|
KAYYÛM-İ ZAMAN
Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Urvet-ül-Vüskâ Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî
hazretlerinin büyük oğlu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin de torunudur. İsmi
Muhammed Sibgatullah'tır. Yüksek dedeleri İmâm-ı Rabbânî'nin sağlığında, 1624
(H.1033) senesinde Serhend şehrinde dünyâya geldi. Kayyûm-i Zaman ismiyle
meşhûrdur. 1710 (H.1122) senesi Rebî'ul-âhir ayının dokuzunda Cumâ günü vefât
etti.
Muhammed Sibgatullah doğduğu sırada, İmâm-ı Rabbânî, vaktin sultânı ile birlikte
Hindistan'ın büyük şehirlerinden olan Ecmîr'de bulunuyordu. İmâm-ı Ma'sûm da
babalarını ziyâret maksadıylaEcmîr'e gitmişti. İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Ma'sûm,
Ecmîr'den dönerken yolda bu oğullarının doğum haberi geldi. Her ikisi de bu
habere çok sevindiler. Çünkü husûsî hâllerinin vârisi olacak cevher dünyâya
gelmiş bulunuyordu.
Beyit:
Senin
gelişinden gül gibi açtım,
Her
tarafa bahar kokusu saçtım.
İmâm-ı
Rabbânî ve İmâm-ı Ma'sûm Serhend'e geldiklerinde hemen bu çocuklarını görmek
istediler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri onu görür görmez; "Esselâmü aleyküm Molla
Sibgatullah." buyurdu. Sonra mübârek yüzünü, o çocuğun kulağına yaklaştırıp,
kimsenin duymadığı gizli gizli bir şeyler söyledi. Husûsî sırları, kendilerine
mahsus ilim ve mârifetleri müjdeledi. Ne büyük bir saâdettir ki, dili süt emmeye
henüz alışmadan, kulağı Müceddid'in yâni İmâm-ı Rabbânî'nin bereketli
iltifatlarına, gizli esrârına kavuşmuş oluyordu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, oğlu İmâm-ı Ma'sûm'a hitâben; "Senin bu oğlunda asâletten
bir sıfat buldum." buyurdu. Zîrâ İmâm-ı Rabbânî'ye göre asâlet olmayınca,
kayyûmluk, kutbluk bulunması çok zordu. Bu çocukta asâletten pay görünce, mânevî
firâset ile, onun velîlik yolunda yüksek derece sâhibi olacağını veKayyûm-i
Zaman olacağını anladılar. Bu, Allahü teâlânın çok büyük bir ihsânıdır.
Dilediğine nasîb eder.
Mısrâ:
"Gül
bahçemi gör de bahârımı anla."
Muhammed Sibgatullah, daha beş-altı aylıkken şiddetli bir hastalığa yakalandı.
Hekimler çâre bulmaktan âciz kalıp, ölecek zannettiler. Nihâyet nabzının atması
bile hissedilemez oldu. Babası ve annesi techiz ve tekfîn işine; cenâze
hazırlıklarına, başladılar. Bu durum İmâm-ı Rabbânî'nin mübârek kulağına
ulaşınca, hemen bu hasta torununun yanına geldi. Çocuğun o güzel yüzünden örtüyü
kaldırıp mübârek eliyle temiz yüzüne dokundu ve tebessüm ederek; "Bâbâ!
Annene-babana yaptığın bu nâz yetişir. Onları üzdüğün yeter. Haydi artık kalk.
Onlar da sıkıntıdan kurtulup rahat bir yemek yesinler ve huzûrla uyusunlar."
buyurdu. Bu söz üzerine, ölüm derecesinde hasta olmasına rağmen, çocuk gözünü
açtı. Ağlayarak hareket etmeye başladı ve tamâmen iyileşti. Sanki hiç hasta
olmamış gibiydi. Sonra,Müceddîd-i Elf-i Sânî İmâm-ı Rabbânî, oğlu Urvet-ül-Vüskâ
Muhammed Ma'sûm'a dönerek; "İnsanlar bu çocuğun yaşamasından ümîdi kesmişler.
Ben ise bu evlâdımı, iyileşmiş uzun ömür sürmüş, yetişip kemâle gelmiş,
sakalları beyazlamış, büyük bir velî olmuş, huzûrunda binlerce insan oturmuş,
herkesi nûrundan istifâde ediyor görüyorum." buyurdular.
İmâm-ı
Ma'sûm'un huzûrunda yetişti. Zâhirî ve bâtınî ilimlerin ve kalbe âit ince
mârifetlerin tamâmını ondan öğrendi. İmâm-ı Ma'sûm hazretleri, bu yüksek oğluna,
diğer talebeleri ve hattâ diğer oğulları arasında farklı iltifât eder, onda
bulunan yüksekliği bildiği için, daha çok severdi. Bu hâli bildirmek için bir
gün bu oğluna şöyle buyurdu: "Siz benim oğullarım arasında Eshâb-ı kirâma
benzersiniz. Yâni siz, babam Müceddîd-i Elf-i Sânî'yi görmüş, zamânında
bulunmuşsunuz. Diğerleri böyle değildir. Bu farkı az görmemelisiniz. Eshâb-ı
kirâmdan (aleyhimürrıdvân) biri, Peygamber efendimizin sohbetinde bir defâ
bulunmakla öyle yüksek derecelere kavuşmuştur ki, Eshâb-ı kirâmdan olmayan en
büyük velî bile onların en aşağısının derecesine kavuşamadı. Bu velî zât ister
Üveys-i Karnî olsun, ister Ömer-i Mervânî olsun (kuddise sirruhümâ)." Çünkü
Müceddîd-i Elf-i Sânî'nin Peygamber efendimize olan bağlılığı son derece
olduğundan, onun sohbeti, Resûl aleyhisselâmın yüksek sohbetinden pay almıştı.
O'na benziyordu. Nitekim tam uyanın, uyduğu kimsenin bütün kemâlâtından nasîbi
vardır.
Muhammed Sibgatullah hazretleri zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsîlini ve
velîlik yolundaki derecelerini tamamlayarak yetiştikten sonra, yüksek babasının
emir ve işâretiyle talebe yetiştirmeye başladı. En küçük kardeşleri olan
Muhammed Sıddîk, babalarının şöyle buyurduğunu nakleder: "Oğlum
MuhammedSibgatullah'ın talebeleri ile kendi talebelerim arasında hiç fark
görmüyorum. Diğer oğullarım böyle değildir. Vâsıtalı veyâ vâsıtasız bir fark
vardır."
Hâce
Muhammed Sıddîk-ı Peşâverî, Urvet-ül-Vüskâ İmâm-ı Muhammed Ma'sûm hazretlerinin
en yüksek halîfelerindendi. Bu zât şöyle anlatır:
Bir
defâsında mübârek hocamı ziyârete gitmiştim. Bu esnâda hocamın bütün oğullarının
takvâ ve verâda anlatılamayacak kadar ileride olduklarını, her birinin dînimizin
emirlerine uygun amel etmekte, tasavvuf yolunda başkalarını yetiştirip mânevî
terbiyede, ilim ve edeb âşıklarına rehberlik etmekte çok yüksek derecede
bulunduklarını gördüm. Hepsinin Allahü teâlâya yakınlıklarının aynı olduğunu
düşündüm. Bu esnâda kalbime; "Acabâ aralarında hiç fark var mıdır? Varsa hangisi
daha yüksektir?" düşüncesi geldi. Çok uğraşmama rağmen, bu düşünceden
kurtulamadım. Hiç aklımdan çıkaramıyordum. Bu hâli hocama bildirmeyi düşündüm ve
sonunda arzettim. Tebessüm eyledi ve; "Hâce! Bu mânânın halli, siz Peşâver'e
vardıktan bir gece sonra olacaktır." buyurdu.
Bu
fakîr birkaç gün sonra Serhend'den ayrılıp Peşâver yoluna koyuldum. Peşâver'e
geldiğimde gâyet sevinçli ve neşeliydim. Zîrâ, o gece, yüksek üstâdımın bereketi
ile uzun zamandır süregelen ve beni rahatsız edip, kalbimi meşgûl eden bir
suâlim cevaplandırılacaktı. Akşam oldu. Karanlık bastırdı.Ben heyecanla
bekliyordum. Yatsı namazından sonra uyumuşum. Rüyâmda Peygamber efendimizi
ziyâretle şereflendim. Dört halîfesi ile birlikte yanıma geldiler. Urvet-ül-Vüskâ'yı
da oğullarıyla birlikte, Resûl aleyhisselâm efendimizin huzurlarında, büyük bir
hürmet ve edeble ellerini bağlamış olarak beklediklerini gördüm. Bu esnâda
Resûlullah efendimiz, bu hizmetçisine hitâb ederek buyurdular ki: "Urvet-ül-Vüskâ'nın
oğullarının kendine nisbeti (bağlılığı), dört halîfenin bana olan nisbeti
gibidir." İşâret parmaklarını halîfelerine doğru uzattılar ve sonra hazret-i Ebû
Bekr-i Sıddîk'ı göstererek; "Büyüğü büyüktür!" buyurdular.
Hazret-i Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah, Urvet-ül-Vüskâ'nın oğullarının en
büyüğüydü. Böyle olunca talebelerinin ve halîfelerinin de en büyüğüydü. Ben bunu
bizzat Resûlullah efendimizin işâret ve bildirmeleri ile anladım. Böylece
kalbimi meşgûl eden o düşünce ve suâlim cevaplanmış oldu.
Urvet-ül-Vüskâ
hazretleri, vefâtına yakın zamanda da Kayyûm-i Zaman'ın hâlini şöyle
medhetmiştir: "Sizin emsâlsiz hâliniz, dâimâ makbûlümüz ve mahbûbumuzdur. Yâni
kabûlümüz ve sevdiğimizdir. Gevşeme ve değişme, bu emsâlsiz hâlinize yol
bulamaz."
Kayyûm-i Zaman hâllerini çok gizlerdi.Evliyâlık yolunda üstün makamlara, çok
yüksek derecelere ulaşmış olduğu hâlde, bunları açığa çıkarmayı istemezdi. Hattâ
talebelerinden bâzıları; "Efendimiz! Bu kadar sırlar ve vâridât yâni mânevî
hâller içerisinde bulunduğunuz hâlde, bunları bu kadar örtüp, gizlemenizdeki
sebep nedir?" diye arz ettiler. Cevâbında; "Söylenmesi ve yazılması doğru ve
lâzım olanlar, hazret-i Müceddîd-i elf-i sânî ve Urvet-ül-vüskâ (yüksek dedem ve
babam) tarafından söylenmiş ve yazılmışlardır. Bu zamanda onların söyleyip
yazdıklarından daha iyi söz söyleyecek kimse yoktur." buyurdu.
Hazret-i Kayyûm-i Zaman'ın gündüz ve gecedeki bütün amelleri tamâmen sünnete,
yâni dînimizin her emrine tam uygundu. Bir sünneti yerine getirememek endişesi,
gözünde gönlünde dağ gibi görünürdü. Yemekte, içmekte, oturmakta, kalkmakta,
yolculuk ve ikâmet hâlinde, giyinmede, her zaman okunması îcâbeden duâlarda ve
diğer duâlarda, dil ve kalb ile yapılan zikrlerde, oruç, namaz, hac, umre,
zekât, güzel ahlâk, ihsân, tevekkül, hilm (yumuşaklık), ilim, cömertlik, iyilik
yapmak, sabır, tahammül ve diğer güzel huylarda pek ilerideydi. Bu güzel
huyların îcâblarını yerine getirmekte o kadar dikkatliydi ki kıl ucu kadar
gevşeklik ve ayrılık görülmezdi. Gündüz ve gece yaptıklarından, inceden inceye
kendini hesâba çekerdi. İhlâs ve ibâdette ve her edebe riâyet etmekte pek
ilerideydi. Bununla berâber niyet ve amellerini, kâmil olmaktan uzak, ayıp ve
kusurlu görürdü. Bunun için pişmân olur, istigfâr ederdi. Bu sebepten dâimâ
mahzûn ve üzüntülü dururdu. "Amel ve istigfâr et!" kelâmını kendine düstur
edinmişti. Dînimizin emirlerine uygun görünmeyen keşf ve kerâmetlere kıymet
vermez, îtibâr etmezdi.
Mübârek
yüzünde öyle bir nûr vardı ki, güzel yüzünü bir kat daha güzelleştiriyor ve
yüzüne bakanlara, lisân-ı hâl ile; "Bu görünen, insanlar gibi insan değil, bir
güzel melektir." dedirtiyordu.
Kayyûm-i Zaman hazretleri, ömrünün sonlarına doğru Kur'ân-ı kerîmi çok yavaş
sesle okurdu. Kendisine çok bağlı talebelerinden biri, müsâit bir vakitte;
"Böyle düşük sesle okumanızın hikmeti nedir?" diye arz etti. Bir müddet sustu ve
sonra; "Hazret-i Urvet-ül-Vüskâ (yâni babam) ömrünün sonuna doğru böyle okurdu."
buyurdu. Başka bir defâsında talebelerinden birisi yine bu husûsun sebebini suâl
ettiğinde cevâben; "Okurken bütün mevcûdât berâber okuyorlar ve bu fakîri yüksek
sesle okumaya bırakmıyorlar." buyurdu.
Kayyûm-i Zaman'ın yakın talebelerinden Mirzâ Muhammed Kâbilî'nin hanımı vefât
etmişti.Kayyûm-i Zaman, tâziye (başsağlığı) için Mirzâ'nın evine gitti. Mirzâ
Muhammed, hanımının Kayyûm-i Zaman'a olan muhabbet ve bağlılığının fazlalığından
bahsetti ve; "Eğer kabûl buyurursanız ve zahmet olmazsa, kabri hemen
şuracıktadır. Beraber gitsek çok memnûn olurdum." diye arz etti. O da kabûl edip
kabri ziyâret ettiler. Kayyûm-i Zaman o hanımın mağfiret olunması için duâ etti.
Sonra murâkabeye daldı. Duâ ve murâkabe esnâsında yüzünde bir ferahlık ve neşe
göründü. Ziyâretten sonra berâberce dönerlerken, Mirzâ; "Efendim, duâ ve
murâkabe esnâsında mübârek yüzünüzde neşe ve sevinç alâmetleri gördüm. Acaba
hikmeti neydi?" diye suâl etti. Kayyûm-i Zaman hazretleri buna cevap olarak
buyurdu ki: "O esnâda bana ilhâm olundu ve hattâ söyleyen sesi duydum. Şöyle
buyruluyordu: "Seni ve kıyâmete kadar vâsıtalı ve vâsıtasız olarak seni tevessül
edenleri(seni vâsıta ederek bana yalvaranları) mağfiret eyledim. Bu hanım da
onlardandır." Allahü teâlânın nihâyetsiz inâyetinin (ihsânının) bu fakîre
geldiğini gördüm ve bu hanımın, umûmun yanında husûsî olarak zikredildiğini
duydum. Bunun için Allahü teâlâya çok şükreyledim. Yüzümdeki neşe ve sevinç
alâmeti bu yüzdendi."
Muhammed Sibgatullah hazretleri, bir sefere çıktığında yolda hastalandı,
geçirdiği kaza neticesinde bir eli kırıldı. Yol üzerinde bir eve misâfir oldu. O
evin avlusunda hurma ağaçları vardı ve o ağaçların altında oturuluyordu.
Kayyûm-i Zaman sandalyede değil yerde oturdu. Herkes istirahate çekildikten
sonra o, rahatsızlığından ve kolunun kırık olmasından bütün gece uyumadı. Yere
düşen hurmaları ve hurma yapraklarını hürmetle alıp edeple yüksekçe bir yere
koydu. Sabah olunca ev sâhibi onun uyumadığını, yere düşen hurma ve hurma
yapraklarını toplamakla ve yüksek bir yere koymakla meşgûl olduğunu, görünce bu
hâlinin sebebini sordu. Ona cevâben buyurdu ki: Hadîs-i şerîfte; "Halanız
olan hurmaya saygı gösteriniz. Çünkü bu ağaç Âdem aleyhisselâmın çamurundan
kalan artıktan yaratılmıştır." buyruldu. Emre uyarak hurmayı azîz tutmak, ona saygılı
olmak îcâb ediyor.
Mirza
Muhammed Efdal Kâbilî şöyle anlatır: "Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah,
Kâbil'de bulunduğu günlerin birinde, oğullarına haber vermesi için bir
hizmetçiyi Serhend'e gönderdi. Gidecek hizmetçi, kendisinden yol parası istedi.
O sırada Muhammed Sibgatullah'ın elinde bir kerpiç vardı. Kerpici hizmetçiye
verdi. Kerpiç bir anda altın oluverdi. Orada bulunan; Mîr Zarîf, Mîr Gulâm
Hüseyin, Mirza Muhammed Mes'ûd ve daha birçok zât bu hâdiseye şâhid olduk.
Hizmetçi, elinde bulunan altını paraya çevirmek istiyordu. Oradakiler bu altını
satın almakta tereddüd ettiler. Fakat, Mîr Gulâm Hüseyin hepimizden atik
davrandı ve altını hizmetçiden satın alıp, teberrüken sakladı."
Hazret-i Kayyûm-i Zaman'ın hizmetçilerinden biri yolculuğa çıkmıştı. Yolculuk
esnâsında arkadaşlarını kaybetti. Yolunu şaşırıp bir dağ başına geldi. Burası
hiç bilmediği, tanımadığı bir yerdi. Her taraf öyle yeşil, öyle güzeldi ki,
sanki hazan rüzgârları bu yapraklara hiç dokunmamıştı. Burada dört mevsim
birleşmiş, hepsi bahar gibi olmuştu. Rengârenk güller, boy boy sünbüller, deste
deste, demet demet açmış, her taraf güzelliklerle donanmış, boş bir yer
kalmamıştı. Talebe buranın, uzun zaman Cennet bahçesi misâli gönül açıcı
güzelliklerinin seyrine daldı. Bir müddet sonra, yolunu kaybettiğini, buraya
yanlışlıkla geldiğini hatırladı. Üstelik etrafta hiç insan görünmüyordu. Bir
insan ile karşılaşır konuşurum ümidiyle dolaşmaya başladı. İnsan bulunduğuna
dâir bir işâret yoktu. Üstelik hep vahşî hayvanlar ve yırtıcı kuşlar ile
karşılaşıyordu. Vücûdunda bir ürperti meydana geldi. Korkmaya başladı. Her
tarafı iyice aradı. Ama kimseyi bulamayınca, ümîdi iyice azaldı ve korkusu
şiddetlendi. Artık o güzel bahçeyi, canını almak isteyen bir belâ gibi
görüyordu. Bu sırada gönüllerin sultânı olan hocası Kayyûm-i Zaman'ı hatırladı.
Kalbi ile ondan yardım ve imdâd istedi. O anda hocasını karşısında buldu.
Kayyûm-i Zaman orada, bu talebesine; "Gözlerini yum!" diye emretti. Yumunca
kulağına kâfile arkadaşlarının sesleri gelmeye başladı. Gözlerini açtığında
kâfilenin yanındaydı. Fakat hocası ortada yoktu. Allahü teâlânın izni ve
hocasının kerâmeti ile bir anda oraya geldiğini anladı.
Kayyûm-i Zaman, Emk beldesinde, o memleketin kâdısının evinde misâfir
bulunuyordu. O sırada kâdı evde yoktu. Ramazân-ı şerîf ayı idi. Terâvih namazı
kılınıyordu. Âniden şehirde bir gürültü ve büyük bir karışıklık meydana geldi.
Bu karışıklık ve kavga sesleri, şehrin kâdısının evine yâni Kayyûm-i Zaman'ın
bulunduğu yere doğru yaklaşıyordu. Bin kişi kadar olduğu tahmin edilen
kalabalığın, kadının evini yağmaya geldikleri anlaşıldı. Kâdının âilesi ve
yakınları bu hâli haber alınca, çok korkup üzüldüler ve ağlamaya başladılar. Bu
kalabalık eve yaklaşınca durakladı ve geri çekilmeye başladı. Sonra birbirine
girdiler. Birçoğunun başının kesildiği görüldü. O memleketi terk edip gidinceye
kadar karışık hâlleri devâm etti. Ortalık yatışınca onlara bu gerilemelerinin ve
hezîmetlerinin sebebi sorulduğunda, dediler ki: "Kâdının evine yaklaştığımızda,
beyaz sakallı, heybetli bir zât gördük. Elinde öyle bir kılıç vardı ki, kime
sallasa başını gövdesinden ayırıyordu. Bu hâli görünce can korkusundan geri
çekildik. Çoğumuz da o keskin kılıçtan kurtulamayıp telef oldu. Kılıç sallayan
zâtı iyice târif ettiklerinde, Kayyûm-i Zaman'ı gördükleri anlaşıldı.Hâlbuki,
kendisi o sırada, bütün düşüncelerden arınmış olarak namaz kılıyordu.
Sûfî
Abdüllatîf isminde bir zât şöyle anlatır: Kayyûm-i Zaman hazretleri Kâbil'i
teşrif etmişti. Huştî Köprüsünün yanında, Mirzâ Muhammed Âdil ismindeki bir
zâtın evinde kalıyordu. Ayaklarında nikris denilen rahatsızlık vardı. Bu sebeble
doktorlar soğuk su içmesini yasaklamışlardı. Bu yüzden yanında bulunanlar
kendisine buzlu su getirmezlerdi. Kayyûm-i Zaman bir gün bu fakîre; "Bâzı
pınarlar vardır ki, suyu kardan daha soğuk olur. Bu yakınlarda böyle bir pınar
biliyor musun?" buyurdu. "Buralarda öyle bir pınar yoktur efendim." deyince;
"Görmeden cevap vermeyin, kalkın, arayın." buyurdu. Bu yakınlarda böyle bir
pınarın bulunmadığı bilindiği hâlde emirlerine uyarak talebelerinden bir kısmı
ile çıktık. Kapıdan çıkar çıkmaz bir pınar göründü. Duvarın dibinde su
kaynıyordu. Oraya yaklaşınca, bir su gördüm ki, hakkında; "Sütten daha beyaz,
baldan daha tatlı ve kardan daha soğuk." sözü söylenebilirdi. Bu duruma oradan
gelip geçenler de şaşırdı. Önce o sudan ben içtim. Sonra kabı doldurup huzûruna
getirdim. Buralarda böyle bir suyun bulunmadığını, bu hâlin, kendilerinin
tasarruf ve himmetleriyle olduğunu arz ettim. Sevindi ve Allahü teâlâya
şükreyledi. O pınara, "Nûr pınarı." ismini verdi. O pınar, o güzel hâliyle epey
müddet aktı."
Bir
zamanlar Hindistan'da büyük bir kıtlık vâki oldu ve uzun zaman devam etti. Aynı
zamanda vebâ salgını da başgösterdi. Birçok kimse duâ etmesi için huzûruna
gelip; "Bu belâ ne zaman geçecektir. Bu kıtlık ve bu vebâ salgınından insanlar
ne zaman kurtulacaktır?" diye arz ettiler. "Sabrediniz!" buyurdu. Her ne zaman
gökte bir bulut görülse, insanlar Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gelirler; "Havada
bir başkalık var. Acabâ yağmur yağacak mı?" derler, ondan bir cevap beklerlerdi.
Cevap olarak bâzan; "Bu bulut yağmur vermeden geçer." der, bâzan da; "Bu bulutta
yağmur yok." derdi. Bir gün buyurdu ki: "Bakınız! Gökyüzünde bir bulut
görülüyor," Oradakiler baktılar ve önceki bulutlara göre bunda da yağmur yok
zannettiler. Buyurdu ki: "Bu, her tarafı yağmur ile dolduracak bir buluttur."
Böyle derdemez o bulut büyüdü, büyüdü, her tarafa yayıldı. Gök gürültüsünün
ardından rüzgâr ile birlikte şimşek çakmaya ve gâyet şiddetli yağmur yağmaya
başladı. Üç gün üç gece öyle devâm etti. Yağmur, Hindistan'ın her tarafına aynı
şekilde yağdı. Allahü teâlânın ihsânı ve bu yağmur sebebi ile, kıtlık ve vebâ
kalmadı.Sanki Hindistan yeni baştan tâzelenmiş gibi oldu.
Kayyûm-i Zaman hazretlerinin kıymetli oğlu Meyan Şeyh Ehlullah, sıtma
hastalığına yakalanmıştı. Bir sene geçtiği hâlde, iyileşmedi. Doktorlar âciz
kaldıklarını söylediler. Bu hastalık devâm ederken, birgün Kayyûm-i Zaman
talebelerine buyurdu ki: "Oğlum Şeyh Ehlullah'ın hastalığı çok uzadı. Çok zayıf
düştü. Üstelik gittikçe ağırlaşıyor. Hastalığı kendime çekmem ve bundan sonraki
ağrılarını benim yüklenmem îcâb ediyor." Bunu söyler söylemez oğlu tam sıhhate
kavuştu. Kendisi ise iki sene kadar hasta yattı. Sonra iyileşti.
Kayyûm-i zaman Muhammed Sibgatullah hazretleri zamânında,Hüsrev Bek isminde
hırsızlık ve dolandırıcılıkta meşhûr biri vardı. Bu, güçlü kuvvetli olup, çok
cesur ve yiğitti. Hırsızlık ve yankesicilikte zamânın meşhûru idi. Bulunduğu
yerin civârındaki köylerde eziyet ve cefâsından kurtulmuş tek bir ev yoktu. Belâ
kesilmediği ve ulaşmadığı yer yoktu. Bir ara Kayyûm-i Zaman hazretleri Meyve
Hâtun isimli bir köye gitmişti. Bu meşhûr Hüsrev Bek de oradaydı. Her nasılsa
Kayyûm-i Zaman'ın ziyâretine gitti. Birkaç gün sohbette bulundu. Geceleri,
arkadaşları ile berâber Yâkûb Türkmân köyünde kalırdı. O günlerde köyün
yakınındaki kervansaraya büyük bir kervan gelmişti. Kervanda, Belh şehrinin
büyük tüccârları vardı. Bu meşhûr hırsız, kervanın kervansaraya geldiğini haber
alıp, bilhassa kervandaki tüccârların mallarının çokluğunu ve bu arada çok
kıymetli bir atın da bulunduğunu öğrenince, gece arkadaşları ile beraber
kervansaraya doğru yola çıktı.Kervansaray gâyet muhâfazalı ve sağlamdı.
Hırsızların reîsi olan Hüsrev Bek kimseye sezdirmeden kervansaraya girdi.
Arkadaşlarını da dışarıda bıraktı ve doğruca o çok kıymetli atın bulunduğu yere
gitti. Atı çözecekken at kişnedi. Kişnemeyi duyan atın sâhibi kalkıp atın yanına
geldi. Hırsız da yakalanmamak için, görünmeyecek şekilde kendini yere attı. O
kuytu yerde gizlenirken atın dizgininin daha sağlam olması için sâhibi bir çivi
daha çaktı. Çaktığı çivi hırsızın eline geldi. Hırsız bütün ızdırâbına rağmen
yakalanmamak için sesini çıkarmadı.Böylece eli duvara mıhlanmış olan hırsız
için, artık kaçıp kurtulmak ihtimâli de kalmamıştı. Orada sabaha kadar çok büyük
sıkıntılar çekti. Buna rağmen, bağırmıyor, soğukkanlılığını muhafaza etmeye
çalışıyordu. Fakat çok daralmıştı. Yaptığı işin kötülüğünü anladı. Âdetâ, kendi
kendinden nefret etmeye başladı. "Bu belâdan kurtulursam ertesi gün Kayyûm-i
Zaman'ın huzûruna gideceğim. Tövbe edip talebelerinden olacağım." diye düşündü.
Tam bir âcizlik içinde ve büyük bir samîmiyetle böyle düşündüğü için, o anda
Kayyûm-i Zaman'ı yanında gördü. Kayyûm-i Zaman o çiviyi çıkardı. "Hadi git. Seni
kurtardık." deyip gözden kayboldu. Hüsrev Bek büyük bir ferahlık hissetti ve
kervansaraya girdiği yerden dışarı çıktı. Arkadaşları ise hâlâ onu
bekliyorlardı. Arkadaşlarına başından geçenleri anlatan Hüsrev Bek; "Ben Kayyûm-i
Zaman'ın huzûruna gidip hırsızlıktan tövbe edeceğim ve kabûl buyurursa
talebeleri arasına gireceğim." dedi. Arkadaşları da; "Hırsızlıkta bizim reîsimiz
olduğun gibi, tövbede de reîsimiz olursun." diyerek tövbe ettiklerini
bildirdiler. Böylece hırsız başı olan Hüsrev Bek ve bütün arkadaşları Kayyûm-i
Zaman'ın huzûruna gelip tövbe ettiler. Onun muhlis talebelerinden oldular. O ana
kadar çaldıkları malları mümkün olduğu kadar yerlerine sâhiplerine ulaştırdılar,
yâhut helâllaştılar.
Bundan
sonra bu büyükler yolunda ilerlemeye başlayıp, kısa zamanda yüksek dereceler,
kemâl mertebeler elde eden Hüsrev Bek, hocası Kayyûm-i Zaman hazretlerinden
hilâfet ve icâzet aldı. Hocası ona; "Fakîrullah" ismini verdi. Çok gayret
gösterdi. Birçok kimse onun vesîlesiyle bu büyükler yoluna girdi. O diyarda
bulunan insanlar, zamânımıza kadar onun menkıbe ve fazîletlerini
anlatmaktadırlar. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Câhiliye zamanında seçkin
olanlarınız, İslâmda da seçkinleriniz olur." buyrulmuştur.
Kayyûm-i Zaman hazretlerinin muhlis talebelerinden olan Gülendâm isimli bir zât
şöyle anlatır: Şeytan bana çok musallat olur, lüzumsuz hayal ve düşüncelerle
beni meşgûl eder, kötü işler yapmam için yol gösterirdi. Bir gece bu düşüncelere
dalmışken, kalbime; "Sen Kayyûm-i Zaman'ın yüksek kapısına ulaşanlardansın. Ne
için hâlini o dergâhta hizmet görenlere açmıyorsun. Açarsan bu belâdan
kurtulursun." diye bir ses geldi. Bir gece teheccüd namazı vaktinde hocamı
yalnız bulup, hâlimi arz eyledim. "Şeytan, sizden ümîdini kesti" buyurdu. O
günden bu güne kadar seneler geçti de bir daha bana musallat olmadı. Hiçbir
şekilde, hiçbir işime karışmadı. Hattâ o zamandan beri ihtilâm bile olmadım."
Bir gün
bir talebenin hanımı şiddetli bir hastalığa tutuldu. Ölmek üzereydi. Talebe,
Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gelip, bu hastanın şifâ bulması için duâ buyurmasını
arz etti. Kayyûm-i Zaman; "Hiç üzülme! Hastalığı geçecek, sıhhate kavuşacaktır."
buyurdu. Talebe sevinip hastasının yanına döndü. Fakat bir müddet sonra hastanın
durumu ağırlaştı. Artık ümîd kesilmişti. Bir gece can vermek üzereydi. Rûhunu
can alıcı meleğe teslim edip, gözleri, elleri ve ayakları ölülerdeki gibi oldu.
Bu hali gören o talebe üzülerek, ağlayarak hocasının huzûruna geldi ve hastanın
Hakk'ın rahmetine kavuştuğunu söyleyip; "Mağfireti için duâ buyurunuz efendim."
dedi. O sıradaKayyûm-i Zaman hazretleri teheccüd namazı için kalkmıştı. Bu
talebesine buyurdu ki: "O hasta ölmemiştir." Talebe; "Efendim. Elleri ve
ayakları düz ve hareketsiz duruyor. Gözleri de kapandı. Vefât ettiğini iyice
anladıktan sonra huzûrunuza geldim." dedi. Kayyûm-i Zaman yine; "Mümkün değil
ölmemiştir." dedi ve yiyecek bir şeyler verip; "Gidin. Ne yapıp yapın. Ağzını
açın ve bu yemeği ağzına koyun. Yaşadığından hiç şüphe etmeyin." buyurdu. Talebe
şaşkın bir vaziyette bildirileni yapmak üzere geri döndü. Hastanın yanına geldi.
Ağzını zorla açtı. Hocasından getirdiği yiyecek şeylerden ağzına koydu. Daha
ağzına koyar koymaz, yemek o hanımın ağzında oynamaya, hareket etmeye başladı.
Yemeği yuttu ve o ölü hâli geçip yaşama emâreleri görülmeye başladı. Birden tam
sıhhate kavuştu ve aç olduğunu bildirip çorba istedi.
Kayyûm-i Zaman'ın talebelerinden birisi huzûruna gelip; "Efendim! Bizim bahçede
bir ağaç var. Meyve vermiyor." diye arz etti. O talebeye buyurdu ki: "Asâmı
(bastonumu) al. O ağacın gövdesine dokundur. İnşâallahü teâlâ meyve vereceğini
ümîd ediyorum. Hem de çok lezzetli meyveler verecektir." O talebe diyor ki:
"Asâyı alıp ağaca dokundurdum. Allahü teâlâ, hocamın o asâsının bereketiyle
ağacı meyve ile donattı ve bu hal bütün şehirde darb-ı mesel oldu. Herkes ondan
bahsederdi.
Kayyûm-i Zaman'ın halîfelerinden Sûfî Abdüllatîf-i Kâbilî şöyle anlatır: Üstâdım
Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah hazretlerini çok görmek istiyordum. Bir gün
bu arzum şiddetlendi.Kalbim yanıyor, yerimde duramıyordum. Ben Kâbil'de, o ise,
irşâd diyârı olan mübârek Serhend şehrindeydi. Yüksek babası Urvet-ül-Vüskâ, Hâce
Muhammed Hanîf-i Kâbilî'nin dâveti üzerine bir anda Serhend'den Kâbil'e gelip,
yine bir anda geri dönmüştü. Birden aklıma bu hâdise geldi. Hocam Muhammed
Sibgatullah ki her hususta babasına uymuştu ve onun kemâlâtına kavuşmuştu. O
hâlde Allahü teâlânın izni ile o da bir anda gelebilirdi. Bu zavallı âşığı
mübârek yüzü ile şereflendirir ve bu arzu ateşime bir çâre bulurdu. Bu lütuf
onun kerîmliğinden, iyilik ve ihsânından beklenir, ümîd olunur diye düşündüm. Bu
düşünceler içinde çarşıya doğru gidiyordum. Âniden, karşımdan bana doğru
yaklaştığını ve yüz yüze geldiğimizi gördüm. Hemen ellerine kapandım. Bir müddet
berâber kaldık. Sonra gözümden kayboluverdi.
Berekat-ı Ma'sûmî
kitabının yazarı olan
Sefer Ahmed şöyle anlatır: "Bir gün bu fakîr, Kayyûm-i Zaman'ın huzûrundaydım. Kendisine hizmet etmekle şerefleniyordum. O
esnâda çok müşâhede ve hâllere kavuştum. Dekken beldesine gidince gönlüme;
"Acabâ bir daha hocamın yüksek huzûrunda bulunabilecek miyim?" Sohbet ve
hizmetle şereflenebilecek miyim? Yoksa bir daha göremeyecek miyim?" gibi
düşünceler geldi. O anda hocamı karşımda gördüm. Bana; "Ebû Saîd Ebü'l-Hayr
buyuruyor ki." diye başlayıp o yüksek velînin şu meâldeki beytini okudu:
Bir kuş
ki düşmüş idi, şu varlık tuzağına,
Uçup
gitti, tuzaktan başka bir şey kalmadı.
Fakîr,
bu şiirden vefâtının yaklaşmış olduğunu anladım. Çünkü, sırları, gizli hâlleri,
rumûz ve işâretlerle anlatmak, bildirmek âdetiydi."
Serhendliler ile kâfirler arasında bir harb olmuştu. Kayyûm-i Zaman cihâda
gitmek istedi ise de yaşı çok ilerlemiş olduğundan gelmemesini ricâ ettiler.
Muhârebenin her iki tarafta da şiddetlendiği, kılıçların, okların, silâhların
ölüm saçtığı bir geceydi. Kayyûm-i Zaman merak edip durumu öğrenmek için
muhârebenin yapıldığı yere doğru gitmişti. Bir ara ayakları kayıp yere düştü.
Hizmetçiler yetişip kendisini kaldırdıkları zaman vücûdunda kılıç yarsına benzer
bir yara gördüler. Anlaşıldı ki harbeden müslümanlar arasına gitmiş ve orada
yaralanmıştı. Daha sonra, böyle mi olduğu kendisine suâl edilmiş, o ise ses
çıkarmamıştı.Yaptığı güzel ve faydalı bir işi hiç söylemezdi. Bu yarayı muhârebe
meydanında aldığı anlaşıldı. Kâfirlerin pek kalabalık oldukları bu harpte,
müslümanların imdâdına yetişmiş ve kâfirlerin yenilmesine yardımcı olmuştu.
Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah hazretleri, bu yarayla altı ay yattı. Acı ve
ızdıraplar çekti. Sonra şehîdlik mertebesi ile Allahü teâlâya kavuştu. Bundan
sonra şehirdeki cemiyet, hattâ dünyâdaki cemiyet bozuldu. Yâni o öyle yüksek,
öyle üstün idi ki, vefâtı ile meydana gelen boşluk, duyulan hüzün her tarafta
anlaşılır, hissedilir oldu. 1710 (H.1122) senesinde Rebî'ul-âhir ayının
dokuzunda bir Cumâ günü ikindi vaktinde vefât etti. Vefâtında seksen dokuz
yaşındaydı. Onu çok sevenler, vefât târihini bildirmek için ebced hesâbı ile
1122'yi gösteren çok şiirler ve mısralar söylemişler, yazmışlardır.
Kayyûm-i Zaman hazretleri vefât ettiği gün ikindi namazını kılmış, namazdan
sonra Resûlullah efendimize yüz salevât-ı şerîfe okumuştu. Bundan sonra rûhunu
teslim etti.
Seksen
yaşına yaklaştığında; "Allahü teâlâ, seksen yaşındakileri Cehennem'den âzâd
eyler." buyurdu. Seksen yaşını geçtikten sonra Allahü teâlânın rahmetinden daha
fazla ümitlendi. Dâimâ hamd eder ve şehîd olarak ölmeyi taleb ederdi. Bunun için
Allahü teâlâ ona şehîdlik mertebesini ihsân etti.Cenâze namazında çok büyük
kalabalık vardı. Yüksek babası İmâm-ı Ma'sûm'un türbesinde medfûndur.
Kayyûm-i Zaman'ın; Şeyh Ebü'l-Kâsım, Muhammed İsmâil, Şeyhullah ve Rahmetullah
isimlerinde dört oğlu olup, oğullarının herbiri babalarından icâzet ve hilâfet
almış, olgun ve yüksek velî idiler. Kayyûm-i Zaman'ın oğullarından başka birçok
halîfeleri de vardı. Bâzılarının isimleri şöyledir: 1)
Ma'den-i Cevâhir ve Berekât-ı Ma'sûmî kitaplarının müellifi Meyân
Sefer Ahmed, 2) Şeyh Zeynel'âbidîn: Meyân Fakîrullah Burhânpûrî ismi ile
meşhûrdur. 3) Mîr Azîz, 4) Mîr Muhammed Ganî, 5) Ebû Nasr Sultanpûrî, 6)
Muhammed Refî'ı Kâbilî, 7) Abdüllatîf-i Kâbilî, 8) Şeyh Fakîrullah: Yâkûb
Türkman köyünden olup, önceki adı Hüsrev Bek idi. 9) Hâfız Muhammed Nizâm
Kâbilî, 10) Sûfî Elif-i Belhî, 11) Sûfî Muhammed Kâbilî.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ODUN
KÂFİ GELMEDİ
Daha
yaşı çok gençken, babası İmâm-ı Ma'sûm hacca gidiyordu.Yanlarında talebelerinden
bir kısmı ile Muhammed Sibgatullah da vardı. Muhammed Sibgatullah'ın yaşı çok
genç olduğu için, kâfilede bulunanların ekmek ve su ihtiyaçlarını temin etmek
vazifesi ona verilmişti. Bir gün diğer hizmetçilerin başı, Muhammed
Sibgatullah'a gelerek; "Etrafta çalı, çırpı, odun görünmüyor. Hamur hazır, fakat
ateş olmadığı için pişirip ekmek yapamıyoruz. Hamur olduğu gibi duruyor.
Arkadaşların ise yemek zamânı yaklaşıyor. Bu duruma bir çâre bulunuz." diye arz
etti. Bu söz üzerine Muhammed Sibgatullah; "Hamuru buraya getirin." buyurdu.
Hamuru getirdiler. Hamuru eline aldı. "Kimse gelmesin. Ben şu tümseğin arkasında
pişirip getireyim." dedi ve gitti. Hemen başını açtı. Bir parça hamur alıp
başına koydu.Çabucak pişiverdi. Böylece bütün hamuru ekmek yapmaya başladı.
Arkadaşlarından biri, gideyim bakayım, ekmeği neyle pişiriyor deyip, yanına
geldi. Vaziyeti gördü. O da başını kapadı ve hâlini örtmek istedi. Az bir hamur
kalmıştı. Ekmeklerle ve az hamurla babasının yanına gelip; "Odun kâfi gelmedi,
hepsini pişiremedim efendim!" deyince, kerâmetler hazînesi yüksek babası
tebessüm ederek; "Şu arkadaş gelmeseydi, odun yetişecekti değil mi?" buyurdu.
ŞİFÂ
OLAN YEMEK
Kayyûm-i Zaman hazretlerini sevenlerden bir zât ağır bir hastalığa yakalanmıştı.
Bir akşam şifâya kavuşabilmek niyetiyle duâ istemek üzere, yüksek huzûruna
geldi.Kayyûm-i Zaman o sırada yemek yiyordu. Hasta içeri girdiği zaman daha bir
şey söylemeden, Kayyûm-i Zaman ona; "Bu yemeklerin hangisinden yemek istersin?"
dedi. O da; "Hepsinden yemek isterim. Hepsini seviyorum. Ama ne yapayım ki,
perhiz ediyorum." dedi. Hastayı muâyene edip, ilâç veren doktor da Kayyûm-i
Zaman'ın sevdiklerindendi ve o sırada orada bulunuyordu. Kayyûm-i Zaman, doktora
dönerek; "Bu yemekler ona zarar verir mi?" dedi. Doktor; "Efendim, tıb bilgimize
göre, bu yemekler bu hastaya zehir gibi gelir ve öldürür." diye arz etti. Bunun
üzerine hastaya dönüp; "Bu yemeklerden yeyiniz. Sizin şifânız bunlardadır."
buyurdu. Hasta da tam bir iştah ile ve hocasının sözüne sığınarak o çeşit çeşit
yemeklerden doyuncaya kadar yedi ve Allahü teâlânın izniyle hemen sıhhate
kavuştu.
KAYNAKLAR
1)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.204
2)
Umdet-ül-Makâmât; s.342
3)
Hadâik-ul-Verdiyye; s.197
4)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.17, s.107
|
|