MUHAMMED BÂKIR
Peygamber efendimizin Eshâb-ı kirâmını görenlerin zamanında yetişen en büyük
velîlerden. On iki İmâmın beşincisidir. Hazret-i Hüseyin'in torunu ve İmâm-ı
Zeynelâbidîn hazretlerinin oğlu İmâm-ıCâfer-i Sâdık hazretlerinin babasıdır.
Künyesi Ebû Câfer'dir. Bütün ilimlere vâkıf olduğu için kendisine ilimde ve
fazîlette üstün mânâsına Bâkır denildi. 676 (H.57) senesinde Medîne-i münevverede
doğdu. 731 (H.113) senesinde aynı yerde vefât etti.Cennetü'l-Bakî Kabristanında
babasının yanına defnedildi.
Eshâb-ı
kirâmdan hazret-i Câbir ve hazret-i Enes bin Mâlik ile görüşüp onlardan ve
Tâbiînden olan büyük zâtlardan ilim öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet eden Muhammed
Bâkır hazretleri Medîne'nin büyük fıkıh âlimlerinden oldu. Zamânında bütün
dünyâdaki evliyânın feyz kaynağı oldu. Evliyâlık yolunda olanlara feyzler onun
vâsıtasıyla geldi. İmâmlığı on dokuz sene sürdü.
Ebû
İshâk es-Sebîî, Atâ bin Ebî Rebâh, Amr bin Dînâr, İbn-i Şihâb ez-Zührî, Rebî bin
Heysem, Haccâc bin Evtâd, Mekhûl eş-Şâmî, İmâm-ı Evzâî, İmâm-ıA'meş, Kâsım bin
el-Fadl, İbn-i Cüreyc ve başka âlimler de kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet
ettiler. Buharî ve Müslim bu hadîs-i şerîflerden bâzılarını kitaplarına aldılar.
Hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'i çok severdi. Zamânında bâzı kimselerin
bunlara düşmanlıkta bulunduklarını ve bunu da Ehl-i beyte olan sevgilerinden
yaptıklarını iddiâ ettiklerini duyunca, çok üzüldü: "Ben hazret-i Ebû Bekr'le
hazret-i Ömer'e düşmanlık eden kimselerden uzağım. Onlar da benden uzaktır"
buyurdu.
Bir
gün, sohbet esnâsında, hazret-i Ebû Bekr'den rivâyetle bir hadîs-i şerîf
okudular. Orada bulunanlardan birisi; "Hayır, bu hadîs-i şerîfin râvisi, Ebû
Bekr değil, başka bir zâttır." dedi. Bunun üzerine İmâm; "Bu hadîs-i şerîfin
râvisi Ebû Bekr'dir." buyurdu. O kimse iknâ olmayıp, îtirâza devâm edince,
İmâm-ıMuhammed Bâkır hazretleri toparlandı, ellerini dizlerine koydu ve; "Ey
hazret-i Ebû Bekr! Bu hadîs-i şerîfin râvisi siz değil misiniz?" dedi. Bunun
üzerine "Evet, yâ Muhammed bin Ali, doğru söylüyorsun. O hadîs-i şerîfin râvisi
benim." sesi duyuldu ki, herkes bu sesi işitti.
Medîne'de bir grup insanla oturmuştu. Mübârek başını önüne eğdi. Bir müddet
sonra kaldırdı ve; "Bir kişi, bir sene sonra Medîne'ye gelecek. Üç gün boyunca,
dört bin asker bulunan ordusu ile nice insan öldürecek. Bundan büyük zarar
göreceksiniz. Bundan sakınınız!" buyurdu. Buna Medînelilerden küçük bir grup ile
Hâşimoğulları inandı. Çoğunluk inanmadı. Bir sene sonra kendisine inananları
alarak Medîne'nin dışına çıktılar. Nâfi bin Ezrak ordusu ile geldi.Muhammed
Bâkır'ın buyurduğu zararları yaptı. ArtıkMedîneliler; "Bundan sonra İmâm-ı Bâkır
hazretlerinin her sözüne inanırız. Her sözü doğrudur. Çünkü o, Resûlullah
efendimizin evlâdındandır." dediler.
İmâm-ı
Muhammed Bâkır, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye bakıp; "İslâmiyeti bozanlar çoğaldığı
zaman, sen onu canlandıracaksın. Sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların
sığınağı olacaksın! Sapıkları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın
olacak!" buyurdu.
Talebelerinden biri anlatıyor: "Mekke'de idim. Muhammed Bâkır'ı görmeyi çok arzu
ettim. Medîne'ye vardığım gece, şiddetli yağmur ve soğuk vardı. Gece yarısı
evinin kapısına geldim. Kapıyı vurayım mı, yoksa sabahı bekliyeyim mi diye
düşünürken, içerden mübârek sesini işittim. Hizmetçisine"Kalk! Dışarıda biri
var, kapıyı aç. O bu gece yağmura tutuldu, hava da soğuk." buyurdu. Kapı açıldı,
içeri girdim."
Henüz
hiçbir şey yok iken kendisinin Devrekiye'ye vâli olacağını ve çok geniş
topraklara sâhib olacağını kerâmet olarak bildirdi ve gerçekten de bir müddet
sonra aynı yere vâli oldu.
Zamânında bulunanlardan biri şöyle anlatıyor: Muhammed Bâkır ile berâberHalîfe
Hişâm bin Abdül-Melik'in evine uğradık. "Bu ev harâb olacaktır. Hattâ toprağı
başka yere nakledilip taşları açıkta kalacaktır." buyurdu. Bu söze çok hayret
ettim. Halîfe Hişâm'ın evini kim yıkabilir, diye düşündüm. Nihâyet Hişâm vefât
edip, yerine oğlu Velid geçti ve bu evin yıkılmasını emretti.Hakîkaten ev
yıkıldı, toprağını başka yere naklettiler ve taşları açıkta kaldı.
İmâm-ı
Muhammed Bâkır atlı olarak Medîne'ye gidiyorlardı. Biraz gidince, karşılarına
iki kişi çıktı. İmâm hazretleri; "Bunları yakalayın, bunlar hırsızdır." buyurdu.
Hizmetçiler o kişileri tutup bağladılar. İmâm, yanında bulunanlardan birine: "Şu
dağa çık. Orada bir mağara görürsün, içine gir ve ne bulursan al getir."
buyurdu. O kimse denileni yaptı. İçi elbise dolu iki tane bavul getirdi. Başka
yerde başka bir bavul daha buldular. Nihâyet Medîne'ye geldiklerinde anladılar
ki, iki bavulun sâhibi şüphelendiği bir kaç kişiyi hâkime bildirmiş, hâkim de
onları çağırmış, azarlamaktadır. Hazret-i İmâm gelip; "Onları azarlamayınız,
hırsızlar bunlardır." deyip elleri bağlı iki kişiyi hâkime teslim etti.Asıl
hırsızlar anlaşılınca cezâları verildi. Getirilen iki bavul da sâhibine iâde
edildi. Hırsızlardan biri tövbe, istigfâr etti ve şöyle dedi: "Elhamdülillah ki
benim tövbe etmem, Peygamber efendimizin torunlarından olan bu zâtın sâyesinde,
onun bereketi ile olmuştur." Bundan sonra, hazret-i İmâm o kimseye; "Senin, cezâ
ile vücûdundan ayrılan parçan, senden yirmi sene önce Cennet'e gitti." buyurdu.
O şahıs bu hâdiseden tam yirmi sene sonra vefât etti.
Aradan
üç gün geçince yolda buldukları üçüncü bavulun sâhibi de geldi. Hazret-i İmâm,
bavulu hiç açmadığı halde buyurdu ki: "Bu bavulun içinde iki bin altın var. Bin
tânesi sana, bin tânesi başkasına âittir. Ayrıca bavulda, şöyle şöyle elbiseler
var." Bavulun sâhibi hıristiyandı. Dedi ki: "Eğer bavulun içindeki emânet
altınların sâhibinin ismini de söylersen, doğru söylediğine inanacağım."
Hazret-i İmâm; "O kimse, Muhammed bin Abdurrahmân'dır. Sâlih bir zât olup, çok
namaz kılar, çok sadaka verir. Şu anda dışarıda seni bekliyor." buyurunca,
bavulun sâhibi olan hıristiyan müslüman oldu.
Muhammed Bâkır rahmetullahi aleyh, Mekke ile Medîne arasında bir katıra binmiş
gidiyordu. Yanında birisi daha vardı ve o da merkeb üzerindeydi. O kişi şöyle
anlattı: "Bir ara dağdan aşağı bir kurt inip geldi. İmâm'ın bindiği katırın
eyerine ayaklarını koydu. Kendi hâlince bâzı sesler çıkardı. Hazret-i İmâm'a bir
şeyler söylediği belliydi. İmâm-ı Muhammed Bâkır onu dinledikten sonra: "Peki,
sen şimdi git, ben arzu ettiğin gibi duâ ederim." buyurdu. Kurt gittikten sonra
bana dönüp: "Kurdun ne söylediğini biliyor musun?" diye sordu. Ben, "Allahü
teâlâ, Resûlü veResûlün torunu bilir." dedim. Buyurdu ki: "Kurt, eşim şiddetli
bir ağrıya tutuldu. Duâ buyurun da ondan kurtulsun ve senin dostlarından hiç
kimse benim neslime musallat olmasın." dedi ve ben de duâ ettiğimi söyledim."
Gözleri
kör olan Ebû Bâsir anlattı: Bir gün, İmâm-ı Muhammed Bâkır ile şöyle konuştuk:
"Siz Resûlullah efendimizin torunlarındansınız." dedim. "Evet." buyurdu. "Siz
Resûlullah'ın vârisisiniz." dedim. "Evet." buyurdu. "Peki sizde ölüleri
dirilten, körlerin gözlerini açan, baras hastalığını gideren, evlerdeki
yiyeceklerden, eşyâlardan haber veren kuvvet var mıdır?" dedim. "Evet, Allahü
teâlanın izniyle vardır." buyurdu. Yanına yaklaşmamı buyurunca, yaklaştım.
Mübârek elini yüzüme sürdü ve kör olan gözlerim birden açıldı. Görmeye başladım.
Tekrar elini yüzüme sürdü. Gözlerim yine görmez oldu. Bunun üzerine buyurdu ki:
"Dünyâda gözlerin görüp, âhirette hesâba çekilmek mi, yoksa hesapsız Cennet'e
girmek mi istersin?" diye sordu. Ben de dünyâda görmeyip, âhirette Cennet'e
hesapsız girmeyi tercih ettim. Gözlerim öyle kaldı.
Uygunsuz bir iş yaparak hazret-i Muhammed Bâkır'ın huzûruna giren birine; "Sakın
bir daha o kötü işi yapma! Bu duvarların size perde olduğu gibi, bize de perde
olduğunu mu zannediyorsun?" buyurdu.
Büyük
zâtlardan birisi şöyle anlatıyor: Bir gün Muhammed Bâkır'ın yanına girmek için
izin istedim. Yanında kardeşlerinden bir kaç kişi var, biraz bekle, dediler.
Biraz bekledim. İçeriden on iki kişi çıktı. Dar elbiseler giymişlerdi.
Tanımadığım kimselerdi. Selâm verip gittiler. Sonra ben içeri girdim. "Efendim,
bu gidenleri hiç tanımıyoruz, acaba onlar kimlerdi?" diye sordum. "Onlar cinnî
olan müslüman kardeşlerinizdir. Siz nasıl gelip, haramdan helâlden suâl
soruyorsanız, onlar da gelip soruyorlar." buyurdu.
İbn-i
Ukâşe-i Esedi rahmetullahi aleyh, İmâm-ı Bâkır'ın yanına geldi. İmâm-ı Câfer-i
Sâdık da oradaydı. İbn-i Ukâşe; "Câfer'in evlenme vakti geldi." dedi. Hazret-i
İmâm bunun üzerine; "Yakında bir yerden esir satıcısı gelecek ve falan yerde
konaklayacaklardır." buyurdu. İbn-i Ukâşe'ye, ağzı mühürlü bir kese altın verdi
ve; "O esir satıcısı gelmiştir, bununla ondan bir câriye satın alın." buyurdu.
İbn-i Ukâşe esir satıcısının yanına gitti. Esir satıcısı, bütün câriyeleri
sattığını, sadece iki tâne kaldığını söyledi. İbn-i Ukâşe; "Bir tanesini
alalım." dedi. Câriyeyi çıkardılar. Esir satıcısına; "Kaça satacaksın?" diye
sordular. O da "Yetmiş altın karşılığı." dedi. "Biraz ikrâm et." dediler. Esir
satıcısı: "Bir kuruş ikrâm etmem." deyince, İbn-i Ukâşe; "Bu kesede kaç altın
varsa kabûl et!" dedi.
Satıcı;
"Noksan olursa kabûl etmem." diye cevap verdi. O sırada orada bulunan ak
sakallı, yaşlı bir zât; "Altınları sayın." dedi. Altınları saydılar. Tam yetmiş
altın idi. Câriyeyi alıp, İmâm-ı Bâkır'ın huzûruna getirdiler. Câfer-i Sâdık da
oradaydı. İmâm-ı Bâkır, o hanıma; "Bekâr mısın, dul musun?" buyurdu. O;
"Bekârım" dedi. İmâm-ıBâkır; "Bir câriye esir satıcısının elinden, nasıl olur da
bekâr olarak kurtulur?" diye sordu. O hanım; "Esir satıcısı ne zaman yanıma
gelse, ak sakallı, yaşlı bir zât gelip ona kuvvetli bir tokat vurur, yanımdan
uzaklaştırırdı." Bundan sonra bu hanımla, Câfer-i Sâdık nikâhlandı. Bu temiz
hanımdan, oniki imâmın yedincisi İmâm-ı Mûsâ Kâzım doğdu.
Câfer-i
Sâdık şöyle anlatıyor: "Bir gün babam Muhammed Bâkır; "Ömrümün bitmesine beş
seneden fazla kalmadı." buyurdu. Vefât ettiği zaman hesapladım. Bu sözü
söyledikten sonra tam beş sene geçmişti."
Çeşitli
zamanlardaki sohbetlerinde buyurdu ki:
"Allahü
teâlânın korkusundan dolayı yaşaran göz, Cehennem ateşinde yanmaz. Yâni
Cehennem'e girmez. Allahü teâlânın rızâsı için bir kimsenin gözünden bir
damlacık yaş dökülse, Allahü teâlâ o kimsenin çok günahını affeder."
"Bir
kimsenin kalbinde ne kadar kibir varsa, aklında o kadar noksanlık var demektir."
"Kul ne
kadar duâ ederse, Allahü teâlâ ondan o kadar belâyı giderir."
"Kendisinde mevcud olan bir kusuru başkasında arayan ve kendi işlemekte olduğu
bir ayıbı başkasına yapmamasını emreden kimse ne kadar kusurludur."
"Dünyâ, uykuda gördüğün
rüyâya benzer. Uyandığın zaman hiçbir şey kalmamıştır."
"Bir
kimsenin seni ne kadar çok sevdiğini anlamak istersen, senin o kimseyi ne kadar
sevdiğine dikkat et. Yâni sen onu ne kadar seviyorsan o da seni o kadar seviyor
demektir."
"Mîde
ve nâmusunun iffetini korumak kadar faziletli ibâdet yoktur."
"Dünyâda insana en iyi yardımcı, din kardeşlerine iyiliktir."
İmâm-ı
Muhammed Bâkır oğlu Câfer-i Sâdık'a şöyle nasîhat etti: "Ey evlâdım! Fasıklarla
arkadaşlıktan çok sakın. Böyle insanlar seni bir lokmaya değişebilir. Cimrilerle
dost olmaktan da sakın. Zîrâ çok ihtiyâcın olduğu bir zamanda az bir şey
vermekten çekinirler. Yalancılarla dost olma, sana dost görünüp konuşur,
ayrılınca hâli değişir. Ahmaklarla dostluk arkadaşlık kurma, onlar, sana iyilik
yapıyorum zannederek kötülük yaparlar. Akrabâyı ziyâreti terk edenle de dost
olma. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmin üç yerinde böyle kimseyi lânetlenmiş gördüm."
"İlmi
ile insanlara faydalı bir âlim, bin âbidden daha efdaldir. Böyle bir âlimin
vefâtına, şeytan, yetmiş âbidin vefâtına sevindiğinden daha fazla sevinir."
Oğlu
İmâm-ı Câfer-i Sâdık rahmetullahi aleyh şöyle anlatıyor: Babam bana vasiyet
edip; "Vefât ettiğim zaman, beni sen yıka. Çünkü imâmı, imâmdan başkası
yıkayamaz. Kardeşin Abdullah da imâmlık dâvâsında bulunacaktır, ona karışma,
çünkü ömrü çok kısa olacaktır. Namaz kılarken üzerimde bulunan gömleği bana
kefen yap ve beni babamın yanına defnet. Kabrime de senden başkası girmesin."
buyurdu. Câfer-i Sâdık rahmetullahi aleyh; "Aman efendim bizi korkutmayınız.
Allahü teâlâ gecinden versin, sıhhatiniz de yerindedir." dedi. Hazret-i İmâm
buyurdu ki: "Bir saat evvel, babam Zeynelâbidîn'in sesini işittim. Bana;
"Evlâdım Muhammed Bâkır! Vasiyetlerini çabuk yap. Çünkü senin de bize kavuşmana
çok az zaman kaldı." buyurdu. Bundan bir saat kadar sonra babam vefât etti.
Babam vefât edince ben yıkadım. Nihâyet kardeşim Abdullah da imâmlık dâvâsında
bulundu. Fakat babamın bildirdiği gibi ömrü kısa sürdü.
İmâm-ı
MuhammedBâkır hazretleri 731 (H.113) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti.
Cennetü'l-Bakî Kabristanında babasının yanına defnedildi.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
YALAN
SÖYLÜYORSUN
İmâm-ı
Muhammed Bâkır'ın sohbetinde bulunan biri anlattı. İmâm-ıBâkır'ın bir sohbetinde
elli kişi kadar vardık. Kûfe'den bir şahıs Muhammed Bâkır'ın huzûruna gelip;
"Kûfe'de falan şahıs, senin yanında bir melek olduğunu, o meleğin sana mümini,
kâfiri, dostunu ve düşmanını haber verdiğini söylüyor." dedi.İmâm-ı Bâkır; "Sen
ne iş yaparsın?" diye sordu. O şahıs; "Buğday satarım." deyince, hazret-i İmâm;
"Yalan söylüyorsun." buyurdu. O da; "Ara sıra arpa da satarım." dedi. Hazret-i
İmâm; "Yine yalan söylüyorsun. Senin işin hurma satmaktır." buyurunca, o şahıs
hurma satmakla uğraştığını îtirâf edip; "Bunu sana kim haber verdi?" diye sordu.
Hazret-i İmâm da; "Dostumu, düşmanımı haber veren melek bildirdi." buyurdu.
Ayrıca ona, sen falan hastalıktan öleceksin dedi. Bu hâdiseyi nakleden kimse
şöyle anlattı: Bir ara Kûfe'ye gitmiştim. O şahsı sordum. Üç gün önce Muhammed
Bâkır hazretlerinin söylediği hastalıktan öldü dediler.
RAHMETİ BOL
RABBİM
Gece
geç vakte kadar ibâdet eder, sonraAllahü teâlâya şöyle yalvararak ağlardı:
"Yâ
İlâhî! Yâ Rabbî, gece oldu. Gökte yıldızlar var. Herkes uyuyor. Kimsenin sesi
çıkmıyor. Yâ Rabbî! Sen dirisin.Her şeyi biliyor, yapılan her şeyi görüyorsun.
Uyuman, uyuklaman olamaz. Seni böyle bilmeyen ihsânına kavuşamaz. Sen öyle
kuvvet ve kudret sâhibisin ki, hiçbir şey, senin, olmasını dilediğin bir şeyin
olmasına mâni olamaz. Senin bâkî ve ebedî oluşunda, gündüzün bitip gecenin
başlaması ve gecenin bitip gündüzün başlaması gibi sebeplerle kesiklik, aksaklık
olmaz. Rahmetin o kadar çoktur ki, rahmet kapılarını herkese açmışsın. Sana duâ
edenlerin, yalvaranların duâlarını kabûl edersin. İhsân ettiğin nîmetlere hamd
edenleri çok sever, onlara daha çok nîmetler verirsin. İnanarak ve güvenerek
sana duâ edenler, eli boş dönmezler. Sana güvenen, kapına gelen kimseyi
döndürmeye kimsenin gücü yetmez. Ey Rabbim! Ölümü, kabri ve sana hesab
vereceğimi düşündükçe, önümde bunlar olduğunu bildikçe nasıl olur da senden
sevinç ve neşe isteyebilirim. Amel defterimin, sağımdan mı, solumdan mı
verileceğini bilemediğim aklıma geldikçe, nasıl olur da senden dünyâlık bir şey
istiyebilirim? Can alıcı meleğin geleceğini ve canımı alacağını bildiğim halde
dünyâ lezzetlerinden nasıl tat alabilirim?
Yâ
Rabbî! Sana yalvarıyor, senden istiyor, rahmetinden ümid ediyor ve istiyorum ki,
ölümümü, hesâbımı kolay ve rahat eyle ve sonra azâbı olmayan rahat bir hayat
ihsân eyle. Âmin Yârabbel Âlemin."
BEYİTLER
KURT’UN
RİCÂSI
Resûl-i
müctebânın, torununun torunu,
Feyz
kaynağı bildiler, bütün velîler onu.
Vâkıf
oluduğu için, ilimlerin hepsine,
Bâkır,
yâni çok üstün, dediler kendisine.
Bir
hadîsi okuyup, buyurdu ki kendisi:
“Hazret-i Ebû Bekir, nakletti bu hadîsi”
Dinleyenlerden biri, îtirâz eyleyerek,
Dedi:
“Onun râvisi, başkası olsa gerek.”
“Söylediğim gibidir” buyurduysa da, fakat,
Yine
tam mânâsıyla, iknâ olmadı o zât.
Bu kere
toparlanıp, oturdu kürsüsüne,
Ellerini edeple, koydu dizi üstüne,
Dedi
ki: “Yâ hazret-i Ebû Bekr efendimiz!
Bu
hadîsin râvisi, sizler değil miydiniz?”
O ara
bir ses geldi, diyordu: “Yâ Muhammed!
Söylediğin hadîsin, râvisi benim elbet.”
Orada
olanların, hepsi duydu bu sesi,
Îtirâz
edenin de, kalmadı bir şüphesi.
Yolculuğa çıkmıştı, bir gün de bir zât ile,
O,
katırla giderdi, kendi ise at ile.
Bir
dağın eteğinden, giderken konuşarak,
Üst
taraftan, sür’atle, bir kurt geldi koşarak,
Atının
eğerine, koyup ayaklarını,
Anlatmak istiyordu, sanki bir meramını
Kendi
hâline göre, sesler çıkarıyordu,
Belli
ki derdi vardı, onu arz ediyordu.
Sükûnetle dinleyip, dedi ki o hayvana:
“Peki,
duâ ederim, şifâ olur hastana.”
O kurt
sevinç içinde, dönüp gitti geriye,
Sonra
sordu o zâta; “Ne anladın sen?” diye.
Dedi
ki: “Allah ile, O’nun resûlü bilir,
Bir de
O’nun torunu, bunu anlayabilir.”
Buyurdu: “Kurt dedi ki, “Hastadır bir kardeşim,
Müstecap duânızı, almak için gelmişim.”
Duâ
edeceğimi, söz verince kendine,
Sevinip, neşe ile, dönüp gitti yerine.”
Gözleri
âmâ biri, sordu ki ona bir gün:
“Siz
torunu musunuz, Allah'ın Resûlünün?”
İmâm
"Evet" deyince, sordu yine: "Peki siz,
Âmâ
gözü açacak, güce sâhip misiniz?”
Bu
suâline dâhi, buyurdu yine: “Evet,
Allah'ın izni ile, açabilirim elbet.”
Ve
mübârek elini, sürer sürmez yüzüne,
Nûr
geldi birden bire, onun iki gözüne.
Karanlık dünyâsını, bir anda aydınlattı,
Lâkin
şu hakîkati, peşinden hâtırlattı:
“Kardeşim, âmâ iken, kolaydı senin işin,
Âhirette hesâb, çekilmezdin göz için.
Lâkin
şimdi gözlerin, açık kalırsa şâyet,
Âhirette hesap var, çetindir hem de gâyet.
Ben
sana hakîkati, söyledim ki bilesin,
Şimdi
yap tercihini, hangisini dilersin?”
Dedi
ki: “Tek hesâbım, olmasın da orada,
Varsın
iki gözüm de, görmesin bu dünyâda.”
O,
böyle arz edince, tercihini İmâma,
Gözleri
kapanarak, tekrardan oldu âmâ.
KAYNAKLAR
1)
El-A'lâm; c.6, s.42
2)
Vefeyât-ül-A'yân; c.4, s.174
3)
Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.124
4)
Nur-ül-Ebsâr
5)
Hilyet-ül-Evliyâ; c.3, s.170
6) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1115
7)
Fâideli Bilgiler; (6. Baskı) s.43
8)
Tezkiret-ül-Evliyâ; s.433
9)
Rehber Ansiklopedisi; c.12, s.286, 287
10)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.306
11)
Lemezât; c.1, s.113
|