|
MOLLA OSMAN EFENDİ
Anadolu
velîlerinden. Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretlerinin babasıdır. 1670 (H.1081)
senesinde Hasankale'de doğdu. Babasının ismi Molla Bekr'dir.
Molla
Bekr, oğlu Osman doğduğu zaman akika kurbanları keserek, Hasankale halkına
ziyâfetler verdi. Tahsil çağı geldikten sonra Osman'ı, okuyarak âlim olması
için, Hasankale halkından kerâmetler sâhibi Karaşeyhoğlu Seyyid İbrâhim
hazretlerine gönderdi. Yirmi yaşına kadar ondan tefsîr, hadîs ve fıkıh
ilimlerini öğrenen Osman Efendi, herkesin takdir ettiği bir âlim oldu. Cenâb-ı
Hakk'ın vergisi olarak yaratılışından güzel ahlâklı olan Osman'a, Derviş Efendi
lakabını taktılar.
Derviş
Osman Efendiye, annesinin vefâtından sonra babası, Hasankale yakınında Fendiği
köyünden Seyyid Dede Mahmûd'un kızı Seyyide Hanîfe Hâtunu nikâh etti.
MollaBekr çok cömert idi. Bu sebeple misâfiri hiç eksik olmazdı.Hattâ misâfir
gelmediği zaman geç vakitlere kadar yemek yemeden bekler, gelmez ise sabaha
kadar aç beklerdi. Bir sonbahar akşamı, Zekeriyyâ isminde Özbek'li bir misâfir
gelmişti. Zamânın velîlerinden olanZekeriyyâ Efendi,Molla Bekr Efendinin evinde
hastalandı. Molla Bekr, sâlih bir müslümanın derdleriyle uğraşmaktan kazanacağı
sevapları düşünerek, oğlu Osman Efendiyi hizmetine verdi. Osman Efendi, zevk ile
altı ay Zekeriyyâ Efendiye hizmet etti. Zekeriyyâ Efendi, bir gece odasında
heyecanla sağa sola koşturarak garip hareketler yaptı. Uzun süren bu
koşturmasından sonra; "Elhamdülillah yangın söndü." dedi. Zekeriyyâ Efendiyi
hayretle seyredenDerviş Osman, bu söze bir mânâ veremeyerek; "Efendim, hangi
yangın söndü?" diye sordu. O da; "Biraz önceİstanbul'da büyük bir yangın
çıkmıştı. Evleri yanan bâzı yetimler zamânın evliyâsından yardım istediler. Biz
de yangını söndürmek için vazifelendirildik. Hamdolsun şimdi söndü, fakat çok ev
yanıp kül oldu." buyurdu.Hakîkaten bir müddet sonra İstanbul'dan gelen biri bu
yangını anlattı. Aynı güne rastlıyordu.
Zekeriyyâ Efendi bir gün, Derviş Osman'a; "Bize altı aydır hizmet edip, çok
ikrâmlarda bulundunuz. Bu hizmetiniz çok makbûle geçti, çok sevaplar kazandınız.
Şimdi sıra bizde. Şu anda hâcet kapıları açıktır. Dileyiniz. Her ne dilerseniz
cenâb-ı Hak ihsân eder." buyurdu. Derviş Osman bu söze çok heyecanlandı ve;
"Murâdım, îmân ile ölerek, âhirete gitmek ve Cennet-i âlâya kavuşmaktır." dedi.
Zekeriyyâ Efendi; "Daha çok, daha kıymetli şeyler iste! Allahü teâlâ büyük
dereceler isteyeni sever." deyince, Osman Efendi ağlayarak; "Cennet'te Allahü
teâlânın Cemâliyle müşerref olmak isterim." dedi.O da; "Allahü teâlâ kalb gözünü
açsın ve o arzuna kavuştursun!" buyurdu. O andaDerviş Osman'ın gönül gözü
açılarak melekler âlemini seyretmeye başladı. Zekeriyyâ Efendi, Derviş Osman'a
günde on bin defâ Kelime-i tevhîd söylemesini tavsiye ederek, oradan ayrıldı.
Derviş Osman, büyük bir aşk ile her gün on bin Kelime-i tevhîdi söyleyerek, kalb
aynasını cilâlamaya başladı.
Bu
sırada babası MollaBekr, çıkan Osmanlı Rus savaşındaKırım'a gitti.Kefe'ye
gelince şehîd oldu. Ondan sonra evin bütün işleri Derviş Osman'a kaldı. Ticâret
ve zirâat işleri, hizmetçilerle uğraşmak, gelen gidenle ilgilenmek,
kardeşlerinin âh u vâhını inleyip sızlamalarını susturmak ve muhterem babasının
ölüm hasreti, onun zikir, fikir ve huzûruna mâni oldu. Kalbinin dağıldığına çok
üzülen Derviş Efendi, çok ağlayıp inledi. Üzüntü ve keder denizine daldı. Onu
teselli edecek bir rehberi yoktu. Yakınlarda kendisini yetiştirecek, derdine
dermân olacak bir rehber bulamayınca üzüntüsü daha da arttı. Bütün vücûdunu
mânevî bir soğukluk kapladı. Artık büsbütün dünyâ hayâtından usanmıştı. 1703
(H.1115) senesinde bir Cumâ gecesi, kalb hastalığından kurtulmak düşüncesiyle
istihâre namazı kılıp, uzun uzun, ağlayarak duâ etti. O gece rüyâsında, dünyâyı
terk etmek ve kendini Allahü teâlâya kavuşturacak bir velîyi arayıp bulmak lâzım
geldiği bildirildi. Uyanınca bu emri yerine getirmek için karârını verdi. O
sabah güneş doğarken bir oğlu dünyâya geldi. İsmini İbrâhim Hakkı koydu. Oğlunun
olmasına ziyâdesiyle sevinen Derviş Osman Efendi âdetâ hastalıktan kurtuldu.
Osman
Efendi, oğlunun doğumundan sonra rüyâda emredilen vazifeyi yapmak üzere
Erzurum'a geldi. Erzurum'da Gümrükçü Derviş Bey, kendi oğlunu yetiştirmek üzere
bir hoca arıyordu. Osman Efendiyi görünce ona dolgun ücretle ders vermesi için
teklifte bulundu. Fakat Osman Efendi kabûl etmedi. Habib Efendi isminde tasavvuf
ehli muhterem bir zâtın yanına gitti. Velilerden olan Habib Efendi, Derviş Osman
Efendiye çok izzet ve ikrâmlarda bulundu. Onu Mehdî mahallesinde yaptırdığı
câmiye imâm yapmak istedi. Fakat Osman Efendi, derd ve gam ateşiyle eriyip,
kendini yetiştirecek bir rehber bulmak arzusuyla yanıp kavrulmuş, sabrı ve
karârı kalmamıştı. Aklı fikri hep rüyâsında verilen emirdeydi. O sırada Lala
Paşa Câmiine Özbekli Zekeriyyâ Efendi vâiz olarak gelmişti. Bunu işiten Derviş
Osman Efendi, hemen yanına gidip durumunu bildirdi ve kendisini yetiştirmesi
için yalvardı. Zekeriyyâ Efendi, onu güler yüzle karşılayıp iltifâtlarda
bulundu. O gece istihâre namazı kılıp, cenâb-ı Hakk'a yalvaran Zekeriyyâ Efendi,
ertesi günüOsman Efendiye; "Ey kardeşim! Biz seni kabûl ederdik. Lâkin bizden
önce seni sultânımız almıştır.Sana müjdeler olsun ki, senin sâhibin çok
büyüktür. O öyle bir yetiştiricidir ki, bu zamanda pek nâdir bulunur. Altı
seneden beri senin gelmeni beklemektedir. Her hâlde iki seneye varmaz görüşmeniz
vâki olacaktır. Sen onun hasretiyle yanmaya devâm et ve bunun kıymetini bil.
Allahü teâlâya tevekkül eyle sonun selâmettir." buyurdu.
Derviş
Osman Efendi, bu müjdeyi alınca çok sevindi. İki sene daha beklemeye karar verip
tekrar evine döndü. Eve dönüşünün ikinci senesinde hanımı Hanîfe Hâtun vefât
etti. Yedi yaşındaki oğlu İbrâhim Hakkı'yı amcalarına emânet edip, tekrar bir
rehber bulmak üzere yola çıktı. Eyyûb Efendi isminde bir velî ile arkadaş olup,
diyâr diyâr dolaşarak, vâd olunan zâtı araştırmaya başladılar. Önce Bitlis'e
gittiler, Eyyûb Efendi daha önce burada Molla Muhammed Arvâsî hazretlerinin
sohbetinde ve hizmetinde bulunmuş, ondan ilim öğrenmişti. Osman Efendi,
Bitlis'in güzelliğine hayran kaldı. Akarsularını, meyve ağaçlarını, güzel
evlerini görünce hayret edip, arkadaşı Eyyûb Efendi'ye; "Burası Cennet midir?"
diye sormaktan kendini alamadı. Orada bir hafta kaldıktan sonra, Eyyûb
Efendiyle, vefât eden Molla Muhammed Arvâsî hazretlerinin Müküs'deki kabr-i
şerîfini ziyârete gittiler. Burada da bir hafta kalıp, Hicaz'a gitmek niyetiyle
Siirt'e doğru yola çıktılar. Hizan'dan Siirt'e giden kervanda ihtiyâr bir kimse
ile tanıştılar. Dertlerini anlatıp sohbet ettiler. O ihtiyâr bunlara, "Siirt'in
Tillo kasabasında şeyh İsmâil Fakîrullah hazretleri vardır. Allahü teâlânın çok
sevdiği evliyâsındandır. Onu ziyâret etmeden, duâsını almadan bir yere
gitmeyin!" dedi. Bu habere çok sevinen iki arkadaş, o ihtiyâra; "Siz önden
gidip, bizi ziyâretine kabûl buyurmasını söyleyebilir misiniz?" ricâsında
bulundular. O zât kabûl edip Tillo'ya gitti.İsmâil Fakîrullah'ın huzûruna çıkıp;
"Yarın iki Erzurumlu ziyâretinize gelmek isterler." deyince; "Evet, senelerdir
onları bekliyorum. İçlerinden biri tekrar Erzurum'a dönecek, diğeri ise bizim
hizmetimizde kalacaktır." buyurdu.
Ertesi
günü Derviş Osman Efendi ile Eyyûb Efendi, on sene aramaya karar verdikleri,
fakat on gün içinde kavuşacakları zâtın huzûruna gittiler. Eyyûb Efendi, İsmâil
Fakîrullah hazretlerini daha görür görmez büyüklüğünü mârifet nûruyla anladı ve
şükür secdesine kapandı. İsmâil Fakîrullah ise; "Ey Molla Eyyûb! Bu senin
haccındır." diyerek müjde verdi. Fakat Derviş Osman Efendi, bu zâtın büyüklüğünü
ilk anda anlayamadı. Onun kafasında hep Kâ'be-i muazzama vardı. Aradığını orada
bulacağını zannediyordu. Ziyâretten sonra tekrar Siirt'e gitti. Üç gün sonra
Tillo'da kalan arkadaşı Eyyûb Efendinin yanına geldi. Eyyûb Efendi ona;
"Kardeşim Osman Efendi! On sene arayarak bulmak istediğimiz zâtın, bu olduğuna
inandım. Onun kıymetini bilip, burada kalacağım. Bu Ramazân-ı şerîfi, câmide
îtikâf ederek geçireceğim. Bu arada mübârek hocamın cemâl-i şerîfini görüp,
sohbetiyle bereketlenmeyi kendime murâd edindim" deyince, Osman Efendi de
arkadaşının bu hâline imrenip câmide îtikâfa çekildi. Osman Efendinin kalbindeki
hastalık her geçen gün azalmaya, İsmâil Fakîrullah hazretlerine olan muhabbeti
ve hayranlığı çoğalmaya başladı. Yavaş yavaş, vücûdu sıhhat, gönlü rahata
kavuştu. Her geçen sâniye kalbinden gaflet ve gam gidip, yerine sürûr ve huzur
doldu. Bayram geldiğinde, aradığı mübârek zâtın İsmâil Fakîrullah hazretleri
olduğuna kanâat getirdi. Bundan sonra onun en büyük hizmetçisi olmaya gayret
gösterdi. Bayramdan sonra arkadaşı Eyyûb Efendi Erzurum'a gitti. Osman Efendi,
hocasına hizmeti canına minnet bildi. Sekiz seneden beri aradığı rehberini
bulmanın verdiği zevk ile, hocasının buyurduğu her emri ânında yapmaya başladı.
Gam ateşlerini söndürüp her hastalıktan şifâ buldu. Pekçok imtihanlardan geçti.
Sonunda mârifet devletine kavuşarak, velîlik mertebelerinden pay aldı. Hocasının
mübârek teveccühleri ile çok yüksek derecelere kavuştu. Evliyânın havâssı
denilen seçilmişlerden oldu. Karşısındaki kimsenin kalbinden geçenleri bilmek,
kabirdekinin hâllerini müşâhede edip görmek, kuşlar ve canavarlarla konuşmak
gibi şeyler, artık onun için normal hâller olmuştu.
Derviş
Osman Efendinin İsmâil Fakîrullah hazretlerinin hizmetine girip, tasavvuf ilmi
tahsîl etmesinin ikinci senesinde, Hasankale'de bulunan dokuz yaşındaki oğlu
İbrâhim Hakkı'yı, amcasıAli, Tillo'ya getirdi. İbrâhim Hakkı hazretleri,
Mârifetnâme ismindeki kitabında buyurdu ki: "Ben dokuz yaşında idim. Ali amcam
beni babamın yanına götürdü. Bir ikindi vaktinde Tillo'ya girdik. Dergâha
vardığımızda babam ile hocası namaz kılıyorlardı. İlk bakışta İsmâil Fakîrullah
hazretlerinin mübârek yüzü, bana pederimden daha yakın geldi. O anda yüzünün
cezbesi gönlümü aldı, aklım onun güzelliğine, duruşundaki heybete ve olgunluğa
hayran kaldı, gönlümü ona kaptırdım. Babam beni kendi odasına götürdü. Şefkat
ile ilim öğretip, lütuf ile terbiye etmeye başladı. Astronomi ilmini, babamdan
bir hafta sonra talebeliğe kabûl edilen büyük âlim Molla Muhammed Sıhrânî
hazretlerinden öğrenmeye başladım. Kış mevsimine girmiştik. Bir ikindi
namazından sonra, odamıza babam ile mübârek hocamız teşrif edecekti. O sırada da
dergâhın ocağında meşe yanıyor, közleri kıpkırmızı kızarıyordu. Merhamet menbâı
olan hocamız bu küçük talebesine şefkat göstererek babama; "Osman Efendi! Molla
İbrâhim üşümesin, hücresine biraz köz götür" buyurdu. Babam derhal emrine uyarak
ocağın yanına gitti. Paltosunun eteğini yere yayıp iki elini ateşin içine soktu.
Közü alıp paltonun üzerine koyacağı sırada mübârek hocamız bu hâli gördü ve;
"Osman Efendi! Közleri elinle değil, kürek ile götür" buyurdu. Babam; "Başüstüne
efendim" diyerek elini ateşten çekti. Kürek ile köz alıp odamıza geldiler. Bu
hâdiseye hayret etmiştim. Mübârek hocamız odamızdan ayrıldıktan sonra babama;
"Babacığım! Sizin eliniz ateşte yanmaz mı? Niçin öyle ateşin içine sokup közleri
avuçladınız?" diye sordum. Babam; "Bundan beş sene önce evimizde misâfir kalan
evliyâ-ı kirâmdan Zekeriyyâ Efendinin bu fakîre duâsından sonra, Allahü teâlâ
bize çok ihsânlarda bulundu. Vücûdumuzu ateş yakmaz oldu." buyurdu.Ben de; "İnşâallah,
Rabbimiz bize de öyle ihsânlarda bulunur." dedim. Bu isteğime çok sevindi ve;
"Diğer insanların vücûdu, kuru ağaçtan yapılmış boş testi gibi olup, ateşe
atılınca cayır cayır yanar. Fakat Allahü teâlânın seçtiği velîlerin vücûdu ise,
buz gibi su ile dolu bir sürâhiye benzer, ateşe atılınca, ateşi söndürür."
buyurdu. Sonra babama; "Mâdem ki elinizi ateş yakmıyor, niçin kürek ile ateşi
almanız emrolundu?" diye sordum. Bunun üzerine babam; "Mübârek hocamız, ateşi
elime alırken senin gördüğünü anladı da onun için kürek ile almamı emrettiler.
Çünkü, başkalarının yapamıyacakları böyle işleri yaparak başkalarına göstermek,
bu yolda edebe uygun değildir. Evliyânın kerâmetini gizlemesi, göstermemesi
emredilmiştir. Hocamız bu sebeple ateşi elimle değil, kürekle almamı işâret
buyurdu." dedi."
Yine
İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı: "Tillo'ya gelişimizin yedinci senesi idi. Bir
yaz günü, Sıhranlı Şeyh Ali Efendi isminde mübârek bir zât, elli iki talebesiyle
hacdan geldi. Öğleye yakın hocamız İsmâil Fakîrullah hazretlerinin huzûruna
girdiler. Ali Efendi içeriye girince selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi,
müsâfeha yapmadı. Edeb ile bir köşeye oturdu. Başını önüne eğmiş olduğu hâlde
öğle namazına kadar huzurda kaldı. Namazdan sonra da Allah'a ısmarladık demeden,
selâm vermeden huzurdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya geldi. Yine selâm
vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip oturdu. İkindiye kadar babam ile
murâkabe yaptılar. Akşam iftarında, her yemekten birer lokma veya bir kaşık
aldı. Babam, AliEfendiye çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece babam ile
sabaha kadar murâkabe edip, iç âlemlerine daldılar. O geceyi de böyle ihyâ
ettiler. Sabahleyin yine hocamızın huzûru ile şereflendi. Yine sessizce oturdu,
dinledi ve bir müddet sonra ayağa kalktı.Hocamız da ayağa kalkıp ona duâ etti.
Hacı Ali Efendi el öpüp konuşmadan dışarı çıktı. Biz de Ali Efendiye hürmet edip
elini öptük, atına bindirerek, Tillo'dan çıkıncaya kadar arkasından gidip
uğurladık. Orada bizimle vedâlaştı ve talebeleriyle memleketine gitti. Eve
gelince babama; "Efendim! Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten çok izzet ve hürmet
bulmuştur?" dedim. Babam; "Bu misâfir diğerlerine benzemez. Kâmil, olgun bir
velî olup, gönül sâhibidir. Muhterem hocamızın hâl ve şânına yakın bir derecesi
vardır. Zîrâ dedi ki: "Uzun zamandan beri âlemi dolaşırım. Çok memleketler
gezdim. Elli seneden beri pek çok velîyi ziyâret ettim. Zâhirde bilinmeyen
velîler ile mânevî meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın, cümlesinden
üstün derecelere sâhip Gavs-ı âzam makâmında olduğunu müşâhede ettim. Bu
muhterem hocamızın vücûd-ı şerîfini Allahü teâlânın aşkı yakmıştır. Buraya gelip
İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzünü gördüğümde, kendimi onun gönül
aynasında buldum. İşte benim seyahatim tamam oldu ve murâdıma kavuştum." Babama;
"Bu hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman söyledi?" diye sordum.
Cevâbında; "Biz kalblerimizle konuştuk. Hattâ bundan başka daha pekçok hikmetler
üzerinde uzun uzun sohbet ettik." dedi."
Oğlu
İbrâhim Hakkı hazretleri anlattı:
"İsmâil
Fakîrullah hazretlerinin hizmetçilerinin başı ve evlâdı gibi olan babam Derviş
Osman Efendi, artık elli iki yaşına girmişti. Bu fâni dünyânın fenâlığından
kurtulmak ve bir an önce Allahü teâlâya kavuşmak arzusuyla yanmağa başlamıştı.
Bir gün kendi dostlarından MollaZiyâd ismindeki bir imâm, babamı yalnız gördüğü
bir gün; "Osman Efendi kardeşim! Yıllardır İsmâil Fakîrullah hazretlerinin
yanında hizmet etmekle şerefleniyorsun. Seni oğlundan daha üstün tutmaktadır.
Hâl böyle iken, hâlâ maksadına kavuşamadın mı?" diye sordu. Babam da; "Henüz
murâdımın nihâyetine kavuşamadım. Sana söz veriyorum ki, maksadıma kavuştuğum
zaman sana haber veririm. Yatakta olsan dahî kaldırırım." dedi. Babamın bu
sözünden on gün geçmişti. Sonra babam rahatsızlandı. Bu imâm, babama beş gün beş
gece hizmet etti. Babam yemek yiyemeden, su içmeden ateşler içinde beş gün
yattı. 1719 (H.1132) senesinde elli iki yaşında Hakk'ın rahmetine kavuştu."
Babasının vefâtınıİbrâhim Hakkı hazretleri şöyle anlattı: "Benim çok sevdiğim
babam ve anam, dert ortağım, üzüntülerimin gidericisi, hücredaşım, gurbet
yoldaşım Derviş OsmanEfendi, Cumâ gecesi sabaha yakın dünyâdan âhirete göçtü.
Hak yolunda can verip Allahü teâlâya kavuştu. Maksadı hâsıl olarak, rahmet
deryâsına daldı. Bu yetim, o gece başka misâfir odasında yattı. Sabahleyin
kalkıp, hasta babamı görmek istediğimde oradakiler bana; "Git önce namazını kıl,
sonra gel. Hasta şimdi rahatladı." dediler. Bu söz üzerine mescide gittim.
Herkes burnunu tutuyordu. Hepsinin nezle olduğunu sandım. Namazdan sonra odamıza
geldiğimde babamın vefât ettiğini gördüm. Benim de rahatım gitti, gönül evim
zulmetle doldu. Bir anda babamın ayrılık hasretiyle virânelerdeki kuşlara
döndüm. Öyle feryâd etmek istedim ki, sesim göklere çıkacaktı. Ben bu hâlde
iken, o merhamet kaynağı mübârek hocam geldi. Benden o üzüntü ve elemi aldı. Ben
de kalkıp kendi kendime; "Şimdi ayıptır, sabredeyim. Hocam gittikten sonra nasıl
ağlayacağımı ben bilirim." dedim. Mübârek hocamız herkese selâm verip, garip
oğlu Derviş Osman Efendinin başı ucunda oturdu. Şehîd olan rûhuna bir fâtiha
okuyup sevâbını bağışladı ve murâkabeye daldı. Ben hocamın karşısında, babamın
da ayak ucundaydım. Bir anda Allahü teâlânın inâyeti erişti, ihsânlarına
kavuştum. Vefât eden babam, mübârek başını kaldırdı. Kimyâ tesiri olan nazarıyla
yüzüme bakıp tebessüm ederek tâziyede bulundu. O anda mübârek göğsünden şimşek
gibi bir nûr parladı. Kalbim titredi, üzüntü ve elem gidip, yerine sürûr ve
lezzet doldu.Babamı bu hâlde görünce bayramlıklarını giymiş bir çocuk gibi
sevindim. Üzüntülü duran dostlar bu sevincime bir mânâ veremeyip hayret ettiler.
Allahü teâlânın ihsânı ve mübârek hocamızın himmeti, bereketi ile olan bu
hâdiseyi oradakiler görememişti. Hocamız oradan ayrıldıktan sonra, merhum
babamın yüzünü açıp baktım. Gülen bir hâldeydi. Yüzü nûrlu, bedeni sıcak ve
yumuşaktı. Sanki uyuyordu.Cenâze namazına üç kasaba, çevre köyler ve bütün Siirt
halkı geldi. Namazını hocamız kıldırdı. Onun vefâtına benden başka herkes çok
üzüldü. Çünkü babam Derviş Osman Efendiyi tanıyan herkes çok severdi."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
BANA
BİLDİRECEKTİ
İbrâhim
Hakkı hazretleri şöyle anlatır: Babamın defin ve telkîninden sonra, imâm Molla
Ziyâd uzun müddet uykusuz kaldığından, hemen gidip evinde uykuya dalmış. Biraz
sonra uykudan neşeyle fırlayıp kalkmış. Çoluk-çocuğu onun böyle âni kalkmasına
şaşırıp sebebini sormuşlar. O da ağlıyarak; "On beş gün önce merhum Osman Efendi
ile sözleşmiştik. Maksadına kavuştuğunu bana bildirecekti. "Uykuda olsan da seni
kaldırırım." diye söz vermişti. Şimdi sözünü tutmak için neşe ile geldi. Beni
kuşağımdan tutarak; "Ne yatarsın, kalk!Ben murâdıma erdim." deyip beni
sevindirdi." demiş. Sonra da abdest alıp, hemen hocamın huzûruna geldi. Bu
hâdiseyi başından sonuna kadar anlattığımda, hocam; "Ey MollaZiyâd! Merhum oğlum
Osman Efendi, halîm selim, kendi hâlinde olup, sıdk ile cenâb-ıHakk'a teslim
olmuştu. Hayatta iken kemâle gelip, evliyânın seçilmişleri arasına
girdi.Himmetinin yüksekliğinden (bir işin yapılmasında arzusunun çokluğundan)
ehass-ı havâs ismi verilen daha seçilmiş evliyâ ile berâber olmağı istemişti.
İnşâallahü teâlâ onların zümresine varmıştır." buyurdu.
KAYNAKLAR
1)
Mârifetnâme; s.513
2)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.86
|
|