MA'RÛF-I KERHÎ
Büyük
velîlerden. Adı Ma'rûf bin Fîrûz, künyesi Ebû Mahfûz'dur. Doğum târihi
bilinmemektedir. 815 (H.200) senesinde Bağdat'ta vefât etti. Kabri Bağdât'tadır.
Kabri başında yapılan duâ makbul ve müstecabdır. Bağdât'ın Kerh beldesinden
olduğu için Kerhî denilmiş ve Mârûf-ı Kerhî diye tanınmıştır. Sofiyye-i
aliyyenin büyüklerindendir.
İranlı
hıristiyan bir anne ve babanın çocuğu iken, hıristiyanlığı öğrenmesi için bir
râhibe gönderildi. Kardeşi Îsâ onun İslâma gelişini şöyle anlatmaktadır: "Ben ve
kardeşim Ma'rûf okula gidiyorduk. Hıristiyan idik. Hıristiyan râhip, çocuklara
(Hâşâ) Allahü teâlâ üçtür: Baba, Oğul, Ruh'ül kudûs derdi. Kardeşim Ma'rûf, Allah
birdir birdir diye bağırırdı. Râhib onu her tarafı yara bere içerisinde
bırakacak şekilde döverdi. Bu hal uzun zaman devâm etti. Nihâyet bir gün her
tarafını parçalar şekilde dövünce kaçtı. Ve bir daha dönmedi. Bunun üzerine
annem ona olan sevgisinden her gün gözyaşı dökerdi. "Eğer Allahü teâlâ oğlumu
geri gönderirse, o hangi dinde ise ben de o dîne gireceğim." derdi. Annesi böyle
ağlayıp gözleri yolları beklerken, evden kaçan Ma'rûf-ı Kerhî kendi hâlini şöyle
anlatmaktadır: "Ayaklarım şişmiş, elbiselerim parçalanmış bir halde Kûfe'ye
geldim. Âdetim mescidlerde kalmaktı. Bir mescide gittim. Orada mübârek, yüzü nur
saçan bir zâtın etrâfında bir kısım insanlar halka olmuş, onun anlattıklarını
dinliyorlardı. Cemâat o zâtı öyle dinliyorlardı ki, sanki başlarının üzerinde
kuş vardı da kaçmasın diye hareketsiz duruyorlardı. O zâta yaklaştım ve
dinledim. Şöyle diyordu: "Kim Allahü teâlâdan tamâmen yüz çevirirse, Allahü
teâlâ da ondan tamâmen yüz çevirir. Kim kalbiyle Allahü teâlâya kavuşmayı arzu
eder ve O'na koşarsa, Allahü teâlâ onu rahmetiyle karşılar. Bütün herkesin
kalbinde O'nun muhabbeti hâsıl olur, O'na gelirler. Derdlere ve belâlara sabır
eden kimseye de rahmetini ihsân eder." Bu zât Muhammed ibni Semmâk idi. Onun bu
sözleri kalbime çok tesir etti ve beni yaratan Allahü teâlâya yöneldim. Benim
gizli ve açık her şeyimi bilen, Rabbime kavuşmağı istedim. Allahü teâlâ da duâmı
kabûl buyurdu. Bu sırada İbn-i Semmâk âniden sustu. Sonra insana çok tesir eden
bir sesle "Bağdâtlı genç nerede?" diye sordu. Oradaki cemâat bana baktı. Çünkü
orada benden başka yabancı yoktu. Beni Şeyh İbn-i Semmâk'a götürdüler. İbn-i
Semmak başımı okşadı ve; "Merhabâ ey Rabbin'i arayan kişi! Merhabâ ey Allah'ın
sevgisine ve muhabbetine kavuşan kişi!" dedi. Bu sözleri işitince, babama beni
kötüleyen râhibi hatırladım ve ağlamaya başladım. Bunun üzerine "Sen ağlıyor
musun?" dedi: "Evet efendim" dedim ve râhibin sözünü hatırladım. Çünkü o râhip
hep hakâret ederek beni babama kötülerdi. Tam bu sırada; "Râhibin sözü mü?.."
diye sordu. Ben buna çok hayret ettim. Bunu nasıl biliyordu. "Evet." dedim.
Bana; "Allahü teâlâya duâ et. Senin duân müstecâbtır (kabûl olur)." buyurdu ve
ben de Allahü teâlâya duâ ettim. Daha sonra râhibin müslüman ve sâlih olup
sâlihler arasına karıştığını öğrendim. Sonra İbn-i Semmâk beni İmâm-ı Ali
Rızâ'ya götürdü. Durumu ona anlattı ve onun elinde müslüman oldum."
Müslüman olan ve ilim tahsil edenMa'rûf-ı Kerhî, uzun seneler sonra memleketine
döndü. Büyük bir sabırla onu bekleyen annesi bağrına bastıktan sonra hangi din
üzeresin diye sordu. Ma'rûf, İslâm dîni üzereyim deyince annesi; "Eşhedü enlâ
ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh." diyerek îmân ile
şereflendi. Bunun üzerine bütün âile müslüman oldu.
Ma'rûf-ı Kerhî dînin emirlerini gözetmekte, ibâdette, haram ve şüphelilerden
kaçmada çok meşhûr idi. İmâm-ı Ali Rızâ'nın hizmetinde bulunmuş, O'nun
çocuklarıyla beraber yaşamış ve ehl-i beytten bilinmiştir. İmâm-ı AliRızâ;
"Ma'rûf, huy ve muhabbet bakımından ehl-i beyttendir. Fakat ırk ve neseb
bakımından değil. Muhakkak o kerem ve izzet bakımından, Selmân-ı Fârisî'nin
ceddimize ilhak edilip ehl-i beytten sayıldığı gibi, o da bize dâhil
edilmiştir." buyurmuştur.
Ma'rûf-ı Kerhî, Dâvûd-i Tâî hazretlerinden feyz almış olup; büyük
velîlerdenSırrîyi Sekâtî de, Ma'rûf-ı Kerhî'den ders ve feyz alarak
yetişti.Hârun Reşîd ile aynı zamanda yaşadı. Muhaddis olup, zamânının meşhûr
hadîs âlimlerinden hadîs dinlerdi.
Ma'rûf-ı Kerhî, Bekir bin Huneys, Rabi' bin Sabîh ve bir çok âlimden hadîs
öğrendi. Halef bin Hişâm, Zekeriyyâ bin Yahyâ el-Mervezî, Yahyâ bin Ebî Tâlib ve
bir çok hadîs âlimi de Ma'rûf-ı Kerhî'den hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.
Ma'rûf-ı Kerhî (rahmetullahi aleyh), Bağdât'ın imâmı ve zâhidi lakabını aldı.
Dinde imâm olup, fıkıh, hadîs, tefsîr ve kelâm ilimlerinde büyük âlimdir. Bütün
bu ilimlerde hüccet, senet idi. İctihad makâmına erişmişti.
Abdülazîz bin Mansûr diyor ki: Babamdan işittim: "Biz Ahmed bin Hanbel ile
berâber idik, Ma'rûf-ı Kerhî'den bahsedildi. Orada olanlardan bâzıları onun ilmi
zayıfdır dediler. Bunun üzerine Ahmed binHanbel (rahmetullahi aleyh); "Böyle
konuşmayın. Siz Ma'rûf'un kavuştuğu ilimden bir şeye kavuşabildiniz mi?" diye
cevap vererek onları susturmuştu. Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ binMâîn, Ma'rûf-ı
Kerhî'ye mürâcaat ederler ve bir çok meseleleri ondan öğrenirlerdi."
Yahyâ
bin Mâîn ve Ahmed bin Hanbel, Ma'rûf-ı Kerhî'nin yanına geldiler. Yahyâ bin
Mâîn, Ma'rûf-ı Kerhî'ye Secde-i sehv'i sormak istiyordu.Ahmed bin
Hanbel,Yahyâ'ya; "Sus!" dedi. Fakat o susmadı ve; "Yâ Ebel-Mahfûz, Secde-i sehv
hakkında ne dersin?" diye sordu.Ma'rûf-ı Kerhî; "Kalbin namazdan gâfil olup,
namazdan başka bir şeyle meşgûl olmasından dolayı bir cezâdır." deyince, Ahmed
bin Hanbel; "Bu ne güzel ve ne mânâlı bir cevaptır." buyurdu.
Kerâmet
ve menkıbeleri çoktur. Cömertlik ve kerem sâhibi olup, sağlığında ve vefâtından
sonra da yardım yapan dört büyük velîden biridir. Bunlar; Ahmed bin Hanbel,
Ma'rûf-ı Kerhî, Bişr-i Hafî ve Mansûr bin Ammâr'dır.
Ma'rûf-ı Kerhî bir gün namaz kılmak için ikâmet okudu ve sonraMuhammed bin Ebî
Tevbe'nin öne geçip namaz kıldırmasını istedi. Kendisi imâm olmadı, müezzinlik
yaptı. Muhammed bin Ebî Tevbe imâmlık yapmaktan çekindi ve Ma'rûf-ı Kerhî'ye;
"Eğer bu namazı kıldırırsam başka namaz kıldırmam" dedi.Ma'rûf-ıKerhî bu sözü
beğenmedi ve; "Nefsinden konuşuyorsun. Başka bir namaz kıldıracağını düşünmek
(başka bir namaz vaktine kadar yaşayacağım diye konuşmak) tûl-i emel (uzun arzû)
sahibi olmaktır. Tûl-i emel sâhibi olmaktan Allahü teâlâya sığınırız. Çünkü
tûl-i emel, hayırlı amel yapmaya mâni olur." buyurdu.
"Dünyâ
dört şeyden ibârettir: Mal, söz, uyku ve yemek. Mal; insanı Allahü teâlâya isyân
ettirir. Söz, insanı Allahü teâlâdan oyalar. Uyku, insanaAllahü teâlâyı
unutturur. Yemek ise insanın kalbini katılaştırır." buyurdu. Sırrî-yi Sekâtî
buyurdu ki: Ma'rûf-ı Kerhî'yi şöyle söylerken işittim: "Kim kibirli olur,
kendini büyük görürse Allahü teâlâ onu yere vurur; kim Allahü teâlâ ile münâzea
ederse (karşı gelirse) Allahü teâlâ ona gazâb eder. Kim Allahü teâlâya tevekkül
eder O'na sığınır ve güvenirse; Allahü teâlâ onun yardımcısı olur. Kim Allahü
teâlâya tevâzû ederse, Allahü teâlâ onu yükseltir."
Ma'rûf-ı Kerhî'ye "Dünyâ sevgisi kalbden nasıl çıkar?" diye sorulduğu zaman
buyurdu ki: "Allahü teâlâya karşı hâlis sevgi, tam bir muhabbet ve hüsn-i
muâmele yâni Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmak ve men ettiklerinden
sakınmak ile" cevâbını verdi.
Mertliğin alâmeti üçtür: "Hilafsız tam bir vefâ, istenmeden vermek ve kendisine
cömertlik, iyilik yapılmadan başkalarını medh etmek." buyurdu. Bir adam Ma'rûf-ı
Kerhî hazretlerine gelerek; "Ey efendim! Benim Allahü teâlâya nasıl kavuşacağımı
bana öğretir misin?" dedi. Ma'rûf-ı Kerhî onun elinden tuttu ve pâdişâhın
kapısına getirdi. Kapının önünde ayağı kırık bir adam vardı. Soru soran zâta o
kimseyi gösterip; "İşte bunun gibi olursan Allahü teâlâya vâsıl olursun"
buyurdu. Bununla, ayağının ikisi de kırık bir köle, efendisinin kapısının önünde
nasıl durur hiçbir yere ayrılmazsa; bir kul da Allahü teâlânın kapısında her an
bekler. Hiç ayrılmaz ve isyân etmezse, Allahü teâlâya kavuşur demek istedi. Bir
kimse gelip kendisinden kalbinin yumuşaması için duâ etmesini istedi. Ona; "Ey
kalbleri yumuşatan Allah'ım! Ölüm benim kalbimi yumuşatmadan sen benim kalbimi
yumuşat" diye duâ et buyurdu. Sırrî-yi Sekâtî hazretleri; "Kavuştuğum bütün
nîmetlere Ma'rûf-ı Kerhî hazretlerinin bereketiyle kavuştum." buyurdu.
Bağdât
ahâlisi ve bütün müslümanlar tarafından devamlı hürmet edilirdi. Kabri, duâların
kabûl edildiği, hastaların şifâ bulduğu bir yerdir. Duâların kabûl edildiği
herkes tarafından tecrübe edilmiştir. İmâm-ı Yâfiî de bunu bildirmektedir.
Ma'rûf-ı Kerhî, talebesi Sırrî-yi Sekâtî'ye buyurdu ki: "Eğer Allahü teâlâya duâ
eder ve bir şey istersen, O'na benim ismimi vesîle et, benim hürmetime iste!"
Muhammed bin Mansûr Tûsî haber veriyor: Bağdât'taMa'rûf-ı Kerhî'nin huzûruna
gittim. Yüzünde bir yara izi gördüm. "Dün burada iken yüzünüzde bir şey yoktu.
Bu nedir bir şey mi oldu?" diye sordum. "Seni ilgilendirmeyen şeyi sorma, sana
yarayanı sor." dedi. "Allah aşkına söyle!" dedim. Şöyle anlattı: "Bu gece namaz
kılıyordum. Mekke'ye gidip Kâbe'yi tavaf etmek istedim. Su içmek için zemzem
kuyusuna gittim. Ayağım kaydı ve yüzüm oraya çarptı. Bu iz ondandır."
Abdest
almak için Dicle'ye gitti. Kur'ân-ı kerîm ve seccâdesini namaz kıldığı yerde
bıraktı. Bir kadın gelip bunları alıp giderken Ma'rûf arkasından koştu ona
yetişti ve yüzünü görmemek için başını eğip; "Kur'ân-ı kerîm okuyan çocuğun var
mı?" diye sordu. Kadın hayır deyince; "Kur'ân-ı kerîmi bana ver, seccâde senin
olsun." buyurdu. Kadın onun bu güzel hareketine çok şaşırdı. Her ikisini de
oraya bıraktı. Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri; "Seccâdeyi al, sana helâl ettim."
buyurdu. Kadın utanarak hemen oradan uzaklaştı gitti.Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri
herkese merhamet eder ve herkesin ıslâhı için çalışırdı.
Bir
gün, talebeleriyle Dicle kenarındaki bir hurmalıkta oturuyorlardı. Dicle'nin
yukarısından bir kayık geldiğini gördüler. Kayıkta bir kaç erkek içki içiyor,
nâra atıyordu. Bu nâhoş manzara karşısında talebeleri; "Efendim bir duâ edin de,
Allahü teâlâ bunları bu nehirde boğsun ve insanlar onların zararlarından
kurtulsunlar." dediler.
Şöyle
buyurdu: "Yâ Rabbî! Sen bu kullarını dünyâda neşelendirdiğin gibi âhirette de
neşelendir." Talebeleri bu duânın mânâ ve sırrını anlamadıklarını söylediler.
Bunun üzerine; "Benim söylediğimi (Allahü teâlâ) bilir. Bekleyin şimdi
görürsünüz." buyurdu." O topluluk Ma'rûf-ı Kerhî'yi görünce sazlarını kırdılar,
şaraplarını döktüler ve titremeye başladılar. Ma'rûf'un el ve ayaklarına kapanıp
tövbe ettiler. Ma'rûf-ı Kerhî; "Gördüğünüz gibi herkesin istediği oldu; ne onlar
boğuldu, ne de bir kimse onlardan rahatsız oldu." buyurdular.
İbn-i
Merdeveyh şöyle anlatır: "Biz Ma'rûf-ı Kerhî ile berâber oturduk. Yüzünden nur
fışkırıyordu. O nur yayılarak her tarafı aydınlatıyordu." Kendisine"Yâ Ebâ
Mahfûz! Senin suyun üzerinde yürüdüğünü işittim" dedim. Bunun üzerine; "Benim
aslâ su üzerinde yürümem diye bir şey yoktur. Fakat bir tarafa geçmek istediğim
zaman, nehrin iki kenarı birleşir o zaman geçerim." buyurdular.
Muhammed bin Muhallid dedi ki: Hasan bin Abdülvehhâb'a Ma'rûf-ı Kerhî'nin hayatı
okunuyordu. Buyurdu ki: "Ma'rûf-ı Kerhî'nin suyun üzerinde yürüdüğünü söylerler.
Eğer bana onun havada yürüdüğü söylenilse; onu tasdik ederim."
Bir gün
abdesti bozuldu. Hemen oracıkta teyemmüm etti. "İşte Dicle, niçin teyemmüm
ettiniz." dediklerinde; "Oraya gidinceye kadar acabâ yaşayabilir miyim?
Ölüverirsem abdestsiz olmıyayım." dedi.
Halîl
Sayyâd anlatır: Oğlum Muhammed kaybolmuştu. Annesi ve ben şaşkına dönmüştük.
Ma'rûf-ı Kerhî'ye geldim ve; "Ey Ebâ Mahfûz, oğlum kayboldu, annesinin aklı
başından gitti." dedim. "Ne istiyorsun buyurdu?" "Allah'a duâ edin de,
çocuğumuzu bize iâde etsin" dedim. "Yâ Rabbî, gök senin, yer senin,
arasındakiler de senin. Muhammed'i gönder" dedi. Şam kapısına geldim. Oğlumu
orada gördüm. "Oğlum Muhammed, geldin mi?" dedim. "Şimdi Enbâr şehrinde idim,
birden kendimi burada buldum." dedi.
Âmir
bin Abdullah el-Kerhî anlatır: Benim hıristiyan bir komşum vardı. Bir gün bana
geldi ve "Ey Ebâ Âmir, benim senin üzerinde komşuluk hakkım vardır. Senden bir
ricâm var. Beni bir evlat verip duâ etmesi için Allahü teâlânın sevgili bir
kuluna götürmedin" dedi. Bunun üzerine komşumu Ma'rûf-ı Kerhî'ye götürdüm. Onun
durumunu ve ricâsını anlattım. Ma'rûf-i Kerhî de onu İslâm'a dâvet etti.
Müslüman olmasını istedi. Komşum; "Yâ Ma'rûf, benim hidâyetim senin elinde
değildir. Ancak Allahü teâlâ hidâyet eder, bir kimseyi doğru yola kavuşturur.
Ben senden duâ istemeğe geldim. Müslüman olmağa gelmedim." dedi. Bunun üzerine
Ma'rûf-ı Kerhî ellerini kaldırdı; "Allah'ım senden bu kimseye anne ve babasına
itâatkâr bir evlât vermeni istiyorum. Anne ve babası da onun elinde müslüman
olsun." diye duâ etti. Allahü teâlâ duâsını kabûl etti ve bu kimsenin bir oğlu
oldu. Bu çocuk zamanındaki çocuklardan ve akranlarından çok akıllı ve çok zekî
oldu. Büyüdüğü zaman babası onu bir râhibe götürdü. Ona hıristiyanlığı ve
İncil'i öğretmesini istedi. Râhip onu önüne oturttu. Kendisine bir yazı tahtası
verdi ve benim okuduğumu, söylediğim şeyleri söyle dedi. Bu çocuk; "Hayır
söylemem, dilim teslisi söylemeye (Allah üçtür demeye) kapalıdır. Kalbim ise,
Allahü teâlânın sevgisiyle meşgûldür." dedi. Râhip; "Ey oğlum ben sana bunu
sormadım." dedi. Çocuk; "Peki neyi sordun?" dedi.Râhip; "Ben sana, benden sorup
öğrenmek ve anlamak istediğin şeyi sordum." dedi. Bunun üzerine çocuk; "Aklımın
kabûl edeceği, zihnimin ve kalbimin idrak edeceği şeyi bana öğret." dedi.Râhip;
"Ey oğlum, ELİF de." diyerek alfabenin ilk harfini söyledi. Çocuk şiirle şöyle
dedi: "(Lafza-i celâlın başındaki) vasıl elifi her kalbi, ezelî ve ebedî
sıfatlar sâhibi olan sevgiliye (Allahü teâlâya) vasletti, kavuşturdu. Râhip;
"Oğlum BE de." diye söyledi. Çocuk yine şiirle! "BE, Allahü teâlânın BEKÂ (sonu
olmamak) sıfatının harfidir" dedi. Râhip, SE, CİM, HA ve bütün harfleri söyledi.
Çocuk da hepsine manzum ve o harflerle ilgili Allahü teâlânın sıfatlarını
anlatan şiirlerle cevap verdi. Bu cevapları duyunca râhip şaşırıp kaldı.
Kalbinde bir ürperti duydu ve kendisini bir titreme aldı. İslâm dîninin
dışındaki bütün dinlerin bâtıl olduğunu anladı. Râhipteki bu değişikliği görünce
genç:
Ağlatan, güldüren, öldüren, dirilten bir Allah'a yemîn ederim ki,
O'nun
kapısından başka bir kapıya giden, mutlak zarar etmiştir.
Allahın
rızâsından başka bir şeyi maksûd edinenler yolunu şaşırmıştır.
Hakîki
maksad, Allahü teâlânın rızâsıdır. O'ndan başkasına gidenlere yazıklar olsun.
Af ve
ihsân eden Allahü teâlâ, O'ndan başkasından ne zarar gelir ne fayda.
Hâlık-ı
âlem Allahım ne âlâdır, ne âlâ kul isyân eder de, yine örter o aliyy-ül-âlâ.
Âlemde
kendisinden başka rab olmayan Allah, her noksanlıktan münezzehtir.
Sever
kendisinin emirlerine, nehiylerine uyanları ol münezzeh.
beyitlerini söyledi. Râhip işittiği sözler karşısında aklı başından gitti. Bu
çocuğun kendinden konuşmadığını ve bu hikmetli sözleri söyletenin Allahü teâlâ
olduğunu anladı. İşte tam bu sırada içinden gelerek; "Eşhedü enlâ ilâhe illallâh
ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh." diyerek îmân etti. Sonra çocuğun
elinden tutarak babasına getirdi. Babası oğlunun râhiple beraber geldiğini
görünce, ona doğru yöneldiler. Râhibe bakınca yüzünde bir nur parladığını gördü.
Râhibe; "Oğlumun zekâsını nasıl buldun?" diye sordu.Râhip; "Onun sözlerine kulak
ver." dedi. Sonra söylediklerini babasına anlattı. Babası; "Muhtaçlara yardım
eden Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bunlar ondan değildir. Bunlar Ma'rûf-ı
Kerhî'nin duâsı bereketiyledir. Onun kerâmetidir." dedi. Sonra;"Ey oğlum, senin
vâsıtanla bizi Cehennem'den kurtaran Allahü teâlâya hamdederim. Muhakkak ki biz
çok kötü bir halde idik, îmânsız idik" dedi ve Kelime-i şehâdet getirip, îmân
etti. Sonra bütün âilesi de müslüman oldu. Evlerindeki haçları kırdılar. Allahü
teâlâ, Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri vasıtasıyla bunlara hidâyet nasîb etti ve
Cehennem ateşinden kurtardı.
Sırrî-yi Sekâtî anlatır: "Ma'rûf-ı Kerhî'yi rüyâmda gördüm. Arşın altında
durmuş, gözü açık, hayran, hareketsiz, kendinden geçmiş bir haldeydi. Allahü
teâlâ, meleklere; "Bu kimdir?" buyurdu. Yâ Rabbî, sen daha iyi bilirsin dediler.
Allahü teâlâ: "Bu Ma'rûf'dur. Benim muhabbetimden mest ve hayran olmuştur. Beni
görmeyince, kendine gelmez" buyurdu."
Ma'rûf-ı Kerhî, Ramazan ayından başka bir ayda, nâfile oruç tutarken Bağdât
çarşısından geçiyordu. İkindi vakti bir su dağıtıcısı; "Benim suyumdan
içeneAllahü teâlâ rahmet etsin" diye bağırıyordu. Hazret-i Ma'rûf, sucunun
elindeki bardağı alıp içti.Talebeleri dedi ki: "Efendim siz oruçlu değil
miydiniz?" "Evet oruçlu idim. Fakat bu su dağıtıcısının duâsı üzerine nâfile
orucu bozdum." buyurdu.
Ma'rûf-ı Kerhî vefât edince, kendisini rüyâda gördüler; "Allahü teâlâ, sana
nasıl muâmele eyledi?" dediler, "O su dağıtıcısının duâsı ile daha fazla ihsâna
kavuştum." dedi.
Ma'rûf-ı Kerhî hastalanıp yatağa düştüğü zaman Sırrî-yi Sekâtî hazretleri
vasiyetini sordu. "Vefât ettiğimde şu gömleğimi sadaka olarak ver. Çünkü dünyâya
geldiğim gibi gitmek isterim" buyurdular.
Ma'rûf-ı Kerhî herkese iyi muâmelede bulunduğundan vefât ettikten sonra
hıristiyanlar ve yahûdîler onun kendilerinden olduğunu iddiâ ettiler.
Müslümanlar ise; "O bizdendir." dediler. Bu iddiâlar olurken hizmetçilerinden
biri gelip; "Efendimizin bize şöyle bir vasiyyeti var." "Benim cenâzemi yerden
kim kaldırırsa ben o zümredenim." buyurdu, diye haber verdiler. Hıristiyan ve
yahûdîler geldiler. Mübârek cenâzesini yerden kaldıramadılar. Müslümanlar
cenâzesini kaldırdılar ve oraya defnettiler.
Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri, ne Cennet arzusundan, ne de Cehennem arzusundan
dolayı ibâdet etti. O yalnız Allahü teâlâya olan aşkından ve muhabbetinden
dolayı ibâdet etti. Allahü teâlâ da onu en yüksek makamlara yükseltti ve aradaki
perdeleri kaldırdı. Hem Hak teâlânın hem de halkın sevgilisi oldu.
Ma'rûf-ı Kerhî'ye: "Muhabbet nedir?" diye sordular. Cevâben buyurdu ki:
"Muhabbet, öğrenmek ve öğretilmekle elde edilen bir şey değildir. AncakAllahü
teâlânın bir ihsânı ile elde edilir.
Buyurdu
ki: "Kulun mâlâyanî boş ve faydasız konuşması, Allahü teâlânın onu zelil ve
yalnız bırakmasının alâmetidir."
"Tasavvuf, hakîkatları almak ve halkın elinde olan dünyâ malından ümidini
kesmektir, uzaklaşmaktır."
"Evliyânın üç alâmeti vardır: Düşüncesi Hak ola, işleyeceği işi Hak ile işleye,
meşgûliyeti dâima Hak ile ola."
"Üstün olmak sevdâsında
olan, ebedî olarak felâh bulmaz, kurtulamaz."
"Suâlsiz ve karşılıksız vermeğe çalış."
"Allahü
teâlâ bir kuluna iyilik murâd ederse; hayırlı amel kapısını açar, söz kapısını
kapar. Kişinin işe yaramaz söz konuşması bedbahtlıktır. Kötülük murâd ettiğinde
bunların aksini yapar."
"Amelsiz Cennet'i istemek ve emir olunduğunu yapmadan rahmet ummak, câhillik ve
ahmaklıktır."
"Sâlihler için çokluğun, sıddîklar için azlığın önemi yoktur."
"Dilini
(başkalarını) kötülemek ve aşağılamaktan koruduğun gibi, medh etmekten de koru."
"İlim
sâhibi, ilmiyle âmil olduğu takdirde, bütün müminlerin kalbi onun olur" (yâni
bütün müminler onu sever).
Buyurdular ki: "Dişi hayvana bile bakmaktan sakınınız."
"Kim öldükten sonra
unutulmak istemezse, güzel (amel) işlesin ve isyân etmesin."
"Allahü
teâlâ müminlerden bir zümreyi kabirlerinden kanatlı olarak diriltir. Sur
üfürüldüğü zaman kabirlerinden uçarlar. Cennet-i âlâya koşarlar. Onları melekler
karşılar ve onlara"Siz kimsiniz?" derler. Onlar "Müminlerdeniz, Ümmet-i
Muhammeddeniz, Ümmet-i Kur'ândanız" derler. Melekler "Siz Sırâtı gördünüz mü?"
derler. "Hayır" diye cevap verirler. "Siz Haşrı gördünüz mü?" "Hayır." "Siz
Allahü teâlâyı gördünüz mü?" "Biz O'nun nûrunu gördük." "Peki siz dünyâda ne
amel yapardınız?" "Biz O'na kulluk ettik. O'ndan başka her şeyden yüz çevirdik.
Allahü teâlâ bize hesâba çekilecek bir dünyâlık vermedi" derler."
"Kim
mümin kardeşinin bir aybını örterse, Allahü teâlâ onun bu işinden dolayı bir
melek yaratır, onun elinden tutar ve o melekle berâber Cennet'e girer."
"Her
kim günde üç kere "Allah'ım, Muhammed ümmetini ıslâh et" diye duâ ederse
âbidlerden sayılır."
Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri kendi kendine dövünür; "Ey nefs, hâlis ol ki halâs
(kurtuluş) bulasın" buyurur ve ağlardı.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ON CÜMLE
Muhammed bin Hişâm diyor ki: "Ma'rûf-ı Kerhî bana; "Sana on cümle öğreteceğim;
beşi dünyâ, beşi âhiret içindir. Bunlar ile kim duâ ederse, Allahü teâlâ onun
duâsını kabûl buyurur" dedi. Ben; "Yazayım mı?" diye sordum. "Hayır. Behr bin
Hânis nasıl tekrar tekrar okuyup bana öğrettiyse, sana da tekrar tekrar okuyup
öğretirim" dedi. Bu on cümle şunlardır: "Dînim için Allah bana kâfidir. Dünyâm
için Allahü teâlâ bana kâfidir. Ehemmiyetli işlerim için Allahü teâlâ kerîmdir
ve bana kâfidir. Bana haksızlık etmek isteyenlere hilm ve kuvvet sâhibi olan
Allahü teâlâ kâfidir. Bana kötülük etmek isteyenlere, Şedîd olan Allahü teâlâ
bana kâfidir. Ölüm ânında rahîm olan Allahü teâlâ bana kâfidir. Kabir suâlinde
raûf olan Allahü teâlâ bana kâfidir. Hesâb ânında kerîm olan Allahü teâlâ bana
kâfidir. Mîzân ânında latîf olan Allahü teâlâ bana kâfidir. Sırat'ta, kadîm olan
Allahü teâlâ bana kâfidir. Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allahü teâlâ
bana kâfidir. O Arş'ın Rabbidir ve ben O'na tevekkül ederim."
OYUNCAK
SATIN ALACAĞIM
Sırrî-yi Sekâtî anlatıyor: Bir bayram günü hazreti Ma'rûf'u hurma toplarken
gördüm ve; "Bunları ne yapacaksın" diye sordum. "Şu çocuğu ağlarken gördüm ve
niçin ağladığını sordum. Bana yetim olup anne ve babasının olmadığını,
arkadaşlarının yeni elbiseleri ve oyuncakları olup kendisinin olmadığını
söyledi. Şimdi bunları toplayıp satacağım, ağlamayıp oynaması için ona oyuncak
satın alacağım." dedi.Bunun üzerine; "Bu işi bana bırak." deyip çocuğu alıp
götürdüm. Yeni güzel elbiseler ve oynaması için bir oyuncak aldım. Çocuk o zaman
memnun oldu. Bundan sonra kalbime bir nur geldi, kalbim parladı ve hâlim
bambaşka oldu."
ALLAH'TAN
UTANAN
Ma'rûf'un bir dayısı şehrin vâlisi idi. Vâli, bir gün şehrin kenar mahallelerini
dolaşıyordu. Ma'rûf'u bir kenarda oturmuş ekmek yerken gördü. Önünde de bir
köpek vardı. Bir lokma kendi yiyor, bir lokma da köpeğin ağzına veriyordu.
Dayısı, köpekle birlikte yemeğe utanmıyor musun dedi. Utandığım için bu
zavallıyı yediriyorum dedi ve başını kaldırıp havadaki bir kuşa seslendi. Kuş
uçup geldi, eline kondu ve kanadıyla başını ve gözünü örttü. Ma'rûf; "Allah'tan
utanandan her şey utanır." buyurdu. Dayısı bu hâli görüp, bu sözü işitmekle hem
hayret etti, hem de oradan uzaklaştı.
KAYNAKLAR
1)
Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.2, s.266
2)
Hadâikü'l-Verdiyye fî Hakâiki Ecillâi'n-Nakşibendiyye; s.42
3)
Hilyetü'l-Evliyâ; c.8, s.360
4)
Tezkiretü'l-Evliyâ; s.241
5)
Tabakatü's-Sûfiyye; s.83
6)
Vefeyâtü'l-A'yân; c.5, s.231
7)
Nefehâtü'l-Üns; s.92
8)
Risâle-i Kuşeyrî; s.60, 61
9) Min
A'lâm-il-Ârifîn; s.67
10)
Târih-i Bağdâd; c.13, s.199
11) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.1108
12)
Kıyâmet ve Âhiret; (7. Baskı) s.334
13)
Rehber Ansiklopedisi; c.11, s.264-265
14)
Tabakât-ül-Evliyâ; c.280
15)
Dirâsât fi't-Tasavvuf-il-İslâmiyye; s.115
16)
Sıfat-üs-Safve; c.2, s.210
17)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.293
|