|
HASAN CAN
Yavuz Sultan Selîm Hanın
nedîmi, sohbet arkadaşı ve velî.
Tâcü't-Tevârih kitabının müellifi Şeyhülislâm Hoca Sâdeddîn Efendinin
babasıdır. 1490 (H.896) senesinde doğduğu tahmin edilmektedir. 1567 (H.974) senesinde Bursa'da vefât etti.
Hasan
Can'ın babası İsfehanlı müezzin Hâfız Mehmed Efendi, onun babası da Hâfız
Cemâleddîn'dir. Babası, Akkoyunlu hükümdârı Yâkub Hansın saray hâfızı idi. Çok
güzel sesi vardı. Dâvûdî sesiyle okuduğu Kur'ân-ı kerîm dillere destan olmuştu.
Sultan Yâkub'un vefâtından sonra tahta geçen Rüstem Han da, Hâfız Mehmed
Efendiye çok büyük yakınlık gösterdi ve onu sarayda tuttu.
Rüstem
Hanın vefâtından sonra, şehzâdeler arasındaki taht kavgaları sebebiyle devletin
fetret devri başladı, parçalanıp yıkılmaya yüz tuttu. Bu sırada, babası Şeyh
Haydar'dan kalan Hataylı tekkesinde şeyh olan Şâh İsmâil, etrâfında toplanan
müridleri ile Şirvân'a saldırdı. Eshâb-ı kirâm düşmanlığını ilân edip, Ehl-i
sünnet îtikâdındaki birçok müslümanı öldürdü. 1502 senesinde, Tebriz'de Safevî
devletini kurdu. Hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömer'e ve Eshâb-ı kirâmın daha
birçoğuna dil uzatıp sövmeye başladı. Câmilerde namaz kılmayı yasak edip,
minberleri yıktırdı. Tutup yakalattığı bütün Ehl-i sünnet âlimlerini şehîd etti.
Müslümanların mallarına, kadınlarına ve kızlarına saldırıp ellerinden aldı.
Askerine dağıtarak, istedikleri gibi kullanmalarına izin verdi. Akla hayâle
gelmedik nice kötülükler yaptı.
Müslümanların bu perişan hâlini haber alan Yavuz Sultan Selîm Han, 1514
senesinde, Şâhın üzerine yürüyüp perişân etmeye karar verdi. Sultan Selîm Hanın
İran üzerine yürüdüğü sıralarda, Hâfız Mehmed Efendi, Tebriz'de büyük âlim Molla
Kemâleddîn-i Erdebîlî'nin hizmetinde bulunuyordu. Hasan Can burada vukû bulan
bir konuşmayı şöyle nakletmektedir:
"Bir
gün ikindi namazını şeyh ile birlikte cemâatle kıldık. Namazdan sonra Amme (Nebe')
sûresi okundukta, Şeyh Erdebîlî hazretleri babamı yanına çağırıp buyurdu ki:
"Hak teâlâ, sizi ve evlâdınızı, bu büyük belâdan koruyacaktır. Çünkü sizler,
Hâfız-ı Kur'ân olup, Hakk'ın kelâmını nâzil olduğu gibi korumaktasınız." Bunun
üzerine babam (Hâfız Mehmed Efendi), Şeyh Erdebîlî hazretlerine; "Osmanlı
Sultanı bu ülkeye ayak basmak üzeredir. Bu işin sonunun nereye varacağı
görünüyor?" diye suâl etti. Şeyh hazretleri de; "Bu gelen Sultan öyle bir zâttır
ki, kendiliğinden buralara gelmez. Bu bedbahtı (Şâh İsmâil'i) tedib etmek,
cezâlandırmak için, Hak teâlâ tarafından memur edilmiştir. Bütün evliyânın
ruhları onunladır. Kendisi dahi, evliyâlıkta rütbe ve makam sâhibidir." diye
cevap verdi. Babam dedi ki: "Cezâlandırmak için geliyor, buyurduğunuzdan
anlaşılıyor ki, Şâhı tepeleyip mağlûb edecektir." Şeyh hazretleri buyurdu ki: "Allahü
tâlâ daha iyisini bilir ki, büyük bir bozgun var. Fakat Şâh İsmâil bu arada
canını kurtaracaktır."
Neticede Şeyh hazretlerinin buyurduğu gibi Yavuz Sultan Selîm Han, Çaldıran
zaferinde Şâhı ve askerlerini büyük bir bozguna uğrattı. Şâh İsmâil perişân bir
vaziyette, taht ve tâcını bırakarak harb meydanından kaçtı. Az bir mâiyetiyle
canını zor kurtardı. Ehl-i sünnet düşmanı olan Şâh İsmâil'in zulmünden kurtulan
müslümanlar, rahat bir nefes aldılar. Osmanlı Sultânı Tebrîz'e gelince bütün
âlim ve sanat sâhibi olgun kimseleri huzûrunda topladı. Onlara pek ziyâde alâka
ve iltifât gösterdikten sonra; "Kur'ân-ı kerîm kırâatinde edâsının güzelliği ve
Dâvûdî sesi ile meşhûr Hâfız Mehmed Yâkûb'u işitir idik. O da burada mıdır,
yoksa vefât etmiş midir? Okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinlemek istiyoruz?" diye suâl
etti. Onun da hazır olduğunu haber verdiler. Kur'ân-ı kerîm tilâvetini
dinleyince, hayranlığı bir kat daha arttı. Ona çok iltifât gösterdi. Tâzim ve
hürmette hiç kusûr etmedi. Dönüşte İstanbul'a götürdü ve yakın dostları arasına
aldı. Dâimâ berâberinde bulundurur, sohbetlerinden ayırmazdı. Sultanın musâhibi,
sohbet arkadaşı oldu. Hâfız Mehmed'in vefâtından sonra da oğlu Hasan Can, Yavuz
Sultan Selîm Hanın en yakın dostu, sırdaşı ve sohbet arkadaşı oldu.
Hasan
Can anlatır: "Sultan Selîm Han, bir gün İran seferinde geçen bir hâdiseyi
anlatırken demişti ki: "Biz, hiçbir sefere kendi görüş ve düşüncelerimizle karar
vermedik. Görevlendirilmeden herhangi bir yere seferimiz olmamıştır." Bunun
üzerine ben de, Kemâleddîn-i Erdebîlî'den işittiğim sözleri naklettim. Sözümü
tasdîk edip; "Molla Kemâleddîn denilen bu zât nasıl bir kimsedir?" diye suâl
etti.Dedim ki: "Mevlânâ Celâleddîn-i Devânî'nin büyük ve en bilgili
talebesi olup, din ve fen ilimlerindeki tahsîlini tamamladıktan sonra, tasavvuf
yoluna meyletti. Evliyâlıkta yüksek derecelere kavuştu. Fenâ mertebelerine
ulaşıp, âlimlerin ve halktan herkesin kendisine inanıp bağlandığı ve çok
talebesi bulunan bir tasavvuf ve mârifet ehli oldu. İbâdetle çok meşgûl olur,
bir an Allahü teâlânın emir ve yasaklarına itâatsizlik etmezdi. Dâimâ tâat üzere
bulunurdu. Tefsîr ve hadîs ilimlerini mütâlaaya devâm ederdi. Tefsîr-i
Beydâvî'yi ve Sahîh-i Buhârîyi yanından hiç ayırmazdı. İbâdet eşiğinden başını
kaldırmazdı. Âlimler arasında bir mesele hakkında ihtilâf zuhûr edip çözmeye
güçleri yetmezse, hemen ona başvururlar ve cevâbını alırlardı."
Yine
Hasan Can, şânı yüce pâdişâhla aralarında geçen bir hâdiseyi şöyle
nakletmektedir: "Merhum Cennet-mekân Sultan Selîm Han hazretlerinin âdet-i
şerîflerinden biri de, çoğu gecelerini kitap okumakla geçirip, sabah namazına
kadar uyumamalarıydı. Zaman zaman da ona okutup, kendileri dinlerlerdi. Bâzan
da, devlet ve saltanat işlerinden söz ederlerdi. Bir gece uyku bastırıp,
sıhhatim de bir parça bozuk olduğundan, yatağıma uzanıp uyuyakalmışım. Sabah
namazı vaktinde uyanarak namazımı kıldıktan sonra, hemen Sultânın hizmetine
koştum. "Bu gece hiç görünmedin, ne yapıyordun?" diye sordular. "Birkaç geceden
beri uykusuz kaldığım için, bu gece gaflet bastırıp hizmetinizden uzak kaldım."
diyerek cevap verip, özür diledim. Bunun üzerine buyurdular ki:
"Öyleyse şimdi anlat bakalım, bu gece nasıl bir rüyâ gördün?" "Anlatılacak
değerde bir rüyâ görmedim." diye cevap verdim. Yine buyurdular ki: "Bu nasıl
sözdür? İnsan bir gecenin tamâmını uyku ile geçirsin de hiç rüyâ görmesin.
Hayret doğrusu! Herhâlde bir şeyler görülmüştür." Sonra üzerinde durmayıp, başka
konularda bir süre sohbet ettikten sonra tekrar buyurdular ki: "Saçma şeyler
söyleme Hasan Can! Herhâlde bu gece bir rüyâ görülmüştür. Bunu benden gizleme!"
Çok düşünmeme rağmen bir türlü rüyâ gördüğümü hatırlayamadım. Yemîn ederek,
anlatılmağa değer bir rüyâ görmediğimi söyledim. Mübârek başlarını sallayıp;
"Tuhaf şey!" dediler. Tekrar tekrar rüyâmdan sormaları çok garibime gitmişti.
Sebebini de bir türlü anlayamadım. Şaşırıp kalmıştım.
Bir
süre sonra, Kapı Ağasının oturduğu odaya bir iş için beni gönderdiler.
Vardığımda gördüm ki, Hazînedârbaşı Mehmed Ağa, Kilercibaşı ve Saray Ağası ile
töreleri üzere oturup konuşuyorlardı. Fakat Kapı Ağası Hasan Ağa düşünceli,
şaşkın ve başını önüne eğmiş bir vaziyette gözü yaşlı oturuyordu. Gerçekten de
o, az konuşur, sâkin, iyi huylu ve geceleri teheccüd namazına kalkan kişilerden
biriydi. Fakat bu hâli, önceki davranışlarına hiç benzemiyordu. Bir yakını vefât
etmiş sandım.
"Ağa
hazretleri, geçmiş olsun! Kalbiniz gamlı, gözünüz yaşlı görülür. Sebebi ne ola?"
dediğimde; "Hayır, böyle bir durumum yok!" diye hâlini gizledi. Hazînedârbaşı
dedi ki: "Kardeş! Ağa bu gece bir rüyâ görmüş. Daha o uykunun mahmurluğundadır."
Ben de dedim ki: "Allah rızâsı için söyleyin ki, devletlû Pâdişâhımız, elbette
bir rüyâ görmüşsündür diye hiç durmadan beni şıkıştırdı durdu. Herhâlde bu türlü
ısrâr edip durmaları sebepsiz yere değildir. Ona iyi bir armağan olur,
anlatınız!" Hasan Ağa ise anlatmaktan kaçınıp duruyordu. Üzerinde bir utanç hâli
vardı. "Benim gibi yüzü kara günahkârın ne rüyâsı ola ki, pâdişâh katında
söylensin. Kerem edin, bana böyle bir teklifte bulunmayın!" diye anlatmaktan
kaçınıyordu. Biz sıkıştırdıkça, Ağa, hayâsı çok bir kişi olduğundan; "Kerem
eyleyin, vaz geçin!" diye yalvarırdı. Sonunda Mehmed Ağa dedi ki: "Niçin
söylemezsin? Daha önce bize anlattığında, pâdişâha anlatmak için memur
edildiğini söylemiştin ya! Gizlenmesi hıyânet olmaz mı?" deyince, çâresiz kalıp,
gizli kapaklı sırrın mührünü açıp dedi ki:
"Bu
gece rüyâmda, bu eşiğinde oturduğunuz kapıyı hızlı hızlı çaldılar. Ne haber
vardır deyip kapıya koştum. Baktım ki, kapı biraz aralanmış dışarısı görünüyor,
fakat bir adam sığacak kadar değildir. Bu aralıktan baktığımda gördüm ki, Harem
dâiresi, başlarında sarık bulunan Arab simâsında nûr yüzlü kimselerle dolu.
Ellerinde bayraklar, silâhlar ve başka âletler ile hazır vaziyette duruyorlardı.
Kapı dibinde ise nûr yüzlü dört kişi duruyordu. Onların ellerinde de birer
sancak vardı. Pâdişâhımızın sancağı, kapıyı çalanın elindeydi. O zât, bana dedi
ki: "Biz neye geldik, bilir misiniz?" Ben de "Buyurun." dedim. Dedi ki: "O
gördüğün kişiler, Resûlullah efendimizin eshâbıdır. Bizi dahi Resûl-i ekrem
efendimiz gönderip, Sultan Selîm Hâna selâm söyledi ve buyurdu ki: "Haremeyn'in
(Mekke ve Medîne'nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin. Gördüğün bu dört
kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömer-ül Fârûk ve bir diğeri deOsmân-ı
Zinnûreyn'dir. Seninle konuşan ben de, Ali bin Ebî Tâlib'im. Bunu hemen varıp
Selîm Hâna söyle!" dedi ve gözümün önünden yok olup gittiler.
Bana
dehşetli bir hâl oldu. Terler içinde kalıp, sabaha kadar öyle baygın bir
vaziyette yatıp kalmışım. Oğullarım, teheccüd namazına alışageldiğim üzere
kalkmadığımı görünce, hasta olduğumu sanmışlar. Sabah namazı vakti geçmek üzere
iken gelip beni uyarmak için vücûduma ellerini sürdüklerinde görmüşler ki, suya
düşüp ıslanmış gibi yatıyorum. Elbisemi değiştirmek için yenilerini getirip, o
sırada beni uyandırmışlar. Aklım başıma gelince, acele gelip namaza yetiştim.
Fakat aklım hâlâ tam başımda değildi." diyerek, hem söylüyor, hem de ağlıyordu.
Ben,
Pâdişâhın buyurduğu hizmeti bitirdikten sonra, dönüp şerefli makâmına gelince,
bu hizmeti sormadan, yine rüyâmdan sorup buyurdular ki: "Şu senin, bu gece
sabaha kadar uyuyup, hiçbir rüyâ görmediğine şaşılır!" Bunun üzerine ben de:
"Pâdişâhım, rüyâyı bu Hasan kulunuz görmedi ise de, bir başka Hasan kulunuz
görmüş. Emriniz olursa arzedeyim." dedim. Emirleri üzerine Hasan Ağanın rüyâsını
aynen naklettim. Anlattıkça mübârek yüzü kızarmaya başladı ve nihâyet
dayanamayıp, mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Rüyâyı tamamlayınca; "Demek ki,
o dert sâhibinin safâ-i meşrebi, temiz bir hâli varmış. Sen onu bize medhettikçe;
"Zâten, ibâdet ederken gördüğün her kimseyi velî sanırsın zannederdik. Meğer
sevmediğini medhetmez imişsin." diye buyurdular ve arkasından: "Ey Hasan Can!
Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa memur olunmadıkça hareket etmeyiz.
Ecdâdımızdan her biri evliyâlıktan nasîbini almışlardır. Herbirinin nice
kerâmetleri vardır. İçlerinde, ancak biz onlara benzemedik." diyerek tevâzuunu
dile getirdi ve hâlini gizlemeye çalıştı. Bu rüyâdan sonra, Arabistan seferinin
hazırlıklarına başlayıp, bütün tedbirlerini alıp, her türlü harp tedârikini
temin ettikten sonra sefere karar verdi. Meşhur târihçi Solakzâde, bu konuda
diyor ki: "Pâdişâha dahi o gece rüyâsında, Hasan isminde bir şahıs vâsıtasıyla
kendisine bir hizmetin görülmesi tebliğ olunacağı haber verilmişti."
Mısır'ın fetholunduğu günlerdi. Bir sabah, Yavuz Sultan Selîm Han, Hasan Can'a
şöyle buyurdu: "Bu gece rüyâda Muhammed Bedahşî'yi gördüm. Yolculuk hazırlığında
olup, bir beyaz kepenek giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu halde
gelip, yolculuğa çıkacağını söyleyip bizimle vedâlaştı." Pâdişâh bu sözleri
söyler söylemez Hasan Can gençlik atılganlığı ile hemen rüyâyı tâbire girişti
ve; "Velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir.
Eğer vefât etmemiş ise, yakında vefât edeceklerine işârettir." dedi. Sultan
Selîm Hanın bu cevâba cânı sıkıldı ve; "Rüyânın gerçekleşmesinin yormaya da
bağlı olduğunu bilmez misin? Eğer Şeyhe bir hal olursa senin yorumuna bağlarız.
Cezâlandırılmayı hak eyledin." dedi. Bu sözler üzerine Hasan Can rüyâyı o
şekilde tâbir ettiğine çok üzüldü ve pişmanlık duydu.
Çok
geçmeden Muhammed Bedahşî'nin ölüm döşeğinde Şam'ın ileri gelenlerini toplayıp;
Yavuz Sultan Selîm Hanın Allahü teâlâ katında övülmüş olduğunu haber vererek,
Arab diyârının fethiyle Hak teâlâ katından vazîfelendirildiğini, bilcümle
evliyânın onun yardımcısı olduğunu bildirdi. Orada hazır olanlara ve
olmayanlara, Sultânın emirlerine saygılı olmalarını tavsiye etmiş ve ayrıca; "Harameyn-i
muhteremeyne (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye) hizmetleri ile başlara
tâc olan Sultâna benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbetlerimi iletirken, dünyâdan
da sefer ettiğimi bildirin." diye vasiyette bulunmuştu. Şam vâlisi derhal durumu
Sultanın kapısına duyurdu.
Bu
sırada Sultânın yanında hocası Halîmî Çelebi Efendi ile Hasan Can bulunuyordu.
Sultan hocasına dönerek; "Şöyle bir rüyâ görmüştüm. Hasan Can da böyle
yorumlamıştı. Çoğunlukla rüyânın gerçekleşmesi tâbirin şekline bağlıdır. Şimdi o
velî zât, vefât etmiştir. Böyle olması tâbirden ileri gelmiştir. Siz hakem olun.
Bu yönden cezâlandırılmaya hak kazanmadı mı? Bu şekilde tâbirin cezâsı dayak
değil mi?" dedi. Halîmî Efendi ise Hasan Can'a bakıp; "Senden böyle acemi
davranış beklemezdim. Atılganlık etmişsin." deyince,Hasan Can utancından başını
öne eğip dedi ki: "Vefât günü ile rüyânın görüldüğü târih tesbit edilsin. Eğer
rüyâ daha önce ise fermân devletlü Pâdişâhımındır. Eğer iş aksi ise, gerçek
budur ki, cezâsı câize, hediye ihsânıdır." Halîmî Efendi bu sözleri doğru bulup,
dedi ki: "HasanCan kulunuzun görüşü akla uygundur. Gerçekte de değerli katınızda
hoş karşılanmalıdır." Başlara tâc olan Pâdişâh bundan sonra Şam'dan gelen
mektubu gösterdi. Gördüğü rüyânın, Muhammed Bedahşî'nin vefât ettiği geceye
rastladığı meydana çıkınca, Hasan Can'a kıymetli bir hil'at, elbise ile, tam
ayar iki yüz dînâr altın ihsân buyurdu. Bunca lütfu Muhammed Bedahşî'nin
kerâmeti eseri bilen Hasan Can, şeyhin azîz rûhuna duâlar eyledi.
Hasan
Can, Yavuz SultanSelîm'in vefâtını şöyle anlatmaktadır: "Sultan-ı Arab ve Acem,
1520 Şâbân ayında eski saltanat merkeziEdirne'ye gitmeyi kararlaştırıp, vezirler
ve dîvân erkânını önceden, ordu-yı hümâyûna lâzım olan pekçok ağırlıklar ve
hazîne-i âmire ile yola çıkardılar. Ferhad Paşayı, berâber gitmek üzere
alıkoydular. Hareketten evvel, bir gün oturdukları köşkten çıkıp, sarayın
eteğindeki bahçeye yürüyerek indiler. Gezintileri sırasında bir yokuşa çıkarken,
ol dîn-i İslâmın koruyucusu, sırtlarında hissettikleri bir acıdan rahatsız olup,
bu zavallı hizmetçilerine hitâb ederek; "Arkama gûyâ bir diken batıp acıtır."
buyurdular. Bu hakîr dahî: "Herhâlde bahçedeki ağaçlardan düşüp gömleğe takılmış
olmalı. Ferman buyurulursa görülsün." dedim. Buyurdular ki: "Câizdir." O anda
iskemleci, taşımakta olduğu yaldızlı kürsüyü getirdi. Selîm Hân da, kürsü
üzerine oturdu. Mübârek yakalarından elimi sokup her ne kadar araştırdımsa da,
bir şey bulamadım. Mübârek arkaları gâyet kıllı olduğu için, elimi sürmekle bir
şey hissedemedim. Ayağa kalkıp bir miktar gittikten sonra, acıdan şikâyetlerini
tekrarladılar. Bu kere düğmelerini açıp baktım. Kılların arasından birdenbire
gördüm ki, bir kıl başı kadar yer ağarıp, etrâfı kırmızı olmuş. Üzerine
dokununca; "İşte oldur." dediler. "Ne makûle nesnedir?" diye suâl buyurdukta,
beyân ettim. Buyurdular ki: "Bir parça sık!" Ben dahî şehâdet ve orta
parmaklarımla kenarından yokladım. Parmaklarımın arası sertleşmiş büyük bir
gudde ile doldu. İrâdemi kaybedip; "Saâdetlû Pâdişâhım, bu büyük bir çıbandır.
Henüz hamdır, olmadıkça zedelemek câiz değildir. Bir münâsip merhem koymak
gerektir." dedim.
Meğer
bu hâdiseden üç gün önce, bu bendelerinin, çıban eleminden rahatsız olup arka
arkaya üç gün kendilerine hizmet şerefinden mahrum olduğum hâtır-ı şerîflerinde
kalmış imiş. Bu sözlerime karşı latîfe olmak üzere: "Biz çelebi değiliz ki, bir
küçük çıbandan ötürü cerrahlara mürâcaat edelim." dediler. Bu hâlle Kasr-ı
saâdete çıktılar. Ol geceyi acı ve ıstırap ile geçirdiler. Ertesi gün çıbanın
olgunlaşması için hamama gittiler. Bu bendelerinin hazır bulunmadığını fırsat
bilip, kendi tellâkları olan Hasan adındaki hizmetçilerine iyice sıktırıp,
çıbanı zedelemişler. Hamamdan geldikte ayaklarına kapandım. "Hasan Can, sözünle
amel etmedik amma, kendimizi helâk ettik." buyurdular. Mâcerâyı etraflıca
anlatınca, aklım başımdan gitti. Zaman geçtikçe ol sert madde azıtıp, taştıkça
taştı. Pâdişâh, Edirne'ye gitmeye karar verdiğinden, geri bırakılmayıp, Şâbân
ayının ikinci günü Edirne'ye doğru yola çıktılar. Hastalığı gitgide şiddetlendi,
ilaç kabûl etmez bir hâl aldı.
Çorlu
yakınında Sırt köyü denilen yere inildi. Buraya indiklerinde, çıban öyle bir hâl
aldı ki, akıntısını vücûdundan def etmeye Sultânın iktidârı kalmadı. Çâresiz, o
yerde ikâmet ve karar ihtiyar buyuruldu. Ve daha önce Edirne'ye varan erkândan
Vezîr-i âzam Pîrî Paşa ve Mustafa Paşa ve Beylerbeyi Ahmed Paşa, ordu-yı
hümâyûna dâvet olundular. Bunlar gelince askerin içine bir şüphe düşmesin diye,
işlerin îcâbına göre dîvân toplanıp, mansıplar dağıttılar ve terfi-i merâtib
eylediler ve neş'eli görünerek, gizli kederlerini belli etmediler. Ve iki ay
müddet, acılar içinde vakit geçirdiler.
Bu
sırada asker arasında binbir türlü haber şâyi' olup, yersiz birtakım hareketler
olacağı alâmetleri belirince, vezîrler bana haber gönderip, Sultan için nasıl
bir çâre gerektiği sorulunca, ben de; askerin mübârek yüzlerini görmeye hasret
kaldıklarını kendilerine arz edip, yalvarıp, yakararak otağ-ı hümâyûnun önüne
çıkmalarını sağladım. Orada bir miktâr vekar içinde durup yüzünü gösterdikten ve
sipâhilerin hatırlarına düşen tereddüdü izâle ettikten sonra, geri dönerek
yerlerine avdet buyurdular. Ve Rumeli Beylerbeyi Ahmed Paşayı, sır saklamaya
iktidârı olmadığı için Edirne muhâfızlığı behânesiyle o tarafa yolladılar.
Çıbana hiçbir ilâç ve ihtimâm kâr etmediğinden, aynı sene Şevvâlin dokuzuncu
gecesinde rûhunu teslim edip, bu elemli dünyâdan Cennet bahçelerine doğru uçup
gittiler.
Hastalığı sırasında ona hizmet etmek şerefinden bir an mahrûm olmadım. Geceleri
sabahlara kadar, mum gibi için için yanarak karşılarında dururdum. Bir hizmeti
olmadığı zaman, emr-i âlileri ile döşekleri yanında otururdum. Kâh mübârek
elleri elimde, kâh asîl ayakları dizimde idi. Cerrahlar ilâca giriştikleri
sırada, kâh omuzuma dayanır, kâh cerrahların yaptıklarına bakmaya memur eder,
ancak bana îtimâd buyururlardı.
Vefâtında Kur'ân-ı kerîm okumak ve Kelime-i şehâdeti telkinde bulunmak
vazîfesini yalnız ben gördüm. Son nefesine kadar bir an yanından ayrılmadım.
Hattâ son nefesini vereceği sırada, bu hakîre hitâb edip buyurdular ki: "Hasan
Can, bu ne hâldir?" Ben hizmetçileri dahî dedim ki: "Sultânım, Allahü teâlâ ile
olacak zamandır." Buyurdular ki: "Bizi bunca zamandan beri kimin ile bilirdin?
Cenâb-ı Hakk'a teveccühümüzde kusûr mu gördün?" Ben dahî dedim ki: "Hâşâ ki, bir
zaman Allahü teâlânın adını anmayı unuttuğunuzu görmüş olam. Lâkin bu zaman
başka zamanlara benzemediği için, ihtiyâten söylemeye cesâret eyledim."
Kısa bir an geçtikten
sonra; "Yâsîn sûresini oku!" diye fermân buyurdular. Emr-i hümâyûnları
gereğince, Yâsîn sûresini hatmettim. Benimle berâber okudular. İkinci defâ
okurken; "Selâmün kavlen min Rabbirrahîm" âyetine geldiğim zaman
gördüm ki, mübârek dudakları bu âyet-i kerîmeyi okuyarak hareket eder ve o anda,
önce sağ şehâdet parmağını kaldırıp diğer mübârek parmaklarını sıkıp temiz
rûhunu teslim etti.
Eli
elimdeydi. Mübârek bileğini tutmuş, nabzını dinliyordum. Nabzın durduğunu
hissedince, o anda lâzım olan hizmetleri yerine getirmek üzere ayağa kalktım.
Hekimbaşı Ahî Çelebi oradaydı. Benim yaptığıma bakıyordu. Ayağa kalktığımı
görünce: "Henüz hayat bâkidir. Ne için ayağa kalkarsınız?" diye beni oturtmaya
kalkınca; "Bu eşiğe alnımı koyduğum andan bu âna kadar velî nîmetimin
hizmetinden bir lahza yüz çevirmemişim. Bu sıralarda yapılacak iş budur.
Tabîblik etmenin zamânı geçti ve asıl cevher kaybolup gitti." dedim. Gerekli
hizmetleri yerine getirdim."
Kânûnî
Sultan Süleymân döneminde Enderunda çeşitli dersler veren Hasan Can, 1567
(H.974) senesinde Bursa'da vefât etti. Kabri, Çelebi Sultan Mehmed türbesi
önündedir.
KAYNAKLAR
1) Tâc-üt-Tevârih;
c.2, s.602 vd.
2)
Sicilli Osmânî; c.2, s.119
3)
Lütfî Paşa Târihi; s.284
4)
Hadîkat-ül-Cevâmî; c.1, s.272
5)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.69
6)
Baldırzâde, Vefayât, v.43 b.
7)
Selîmnâme
|
|