|
MAZHAR-I CÂN-I CÂNÂN
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu göstererek
hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen âlim ve
velîlerin meşhûrlarındandır. İsmi, Şemseddîn Habîbullah'tır. Babası Mirzâ
Cân'dır. Onun ismine izâfeten Cân-ı Cânân denilmiştir. 1699 (H.1111) veya 1701
(H.1113) senesinde Ramazân-ı şerîfin on birinde Cumâ günü doğdu. 1781 (H.1195)
senesinde şehîd edildi. Hazret-i Ali'nin neslinden olup, seyyiddir. Ceddi, ileri
gelen devlet adamlarından olup, Teymûriyye sultanlarına yakınlıkları vardı.
Bütün dedeleri, mürüvvet, adâlet, şecâat, sehâvet (cömertlik) ve dîne son derece
bağlı olmalarıyla tanınmış, beğenilen ve medhedilen bütün üstün vasıflara sâhib
idiler. Ayrıca herbiri, devlet idâresinde mevkî ve makam sâhibiydi. Babası Mirzâ
Cân, mevkî ve makâmı terkedip, fakirliği ve kanâatı tercih etti. Servetini Allah
için fakirlere dağıttı. Kızının nikâhı için ayırdığı yirmi beş bin rub'iyye
mikdârındaki altını, bir dostunun şiddetli bir sıkıntıda olduğunu işitince,
tamâmen ona hediye etti. Babası, memleketinde, merhameti, üstün ahlâkı, insânî
meziyetlerinin üstünlüğü ile tanınmış bir zâttı. Zamânın mürşid-i kâmillerinden
olan Şâh Abdürrahmân Kâdirî'nin sohbetinde kemâle geldi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, daha küçük yaşta iken alnında rüşd ve hidâyet
nûru parlıyordu. Zekâ, fehm ve anlayışının parlaklığını gören firâset erbâbı,
onun yüksek bir fıtrata, yaratılışa sâhib olduğunu söylerlerdi. Babası, onun
terbiye ve tâliminde, ilim öğrenmesi husûsunda çok dikkat gösterdi. Daha küçük
yaşta ilim, mârifet öğrenmeye ve çeşitli mahâretler kazanmağa başladı.Kıymetli
ömrünü çocukluğundan îtibâren gâyet iyi değerlendirip, hebâ etmedi. İlim ve
mârifeti yanında ayrıca çeşitli sanat ve mahâretleri öğrendi. Kendisi şöyle
demiştir: "Çocukluğumda İbrâhim aleyhisselâmı rüyâmda görüp, çok iltifât ve
ihsânlarına kavuştum. Yine çocukluğumda hazret-i Ebû Bekr'i ne zaman hatırlayıp
ismini ansam, mübârek sûreti karşıma çıkardı. Rûhâniyetini gözümle görürdüm.
Bana çok iltifâtta bulunurdu."
Yine
şöyle anlatmıştır: "Çocukluğumda idi. Bir kimse babamla konuşuyordu. İmâm-ı
Rabbanî hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
rûhâniyetini gördüm. Bana oradan kalkmam için işâret etti. Bu hâli babama
söyleyince; "Anlaşıldı ki, sen onların yolundan istifâde edeceksin." dedi.
Allahü teâlâ benim tînetime, sünnet-i seniyyeye ittibâ etme, uyma hasletini
yerleştirmiş."
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin fıtratında, yaratılışında bir yükseklik,
büyükler yolunda ilerlemeye büyük bir kâbiliyet, onları sevmek ve muhabbet
gösterme husûsiyeti vardı. "Aşk ve muhabbet, benim tînetimin hamurunun
mayasıdır." buyurdu. Zamânın meşhûr âlimlerinden onun hâlini görenler; "Bu
çocuk, aşıkâne bir mîzâca sâhibdir." demişlerdir. Babası ona; "Senin dünyâya
gelişin benim için çok mübârek oldu. Çünkü senin doğduğun sene, ben dünyâya âit
bağlılıkları, dünyâya düşkün olmayı terkedip, kanâatı tercih ettim." demiştir.
Kendisi
ilim tahsîlini şöyle anlatmıştır: "Fârisî lisanını ve diğer bâzı bilgileri
babamdan, Kur'ân-ı kerîmi, tecvîd ve kırâat ilmini Kârî Abdürresûl'den, aklî ve
naklî ilimleri de zamânımızın âlimlerinden öğrendim. Hâcı Muhammed Efdal'den,
tefsîr ve hadîs ilmi öğrendim. On beş yaşında iken kendisinden ilim öğrendiğim
hocam Hâcı Muhammed Efdal, bana bir takke hediye etmişti. Bunun bereketi ile
zihnim iyice açıldı. Hiçbir şeyi okuyup öğrenmekte zorluk çekmedim. Tahsîlimi
tamamladıktan sonra, bir müddet de talebelere ders verdim. On altı yaşında babam
vefât etti. Vefât etmeden önce şöyle vasiyyet etti: "Bütün vaktini, kemâlâtı,
olgunlukları ve üstün dereceleri elde etmek için harca. Kıymetli ömrünü boş
şeylerle geçirme." Babamın vasiyetine uyarak, ilim öğrenmeye ve öğrendiğim
ilimle amel etmeye devâm ettim. Bir gece rüyâmda evliyâdan bir zâtı gördüm.
Mezarından kalkıp yanıma geldi ve kendi külahını başıma koydu." Bu rüyâdan sonra
gönlümde makam ve mevkî arzusu hiç kalmadı. Tasavvufa yönelme arzusu iyice
fazlalaştı. Bir defâsında rüyâmda gaybdan bir ses; "Bizim seninle işimiz var.
İnsanların hidâyete kavuşması ve onları hidâyete kavuşturacak yolun yayılması
senin sebebinle olacak!" dedi. Bu rüyâyı da görünce tasavvufa yönelip, bâtın
nisbetini elde etmek arzum iyice kesinleşti. Bu maksadıma kavuşmak için Seyyid
Nûr Muhammed Bedâyûnî'nin huzûruna gittim. Mübârek yüzünü görünce mârifet sâhibi
bir zât olduğunu anladım. Sünnet-i seniyyeye son derece bağlı, dînin emirlerine
tam uyan, yüksek ahlâk sâhibi bir zât idi. Sohbeti kalbe safâ veriyor, cana can
katıyordu. İyice anlaşılmıştı ki, arayanlar maksada onun huzûrunda kavuşuyor,
ölmüş kalb onun huzûrunda dirilip itminâna eriyor. Hakk'a kavuşmak orada
müyesser oluyordu. Beni talebeliğe kabûl etmesini arzedince, istihâresiz talebe
kabûl etmediği hâlde beni derhal kabûl etti. Feyzleri o kadar bereketli ve
tesirli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin kalbi zikretmeye başlardı. Ona
talebe olup feyzlerine kavuşunca gönlüm aydınlandı. Çok iltifâtına kavuştum.
Kısa
zamanda Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerinin sohbetinde yetiştim. Tasavvuf
hâllerine gark olmuştum. Ben, muhabbet-i ilâhînin sarmasından, cezbenin
çokluğundan uykuyu, istirahati, yemeyi, içmeyi terk etmiştim. İnsanlardan
uzaklaşıp yalnız başıma dolaşmaya başladım. Açlığın şiddetinden ağaç yaprağı
yemiştim. Vaktim hep kendimden geçmiş bir vaziyette ve murâkabe hâlinde
geçiyordu. Asıl maksada kavuşmayı böylece bekledim. Nihâyet o hâle geldim
ki; "Rabbini görüyormuş gibi ibâdet et" hadîs-i şerîfinde istenen vasfa
ulaştım. Mahviyyet, fenâ ve bekâ hâllerine kavuştum. Büyüklerin târif ettiği maksada, sırr-ı tevhîde yükseldim.
Nûr
Muhammed Bedâyûnî, benim hâllerime bakıp, bana karşı tevâzu ile, büyük bir sevgi
ve alâka gösterdi. Bir gün, ikimiz karşı karşıya otururken; "İki güneş karşı
karşıya gelmiş, birinin nûrundan diğeri görülmüyor. Eğer tâliblerin terbiyesine
yönelsen âlem nûrlanır." buyurdu. Yine bir gün bana; "Sende Allahü teâlâya ve
Resûlüne karşı muhabbet yüksek derecededir. Bizim yolumuz, senin teveccühlerin
ile yayılacak. Sana Şemseddîn Habîbullah ismi verildi." buyurdu ve
talebelerinden bir kısmının yetiştirilmesini bana havâle etti. Hocamın sohbetine
devâm ederken, havâle ettiği o talebeleri de yetiştirdim ve hocamın sohbetine
bıraktım. Her ne kadar Resûlullah efendimizin zamânında bulunup görmekle
şereflenmedik ama, Allahü teâlâya binlerce şükürler olsun ki, Resûlullah'ın
nâiblerinden olan (O'nun yolunu anlatan) hocam Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî'nin
sohbetinde bulunmakla şeref- lendim. Hayâtın meyvesi, asıl maksad ele geçti.
Büyüklerin çok iltifâtına kavuştum.
Hocam
Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî'nin sohbetine dört sene devâm ettim. Sonra bana
icâzet verdi. Bana Ehl-i sünnet îtikâdı üzere olmamı, sünnet-i seniyyeye uymamı
ve bidatlerden sakınmamı vasiyet etti."
Hocası
Seyyid Nûr Muhammed'in vefâtından sonra, altı sene Şeyh Gülşenî ve on iki sene
Muhammed Efdal veHâfız Sa'dullah'ın, sekiz sene Muhammed Âbid-i Senâmî'nin
sohbetlerine devâm ederek tasavvufda Müceddidiyye yolunda yüksek derecelere
kavuştu. Ayrıca Kâdiriyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyye yollarından da
icâzet, diploma aldı. Zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrendikten sonra insanları
irşâda ve doğru yolu anlatmaya başladı. Derslerine, sohbetlerine âlimler,
âmirler, velîler ve halk devâm edip ondan feyz aldılar. Mîr Müsliman, Senâullah
Pâni-pütî, Gulâm Kâki, SeyyidAlîmullah, Seyyid Abdullah Dehlevî gibi büyük
âlimler ve velîler yetiştirdi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri buyurdu ki: "Allahü teâlâ bize en olgun aklı,
doğru ve keskin görüşü ihsân etti. Saltanat işlerinin idâresi ve memleketin
nizâmı husûsunda, herkesin hâline uygun en güzel usûlü öğrenmiş idim. Bunun için
zamânın meşhûr devlet adamları, alacakları silahları ve diğer mühim şeyleri
bizden sorar ve bizden aldıkları cevâba göre hareket ederlerdi." Yine şöyle
buyurmuştur: "Muhterem babamın bereketli terbiyesiyle yetiştikten sonra bende
öyle bir hâl hâsıl oldu ki, bir bakışla herkesin ne olduğunu ve kalbindekini
anlardım. Bulunduğum yolun nûruyla insanların saâdet veya şekâvet, (Cennet veya
Cehennem) ehli olduğunu, alınlarından okurdum."
Nevvâb
Hân Firûzcenk, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini, soğuğu şiddetli bir kış
gününde, üzerinde eski bir elbiseyle gördü. Bu hâlini görünce ağladı. Yanında
bulunan adamlarından birine; "Biz ne bedbaht insanız ki büyüklerimizden bir zât
hediye kabûl etmiyor ve ona hizmet etmekle şereflenemiyoruz." dedi. Bu hâdise
üzerine Mazhar-ı Cân-ıCânân hazretleri; "Biz, zenginlerden bir şey kabûl
etmemeğe, almamağa kararlıyız. Hayat güneşimiz batmaya yüz tuttu, ömür bitmek
üzere. Şimdiye kadar kabûl etmedik." buyurdu. Sonra Nevvâb Hân Firûzcenk, otuz
bin rubiyye para hediye etmek istedi. Kabûl buyurmadı ve; "Biz sizin
servetinizin yiyicisi değiliz, onu fakirlere dağıtınız." dedi.
Yine
Afgan serdârlarından biri, eşrefî denilen üç yüz altın göndermişti. Bunu da
kabûl buyurmayıp; "Her ne kadar hediyeyi kabûl etmek lâzımsa da, mutlakâ kabûl
etmek lâzım olduğuna dâir bir emir yoktur. Bize kendi talebelerimiz, ihlâs ve
ihtiyatla, haram karışmaması için dikkat ederek hazırladıkları hediyeleri
getiriyorlar, onları bile kabûl etmiyoruz. Kaldı ki, ümerânın ve zenginlerin
hediye edeceği şeylerin tam helâlden hazırlanmış olduğu şüpheli olanları hiç
kabûl etmeyiz. Onda insanların hakkı vardır. Kıyâmet günü onun hesâbını vermek
zordur. İmâm-ı Tirmizî'nin, Ebû Berze'den getirerek yazdığı hadîs-i şerîfde
Peygamber efendimiz buyurdu
ki: "Kıyâmet günü herkes, dört suâle cevap vermedikçe hesapdan
kurtulamayacaktır: Ömrünü nasıl geçirdi. İlmi ile nasıl amel etti. Malını
nereden nasıl kazandı ve nerelere harcadı. Cismini, bedenini nerede yordu,
hırpaladı." Bunun için çok dikkat etmek lâzımdır" buyurdu.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân'a yine devlet adamlarından biri Hindistan'ın meşhûr meyvesi
olan "Enbe"den (Hint kirazı) bir mikdâr hediye göndermiş ve kabûl etmesi için de
çok yalvarmıştı. Bunun üzerine iki tâne "Enbe" alıp gerisini iâde etmiş ve; "Bu
fakîrin gönlü, bunları kabûl etmek istemiyor." buyurmuştu. Biraz sonra huzûruna
bir bahçe sâhibi gelip; "Falan emîr, size gönderdiği enbeleri bizden zulüm ile
alıp size hediye etti." dedi. Bunun üzerine mazlumun hakkının verilerek, himâye
edilmesini söyledi. Sonra da; "Sübhânellah, onun getirdiği bu yiyecek bizim
bâtınımıza zararlı oldu." buyurdu. Ondan sonra da malı şüpheli kimselerin
ikrâmını hiç kabûl etmedi. Yine bu hâdise üzerine; "Yiyeceklerin en zararlısı
kazançları şüpheli olan zenginlerin ikrâm ettiği yiyeceklerdir. Hattâ fakirlerin
ikrâmları da şüphelidir. Çünkü onlar da, bu yemekleri hazırlamak için,
kazançları şüpheli olan zenginlerden borç alıyorlar." buyurdu.
Bir
defâsında bir iftar vaktinde yemek yerken, gâfil birine âid olan bir ekmeği
talebeleri paylaşmışlar, bir parça da Mazhar-ıCân-ıCânân hazretlerine
vermişlerdi. O gece terâvih namazından sonra yenilen o ekmek sebebiyle,
bâtınlarına tesir edip zarar verdiğini belirterek; "Bu zarardan ancak namaz
kılmak ve okunan Kur'ân-ı kerîmi dinlemekle kurtuldum." buyurdu. Talebesi
Abdullah-ı Dehlevî hazretleri bu söz üzerine: "Şüpheli bir lokma, onların
mübârek bâtınlarında nûr deryalarında böyle bir değişmeye, zarara sebeb olursa
bizim hâlimize ne denir!" buyurmuştur. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu
hususta şöyle buyurmuştur: "Yenilen lokmalar insanı muvaffakiyete kavuşturmalı,
tâat ve ibâdetin nûrunu arttırmalıdır. Fakirliği zenginliğe tercih etmeli, sabır
ve kanâatı seçmeli. Teslimiyeti ve rızâyı seciye hâline getirmelidir. Resûlullah
efendimizin;
"Allah'ım! Âl-i Muhammed'in rızkını kâfi gelecek kadar kıl." buyurduğu
duâsına uygun olarak, insan için lâzım olan şeyleri yeteri kadar
istemelidir.
Eshâb-ı
kirâm da böyle duâ ederdi. İsrâfa düşürecek kadar zengin; sıkıntıya, borca
düşürecek kadar da fakir olmamalıdır. Kulluk vazifesini yerine getirip, ölüme
hazır beklemeli, gönlü başka arzulara bağlamamalıdır. Ölüm, ilâhî bir hediyedir.
Allahü teâlâya kavuşmak ve Resûlullah efendimizin dîdârını, mübârek yüzünü
görmektir."
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, hocalarına büyük bir muhabbet ve ihlâs ile
bağlıydı. Bilhassa İmâm-ı Rabbânî hazretlerine derin bir muhabbeti vardı. "Her
neye kavuşmuşsam, hocalarıma olan muhabbetim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri
nedir ki, Allahü teâlânın rızâsına kavuştursun! Fakat Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmuş ve makbul kullarından olan zâtları sevmek, onlara muhabbet beslemek,
Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için en kuvvetli vâsıtadır." buyurdu.
Mazhar-ıCân-ı Cânân hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir defâ cihânın süsü ve
kâinâtın serveri olan Peygamber efendimizi rüyâda görmekle şereflendim. Yanyana
uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübârek nefesi yüzüme geliyordu. Bu
esnâda susadım. Serhend büyüğünün oğulları, yâni İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
evlâdı da orada idiler. Resûlullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu.
Fakîr; "Yâ Resûlallah, onlar benim pîrimin evlâdıdır." diye arzettim. "Onlar
bizim sözümüzü tutarlar." buyurdu. Onlardan bir azîz, kalkıp su getirdi. Kana
kana içtim. Sonra; "Yâ Resûlallah, hazretiniz Müceddîd-i elf-i sânî hakkında ne
buyurursunuz?" diye arzettim.
"Ümmetimde onun bir benzeri yoktur." buyurdu. "Yâ Resûlallah! İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin Mektûbât'ı, mübârek nazarlarınızdan
geçti mi?" dedim. Buyurdu ki: "Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!" Ben
de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bâzı mektuplarında geçen ve Allahü teâlâ için;
"O, verâ-ül-verâ sonra yine verâ-ül-verâ'dır, yâni Allahü teâlâ ötelerin
ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir" buyurduğunu
okudum. Resûlullah efendimiz bunu çok beğendi ve; "Tekrar oku!" buyurunca,
tekrar okudum. Bu ifâdeleri çok güzel buldu. Bu hâl epey bir müddet devâm etti.
Sabah olunca büyüklerden bir zât erkenden gelip bana; "Ben bu gece rüyâmda sizin
bir rüyâ gördüğünüzü gördüm. O rüyâyı bana anlat!" deyince, anlattım. Çok
beğenip, hayret etti. Ben gördüğüm bu rüyâda, Resûlullah efendimizin mübârek
nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi tamâmen nûr ve huzur içinde buldum.
Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rüyânın bereketiyle
günlerce acıkmadım ve susamadım."
Bir gün
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin talebelerinden biri huzûruna gelip; "Efendim!
Kardeşim, Azîmâbad'a gitmişti. Sevenlerinizdendir. Bir iftirâya uğrayıp haksız
yere hapsedilmiş. Kurtulması için duâ ve teveccühde bulunmanızı istirhâm
ederiz." dedi. Bunun üzerine Mazhar-ı Cân-ı Cânân bir mektup yazıp, kardeşine
ulaştırması için ona verdi ve; "Bu eline geçtikten bir saat sonra hapisten
kurtulur" buyurdu. O talebe mektubu kardeşine ulaştırınca, işâret edildiği gibi
hapisten kurtuldu.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, büyük günah işlemiş bir kadının kabri yanına
oturmuştu. Kabre teveccüh eyledi. Yâni hâtırına başka hiçbirşey getirmeyip
yalnız onu düşündü. "Bu mezârda Cehennem ateşi var. Kadının îmânlı olmasında
şüphe ediyorum. Rûhuna hatm-i tehlîl, yetmiş bin Kelime-i tevhîd sevâbı
bağışlayacağım. Îmânı varsa affolur." buyurdu. Hatm-i tehlîlin sevâbını
bağışladıktan
sonra; "Elhamdülillah, îmânı varmış. Kelime-i tayyibe, tesîrini gösterip azâbdan
kurtuldu" buyurdu.Hadîs-i şerîfde; "Bir kimse, kendisi için veya başkası için
yetmiş bin adet Kelime-i tevhîd okursa, günahları affolur." buyruldu.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerini sevenlerden bir zât, bir gün mübârek eteğini
tutup; "Kızımın bir oğlu olacağını bana müjdelemezsen eteğini elimden bırakmam."
dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri biraz murâkabeden sonra; "Gönlün hoş
olsun! Cenâb-ı Hak senin kızına bir erkek çocuk ihsân eyledi." buyurdu.Hakîkaten
bu adamın kızının dokuz ay sonra bir erkek çocuğu oldu.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri talebeleri ile birlikte bir yolculuğa çıkmıştı.
Yanlarında azık olarak hiç bir yiyecek yoktu. Gittikleri yerde de misâfir
kalabilecekleri bir tanıdıkları bulunmuyordu. Talebeleri bu durumu
bildiklerinden merâk edip; "Bakalım hâlimiz ne olur?" diyerek yola devâm
ettiler. Her yemek vakti geldiğinde, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin kerâmeti
ile gaybdan önlerine sofra kuruluyordu. Sofra üzerinde çeşit çeşit ve gâyet
nefis yemekler bulunuyordu. Bu nefis yemekleri yiyip yolculuğa devâm ettiler.
Talebeleri hayatlarında öyle güzel ve çeşitli yemekler yememişlerdi. Bu hal,
seferlerinden dönünceye kadar devâm etti.
Bir
kimse, ölüsünün azâbda olduğunu rüyâda görüp, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine
magfiret olunması için duâ etmesini istirhâm etti. Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretleri de duâ edip; "Allahü teâlâ, ölünün günahlarını magfiret eyledi." diye
de ona müjde verdi. O kimse tekrar ölüsünü rüyâda görünce, kendisine; "Hazret-i
Mazhar'ın duâsı bereketi ile, azâbdan kurtuldum." dedi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, şehid olarak vefât etti. Vefâtından birkaç gün
önce, bu fâni dünyâdan gitme zamânının geldiği ve Allahü teâlâya kavuşacağı için
bambaşka bir aşk ve şevk içindeydi. O günlerde ibâdet ve tâatlarını daha da
artırmıştı. Bir taraftan da talebeleri ve sevenleri akın akın sohbetine
geliyorlardı. Sohbetleri ve murâkabeleri büyük bir huzur hâli içinde geçiyordu.
Sohbetleri sırasında huzûrunda toplananlar yüz kişiden ziyâde olur, bereketlere
ve feyzlere kavuşurlardı. Vefâtının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla
Nesîm, memleketine gidip dönmek üzere izin istediğinde, bu talebesine; "Artık
seninle bir daha görüşeceğimiz mâlûm değildir!" buyurdu. Bu sözleriyle vefât
edeceğine işâret etmişti. Bunu işiten talebeleri ağlaşmaya başlayıp gözyaşlarını
tutamadılar. Yine vefâtının yaklaştığı günlerde talebelerinden Molla
Abdürrezzâk'a yazdığı bir mektupda; "Ömrüm seksen yaşını geçti. Ecelim yaklaştı.
Bize hayır duâda bulun!" diye yazmıştı. Bu sıralarda talebelerinden diğerlerine
yazdığı mektuplarında da aynı şekilde işâret etmiştir.
Yine
vefâtının yaklaştığı günlerde kavuştuğu nîmetleri dile getirerek ve şükrederek
şöyle buyurdu: "Kalbimden her ne geçtiyse ve her ne nîmete kavuşmak istediysem,
Allahü teâlâ onları bana ihsân etti. Beni İslâm-ı hakîkî ile şereflendirdi ve
çok ilim ihsân etti. Sâlih amel üzere istikâmet verdi. Büyüklerin tasavvuf
yolunda bildirdiği şeylerin hepsini verip keşf, tasarruf ve kerâmet ihsân
etti.Beni dünyâya düşkün olmaktan ve dünyâya düşkün olanlardan da uzak eyledi.
Ancak Allahü teâlâya yaklaşmakta, yüksek derece olan şehitlik derecesine
kavuşamadım. Hocalarımın, mürşidlerimin çoğu şehitlik şerbetini içmekle
şereflendiler. Şu anda ben yaşlandım, vücûdum zayıf düştü. Cihâd edecek ve
böylece şehitliğe kavuşacak gücüm, tâkatim kalmadı. Ölümü sevmeyen,
istemeyenlere şaşılır. Ölüm Allahü teâlâya kavuşmaya sebeptir. Ölüm, Resûlullah
efendimizi ziyâret etmeye, evliyâya kavuşmaya, onların mübârek yüzlerini görerek
mesrûr olmaya sebeptir. Ölüm; Resûlullah efendimiz, Halîlürrahmân İbrâhim
aleyhisselâm, Emîrul-müminîn hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, İmâm-ı Hasan, Cüneyd-i
Bağdâdî, Şâh-ı Nakşîbend Bahâeddîn Buhârî ve Müceddîd-i elf-i sânî İmâm-ı
Rabbânî hazretleri ile görüşmeye, onlara kavuşmaya vesîledir. Kalbimde bu
büyüklere karşı husûsî bir muhabbet vardır. Onlar zâhirî ve bâtınî şehâdete
kavuştular, en yüksek mertebelere ulaştılar."
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri böylece, şehitlik derecesine kavuşmayı çok arzu
ettiğini dile getirmişti. Ömrünün son günlerini yaşadığı sıralarda huzûruna
gelip gidenler iyice artmıştı. 1781 (H.1195) senesinin Muharrem ayının yedisinde
Çarşamba gecesi kapısının önünde pekçok kimse toplanmıştı. Bunlar arasından üç
kişi ısrarla içeri girmek istiyorlardı. Nihâyet izin alıp içeri girdiler. Bunlar
Moğol ve Mecûsî idiler. Huzûruna girince, Mazhar-ı Cân-ı Cânân sen misin?"
dediler. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de; "Evet benim." buyurdu. Meğer bunlar
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine kastedip, öldürmek üzere gelmişlerdi.
İçlerinden biri üzerine hücum edip hançer vurmaya başladı. Vurulan hançer
darbesi kalbine yakın bir yere isâbet etmiş, ağır yaralanmış ve yere yıkılmıştı.
Durumdan haberdâr olan Nevvâb Necef Hân, sabah erkenden frenk bir tabib
gönderdi. Tabibe; "Çabuk gidip bu mübârek zâtı tedâvî et, onu yaralayanlar da
yakalanınca kısas yapılsın." dedi. Frenk tabib gidip Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin yarasına baktı ve geri dönüp kasden Nevvâb Necef Hâna; "İyileşip
kurtulur, başka tabib göndermeye lüzum yok." dedi. Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretleri bu yaralı hâliyle üç gün daha yaşadı. Yaralarından devamlı kan aktı.
Üçüncü gün, Cuma günü idi. Öğle vakti ellerini açıp Fâtiha-i şerîfi okudu.
İkindi vaktinde; "Günün bitmesine kaç saat vardır?" buyurdu. Dört saat vardır
dediler. O gün hem Cumâ, hem de Aşûre günü idi. Akşam olunca üç defâ derin nefes
aldı ve şehîd olarak vefât etti. Vefâtında ebced hesâbında târih
olarak meâlen:
"Allah'a ve Peygambere itâat edenler, işte bunlar Allah'ın kendilerine nîmet
verdiği, peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle
berâberdirler. Bunlarsa ne güzel birer arkadaş!" buyurulan Nisâ sûresi 69.
âyet-i kerîmesinden; "Ülâike ma'allezîne en'amellahü aleyhim" kısmı
söylendi. Yine Peygamber efendimizin bir hadîs-i şerîfinde; "Methe şâyân
olarak yaşadı ve şehîd olarak öldü." mânâsında; "Âşe hamîden mâte şehîden."
buyurduğu kısım ile ebced hesâbına göre vefât târihi söylendi.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin şehîd olarak vefât etmesinden sonra,
sevenleri, onun büyük bir kayıb olduğunu ifâde eden rüyâlar görmüşlerdir.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, İslâmiyetin yayılması ve insanların hakîkî
saâdete kavuşmaları için çok üstün hizmetler yapmıştır. Her biri üstün birer
cevher olan kıymetli zâtlar yetiştirmiş ve onları insanlara rehberlik yapmakla
vazifelendirmiştir. Talebeleri de bulundukları yerlerde insanlara İslâmiyeti
öğretmişler, îmânlarının vicdânileşmesini sağlamışlardır. Böylece her biri
bulunduğu yerde İslâmiyete uyulmasına, güzel ahlâkın yayılmasına ve insanların
birbirlerine karşı iyi muâmelede bulunmalarını sağlamışlardır. Onları tanıyıp
seven insanlar, onların sebebiyle temiz bir hayat yaşamak ve saâdete kavuşmakla
şereflenmişlerdir.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri buyurdu ki: "Her kim ki dünyâya düşkün olanlar
arasına karışırsa, sohbetin bereketlerine ve tasavvufun nûrlarına kavuşamaz! Bir
kimse dünyâya düşkün olanlar arasına ihtiyaç olduğu kadar karışır ve hâlis
niyetle ve bâtınî nisbetini muhâfaza ederek aralarında bulunursa zararı yoktur."
"Dünyâ
mel'ûndur ve dünyâda olan şeylerden Allah için yapılmayanlar da mel'ûndur.
Allahü teâlânın sevgisi ile dünyâ sevgisi bir araya gelmez. Allahü teâlânın
rızâsına kavuşmak için mâsivâyı yâni Allahü teâlâdan başka her şeyi ve bütün
maksatları terketmek lâzımdır."
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin kendi eshâbına, talebelerine nasîhatları
şöyledir:
"Takvânın ve verânın, haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmanın yolu,
Resûlullah efendimize mütâbeat yâni tam uymak ve onun bildirdiklerini candan
kabûl etmektir. Kendi hâlinizi, Kitab ve sünnette bildirilen hususlar ile
karşılaştırınız. Eğer hâliniz, Kitab ve sünnette bildirilen hususlara yâni dînin
emirlerine uygun ise makbûldür. Uygun değilse merdûddur, reddedilecekdir. Ehl-i
sünnet ve cemâat îtikâdı üzere olmak lâzımdır."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
EVLİYÂYA
HÜRMET
Seyyid
Gulâm Ali (Abdullah-ı Dehlevî) hazretleri anlatır: "Bir gün Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretlerinin sohbetinde bulunuyordum. İhtiyâr bir adam gelip; "Şeyhin şöhreti
Rahmânî mi, yoksa değil mi? Onu anlamağa geldim." dedi. Bu küstahça söz
karşısında, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri son derece müteessir oldu ve
öfkelenerek o ihtiyâra, keskin ve dik dik baktı. O esnâda ihtiyâr yere düşüp
çırpınmağa başladı. Sonra; "Tövbe ettim. Allah için beni affet." diye yalvardı.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri, Allahü teâlânın ismi araya girince, kalktı ve
ihtiyârın kolundan tutarak kaldırdı. İhtiyâr hemen düzeldi."
DÜNYÂ METÂI
PEK AZDIR
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri kemâl derecede zühd ve tevekkül sâhibiydi.
Dünyâdan ve dünyâya düşkün olanlardan son derece sakınırdı. Kendisine verilmek
istenen hediyeleri kabûl etmezdi. Kabûl ettiği çok nâdir olurdu. Zamânın
pâdişâhı Muhammed Şâh, vezîri Kameruddîn Hân ile Mirzâ Cân-ı Cânân'a haber
gönderip, şöyle dedi: "Allahü teâlâ bize öyle bir mülk verdi
ki, hatırlarından her ne geçerse hediye olarak göndeririz, yeter
ki istesinler." Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri bu teklif üzerine şu cevâbı
verdi: "Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "...Onlara şöyle de; dünyânın
metâı pek azdır..." (Nisâ sûresi: 77) buyurarak dünyânın yedi iklimindeki
mal ve mülkün az bir şey
olduğunu
bildirdi. Az bir şey olan bu yedi iklimden biri de Hindistan olup, o da senin
elinde bulunmaktadır. Bunun kıymeti nedir ki? Büyüklerin himmetinin esâsı ise,
ondan uzak durmaktır."
Yine o
havâlinin devlet adamlarından biri, Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri için bir
dergâh yaptırdı ve bütün dervişlerin ihtiyâcını da karşılıyacağını bildirerek
kabûl etmeleri için arzetti. Fakat Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri kabûl etmedi
ve; "Bizim için her yer birdir. Allahü teâlânın indinde herkesin rızkı takdir
edilmiştir. Vakti gelince herkes rızkına kavuşur. Dervişlerin hazînesi sabır ve
kanâat olup, bu kâfidir." buyurdu.
HAKÎKÎ İLAÇ
Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerinin seksen yedi mektubu ve melfûzâtı,
Kelimât-ı Tayyibât denilen kitapta vardır. Mektuplarından biri:
"Kardeşim, zamânımız talebesinin zaîfliğinden, evliyâdan keşf
ve kerâmet istediklerinden ve birinci asrı göz önünde tutmadıklarından bahseden
mektubunuz geldi. Biliniz ki, başka şeyhlere meyli olan sefihleri, akılsız
kimseleri talebe edinmeye lüzum yoktur. Akıllı ve muhlis kimselerden,
bu işe tâlib olanları kabul etmelidir. Üzülmeyiniz. Allahü teâlâ hakîkî
hakîmdir. Âl-i İmrân sûresi 31. âyetinde meâlen; "Ey Habîbim! Onlara de ki,
eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz. Allah da sizi sever."
buyrulması, bütün yollardaki sâliklerin,
talebelerin maksadı olan Allahü teâlânın sevgisini ve rızâsını kazanmağı,
Peygamber efendimize tâbi olmaya bağlı kıldı. O mütehassıs doktor, kulları
gaflet ve günâh hastalıklarından kurtarmak için, ilâç ve perhiz yerinde olan
emir ve yasakları gönderdi. Bu reçeteyi tatbik edip, uygun ilâçları alan,
perhize riâyet eden sıhhat ve şifâ bulur. Kaçınan kendini ziyân ve telef etmiş
olur.
Bu
reçetenin bir sûreti, bir de hakîkati vardır. Sûreti ile avâm müslümanları
hareket eder. Bu da, îtikâdını düzelttikten sonra kitab ve sünnete uygun olarak
amel edip, emir ve yasaklara uymakla olur. Karşılığı da Cennet'in nîmetleri ve
Cehennem'den kurtulmaktır. Hakîkati ise havassa, seçkinlere mahsûs olup,
kalblerin nûrlanması, parlaması ve nefslerin tezkiyesi, temizlenmesidir. Bunda
bildirilmiş olan sûret bulunmakla berâber, riyâzet ve mücâhedelerde
de vardır. Burada ele geçen, tecellî ve keşflerdir. Sûrete îmân ve İslâm,
hakîkate ise ihsân denir. Nitekim Hadîs-i şerîfde; "İhsân; Rabbine, onu görür
gibi ibâdet etmendir." buyruldu. Hakîkatsız sûret, derideki hastalıklara
çâre bulmada, çıban
ve yaralar üzerine konulan merhem ve ilâçlar gibidir. Yarayı iyileştirir, çıbanı
geçirir. Elbette faydasız değildir. Hakîkatın ise, sûretsiz hiç faydası yoktur.
Belki o hakîkat değil, mekr-i ilâhîdir. Bundan Allahü teâlâya sığınırız.
Hakîkat, temizlemek, yâni hastalıklı, mikroplu, bozuk maddeleri çıkarıp atmak
gibidir. Çünkü yerinde kalırlarsa, yine hasta edebilirler. Tam sıhhate kavuşmak,
büsbütün şifâ bulmak, bu iki tedâvinin birlikte yapılmasıyla olur. Bu
açıklamadan, Peygamber efendimizin tedavisinin, Eshâb-ı kirâmın tabiatlarında
nasıl sıhhat ve şifâ tesirleri yaptığı kolaylıkla anlaşılabilir. Muhakkak ki, o
tedâvî ve ilâç, Allahü teâlâyı çok sevmek, bütün gayretiyle Resûlullah'a tâbi
olmak, tâat ve ibâdetlerden lezzet duymak ve günahları çirkin görüp, nefret
etmekten başkası değildi. Bu da onlarda kalblerin huzûru ve nefslerin
temizlenmesi tesirini yapıyordu. Resûl-i ekremin bereketli sohbeti ve İslâmiyet
reçetesinin tatbîki ile, bu mertebelere pek kısa zamanda, belki bir anda
kavuşuyorlardı. Onlar, daha sonraki asırlarda söylenen zevk ve mevâcidlerden
ziyâde, sûret ve hakîkate son derece riâyet ve ihtimâm gösterip, hakîkati
koruyan sûreti muhâfaza edip, keşf ve kerâmete îtinâ göstermediler. Bunları
kemâlin, olgunluğun îcâb ve şartlarından saymadılar.
O
hâlde, tam sıhhate kavuşmak yâni Muhammedî nisbet isteyen bir tâlib,
Resûlullah'ın sünnetine uymayı, bütün riyâzet ve mücâhedelerden üstün ve buna
âid olan nûr ve bereketleri, bütün feyzlerden efdal bilmelidir. Bütün zevk ve
mevâcidlere, bâtın cemiyyeti ve devamlı huzur yanında değer vermemeli ve bu öz
ve hakîkatlerin elde edilmesine sebeb olan büyüğü, Resûlullah efendimizin vekîli
bilmeli, ona canla başla hizmet edip, bu yolda, çocuklar gibi, ele geçen
ceviz-meviz gibi şeylerle, tatlı olsa da, yetinmemelidir.
Hadîs-i
şerîfi ve fıkıh bilgilerini öğreniniz. Âlimlerin sohbetine devâm ediniz.
Amellerinizi Allahü teâlânın habîbi olan Peygamber efendimize ittibâ, uymak
niyetiyle yapınız." (21'inci mektup)
BEYİTLER
ŞEHÎD OLMAK
İSTERİM
Evliyânın büyüğü, Mazhar-ı Cân-ı Cânân,
İstifâde etmişti, binlerce kimse ondan.
Henüz
vefât etmeden, birkaç gün önce idi,
Rabbine
kavuşmanın, şevk ve sevincindeydi.
Âhirete
göçmesi, olmuşken böyle yakın,
İnsanlar, sohbetine, gelirdi akın akın.
Her gün
yüzlerce kişi, gelerek o sohbete,
Kavuşuyorlar idi, nûra ve hidâyete.
Talebesinden biri, sılaya gitmek için,
Huzûruna gelerek, istedi ondan izin.
Buyurdu: "Güle güle, emânet ol Allah'a.
Lâkin
görüşemeyiz, senin ile bir daha."
Diğer
talebeleri, duyunca bu sözleri,
Ağlayıp, herbirinin, yaşla doldu gözleri.
Ve yine
o günlerde, talebeden birine,
Yazdı
ki: "Geldik artık, ömrün nihâyetine.
Bu
dünyâda yapacak, kalmadı bir işimiz,
Yaş,
sekseni geçti ve, yaklaştı ecelimiz."
Birkaç
gün kalmıştı ki, vefâtına nihâyet
Talebeyi toplayıp, son defâ etti sohbet.
Buyurdu
ki: "Kalbimden, her neyi geçirdimse,
Ve
hangi bir nîmete, kavuşmak istedimse,
Hak
teâlâ hepsini, eyledi bana ihsân,
Her
arzûma kavuşmak, oldu kolay ve âsân.
İslâm-ı
hakîkîyi, nasîb etti nihâyet,
Verdi
sâlih amelle, istikâmet, kerâmet.
Tasavvufta ne kadar, derece varsa eğer,
Rabbimiz herbirini, kıldı bana müyesser.
Elde
edemediğim, kaldı ki bir tek makam,
o da,
şehîd olmaktır, budur şimdi bana gam.
Kavuştum tasavvufta, makamların hepsine,
Şimdi
arzûm ermektir, şehidlik rütbesine.
Hocalarımın çoğu, şehâdet şerbetini,
İçerek
bitirdiler, en son nefeslerini.
Ve
lâkin yaşlandım ben, zâif düştü vücûdum,
Yoktur
cihâd edecek, bir kuvvetim ve gücüm."
Mazhâr-ı Cân-ı Cânân, bu son sözleri ile,
Şehîdlik arzûsunu, getirdi böyle dile.
Son
günleri idi ki, o yer ahâlisinden,
Huzûruna gelenler, artmıştı eskisinden.
Bin
yedi yüz seksen bir, mîlâdî senesinde,
Ve
Muharrem ayının, yedinci gecesinde,
Mübârek
hânesinin, önüne, bir aralık,
Yabancı
kimselerden, doldu bir kalabalık.
Niyetleri kötüydü, bilhassa üç kişinin,
Israr
ediyorlardı, içeri girmek için.
Nihâyet
izin alıp, hânesine girdiler,
Bunlar
Moğol kâfiri ve mecûsî idiler.
Hem de
tanımazlardı, kendisini o zaman,
Sordular ki: "Sen misin, Mazhar-ı Cân-ı Cânân?"
"Evet,
benim." deyince, durmayıp onlar daha,
Hücûm
edip hançerle, başladılar vurmaya.
Ağır
yaralanarak, yıkıldı yere hemen
Üç gün
sonra Rabbine, kavuştu ebediyyen.
On
Muharrem Aşûre ve Cumâ, akşam vakti,
O da
şehîd olarak, Hakk'a oldu mülâki.
KAYNAKLAR
1) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1108
2)
Makâmât-ı Mazhariyye; s.20 vd.
3)
Hadâik-ül-Verdiyye; s.201
4)
İrgâm-ül-Merîd; s.58
5)
Hadîkat-ül-Evliyâ; s.118
6)
Reşehât Zeyli; s.83
7)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.129
8)
Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.343
9)
Hadîkat-ün-Nediyye; s.16
10)
Rehber Ansiklopedisi; c.11, s.295
11)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.39
12)
Kelimât-üt-Tayyibât
|
|