihnetlere katlanıp kediyi
uyandırmadı. Eğer kendisinden bir hârika, bir kerâmet zuhûr etseydi, Allahü
teâlânın mahlûkâtına olan aşırı şefkatinden, acımasından dolayı olurdu.
Delhi
şehrindeki fazîletli zâtlardan biri, evliyâlık hâllerinin hâsıl olması için ne
yapmak lâzımsa hepsini göze almıştı. Bunun için her tarafa başvurdu. Senelerce
dolaştı, fakat kalb gözü açılmadı.Maksadına ulaşması için edilen duâlardan bir
tesir görmedi. Arayış içinde olan bu fazîletli zât, Muhammed Bâkî-billah'ın
hâlini ve kemâlini, tasavvuftaki üstün derecesini duymuştu. Bir gün hâlini ona
arz etmeye karar verip, Muhammed Bâkî-billah at üzerinde giderken yanına
yaklaştı. Atının dizginlerini tutup, büyük ve içli bir yalvarma ile vaziyetini
arz etti ve meşakkatinin son bulmasını istedi. Muhammed Bâkî-billah ona merhamet
ederek atından indi ve onu şefkatle kucakladı. Kuvvetlice boynuna sarılıp sıktı.
"Allahü teâlâ senin kalb gözünü açsın." dedi. O anda teveccüh için yalvaran
kimse kalb gözünün açıldığını müşâhede etti. Muhammed Bâkî-billah'ın teveccühü
ile kalb gözü açıldı.
Üç dört
yaşlarında küçük bir çocuk, Kale'nin on beş yirmi metre yüksekliğindeki
duvarından, zemini taş olan yere düşmüş ve kulaklarından kan gelip nefesi
kesilmişti. Çocuğun annesi bu hâdise karşısında çocuğunu kucaklayıp,
çâresizlikler içerisinde ağlayıp inleyerek, doğruca büyük bir velî bildiği
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin huzûruna gitti. Derin bir üzüntü ve içli bir
yalvarışla çocuğunun kurtulması için himmet ve duâ istedi. Muhammed Bâkî-billah
hazretlerinin âdeti şöyleydi ki; teveccüh ve tasarruflarını, mânevî
yardımlarını, sebebler altında gizlerdi. Bu durum karşısında da himmetini
gizleyip bir tıb kitabı istedi. Kitabı alıp; "Öyle anlıyorum ki bu çocuk
ölmeyecek!" buyurdu. Orada bulunanlar hayretler içerisinde kaldılar. Muhammed
Bâkî-billah hazretleri bundan sonra bir müddet sessizce durup çocuğa himmet ve
duâda bulundu. Sonra çocuk eski hâline gelip sapa sağlam oldu. Bu hâdiseye şâhid
olanların şaşkınlığı bir kat daha arttı.
Doğruluktan ve mürüvvetten uzak bir asker, Muhammed Bâkî-billah'ın komşularından
birine eziyet ediyordu. Muhammed Bâkî-billah hazretleri, bu zulmü görerek, rahat
edemeyip, askere nasîhat etti. Fakat o zâlim asker nasîhatlerini kabûl etmedi.
Bâkî-billah, mazluma merhametinin çokluğundan, o zâlime şöyle dedi: "Merhameti
gibi gayreti de çok olan büyük velîlerin komşularına yaptığınız bu iş sizi helâk
eder. Haberiniz olsun!" İki, üç gün sonra o zâlim askeri açıkça hırsızlık yapma
suçundan yakaladılar ve öldürdüler.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri çok tevâzu gösterir ve inkisar, kırıklık içinde
hâllerini hep kusurlu görürdü. Bu hâl kendisini o kadar kaplamıştı ki, eğer
talebesinden biri bir kusur etse ve bunu işitse; "Bunlar bizim fenâ
sıfatlarımızın akisleridir. Biz fenâ olunca onlara da akseder onlar ne
yapabilirler, ellerinden ne gelir?" buyurarak yüksek bir tevâzu gösterirdi.
Emr-i
mârûf ve nehy-i münker yapıp, iyilikleri bildirip, kötülüklerden sakındırırken,
şiddet ve sertlik göstermezdi. Bir kimse dîne uygun olmayan bir iş yapsa veya
söz söylese, yumuşaklıkla, kinâye ve îmâ ile sakındırır, kalb kırmak istemezdi.
Emr-i mârûf yaparken, kendini diğer insanlardan ayırmamak ve üstün görmemek için
çok gayret sarf ederdi. Hiçbir zaman dilinde, meclisinde ve sohbetlerinde hiçbir
müslüman kötülenmezdi. Huzûrunda bulunanlardan birinin kalbinden bir müslüman
hakkında kötü bir düşünce veya hafife alma düşüncesi geçse, Muhammed Bâkî-billah
hazretleri derhal hakkında kötü düşünülen kimseyi medhedici sözler söyleyerek
konuşmaya başlardı.
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: Bir gün câmilerden birinin yanında
talebelere ayrılmış bir odada oturuyordum. Bir talebe diğer bir talebe ile
evliyânın hâlleri üzerinde konuşuyordu. Bir ara bu talebelerden biri, Muhammed
Bâkî-billah'dan bahsedip: "Bu güne kadar çok yerler gezdim. Bu zamanda onun gibi
nefsini terk etmiş, cefâlar çekmiş, kimse yoktur." diyerek şöyle anlattı:
Hâce
Kutbüddîn hazretlerinin mübârek mezârlarının başındaydım. Âniden: "Muhammed
Bâkî-billah hazretleri geliyor." dediler. Mezâra hizmet eden hizmetçi, mezâra
yakın bir yere onlar için bir iskemle ve üzerine minder ve örtü koydu. Muhammed
Bâkî-billah hazretleri için hazırladı. Muhammed Bâkî-billah daha teşrîf etmeden
önce, kendinden habersiz biri içeriye girdi. Gözü iskemleyi ve üzerindeki örtüyü
görünce: "Bu nedir ve kimin içindir?" dedi. Hizmetçi; Muhammed Bâkî-billah'ı
göstererek; "Gelen şu azîz içindir." dedi. O kendinden habersiz adam kızarak,
kötü söyleyerek, Muhammed Bâkî-billah için bağırmaya, sövüp saymaya başladı. Bu
sırada Hazret-i Hâce Bâkî-billah içeri girdi. Söven kimse, onu görünce
huzûrunda, yüzüne karşı daha kötü sözler söyledi ve; "Ey filân! Sen buna lâyık
mısın ki, senin için buraya minder koysunlar?" dedi. Adam bağırıp çağırmaktan
ter içinde kalmıştı. Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin orada bulunan
talebelerinden bir çoğu, onu îkâz etmek istediler. Muhammed Bâkî-billah hepsini
göz işâreti ile bu işten vazgeçirip kendisi kötü sözler söyleyen o kızgın adamın
yanına gidip, yumuşak ve tatlı bir ifâde ile, "Evet, senin dediğin gibidir, ben
öyleyim, ben ona nasıl lâyık olurum, benim haberim olmadan bu işi yaptılar.
Affediniz efendim ve kalbinizi, bana karşı kötü düşünceden boşaltınız." deyip,
kaftanlarının kolu ile o bağıran adamın alnının terlerini sildi. Sonra ona
birkaç altın verdi. Böylece adamın öfkesi yatıştı. Bu hâdiseyi nakleden kimse
sonra şöyle dedi: "Ben o adamın bağırıp çağırmaları karşısında Muhammed
Bâkî-billah hazretlerinin hâlinde ve konuşmasında en ufak bir değişme görmedim.
İşte o zaman yeryüzünde, melek sıfatlı bir kimsenin bulunduğunu yakînen anladım.
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin zamânında kendisini seven vâliler kendisi ve
fakirlere dağıtması için, altın ve gümüş paralar gönderirlerdi. Muhammed
Bâkî-billah hazretleri bu paraları fakirlere dağıtırdı. Maksaddan ve hakîkatten
uzak bâzı zavallılar onu kendileri gibi zannedip dil uzatırlardı.Talebeleri
böyle hâdiselere mâni olmak, müdâhale etmek istedikleri zaman, buna mâni olur
yumuşaklık, tatlılık ve güzel vasıflar ile sıfatlanmalarını sağlardı.
Talebelerine, sözle, hareketle, kendilerini kusurlu ve küçük görme hâlini ve
yapılan cefâlara katlanmayı dâimâ gösterir ve buna; "Maksada kavuşturucu bir
delîl ve irfân yolunun rehberi." derdi.Talebelerinden buna uymayan bir şey
meydana gelseydi, kırılarak çok nasîhat ederdi.
Hân-ı
Hânân ismiyle meşhûr Abdürrahîm Hân onu sevenlerden olup, tam bir muhabbetle
bağlıydı. Bâkî-billah hazretlerinin hacca gideceklerini duyunca, yüz bin rubiyye
(o zamânın parası) kendisinin ve talebelerinin yemek ve yol parası olarak
gönderdi. "Bu hediyemi, merhamet ederek kabûl etsinler." dedi.
MuhammedBâkî-billah hazretleri bunu duyunca durup: "Bizim gibilerin hacca
gitmesi müslümanların altın ve gümüşlerini kendimize sarf etmenin karşılığı
olmaz!" deyip, kabûl etmedi ve geri döndü.
Giymede, yemede, oturmada hiçbir şeye özenmez ve heves etmezdi. Sevmediği ve
tabiatının arzu etmediği bir yemeği birkaç gün üst-üste önüne getirseler; "Bir
başka yemek getirin." demezdi. Bunun gibi, bir elbise uzun bir zaman üzerinde
kalsaydı, "Bir başkasını getirin giyeyim." demezdi.
Bedenen
zayıf olup, dâimâ abdestli olmaya, daha çok ibâdet ve tâat yapmaya
uğraşırdı.Yatsı namazından sonra odasına döner bir mikdâr murâkabe ile meşgûl
olur, âzâlarının zayıflığı galebe gösterince, kalkar abdest alır, iki rekat
namaz kılar, yeniden otururdu. Bedeninde hâlsizlik ve yorgunluk vâki olunca,
tekrar abdest alır, gecenin çoğu böyle geçerdi.
Yemek
yemede ihtiyâtı o kadar çoktu ki, bir hediye gelse, onu; "Biz hediyeyi
geri çevirmeyiz" hadîs-i şerîfine göre geri çevirmez, ama husûsî işlerine de
sarf etmezdi. Daha temiz ve daha iyi yerden borç alır ve fıkıhta bildirildiği şekilde
"Bu daha helâldir ve daha iyidir." hükmü ile hareket eder ve hediyeyi oraya
verirdi. Yemek pişirenin abdestli, hattâ huzur ve safâ sâhiplerinden olmasını,
yemek pişirirken çarşı, pazar ve dünyâ kelâmı söylenmemesini iyice tenbih
ederdi. "Huzur ve ihtiyât sâhibi olmayanın yemeklerinden, bir duman çıkar feyz
kapısını kapatır ve feyzin gelmesine engel olur, feyze vesîle olan temiz rûhlar,
kalb aynasının karşılarında durmazlar" derdi. Bütün talebelerini bu husûsa
riayete teşvik eder, az bile olsa, riâyet etmeyenlerin hâllerinden bunu anlardı.
Bir gün
hâl ve keşf sâhibi dostlarından biri gelip; "Hâlimde bir bağlanma, bir kapanma,
kalbimde bir karartı görüyorum ve hissediyorum, ne kabahat işlediğimi
bilemiyorum." deyince, Hâce hazretleri; "Yemeklerde ihtiyâtsızlık vâki oldu."
buyurdu. "Yemekler, her günkü yemeklerdi." deyince, Muhammed Bâkî-billah
hazretleri: "İyi düşününüz, iyi düşününüz ki, bundan başkası olmasa gerek.
Muhakkak ufak bir ihtiyâtsızlık bu hâle sebeb olmuştur." dedi. İyice düşününce;
"Yemek pişerken, ihtiyâtlı olmayan, helâl olduğu şüpheli iki üç odunun da yemek
pişirmek için yakıldığını hatırladım." dedi.Bunun gibi, şüphelilerden sakındığı
gibi, mübâhların fazlasından da sakınır, mübâhları zarûret mikdârı kullanırdı.
Yemek
husûsundaki bu ihtiyâtı, onların mübârek yollarının ve hâllerinin letâfet ve
temizliği sebebiyleydi. Temiz bir aynaya, bir nefesin bile tesir edeceği kadar,
saf ve temizdi. Bu sebepten, talebeleri toplanınca, etraflarında en temiz ve en
muhlis olanları oturturlardı. Aralarında bir yabancı olsa, hemen onun gafleti,
noksanlığı, düşünceleri mübârek kalb aynasına aksederdi.
Bir gün
dervişlerden birinin bir yorgana ihtiyâcı oldu.Hatırından, ondan bir yorgan
istemeyi geçirdi. Muhammed Bâkî-billah hazretlerine bu düşüncesi, zâhir olup,
namazdan sonra; "Filân dervişe ve yorgan ihtiyâcı olanlara, yorgan veriniz."
buyurdu. O derviş; "O günden beri Muhammed Bâkî-billah hazretlerini üzecek bir
düşüncenin kalbimden geçeceğinden korktum." demiştir.
Bir
gün, azîzlerden biri, onun muhlis talebelerinden birine, arzu ve istek dolu bir
mektup gönderdi. Bu mektup Muhammed Bâkî-billah hazretlerine takdim edildi.
Yüksek bir tevâzu ile mektubun arkasına şöyle yazdı: "Maalesef bu âcizde iş
yapacak kuvvet kalmadı.Allahü teâlâ, bu geride kalmış günlerinin mâtemini tutana
birkaç gün ömür verirse, en büyük gayretle maksadı ararım, hayâtımı bu yolda
veririm. Allahü teâlâ bu miskine, her iki cihândaki işini, kudret-i ilâhiyyeye
bırakmasını ve bütün tutulmalardan kurtulmasını ihsân eylesin. Âmin. Yâ
Rabb-el-âlemîn... O kardeşime ricâ ederim ki, bu arzunun husûlü için, yüzünüzü
yerlere sürünüz. Ve fakîrin bu arzusuna kavuşması için Allahü teâlâya duâ
ediniz. Zîrâ arkadan, gıyâben yapılan duâları, Allahü teâlâ hemen kabûl eder.
Duâlar ederim efendim."
Muhammed Hâşim-i Keşmî, Şeyh Tâceddîn'den şöyle nakletmiştir: Birgün Muhammed
Bâkî-billah hazretleri, nehre doğru gidiyordu. Muzdarip, garip, çok üzüntülü
olduğu anlaşılıyordu. Ben de arkasından gidiyordum. Biraz sonra, arkasından
geldiğimi anladı, âh ederek, içli bir sesle; "Ey Tâceddîn, vâridât, feyzler,
nûrlar, hâller ve esrârı o kadar üzerime yağdırıyorlar ki, bu nehir mürekkeb
olsa, onları yazamadan biter. Amma benim için bunlardan ne çıkar. Benim aradığım
görülemez, bilinemez, istek anlatılamaz, istenen vasfedilemez." buyurdu.
Beyt:
Ne
taleb dile gelir, ne matlûb anlatılır,
Ne onun
bir benzeri, ne bunun misli vardır.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri, tasavvuf hâlleri içinde kendinden geçmiş bir
durumda olmasına rağmen, iki sene talebelerini yetiştirmekle meşgûl oldu.
Talebelerinin en büyüğü ve en üstünü olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri tasavvufta
yetişip kemâle ulaşınca, kendini sohbetten tâlim ve telkinden çekip, dostlarını
ve talebelerinin yetiştirilmesini ona havâle etti. Kendini bu işten çekip,
yalnızlığı tercih etti. Âhirete âit büyük bir elem ve üzüntü ile yalnız kaldı.
Sâdece cemâatle namaz kılmak için dışarı çıkardı.
Muhammed Bâkî-billah
hazretlerini kim görse; "Yeryüzünde yürüyen bir meyyite kim bakmak isterse,
Ebû Kuhâfe'nin oğluna, yâni Ebû Bekr-i Sıddîk'a baksın." hadîs-i şerîfini
hatırlardı. Bununla berâber, nazarlarının heybet ve tesiri duvarlara işlerdi.
Gafiller, kendisini görünce; "Onları görenler Allah'ı hatırlarlar."
hadîs-i şerîfini akıllarına getirirlerdi. Hattâ öyle ki; bir gün Hindûların
tarlalarının bulunduğu bir köyden
geçiyordu. Orada bulunanların gözleri Muhammed Bâkî-billah hazretlerine
takılınca, birbirlerine: "Bu nasıl bir insandır ki, onu görünce Allah hâtırımıza
geldi." dediler.
Bir zât
şöyle anlatmıştır: "Bir gün, gelip namaza yetiştim ve Muhammed Bâkî-billah'ın da
bulunduğu cemâate dâhil oldum. Her taraf doluydu. Yalnız Muhammed Bâkî-billah'ın
yanı boştu. Ben, Muhammed Bâkî-billah'ı yakînen tanımıyordum. O boşluğa oturdum.
Biraz sonra Muhammed Bâkî-billah'ın heybet ve azâmetleri kalbime hücûm etti.
Hattâ ondan bir hayli uzaklaştığım hâlde sükûnet bulamadım. Elimde olmayarak,
biraz daha arkaya çekildim. Böylece, öyle bir yere geldim ki, ayağımı biraz daha
arkaya götürsem sofadan düşecektim. Bu hâl bana çok tesir etti o günden sonra, o
âriflerin büyüğünün muhlislerinden, sevenlerinden oldum."
Bütün
bu heybetiyle berâber, ızdırabının coşması ve şöhretten kaçarak kendini halkın
gözünden düşürmek arzusu ile, yalnız başına sokaklarda ve pazarda dolaşır ve bir
duvarın gölgesinde toprağın üstünde otururdu. Bu kendinden geçme ve hayret
zamanlarında, dinden kıl ucu kadar ayrılmaz, azîmetle olan amellerinde bir
gevşeklik olmazdı.
Eğer
talebelerinden birinin bir edebi terk ettiğini bilse, zâhirde kızmaz, dile almaz
ama yakın oldukları hâlde, bâtınlarını ondan çekerler, ayırırlardı. Bâzan rüyâda
îkâz eden emirler verirdi. Hatâ ve eksikliklerini talebelerine bu yollarla
bildirirdi.
Mertebesinin yüksekliğine en büyük delîl şudur: İki üç sene irşâd makâmında
kaldı. Bu kısa zamanda, nice insanlar onun şerefli sofrasından nasîb aldılar.
Hindistan memleketi, onların bereket ve ihsânları ile doldu ve bu diyarda garib
olan, bilinmeyen Ahrâriyye yolu büyük revâç görüp, bu yoldan çok büyüklerin
yetişmeleri, onların sâyesinde mümkün oldu.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri, insanların olgunluk yaşı olup, mânevî
kemâllerin de yaşı olan kırk yaşına gelince, bu sıkıntılarla dolu cihânın
darlığından kurtulmak istedi. Bu günlerde birinin vefât haberini işitip baştan
başa dertli olan kalbinden içli bir âh sesi duyuldu. Ve; "Çok iyi oldu,
kurtuldu" buyurdu. Bundan maksadı, mevhûm olan varlık libâsından kurtulmaktır.
Zîrâ dünyâda olanlar, yalnız matlûbu duymakla kalırlar. Şöyle ki, Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî vefâtı zamanında, bu esrârı terennüm eyledi.
Beyt:
Ben
tenden kurtulurum, o hayâlden kurtulur,
Gideyim, kavuşmanın sonu böyle bulunur.
Vefâtı
yaklaştığı son günlerde hanımına; "Ben kırk yaşına gelince, büyük bir hâdise
önüme gelir." buyurdu. Mübârek ellerini açtı ve; "Elimde olan çizgi, sana
söylediğim sözün nişânıdır." dedi. Yine bu günlerden bir gün, eline bir ayna
alıp, hanımını çağırdı ve; "Gel berâber bu aynaya bakalım." dedi. O afîfe hâtun
şöyle demiştir; "Aynada, onu tamâmen beyaz sakallı gördüm ve korktum. Bana böyle
görünmeyiniz, bakmaya gücüm yetmiyor." dedim. Tebessüm etti ve kendini asıl
şeklinde gösterdi.
Kendi
keşflerini, bir rüyâ görmüş gibi anlatmaları âdeti olduğundan, "Evliyâullahtan
birine, bu yakınlarda Nakşibendî silsilesinin büyüklerinden biri âhirete intikâl
edecektir. Delhî şehrinin kenârında bir yere gömülsün ve insanlara karışmaktan
kurtulsun diye bildirildi." dedi. Bu zâtın kim olduğu husûsunda, bâzı talebeleri
istihâre eylediler, izin verilmediğini anlayınca, istihâreden vaz geçtiler.
Bir gün
kendisi için; "Bana şöyle bildirdiler ki; Senin dünyâya gelmekten maksadın,
tamam oldu.Dünyâda işin kalmadı, artık sefere çıkmak îcâb ediyor." buyurdu.
Muhammed Bâkî-billah hazretleri 1603 (H.1012) senesinde bir hastalığa tutuldu ve
şöyle buyurdu: Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ı rüyâda gördüm ve bana; "Gömlek
giyiniz." buyurdu. Bu rüyâyı anlattıktan sonra, tebessüm etti ve; "Eğer yaşarsam
öyle yaparım, yaşamazsam, gömleğim kefenimdir." buyurdu.
Bu
günlerde sefere çıkmak isteyen muhlis talebelerinden birine de; "Birkaç gün bir
yere gitmeyiniz, son günlerimi yaşıyorum." dedi. Sâdık talebelerinden birçokları
gelmişlerdi. Zâfiyetinin, hastalığının çok olduğu zamanlar, derin ilimler beyân
eyleyip, çok yüksek hakîkatlerden bahsetti. Bir gece, hastalık ve zâfiyet o hâle
geldi ki, gören can vermekte olduğunu sanırdı. Bir müddet sonra kendine gelip;
"Eğer ölmek bu ise, ne büyük bir nîmettir. Bu hâlden kurtulmak istemiyorum."
buyurdu. Cemâzilâhir ayının yirmi beşindeCumartesi günü, hazırlık ve ayrılık
eserleri görünmeğe başladı. Bütün dostlarına bakışları ile vedâ ederken,
talebeleri, eshâbı ve dostları ağlamağa başladılar. Muhammed Bâkî-billah ise
tebessüm buyurup hayretle bakıyor ve sanki: "Siz nasıl dervişlersiniz, kazâya
rızâ dâiresinden çıkıp ağlarsınız." diye söylemek istiyordu. Bu sırada
talebelerinden biri: "Yâ İlâh-el-âlemîn" mübârek kelimesini söyledi. Süratle
onun tarafına bakıp, mübârek yüzünü onun tarafına çevirdi. Orada olanlardan biri
"Onların bu hareket ve teveccühü hakîkî mahbûbun ismini duyma şevkindendir."
buyurunca, bu sözün tesiri ile mübârek gözleri yaş ile doldu. İkindi vakti
yaklaşmıştı. Sesli olarak Allahü teâlânın ismini zikretmekle meşgûl olup
böylece; "Allah, Allah..." diye rûhunu teslim eyledi.
Vefâtından sonra, en sâdık talebeleri, karar verdikleri bir yere mezârlarını
kazdılar. Fakat tâbutu oraya götüremediler. Telâşla bir başka yere götürdüler.
Tâbutu yere indirdikten sonra, ne görsünler! Orası bir defâsında Muhammed
Bâkî-billah hazretlerinin talebeleri ile geldikleri bir yerdi. Beğendiği bu
yerde abdest alıp, iki rekat namaz kılmıştı. O temiz yerden bir mikdâr toprak
eteğine yapışmıştı ve; "Bu yerin toprağı bizim eteğimizi tuttu." buyurmuştu. Ana
caddeye yakın olan bu yerde kabrini kazdılar. Bu irşâd memleketinin pâdişâhını,
içli üzüntülerle mezâra indirdiler. Hâce Hüsâmeddîn hazretlerinin gayretleri
ile, mezârın etrafına; ağaçlar, meyveler, çiçekler dikip, orasını gâyet güzel
bir bahçe yaptılar. Kabr-i şerîfini ziyâret edenler bereket ve şifâ bulurlar.
Beyt:
Magfiret nûru parlasın, mezârında mum yerine,
Kapına
gelenin kalbi gark olsun nûr denizine.
Fazîletli zâtlar ve ârifler vefât târihi için mersiyeler yazdılar. Bu şiirlerden
birinin son mısraında geçen "Bahr-ı ma'rifet" ifâdesi, ebced hesâbına göre,
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin vefât tarihi olan hicrî "1012" senesini
göstermektedir. Bu şiirin tercümesi şöyledir:
Bir zât
ki mahbûbu ile bâki oldu,
Ve
sıfatlarından hep fâni oldu.
Hâlıkına âşık, tam bir aşk ile,
Mahlûkâta çok merhametli oldu.
Onun
vasl senesi susuz dilime,
Bak ne
güzel "Bahr-i ma'rifet" oldu.
Mîr
Muhammed Nûmân şöyle anlatmıştır: "Horasanlı bir genci, Akra'da hastahânede
hasta yatar gördüm. Hastalığını sorduğumda; "Ben sağlam bir insandım. Dekken'de
Hazret-i Hâce Bâkî'yi rüyâda gördüm. Onların aşkı ile buraya kadar geldim.
Vefâtı haberlerini duyunca, çok üzüldüm ve şimdi hastayım. Bu hastalığım ve
harâb hâlim, o büyüğe olan muhabbetimdendir." diyerek hüngür hüngür ağladı.
Muhammed Bâkî-billah'ın eserleri şunlardır:
1) Külliyât-ı Bâkî-billah:
Bir kitapta toplanmıştır. 2) Mektupları, 3) Rubâiyyât: Bu
eserini İmâm-ı Rabbânî hazretleri Şerhu Rubâiyyât adıyla şerh etmiştir.
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin mektuplarından kırk bir tânesi,
Zübdet-ül-Makâmât kitabında ayrı bir bölüm olarak yazılmıştır.
Mektuplarından bir tânesi:
6'ncı
Mektup (Bu mektup, Şeyh Tâceddîn'e gönderilmiştir.):
"Devamlı abdestli bulunmak, helâl yemek yemeye dikkat etmek, bütün günahlardan,
gıybetten, söz taşıyıcılıktan, mümini aşağılamaktan, müslümana düşman olmaktan,
kin tutmaktan, eli altında olanlara kızmaktan ve sert davranmaktan sakınmak
lâzımdır. Bizim yolumuzun esâsı budur. Bunlarsız iş sağlam olmaz. Ama bu
sayılanlarda arada bir gevşeklik olursa, bu işi, yâni büyüklerin verdiği
vazifeleri ve o yolun îcâblarını terk etmemeli, aksine tövbe ve istigfâr etmeli,
aldığı ve yapmakta olduğu vazifelere daha sıkı sarılmalıdır. Meâlen:
"Muhakkak ki sevâplar, günahları götürür." âyetinin sırrı ortaya çıksın. Doğru yolda
bulunanlara selâm olsun!"
Muhammed Bâkî-billah hazretleri buyurdular ki:
"Kalbinde mârifet-i ilâhî isteği olmayanla sohbet etme, arkadaşlırk yapma.
İlmini: mevkî, makam ve övünmek için vesîle eden âlimlerden, aslandan kaçar gibi
kaçınız."
"Câhil
tarîkatçılarla berâber bulunmaktan sakınınız."
"Mârifetin kısım ve
mertebeleri çoktur. İşin esâsı, dînimizin esâsı üzere olmaktır."
"Oruç
tutmak, Allahü teâlânın sıfatıyla sıfatlanmaktır. Zîrâ Allahü teâlâ yemekten ve
içmekten münezzehtir."
"Bu
yolun büyükleri son derece gayretli ve nâziktirler. Onların yolu, hiç eksiksiz
Resûlullah'ın yoludur."
"Rızâ
sâhiblerine, belâlar musîbet değildir. Onlar belâları beğenmemezlik etmezler.
Çünkü, belâları veren yine Allahü teâladır."
"Resûlullah'a tâbi olmak, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdında bulunmak ve bu
büyüklerin nisbetini (bağlılık ve muhabbetlerini) kalbinde saklamak, dünyânın
her nîmetinden iyidir."
"Sâdıklar ve hakîkate erenler sözbirliği ile diyoruz ki: "Sırât-ı müstakîm, yâni
şaşmayan doğru yol, Ehl-i sünnet vel-cemâatin yoludur."
"Müslümanlık; yapmak,
yaşamak, ahkâm-ı ilâhîyeyi yerine getirmek demektir."
"Sözün
özü şudur ki: Gönül dostla olmalı, beden de işte bulunmalıdır."
"Sakın
helâl ve haramdan her bulduğunu korkusuzca yiyenlerden olma!"
"Haram
ve şüpheli bir lokma yememek için, çok gayret ve dikkat etmelidir."
"Ümîd
ipinin ucunu hiçbir zaman elden bırakmamalıdır."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ANA DUÂSI
Yine
ilk günlerine temasla şöyle anlatmıştır: "O günlerde muhterem annem;
kararsızlığımın, kudretsizliğimin ve zayıflığımın çokluğunu görünce, kırık ve
mahzûn bir kalb ile ihtiyâç ve acz içinde ağlayarak Allahü teâlâya yalvarıp,
şöyle duâ etti: "Ey benim ve seni istemekte her şeyden vaz geçmiş ve gençliğin
lezzet ve arzularından el çekmiş olan oğlumun Rabbî! Ya onu maksadına kavuştur
veya beni daha yaşatma ki, oğlumun maksadına kavuşmamasına ve elemine
dayanamıyorum."Annem çok defâ gece yarıları sahralara çıkar, Allahü teâlâya
böyle münâcât ve duâ ederdi. O duâ ve yalvarmaları sebebiyle,Allahü teâlâ benim
kalb gözümü açtı. Allahü teâlâ bizim tarafımızdan ona en iyi karşılıklar
versin."
BEN DEĞİLİM
Horasanlı bir genç, bir müddet, Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyârî Üveysî'nin feyz ve
nûr saçan mezârına gider. Bu mübârek zâtın rûhâniyetinden, hayatta olan bir
mürşid-i kâmilin kendisine bildirilmesini ister. Muhammed Bâkî-billah Delhi'ye
geldiği gece, bu genç rüyâda, Nakşibendî büyüklerinden birinin geldiğini görür.
Emre uyarak, Muhammed Bâkî-billah'ın huzûruna gelip, rüyâda gördüklerini arz
eder ve kabûl edilmesi için yalvarır. Fakat cevâbında; "Bu miskîn kendimi bu işe
lâyık göremiyorum, herhâlde başkası olsa gerek." buyurur. Çok fazla tevâzu
gösterdiği ve çeşit çeşit özürler dilediği için, genç tekrar kaldığı yere döner.
Ertesi gece rüyâda kendisine; "O büyük, huzûruna çıktığın ve sana inkisârını
beyân eyleyen zâttır." buyururlar. Sabahleyin tekrar huzûruna gelir, fakat bir
daha geri çevrilmez. İhtimâmla kabûl edilip, her ne gördüyse orada görür.
SEN ÖYLE
SANIRSIN
Muhammed Bâkî-billah'ın komşularından bir genç içki içer ve her çeşit kötülüğü
yapardı. Bunu duyar ve ıslâhı için bekleyip tahammül ederdi. Bir gün
Hâce Hüsâmeddîn'in haber vermesiyle, görevliler o genci yakaladılar ve hapse
attılar. Muhammed Bâkî-billah bunu duyunca, Hâce Hüsâmeddîn'i çağırıp darıldı.
Hâce Hüsâmeddîn: "Öyle fâsık, öyle kötü bir kimsedir ki, kötülükleri sayısız ve
başkalarına zarar verir hâldedir." deyince, üzüntülü bir şekilde, derin bir âh
çekip buyurdu ki: "Sen kendini sâlih, temiz ve hayırlı gördüğünden senin
nazarında o, fâsık, kötü ve şerîr görünüyor. Fakat biz ki, hiçbir şekilde
kendimizi ondan farklı görmüyoruz. Nasıl olur da onun zararına bir söz
söyleriz?" Sonra o genci, araya girerek hapisten çıkardılar. O genç, komşusu
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin yakın alâkası ve şefkati karşısında son
derece memnun olup, günahlarına tövbe etti. Kötü işlerden vaz geçti ve
sâlihlerden oldu.
HAKÎKÎ
TEVEKKÜL
Muhammed Bâkî-billah hazretleri buyurdu ki: "Tevekkül, sebebe yapışmayıp, tembel
oturmak değildir. Çünkü böyle olmak, Allahü teâlâya karşı edepsizlik olur.
Müslümanın meşrû olan bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe yapıştıktan ve
çalışmaya başladıktan sonra tevekkül edilir. Yâni istenilen şey, bunun hâsıl
olmasına sebeb olan şeyden beklenilmez. Çünkü Allahü teâlâ sebebi, istenilen
şeye kavuşmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hâsıl olmasına sebeb
olan işi yapmayıp da, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp
pencereden atılmasını istemeye benzer ki, edebsizlik olur. Allahü teâlâ
ihtiyâçlarımıza kavuşmak için kapıyı yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapamamız
doğru değildir. Bizim vazifemiz kapıya gidip beklemektir. Sonrasını O bilir. Çok
zaman kapıdan gönderir. Dilediği zaman da pencereden atarak verir."
BEYİTLER
ANA DUÂSI
Muhammed Bâkî-billâh, kerâmet hazînesi,
Velîler
zincirinin, yirmi sekizincisi,
İmâm-ı
Rabbânî’yi, yetiştiren büyük zât,
Kırk
yaşına gelince, eyledi Hakk’a vuslat.
Çocuk
yaşta başladı, din ilmini tahsîle,
Zâhirî
ilimleri, öğrendi tamâmiyle.
Tasavvufa girmeye, pek çoktu muhabbeti,
Herkesi
şaşırtırdı, bu yoldaki gayreti.
Feyz
alacak bir velî, bir büyük arıyordu,
Her
nerede işitse, o yere varıyordu.
Öyle
çok arardı ki, böyle kâmil bir zâtı,
Yetmezdi fazlasına, bir insanın tâkatı.
Hattâ
Lâhor şehrinin, killi olup toprağı,
Çok
çamurlu olurdu, yollarıyla sokağı.
Bu
çamurlu yollarda, bir miktar yol yürümek,
Çok
meşakkatli olup, insanı yorardı pek.
Lâkin
o, hiç aldırış, etmezdi zerre bile,
Bir
gönül sâhibini, arıyordu şevk ile.
Bir
üstad bulmak için, çırpınıp duruyordu.
Annesi
bu hâline, hiç dayanamıyordu.
Gece
yarılarında çıkarak sahralara,
Oğluna
duâ için, yalvarırdı Allaha:
“Yâ
Rabbî, evlâdımın, murâdı neyse şâyet,
Sevdiğin kullarının, hürmetine ihsân et!
Ya
kavuştur oğlumu, ne ise, murâdına,
Ya beni
yaşatma ki, tâkatim yoktur buna.”
Böyle
duâ ederdi, göz yaşları dökerek,
Dergâhta her hizmeti, o yapardı severek.
Hem
dahî birden fazla, hizmetçiler var iken,
O
yapardı her işi, yaşlı hâline rağmen.
Tâze
pişen ekmeği, verip talebelere,
Kendisi
kuru ekmek yer idi pek çok kere.
Zevk
ile yapıyordu, bilumum hizmetleri,
Bir
hasır üzerinde, yatıyordu ekseri.
Oğlu
bunu görerek, çok acıdı hâline,
Yemek
yapma işini, verdi başka birine.
Ve
lâkin vâlidesi, öğrendi bu haberi,
Çok
üzülüp ağladı, fazlalaştı kederi.
Dedi:
“Ne kabahatim, oldu ki, bilmiyorum,
Bu
kıymetli hizmetten, mahrum ediliyorum.
Ömrümün
sonlarında, şu mübârek dergâha,
Hem
dahî fazîletli, oğlum Bâkî-billâh’a,
Hizmet
etmekten gayri, yok idi bir sermâyem,
Bu idi
bu dünyâda, yaşamaktan tek gâyem.
Âhirette kurtuluş, ümîdim bu hizmeti,
Ne
yazık ki, kaçırdım, elimden o da gitti.”
O,
böyle söyleyerek, ağlardı kederinden,
Lâkin
söyleyemezdi, oğluna, edebinden.
Onun bu
üzüntülü, hâlini öğrendiler,
Gelip
Bâkî-billâh’a, bunu haber verdiler:
“Efendim olsun şundan, mâlûmatı âlîniz,
Hizmetten oldum diye, çok ağlıyor anneniz.”
Buyurdu
ki: “Ben ona, merhamet ettiğimden,
Yemek
hizmetlerini, almış idim kendinden,
Mâdemki
üzülüyor, hizmetin gittiğine,
Eski
hizmetlerini, verin yine kendine.”
Vâlidesi sevinip, şükreyledi Allah'a,
Ve
teşekkür eyledi, oğlu Bâkî-billâh’a,
Ganîmet
biliyordu, o yaşta bu hizmeti,
Kuvveti
az olsa da, pek fazlaydı gayreti.
İlâhî,
bu anneyle, oğlunun hürmetine,
Dâhil
et bizleri de, Cennet ve cemâline.
KAYNAKLAR
1)
Mektûbât-ı İmâm-ıRabbânî
2) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1115
3)
Mebde' ve Me'âd Risâlesi; s.59
4)
Mükâşefât-ı Gaybiyye; s.241
5)
Eshâb-ı Kirâm; (6. Baskı) s.314
6)
Zübdet-ül-Makâmât; s.5
7)
Umdet-ül-Makâmât; s.84
8)
Hadarât-ül-Kuds; s.34
9)
Hadâik-ül-Verdiyye; s.178
10)
İrgâm-ül-Merîd; s.68
11)
Behçet-üs-Seniyye; s.77
12)
Hadîkat-ül-Evliyâ; c.1, s.92
13)
Külliyât-ı Bâkî-billah
14)
İrfâniyyât-ı Bâkî; s.7, 8, 9, 10
15)
Hulâsât-ül-Eser; c.4, s.288
16)
Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.287
17)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.16, s.66
|
|