KÂZERÛNÎ
Çin,
Hindistan, İran ve Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim
ve mücâhid velî. İsmi İbrâhim bin Şehriyâr'dır. Annesinin ismi Bânuveyh bin
Mehdî'dir. Ebû İshak künyesiyle ve Kâzerûnî nisbesiyle meşhûr olmuştur. 963
(H.352) senesi Ramazân-ı şerîf ayında Şîrâz civârındaki Kâzerûn kasabasında
doğdu. 1034 (H. 426) senesinde Kâzerûn'da vefât etti.Kabri oradadır.
Mecûsî
bir âileye mensûb olan Ebû İshak Kâzerûnî'nin babası sonradan hidâyete kavuşup
müslüman olmakla şereflendi. Müslüman bir anne babadan dünyâya gelen
Kâzerûnî'nin doğumundan îtibâren üstün halleri görülmeye başladı. Onun dünyâya
geldiği gece doğduğu evden göğe doğru yükselen bir nûr görüldü. Bu nûr sütununun
dalları etrâfı aydınlatıyordu.Annesi onu emzirmek istedi. Fakat Ramazan-ı şerîf
ayı olduğu için emmedi. Bu hâli Ramazan ayı boyunca devâm etti. Gündüzleri
annesini emmiyor, geceleri emiyordu. Ayrıca kardeşi emip karnını doyurmadan
emmiyordu. Bu da onun büyük bir zât olacağının ilk işâretleriydi.
Ebû
İshâk Kâzerûnî'nin, babası müslüman olduğu halde dedesi Mecûsî yâni ateşperest
idi. Babası onun ilk olarak Kur'ân-ı kerîm öğrenmesini isteyince, dedesi; "Ona
bir sanat öğretmek daha iyi olur." diyerek mâni olmaya çalıştı. Küçük İbrâhim
ise Kur'ân-ı kerîm okumak istiyordu. Anne, baba ve dedesiyle meseleyi
konuştuktan sonra, dedesini râzı etti. Çünkü ilim tahsiline karşı şiddetli bir
arzu duyuyordu. Çocuk yaşında ilim tahsiline başlayıp, Kur'ân-ı kerîm okumayı
öğrendi. Okumaya gittiği sırada diğer çocuklardan daha gayretli olup derste
hepsinden erken hazır bulunuyordu.
Kur'ân-ı
kerîm okumayı ve temel dînî bilgileri öğrenip, diğer ilimleri tahsîl etmeye
başlayacağı sırada büyük bir âlim bulup ondan ilim ve feyz almayı arzu etti.
Bunun
için Ebû Abdullah Hafif'in derslerine devâm etti. Zâhirî ve bâtınî ilimleri
tahsîl etti. Ayrıca Ebû Ali bin Hüseyin Fîrûzâbâdî el-Akkar, Ebü'l-Hasan Ali bin
Cehdim Hemedânî ve başka âlimlerden çeşitli ilimleri tahsil etti. Hadîs
âlimlerinden birçoğu ile görüştü. Şîraz, Basra, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i
münevveredeki âlimlerden hadîs-i şerîf rivâyet etti, velîlerin sohbetlerinde
bulundu. Zâhirî ilimlerde derin âlim, bâtın (kalp) ilimlerinde de yüksek bir
velî oldu.
Haram
ve şüphelilerden sakınmakta, ince din bilgilerini çözmekte ve büyük âlimlerin
eserlerini anlayıp îzah etmekte emsalsiz hâle geldi.
Nefsin
isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmaya çalıştı. Şefkat, merhamet, güzel ahlâk ve cömertlikte yüksek dereceye
ulaştı. Zamânın sultanları onu çok sevip saydılar ve onun nasihatleriyle hareket
etmeye çalıştılar. İlimdeki ve mârifetteki yüksek derecesi sebebiyle "Sultân-ül-Evliyâ"
ve "Kutb-ül-Aktâb" ünvanlarıyla meşhûr oldu.
Kendisine hakâret edenlere, inkârcılık yapanlara elinden geldiğince hep tatlı
söz, güler yüz gösterip hepsine hayır duâda bulundu. İyi-kötü herkese, güneş
gibi ışıklarını yaydı. İyilik ve ihsânlarını kimseden esirgemezdi. Zayıf,
güçsüz, yetim ve fakirlere elinden geldiğince yardım eder ve sığınak olur, görüp
gözetirdi. Mübârek nefeslerinin bereketi bütün âlemi kuşattığından, Mekke-i
mükerremeden Kirman'a kadar pekçok garip, seyyid ve derviş dergahına koşmuştu.
Ebû İshakKâzerûnî hazretleri her hâliyle örnek bir müslümandı. Derdi, üzüntüsü
olanlar onu görünce neşeyle dolar, gam ve kederleri silinir, zâlimler zulmünü
terk ederdi. Günahkârların pekçoğu onu bir defâ görmekle tövbe-i nasûh
ederlerdi. Gâyet sâde giyinir, halk içinde hep Hak teâlâ ile olurdu.
Cömert
ve kerem sâhibi olan Kâzerûnî hazretleri, çok misâfirperverdi. Maddî yönden
zayıf olduğunu bilen babası ona; "Sen fakirsin, gelen misâfirleri ağırlama
gücüne sâhip değilsin, sonra bu işte acz içine düşmeyesin." deyince, Kâzerûnî
hazretleri cevap vermedi. Derken Ramazân-ı şerîf ayında bir misâfir topluluk
geldi.Kâzerûnî'nin evinde bir şey yoktu. Akşam yaklaşmıştı. O anda biri içeri
girdi. Ekmek, muz ve incir bulunan büyük bir çantayı bırakıp: "Bunu dervişlere
ve misâfirlere ikrâm et." dedi. Bu hâli gören babası oğluna dönerek; "Gücün
yettiği kadar insanlara hizmet et. Zîrâ Hak teâlâ seni yalnız bırakmayacaktır."
dedi.
Ebû
İshak Kâzerûnî, Kâzerûn'da dîn-i İslâma hizmet yolunda ve Ehl-i sünnet
îtikâdının yayılmasında pekçok gayret sarf etti. O devirde Kâzerûn ve civârı,
putperest ve ateşperest sapık müşriklerle doluydu. Müslümanlar azınlıktaydılar.
Onun irşâd faâliyetleri netîcesinde Kâzerûn ve etrâf memleketlerde îmân nûru
parlayıp müslümanlar çoğaldı. Her tarafta birçok vakıf müesseseleri kuruldu.
Kâzerûnî'nin sohbetinde yetişen talebeleri, İslâm dîninin güzel ahlâkını yaymak
için seferber oldular. Cihâd niyetiyle civâr beldelere dağıldılar. Kâzerûnî,
talebelerinden ve sevdiklerinden bir ordu hazırladı. Kendisi de birçok gazâlara
katılıp, ilâ-yı kelîmetullah, Allahü teâlânın dîninin yayılması yolunda,
insanları küfür karanlıkları ve ebedî Cehennem azâbından kurtarmak için, ilim ve
kılıçla cihâd etti. Az zaman sonra hidâyet nûruna kavuşanlar çoğaldı. Binlerce
putperest, grup grup Kâzerûnî'nin huzûrunda îmâna geldi. Kendisi de Cumâ günleri
toplanan orduya vâz ve nasîhatlerde bulunurdu. Onlara cihâd ve gazânın
fazîletini anlatıp cihâda teşvik ederdi. Mücâhidler, bu vâzları sâyesinde aşka
gelip, ihlâs ile kâfirler üzerine yürüyüp zaferler kazandılar. Bir çok ganîmet
elde ettiler.
Kâzerûnî her yıl mücâhidleri bizzat teftiş ederek onların silâhlandırılması,
giyim-kuşamı ile yakından meşgûl olurdu. Ordusu sefere gittiğinde kendisi mânevî
başkumandan olarak devamlı duâ ederdi. Mücâhid ordusu, Hindistan ve Çin'e kadar
gitti. Bir kısmı da Anadolu'ya gelerek Rumlarla cihâd etti. BöyleceAnadolu'da
İslâmiyetin yayılmasına çalıştılar. Mücâhidler bir defâsında Rumlarla yapılan
bir harpte zor durumda kalmışlardı. Hemen hocaları Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî'nin
rûhâniyetinden yardım istediler. O sırada Kâzerûnî mescidde idi. Âniden kalkıp
asâsını eline alarak dışarı çıktı. Askerin gittiği tarafa yönelip kayboldu. Tam
bu esnâda mücâhidler, heybetli bir süvârinin düşman saflarını darmadağın
ettiğini gördüler. Bu hâl, müslümanların kalblerine kuvvet verdi. Nihâyet
hocalarının yardımıyla düşman kuşatmasından kurtuldular.
Kâzerûnî tekrar mescide döndüğünde, mescidde bulunanlar; "Efendim bu hâl nedir?
Bir an mescidden çıkıp kayboldunuz." diye sordular. "O saatteİslâm ordusu Rum
diyârında esir düşmek üzereydi. Yardım istediler, yardıma gittim." buyurdu.Mescidde
bulunanlar bu vak'anın olduğu gün ve saati kaydettiler. Daha sonra İslâm ordusu
kâfirlerle cihâddan dönünce bu hâli sordular. Onlar da; "Kâfirlerle savaşa
başladığımızda biz az, düşman çok kalabalıktı. Çok kahramanlık ve cengâverlik
göstermemize rağmen, bir yiğide yüz kâfir düşüyordu. Bir anda topluca hücûma
geçip bizi çepeçevre kuşattılar. O anda hâtırımıza hocamız geldi ve yardım
istedik. Hemen heybetli bir süvârinin düşman saflarını darmadağın ettiğini
gördük. Kâfir ordusu kırılarak hezîmete uğradı. Böylece gâlib geldik. Ondan
sonra o süvâri geldiği gibi kayboldu. dediler. Söyledikleri saat Kâzerûnî'nin
kaybolduğu saatti.
Ebû
İshâk Kâzerûnî'nin tâlim ve terbiyesinde yetişip cihâd için her tarafa dağılan
mücâhidler, gittikleri yerlerde, limanlarda, dergâhlar ve ilim yuvaları inşâ
ettiler. Bu faâliyet ve gayret, "Kâzerûniyye yolu" adı ile anılıp meşhûr oldu.
Ebû İshâk Kâzerûnî ve talebeleri bilhassa vakfiyelerin inşâ ve inkişâfında
(yapılıp yayılmasında) rehber oldular.
Kâzerûnî hazretlerinin birçok olgun talebeleri ve halifeleri vardı. Bunlar;
Ebü'l-Hasan Ali bin Fadl, Ebü'l-Abbâs bin Fadl, Muhammed bin İbrâhim, Ebû
Abdullah Muhammed bin Dehzûr Mayinî, Ebû Abdullah Muhammed bin Cüzeyn, Hüseyin
Sagîr, Ebû Ali Hüseyin Kebir, Hasan bin Ali, Hasan bin Ferhan Kâzerûnî, Ebü'l-Kâsım
Kefşen Kâzerûnî, Hasan bin Merdsad, Ahmet bin Firûz gibi âlim, faziletli, ârif
ve velî-yi kâmil zatlardı. Bu talebeleri Hindistan, İran ve Anadolu'nun doğu
bölgelerinin îmân ve hidâyet nûrlarıyla aydınlanmasına sebeb oldular.
Ebû
İshâk Kâzerûnî, zengin müslümanları hayra teşvik edip, vakıfların yapılmasını
sağladı. Çeşitli beldelerde yüzlerce dergâh, ribât, hânekâh yaptırdı. Buralarda
muhtaçlara yemekler dağıtıldı. Bu ribât ve vakfiyelerde ilim ve edeb öğretildi,
cihad rûhu aşılandı. Gerek sağlığında gerekse vefâtından sonra Müslüman
hükümdârlar, Kâzerûniyye yolunu teşvik edip, çeşitli vakıflar yaptılar.
Bilhassa; Bursa, Konya,Erzurum ve Şam gibi beldelerde zâviyeler çoğaldı. Sultan
Yıldırım Bâyezîd Han da, Bursa'da Kalealtı (yâhut Tahtakale) denilen yer
arkasında Ebû İshâk alemdârlarına mahsûs bir Zâviye-i âlî tahsîs etti.
Vakfiyesinde; "Bunu Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî eshâbına âdet olduğu vechile, gelen
misâfirlerin, mukîmlerin mümkün olduğu derecede îzâz ve ikrâmları hizmetlerinin
îfâsı için vakfetti." denilmektedir.
Gerek
seferde gerek sulh zamânında insanlara vâz ve nasîhat ederek onların dünyâda ve
âhirette saâdete, kurtuluşa ermesi için çalışan Kâzerûnî hazretleri talebelerine
nasîhat ederek buyurdu ki:
"Ey
kardeşlerim! Size dört nasîhatım vardır. Mutlaka tutunuz. Yerime kimi vekil
kıldı isem ona hürmetkâr olup, itâat ediniz. Kur'ân-ı kerîm öğrenip, okumaya
devâm ederek emir ve yasaklarını gözetiniz. Bir misâfir geldiğinde evinizde
ağırlayıp, hemen ne var ise hazırlayıp ikrâm ve hizmet ediniz. Birbirinizle dost
olunuz. Birbirinizle muhabbetli olunuz. Sakın düşmanlık edip nifâka
sürüklenmeyiniz. Birbirinizden uzak düşer parçalanırsınız."
"Bu iki
parmağımın yanyana durması gibi îmân ve muhabbet birliktedir. Allahü teâlânın
rızâsı için her ikisi de mutlaka lâzımdır. Muhabbetin şartlarına son derece
dikkat ediniz. Din kardeşlerinizi seviniz. Yakındayken de, gıyâbında da seviniz,
sevişiniz."
"Alahü
teâlânın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmayı ganîmet biliniz."
"Şu üç
grup insan aslâ iflâh olmaz, salâh ve seâdete kavuşamaz: Allahü teâlânın
kendisine bahşettiği nîmetleri onun lâyık kullarından esirgeyip cimrilik
yapanlar. Hak teâlâya ibâdet edip de sonra bundan şikâyet edenler. Bunlar; "Eğer
benim ibâdetimin Hak teâlâ indinde değeri olsaydı ve kabûl görseydi, ben bu
dünyâda berhüdâr olur, murâdıma ererdim." diye düşünüp üzülenler ve bu yüzden
mahrum kalanlardır. Üçüncüsü ise, tembellik ve gevşeklikleri yüzünden ibâdet,
hizmet ve tâatten zevk alamazlar, bu sebeble bunları tam yapamaz, yerine
getiremezler."
"Her
kim nefis kuşunun etini severse, yâni nefsine düşkün olursa, onun gönlü gayb
âlemi fezâlarına aslâ yükselemez ve yüce alemlerde uçmaktan mahrûm kalır."
"Faydalı veya zararlı olan altın veya gümüş değil, bunların kullanış ve sarf
ediliş şekilleridir. Helâl kazanıp helâl yere sarfediniz."
"İki lirayı gözlerinize
koyun, gözleriniz dışarıyı göremez olur. Peki ya binlerce lira ve parayı kalbine
koyan, bunlara muhabbet edenin hâli nice olur."
Ebû
İshak Kâzerûnî hazretleri gençliğinde hep oruç tutar, sâdece ekmekle iftâr
ederdi.Nefsinin isteklerine karşı çıkardı. Önceleri arasıra et yerdi.Sonra et
yemeyi terk etti. Buna sebep şu hâdise oldu:
Kâzerûnî hazretleri hac yolculuğu sırasında Basra'ya geldi. Orada tasavvuf
ehlinden bir toplulukla karşılaştı. Onların toplantısına katıldı. Ziyâfet
verildi. Bu arada sofraya et getirildi.Sofrada bulunanlar eti yediği halde
Kâzerûnî hazretleri yemedi. Hac ibâdetini edâ edip geri memleketine döndükten
sonra bir gün canı et yemek istedi. Bir parça pişmiş eti alıp tam yiyeceği
sırada kendi kendine "Ey nefsim! Ey İbrâhim! O zaman insanlar arasında ziyâfette
et yemedin ve onlara gösteriş yapmış oldun. Şimdi onların arasında değil de
yalnız başınasın ve et yemeye hazırlanıyorsun. Açıktan yapmadığın bir şeyi
gizlice yapıyorsun. Sana yazıklar olsun." dedi. Elini hemen etten çekti. Allahü
teâlâya artık et yemeyeceğim diye söz verdi. O günden sonra ağzına et koymadı.
Kâzerûnî hazretleri insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattıktan ve
Allah yolunda cihâd ettikten sonraki zamanlarını insanlardan uzak olarak ibâdet
ve tâatla geçirirdi. Bu hususta da şöyle buyururdu: "Çok zarûrî bir işiniz
olmadıkça, evinizden dışarı çıkmayınız. Yoldan, çarşıdan, kalabalıktan ve dünyâ
erbâbı olan kimselerin yakınından geçmeyiniz. Onları görünce, kalbiniz belki
meyledip, Allahü teâlâyı anmaktan mahrum kalır."
Ebû
İshak Kâzerûnî hazretleri bir gün talebelerine ve sevenlerine buyurdu ki: "Siz
kendi evinizde ve arkadaşlarınızın evinde bulunduğunuz zaman önünüze yemek veya
yiyecek bir şey getirilirse yalnız yemeyiniz." Orada bulunanlardan birisi şöyle
anlattı: "Ben her Cumâ günü namazdan sonra hocamın hizmetini görür, sonra izin
alır, annemin yanına giderdim. Bir Cuma günü yine aynı şekilde yaptım. Cumâ
namazından sonra hocamdan izin alıp annemi ziyârete gittim. Eve varıp hürmetle
annemin ellerini öptüm, duâsını alıp oturdum. Annem gidip biraz hurma getirdi ve
önüme koydu. Yememi söyledi. Ben yemedim. Annem çok ısrar etti."
"Şunu
senin için saklamıştım." dedi. Annemin bu ısrarı üzerine hocamın bize olan
nasîhatlerini anlattım. Annem; "Oğlum. Benim hatırım için şu birkaç hurmayı
yiyiver. Senin hocan bunu nereden bilecek." dedi. Annemin ısrarına dayanamayıp
bir tâne hurma yedim. Fakat kalbime bir sıkıntı çöktü. Bir müddet sonra annemden
izin alıp hocamın huzûruna döndüm. Selâm verdim. Hocam Kâzerûnî selâmımı
aldıktan sonra; "Annenin yanında bulunduğun sırada neler yaptın ve ne yedin?"
diye sordu. Ben sessiz kaldım. Hocam devam ederek yüzüme baktı ve; "Orada bir
hurma yedin." buyurdu. Hocamın bu sözü üzerine içimi öyle bir heybet ve korku
kapladı ki, târif edemem. O günden sonra hiçbir hâlimin, işimin ve sözümün
hocama gizli olmadığına ve her şeyimizi ânında görmekte olduklarına olan yakînim
arttı. O hatâmdan dolayı tövbe ve istiğfâr ettim. O andan îtibâren
arkadaşlarımdan ayrı hiçbir şey yemedim.
Ebû
İshak Kâzerûnî hazretlerinin zamânındaBasra'da Yahyâ bin Hasan adında, bir
mescid imâmı vardı. Şeyh Kâzerûnî hazretlerinin oturduğu beldeye geldi.Sabah
namazı vaktiydi. Kâzerûnî hazretlerinin mescidine girdi. Kâzerûnî hazretleri
imâm olmuş namaz kıldırıyordu. Yahyâ bin Hasan da ona uyarak namaza durdu.
Kâzerûnî, okuduğu uzun bir sûrede bir âyeti unutarak okumadı. Bunu fark eden
Yahyâ bin Hasan kendi kendine; "Yazıklar olsun bana. Buraya kadar boşuna
yorulmuşum. Tâ Basra'dan buraya bu adamı ziyârete geldim. Halbuki o namazda
okuduğu sûreyi yanlış okuyor. Kur'ân-ı kerîmi doğru okuyamayan kimsenin ne
fazileti olabilir? Buraya geldiğime pişman oldum." diye düşündü. Şeyh Kâzerûnî
hazretleri namazdan ve duâdan sonra o kimseyi yanına çağırdı ve buyurdu ki:
"Gördüğünüz gibi bizler hatâ işleyip duruyoruz. Âdemoğluyuz. Âdemoğlu
unutkanlıktan kurtulamaz." buyurdu. Yahya bin Hasan ismindeki kimse Kâzerûnî
hazretlerinin kerâmet olarak, namazda iken kendi kalbinden geçenleri bildiğini
anladı. Düşündüklerine tövbe edip özür diledi.
Zamânın
devlet adamlarından Ebü'l-Fadl Büveyh-i Deylemî bir gün Ebû İshak Kâzerûnî
hazretlerini ziyârete gitti. Görüşme esnâsında Şeyh hazretleri ona dönüp;
"Şarabı içmekten vazgeçip tövbe et." diye nasîhat etti.Ebü'l-Fadl; "İmkânı yok
efendim. Ben şarab içmeyi bırakamam. Çünkü ben, hükümdârımız Fahrü'l-Mülk'ün en
yakını, nedîmiyim. Onunla iyi görüşürüm. Oturup beraber şarab içeriz. Benim
şarabı bırakmama vezirler râzı olmazlar. Buna gücüm yetmez." dedi. Kâzerûnî
hazretleri buyurdu ki: "Sen şarab içmekten vazgeçip, benim yanımda tövbe et.
Hükümdarın ve vezirlerin yanına vardığın zaman, ziyâfette içki verdiklerinde
hemen bizi hatırla."Ebü'l-Fadl, Şeyh hazretlerinin sözünü dinleyip içki içmekten
vaz geçti ve geçmişteki günahlarına da onun huzûrunda tövbe etti.
Aradan
bir müddet geçtikten sonra hükümdar Fahrü'l-Mülk ziyâfet tertipletip devlet
ileri gelenleriyle birlikte Ebü'l-Fadl'ı da dâvet etti. Ziyafette şarap
dağıtılacak, çalgılar çalınıp eğlence yapılacaktı. Ebü'l-Fadl olacakları ve
fitneden nasıl kurtulacağını düşündü. Ziyâfet için gerekli hazırlıklar yapıldı,
eğlence ve ziyâfet başladı. Vezirlerden birisi Ebü'l-Fadl'a da şarab getirdi ve
içmesi için zorladı. Ebü'l-Fadl o anda Kâzerûnî hazretlerinin sözlerini
hatırladı. Onun rûhâniyetine sığınıp; "Efendim himmet buyurup beni bu fitneden
kurtarın." diye yalvardı. Ebü'l-Fadl büyük bir endişe içinde beklediği sırada
içeriye büyük bir kedi atıldı. Sürâhi ve bardakların ortasından sıçrayıp bir
çırpıda hepsini devirip, yıktı. Sürâhi ve bardaklarda bulunan şarap yere
döküldü.Sofradaki yiyecekler de döküldü. Oradakilerden kimse kediye mâni
olamadılar ve şaşkın şaşkın bakakaldılar.
Kâzerûnî hazretlerinin kerâmetini gören Ebü'l-Fadl, olanlar karşısında ağlamaya
başladı. Fahrü'l-Mülk, Ebü'l-Fadl'a dönüp; "Neden ağlıyorsun?" diye sordu. Ebü'l-Fadl
olanların iç yüzünü anlattı. Kâzerûnî hazretlerinin kendisine tövbe ettirdiğini
söyledi. Fahrü'l-Mülk ona; "Serbestsin istersen gidebilirsin, tövbeni bozma.
Bizim hâlimizi bize bırak." dedi. Orada bulunanlar da durumu öğrenip Kâzerûnî
hazretlerinin kerâmetine şâhid oldular.
Ömrünü
İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmekle geçiren, ilim, fazîlet ve
güzel ahlâk sâhibi bir zât olan Kâzerûnî hazretleri, vefâtından önce şu
vasiyette bulundu:
"...Kıymetli yavrum! Sana yaptığım bu vasiyete sıkı sarılıp onunla amel edesin.
Böylece Allah yolunda muvaffak olup saîdlerden ve reşîdlerden olasın.
Sana
birinci vasiyetim, din ilimlerini, ilmihâlini iyi öğrenip, bunu dâimâ
arttırmandır. Çünkü tarîkat ve hakîkat ehli olsun kim olursa olsun herkes bu
ilme muhtaçtır. Tabii din bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinden ve eserlerinden
öğrenmek insanın derece ve kıymetini artırır.
Tasavvuf ilmini öğrenmek yâni kalbini temizlemek, kötü huylardan kurtulmak
içindir. Allahü teâlâ Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân-ı
kerîmde; "Yâ Rabbî! İlmimi artır." diye duâ buyurmasını emretti. Fıkıh ilmini
öğrenmeyi ve bu ilmin dünyâ ve âhiret saâdetine vesîle olacağını bildirdi.
Fıkıh
ilmini ve ilmihâlini öğrendikten sonra bütün işlerini, ibâdetlerini buna uygun
yapmalısın. İlim ile dünyâlık elde etmekten uzak dur. Resûlullah efendimiz
buyurdu ki: "Her kim âhiret amelleri ile dünyâlık taleb ederse, o kimsenin bu
amellerden âhirette hiç nasîbi yoktur, fayda ve bereketini göremez. Yüzünün nûru
gider, onu saîdler, cennetlikler zümresinden yazmazlar, adını cehennemlikler
arasına yazarlar." Übey bin Kâ'b'ın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i
şerîfte buyruldu ki: "Bu ümmetten olup da âhiret işlerini dünyâ işlerine
tercih edenlere müjdeler olsun. Onlar yüce insanlardır. Allahü teâlânın
yardımına kavuşmuşlardır. Dünyâyı âhirete tercih edenlere ise âhirette hiç nasîb
yoktur."
Abdullah bin Mübârek'e; "Selef-i sâlihîn kimdir?" diye sorduklarında; "Dîni için
dünyâdan yüz çevirenlerdir." buyurdu. İşte bu hâle erdikten sonra, dâimâ takvâ
üzere olman Allahü teâlâdan korkman lâzımdır. Böylece Allahü teâlânın sevgili
kullarından olabilirsin. İnsanların yanında azîz ve kıymetli olursun. Açık ve
gizli iken Allahü teâlâdan korkup, içini ve dışını edeplendiren kimse, Hak
teâlânın rızâsını kazanmış olur. Evliyâ ve seçilmişler zümresine katılmış olur.
Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde üstünlüğün ancak takvâ ile, evliyânın da
ancak müttakî yâni Allahü teâlâdan korkan kimseler, olduğunu beyân buyurmuştur.
Bunu
Allahü teâlânın yardım ve inâyeti ile başardıktan sonra, senin için en mühim
vazîfe helal kazanç ve helal lokma taleb etmektir. Yediğin, içtiğin, kullandığın
her şey mutlak helalden olmalıdır. Allahü teâlâ peygamberlerine meâlen;
"Helâl ve tayyib olanları yiyiniz ve sâlih ameller işleyiniz." buyuruyor. Buradan
anlaşılıyor ki helâl yemedikçe, sâlih ameller işlenemez. Demek ki, helâl yemek,
helâl kazanç sâlih amel işlemekten önce gelmektedir. Çünkü helâl lokma ve helâl
kazanç, sâlih amellerin yapılabilmesi için birinci şarttır.
Bunda
da başarılı isen, gösterişten ve süslü giyinmekten kaçınman gerekir. Hazret-i
Ömer; "Benim atımı süslemeyiniz. Ona binince gönlüm perdeleniyor." buyurdu.
Hasan-ı Basrî hazretlerine; "Hangi elbiseyi seversiniz?" diye sordular.
Cevâbında; "Ey zavallı!Eğer iyilik elbisede, iyi giyinmekle olsaydı, fâsıklar ve
günahkârlar Hak teâlâ indinde sâlih kimselerden kıymetli olurdu. Sözün doğrusu
şudur ki, Allahü teâlâ Cemîl'dir, tâatın ve yaşayışın güzelini yâni İslâmiyete
uygun olanını sever, bunlardan râzı olur." buyurdu.
Bunda
da muvaffak olursan, sana lâzım olan şey kanâatkâr olmaktır. Bir günlük azık ile
yetinmelisin. Çok yemek, şehvetleriyle meşgûl olmak ve her bulduğunu yemek
kötülenmiştir. Bunlar insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır.
Bunda
muvaffak olduğun zaman, sana düşen vazîfe, Allah adamlarıya, dervişlerle, sâlih
kimselerle sohbet edip doğru kimselerle bulunmaktır. Allahü teâlâ Kur'ân-ı
kerîmde meâlen; "Ey îmân edenler! Allahü teâlâdan korkunuz ve sâdıklarla
bulununuz." buyurdu. Çünkü Allahü teâlâya yaklaşmak, O'nun sevgili
kullarından olmak, ancak sâlihler ve sâdıklarla sohbet etmekle, onlarla
bulunmakla ele geçer. Allah adamlarının sohbeti bereketiyle takvâ, zühd, tâat,
ibâdet, huzûr ve kalp topluluğu, Allahü teâlâ ile ünsiyet ve yakınlık halleri
hâsıl olur. Onların sohbetinde bulunarak bu mânevî nîmetlere kavuşanlar, Allah
için sâlihler, sâdıklar ve müttakîler ile bulunanlar dünyâda Allahü teâlânın
himâyesinde ve âfiyet üzeredirler. Yâni günahlardan uzaktırlar. Âhirette de
oraya mahsus nîmet ve ihsânlara kavuşurlar. Âhiretin dehşetli ve korkulu
hallerinden korunurlar. Peygamber efendimiz; "Kim şeref ve izzet sâhibi olmak
istiyorsa, zâhidler ve Allah adamları ile bulunsun, Allah için âlimler ve
salihler meclisinde otursun. Hakîkî âlimler Allahü teâlâyı âriftirler, onu
tanırlar, O'na kulluk vazîfelerini tam olarak yerine getirirler, aslâ
nefislerinin isteklerine uymazlar. Onlar öyle kıymetlidirler ki, Allahü teâlâ
onları insanlar arasından seçip ayırmış, yüceltmiştir."
Büyüklerden birisi buyurdu ki: "Allahü teâlâ bir kuluna iyilik yapmak murâd
ederse, onu Allah adamlarıyla karşılaştırır ve onlarla sohbet etmeye muvaffak
kılar. Böylece saâdet yoluna kavuşup Allahü teâlânın râzı olduğu ahlâk ve
hallere kavuşur." Bütün anlatılanlar sebebiyle dâimâ sâlihlerin sohbetinde
olmalısın. Fakirler ile bulunmalısın. Dünyâ ehlinden ve dünyânın arkasından
koşanlardan uzak durmalısın. Çünkü dünyâ ehli ile bulunmak, onların yaptığı
işleri sevmeye sürükler. Bu ise âhirette hüsrâna sebeb olur.
Zâlimlerden ve bunlara yakın kimselerden uzak dur. Her kim bunlara meylederse,
âlim ve fazîletli bile olsa, sâlihler ve Allah adamları yanında kıymetli olmaz.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Şu üç şeyi
yapanlar cürüm işlemiş olur. İki topluluk arasında bozgunculuk yapıp, fitne
çıkaranlar; ana-babasına âsî olanlar; zâlimlerle dostluk kurup, onların zulmüne
yardımcı olanlar." ve yine; "Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ben âlemlerin
Rabbiyim. İzzet ve celâlim hakkı için zâlimlerden intikam alırım. Bir kimse bir
zâlimin elinde bir mazlûmun zulme uğradığını görse, buna mâni olmaya gücü yetip
de, o mazlûma yardım etmezse, ondan intikam alırım." buyurdular.
Sultanlar ve devlet adamlarıyla birlikte bulunmaktan sakın. Onların adamlarına
da yaklaşma ki, yabancı kadınları görmüş olmayasın. Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı kerîmde
mümin erkeklere ve mümin kadınlara, nâmahreme bakmamalarını, muhakkak
gözlerini haramdan korumalarını emir buyurdu. Resûlullah efendimiz de sallallahü
aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Yabancı kadınlara bakmak, şeytanın oklarından
bir oktur. Kim bundan sakınırsa, Allahü teâlâ ona ibâdetin tad ve lezzetini
tattırır. O da bundan mesûd olur."
Sevgili
yavrum! Bid'at sâhiplerinin sohbetinden, onlarla bulunmaktan sakın. Onlarla
oturup münâkaşa ve mücâdeleye girişme. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîminde bunu
yasaklamıştır. Resûlullah efendimiz de; "Bir kimse haklı bile
olsa, dinde münâkaşa ve husûmeti terk etmedikçe îmânın hakîkatine eremez."
buyurdu.
Her
hâlinde iyi huylu olmaya dikkat et. Rıfk ve yumuşaklık tevâzû ve alçak
gönüllülük bir de tahammül senin mayan olmalıdır. Affedici, kerem sâhibi,
cömert, hoşgörülü ol. Bunun için de Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem
yüksek ahlâkı ile ahlâklan.
Bir
vasiyetim de şudur; Din kardeşlerine kolaylık göster, onlara yardımcı ol. Her
sabah onlar ile toplanıp Kur'ân-ı kerîm oku. Her nerede Kur'ân-ı kerîm
okunursa, oraya hayır ve bereket yağar. Nitekim Peygamber efendimiz buyurdu ki:
"Herhangi uygun bir yerde Allahü teâlânın kitabı okunursa, melekler oraya
gelip, okuyana yardım ederler. Oraya Allahü teâlânın rahmeti yağar. Allahü teâlâ
Kur'ân-ı kerîm okuyanı, melekleri, peygamberleri, şehîdleri ve müminleri ile yâd
eder. O kuluna rahmet ve mağfiret eder." ve yine; "Benim ümmetimin
şereflileri, Kur'ân-ı kerîmi okuyanlar ve gece namazı kılanlardır."
buyurdular.
Bir
vasiyetim de şudur ki, dostlarını ve talebelerini mezarlığa Kur'ân-ı kerîmi para
ile okumaları için gönderme. Çünkü bu mürüvvete sığmaz. Peygamber efendimiz
buyurdu ki: "Her kim insanlardan dünyâlık ele geçirmek için Kur'ân-ı kerîm
okursa, kıyâmet gününde, yüzünde sırf kemik olarak yâni yüzü etsiz olarak
getirilir."
Din
kardeşlerine, arkadaşlarına yedirip içirirken, sakın israfa kaçma. Seni muhtaç
bırakacak şekilde masrafa girme.
Sevgili
yavrum! Bir de şu fazîletli ibâdete devâm etmeni vasiyet ederim. Bunu, sevgili
Peygamberimize Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde emir buyurdu. O ibâdet, gece namazı
kılmaktır. Bunu sakın ihmâl etme. Cenâb-ı Hak gece namazı kılanlara târif
edilmez ihsân ve nîmetlerini vâd ediyor.
Sabah
namazını kıldıktan sonra seccadeni toplayıp hemen kalkma. Allahü teâlânın zikri
ile meşgûl ol. Güneş doğuncaya kadar buna devâm et. Bundan sonra günün bir
parçasını insanlardan uzlet, ayrılık üzere geçirmeyi kendine vazîfe bil.
İnsanlarla olmakta büyük belâ ve fitneler olduğu gibi, uzlette de birçok hayır
ve bereketler vardır. Fakat uzlete çekilince şartlarına ve edeplerine dikkat
gerekir. Yapılanlar, Ehl-i sünnet vel-cemâat âlimlerinin fıkıh ve ilmihâl
kitaplarında bildirdiklerine uygun olmalıdır. Bunu, nefsin ve şeytanın
müdâhalesi ile kirletmemelidir.
Son vasiyetim ise şudur:
Dostlara hizmeti canına minnet bil. Çünkü hizmet, peygamberlerin sünnetidir.
Hizmet et, fakat kendine hizmet ettirme. Çünkü Peygamber efendimiz; "Bir
kavmin, topluluğun efendisi, o topluluğa hizmet edendir." buyurmuştur. Yine;
"Müminlere hizmet edenlere hesab yoktur, azâb da yoktur." buyurdular.
Bu
vasiyetlerimi yerine getir. Muvaffakiyet, Allahü teâlâdandır. Yâ Rabbî! Bize
hizmetinin edeplerini, evliyâna, dostlarına ve takvâ sâhiplerine hizmet etmenin
edeplerini öğret. Bizi bunlar ile rızıklandır. Yâ Erhamerrâhimîn!.."
Kendisinden başka Muhammed ve Hasan isminde iki erkek kardeşi ve Meykûr ve
Hadîce isminde iki kız kardeşi olan Ebû İshâk Kâzerûnî hazretleri, ömrünü İslâm
dînini öğrenmek, öğretmek ve yaymakla geçirdikten sonra, 1034 (H.426) senesinde
Zilkâde ayında Kâzerûn'da vefât etti. Kabr-i şerîfi Kâzerûn'dadır. Hint ve Çin
denizi gemicileri Ebû İshak Kâzerûnî'nin kabrini özellikle ziyâret edip, onu
vesîle ederek duâ ederler ve türbesine komşu fakirler için adaklarda
bulunurlardı. Bugün de sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Şeyh
Ebû İshâk Kâzerûnî, her sene kâfirlerle cihâd için ordu gönderirdi. Vefâtından
sonra Kâzerûn halkı şeyhin yolunu tuttu ve nevbet çalarak her sene gazâya asker
gönderdi. Yine bir sene ordu düzenleyip kâfir şehirlerinden birine gönderdiler.
Bağdât halîfesi de ordu düzenleyip göndermişti. İki ordu yolda karşılaşıp
birleştiler. Kâfir şehirlerinden birini muhâsara ettiler. Kale surları muhkem
olduğundan bir şey yapamadılar. Üstelik müslümanlar ne yaparsa kâfirler de aynı
şekilde karşılık veriyorlardı. Meselâ, mancınık atışı yapsalar mancınıkla cevap
veriyorlar, toplu hücûm edince topluca karşı koyuyorlar, hiç açık vermiyorlardı.
Halîfe bu durumdan üzüntüye ve ümitsizliğe düştü. Geri dönmek istedi. Hatîb ve
Kâzerûnlular ile meşveret etti. Hatîb:
"Ne
yapmak lâzım geldiğini, bu gece hocam Kâzerûnî'nin rûhâniyetinden sorar
öğrenirim. Ertesi günü ona göre davranırız." dedi.
Hatîb o
gece ibâdetle meşgûl oldu ve gönlüne Kâzerûnî'nin rûhâniyeti, ne yapmak lâzım
geldiğini bâtınî yoldan öğretti. Ertesi gün Hatîb, halîfeye giderek, çâreyi
söyledi. Buna göre; herkes önüne bir kab alacak ve gürültü yapacak, ses
çıkaracaktı. Ateş yakılmayacak, yüksek sesle konuşulmayacak, silâhlar yanlarında
bulunacak, Kâzerûnlular davul ve def gibi şeylerle ses çıkarınca diğerleri de
ses çıkaracak, onlar susunca onlar da susacak ve hep birden hücûm edilecekti.
Akşam, kararlaştırıldığı gibi, konuşulmadı ve ateş yakılmadı. Seher vaktinde
Kâzerûnlular ses çıkarmaya, davul, def gibi şeyleri çalmaya başladılar.
Diğerleri de aynı şekilde davranınca, gök gürültüsü gibi bir ses çıkmaya
başladı. Sanki kıyâmet kopmuş, dağlar büyük gürültülerle şehrin üzerine
düşmüştü. Kâfirler bu sesten şaşırmışlar, ne yapacaklarını bilmez bir hâle
gelmişlerdi. Sonra hücûm eden ordu şehri fethetti. Malları, mülkleri, silâhları
müslümanların eline geçti. Ganîmetler taksim edildi. Müslümanlar kalenin fethine
çok sevindiler. Müjde nevbeti çalarak şehirlerine geri döndüler.
Bundan
sonra Kâzerûnlular gazâya gittiklerinde ve düşman kale ve şehrine ulaştıklarında
"kudûm nevbeti", düşman safları ile karşılaşıp savaştıklarında "sügrâ nevbeti",
kafirleri hezîmete uğrattıklarında ise "müjde nevbeti" çalarlardı. İşte bu üç
nevbet o zamandan kalmadır.
Ebû
İshâk Kâzerûnî şöyle duâ ederdi: "Allah'ım! Bu toprakları zikrinle, velî ve
sâlih kullarınla kıyâmete kadar mâmûr kıl, rızkımızı helâlden ve ummadığımız
yerden günlük olarak ver.
Allah'ım! PeygamberinMuhammed aleyhisselâm hürmetine bizleri senin uğrunda
birbirini seven, sayan ve ziyâret eden kullarından eyle!" (Âmîn).
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
MİSÂFİRE İKRÂM
Yahûdînin biri gelip kendisine misâfir oldu. Yahûdî, mescidde bir sütunun
arkasına oturup kendini gizliyordu. Ebû İshak hazretleri her gün ona yemek
gönderiyordu. Bir müddet sonra yahûdî gitmek için müsâade istedi. Ona; "Ey
yahûdî! Niçin buradan gitmek istiyorsun, yoksa yerinden memnun değil misin?"
dedi. Yahûdî mahcûb oldu ve; "Mâdem benim yahûdî olduğumu biliyordun. Niçin bana
bu kadar çok ikrâmda bulundun?" dedi. Bu suâle; "Gayr-i müslim de olsa misâfire
ikrâm edilir." cevâbını verdi. Bunu işiten yahûdî Kelime-i şehâdet getirerek
müslüman oldu.
YAĞIN
SUYA CEVABI
Derin
ilim, güzel ahlâk ve yüksek mânevî dereceler sâhibi olan Ebû İshak Kâzerûnî
hazretleri birçok kerâmetler gösterdi. Bir gün talebeleri ve sevenleriyle sohbet
ediyorlardı. Bu sohbette âlim biri vardı. Kâzerûnî hazretleri pekçok şey
anlattı, vâz ve nasîhatte bulundu. Sohbet bittikten sonra ayrılacakları sırada
âlim zât Ebû İshâk hazretlerinin ellerine, ayaklarına kapandı. Ebû İshâk
hazretleri adama sordu: "Sana ne oldu da böyle hareket etmek ihtiyâcını duydun?"
Âlim anlattı: "Siz mecliste konuşurken benim içimden şöyle bir fikir geçti:
Benim
ilmim onunkinden ziyâdedir, buna rağmen ben rızkımı çalışıp çabalayarak
kazanıyorum, bir lokmayı zahmet ile elde ediyorum. Bu ise bunca nüfûz ve îtibâra
sâhip, elinden hadsiz hesapsız mal geçmektedir. Acabâ bundaki hikmet nedir, diye
düşünüyordum. Tam ben böyle düşünüyorken, siz yağ kandiline bakıp şöyle bir
îzâhatta bulundunuz.
Kandildeki su ile yağ birbiriyle öğünme yarışına girerler. (Bilindiği gibi su
ile yağ birbiriyle karışmazlar, yağ hafif olduğundan suyun üstünde durur.) Su
yağa der ki: "Ben senden daha aziz ve daha fazîletliyim. Senin ve bütün
canlıların hayâtı benim sâyemdedir. Hâl böyleyken sen niçin benim üzerimde
bulunuyorsun?" Yağ, suya şu cevâbı verir: "Çünkü ben çok eziyet çektim. Beni
kırdılar, hasad ettiler, dövdüler, saçtılar, cenderelerde sıktılar.
Sen
böylesine meşakkatlere mâruz kalmış değilsin. Bütün bu saydıklarım yetişmemiş
gibi bir de yanıyor ve etrâfı aydınlatıyorum. Sen ise istediğin yerlerde akıp
duruyorsun. Üzerine bir şey atacak olsalar feryâdı basıyor ve ortalığı
karıştırıyorsun. İşte bundan dolayıdır ki tepene çıkıp oturuyorum." Bunu
dinleyince kalblerden geçenleri bilen bir zât olduğunuzu anladım."
ŞEHRİN
SURLARI
Bir
grup müslüman Kâzerûnî hazretlerinin ziyâretine gelip; "Efendim! Emir buyursanız
da şu şehrin etrâfını sur ile çevirseler. Böylece şehir, emniyet ve himaye
altına alınır." dediler. Kâzerûnî hazretleri cevâben; "Bu şehrin surları vardır.
Fakat görünmez. Öyle sağlamdır ki, âfet, belâ ve musîbet bu şehre zarar vermez.
Ahâli de himâyededir." buyurdu. Ziyâretçiler bir şey anlamayıp dönüp gittiler.
Kâzerûnî'nin kerâmeti vefâtından tam yetmiş iki sene sonra zuhûr etti. On iki
bin kadar müşrik, kâfir, şehri ele geçirmek için Kâzerûn'a yöneldiler.
Yaklaştıklarında düşmanlar gözlerini açıp, şehre bakmaya bile güç yetiremeyip
büyük bir kargaşalığa düştüler. İçlerine korku düşüp, âdetâ hezîmete uğramış bir
ordu gibi şaşırmış halde geri çekildiler. Allahü teâlâ, Kâzerûnî'nin (rahmetullahi
aleyh) hürmetine şehri muhâfaza buyurdu.
KAYNAKLAR
1)
Tezkiretü'l-Evliyâ; c.2, s.244
2) El-Firdevsü'l-Mürşidiyye
fî Esrâr-is-Samediyye (Muhammed bin Osman İstanbul-1943)
3)
Bursa'daki İshâkî Zâviyesinin Vakfiyesi (Adnan Erzi, Vakıflar Dergisi, Sayı-2
1974); s.423
4)
Nefehâtü'l-Üns; s.297
5) İbn-i
Battûtâ; c.2, s.89 (Pâris baskısı)
6)
İslâm Târihi Ansiklopedisi; c.7, s.33
|