HASAN-I BASRÎ
Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en
büyüklerinden. İsmi, Hasan bin Ebi'l-Hasan Yesâr'dır. Künyesi Ebû Muhammed ve
Ebû Saîd'dir. Aslen Basralı olduğu için Basrî ismiyle meşhûr olmuştur. Babasının
ismi, Firûz, Yesâr veya Câfer'dir. Annesininki ise, Hayre'dir. 641 (H.21)
senesinde Medîne-i münevverede doğdu. 728 (H.110) senesinde Basra'da vefât
etti.Kabri Basra'da Sâlihiyye adı verilen yerde olup sevenleri tarafından
ziyâret edilmektedir.
Hasan-ı
Basrî hazretlerinin babası Basralıydı. Müslüman olmadan önce Fîrûz ve Yesâr
isimleriyle anılıyordu. Müslüman olunca Câfer ismini aldı. İslâm ordularının
gittiği Meysân fethi sırasında esir düştü. Eshâb-ı kirâmdan Zeyd bin Sâbit el-Ensârî'nin
kölesi oldu. Annesi Hayre Hâtun ise Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve
sellem) hanımlarından Ümmü Seleme'nin (radıyallahü anhâ) câriyesi,
hizmetçisiydi. Bu ikisi müslüman olmadan evlendiler. Hazret-i Ömer'in halîfeliği
sırasında 641 (H.21) senesinde bu evlilikten Hasan-ı Basrî dünyâya geldi.
Doğduğunda teberrüken ad koymak üzere hazret-i Ömer'e götürdüler. Hazret-i Ömer
onun güzel yüzünü görünce; "Adı Hasan (güzel) olsun." buyurdu. Böylece Hasan adı
verildi.
Hâlen
müslüman olmamış olan bu âile, Medîne'de Vâdi'l-Kurâ denilen yerde oturuyordu.
Annesi Hayre, Ümmü Seleme'nin (radıyallahü anhâ) evine gidip geliyor, onun
hizmetini görüyordu. Küçük Hasan-ı Basrî'yi de berâberinde götürüyordu. Annesi
Ümmü Seleme'nin bir ihtiyâcını görmek için dışarı çıktığında henüz bebek olan
Hasan-ı Basrî ağlıyor, hazret-i Ümmü Seleme de onu şefkat dolu kollarına alarak
bağrına basıyor ve hattâ onu emzirdiği oluyordu. Hazret-i Ümmü Seleme; "Yâ
Rabbî! Sen bu çocuğu âleme imâm ve Âdemoğullarına uyulacak kimse kıl. Halk ona
uysun, onun gittiği hak yolunu tutsun." diye duâ buyurdu. Hazret-i Ümmü Seleme
ihtiyar olduğu halde bu mübârek çocuk sebebiyle Allahü teâlâ onu emzirmesi için
süt ihsân etmişti. Hasan-ı Basrî'nin bütün hayâtı boyunca, fikrî yapısına ve
yaşayışına tesir ederek mutluluğunu hazırlayacak olayların başta geleni belki de
budur. Ondaki hikmet ve fesâhatin sırrını bu hâdiseye bağlayanlar vardır.
Zamanla
anne ve babası müslüman oldular ve kölelikten âzâd edildiler. Böylece huzurlu ve
mutlu bir âilenin çocuğu olan Hasan-ı Basrî'nin çocukluğu Medîne-i münevverede
geçti. Bu sebeple Arapçayı en iyi şekilde öğrendi. Hazret-i Ümmü Seleme'nin
evine annesiyle birlikte gidip gelen Hasan-ı Basrî, İslâm ahlâkıyla yetişti.
Çocuk yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. İlk gençlik yılları Hazret-i Osman'ın
halîfeliği sırasında Halîfenin Mescid-i Nebîde irâd ettiği bir hutbeyi
dinledi.Hazret-i Osman'ın sohbetlerinde bulunup istifâde etti. Bu yüce halîfenin
âsiler tarafından şehîd edilmesine şâhid oldu. Hasan-ı Basrî bu sırada on
dört-on beş yaşlarındaydı. Medîne-i münevverede bulunduğu sırada Eshâb-ı kirâmın
ileri gelenlerini görüp onların sohbetlerinde bulundu. Yetmiş tânesi Bedir
Harbine katılmış olan yüz otuz civârında Sahâbe-i kirâmdan (radıyallahü anhüm)
ilim ve feyz alıp, hadîs-i şerîf dinledi. Zâhirî ilimlerde yüksek derecelere
yükseldi.
Hasan-ı
Basrî on beş, on altı yaşlarındayken âilesiyle birlikte Medîne-i münevvereden
ayrılarak zamânın önemli ilim merkezlerinden olan Basra'ya gitti.
Babasının memleketi olan Basra'ya yerleştikten sonra Abdullah bin Abbâs, Enes
bin Mâlik, Abdurrahmân bin Semûre, Semûre bin Cündeb, İyâd bin Himâr, Ma'kıl bin
Yesâr ve Esved bin Serî radıyallahü anhüm gibi sahâbilerin ilim meclislerinde ve
sohbetlerinde bulundu. Hadîs, tefsîr, fıkıh ilimlerinde yüksek ilim sâhibi oldu.
Bundan
sonra Abdurrahmân ibni Semûre komutasındaki orduyla Sicistan'a giden Hasan-ı
Basrî rahmetullahi aleyh, ilmî çalışmalarının yanında fetih ordularına da
katıldı. Yine İbn-i Ziyâd, Horasan'a vâli olunca onunla birlikte Horasan'a
gitti. On sene kadar süren faâliyetleri sırasında birçok sahâbî ile görüştü.
Onlardan ilim öğrendi ve rivâyetlerde bulundu. Daha sonra Basra'ya dönüp orada
bulunan sahâbîlerden ve Tâbiînin büyüklerinden ders almaya devâm etti. Böylece
Eshâb-ı kirâmın Peygamberimizden naklen bildirdiği îtikâd, îmân, zâhir
ilimlerini iyice öğrendi ve yetişti.
Hasan-ı
Basrî hazretleri tasavvuf yoluna girmeden önce inci ticâreti ile meşgûl oldu. Bu
yüzden Hasan-ı Lü'lûî diye anıldı. Ticâret için çeşitli yerlere gidiyordu.
Ticâretle uğraşıp zengin olmuştu. Bir defâsında yine ticâret için Rum diyârına
(Anadolu'ya) gitmek üzere yola çıktı. Uzun ve meşakkatli yolculuktan sonra
Kayseriyye şehrine ulaştı. Vardıkları şehrin kapısında o diyârın hükümdârına
kıymetli hediyeler vererek ticâret izni almak âdetti. Hazırladıkları hediyeyi
hükümdâra takdim etmesi için vezire götürdüler. Vezir; "Bugün bir tören var,
yarın takdim edelim." dedi.
Hasan-ı
Basrî o gece vezirin konağında misâfir kaldı. Sabah olunca vezire kendilerinin
de yapılacak törenleri takib etmek istediklerini bildirdi. Vezir kabûl etti.
Vezirle birlikte tören yerine geldiler. Gördükleri manzara şöyleydi: Büyük bir
meydanın ortasında süslü bir çadır kurulmuştu. Çadır saf ipek ve ibrişimden,
direkleri ise gümüş ve altındandı. Çadırın önünde parlak yumuşak şilteler,
divanlar kurulmuştu. Bu şilteler iyi cins atlastan ve çeşitli memleketlerden
getirilmiş nâdide ve eşi bulunmayan kumaşlardan yapılmıştı. Çadırın içinde ise
bir tâbut bulunuyordu. Hükümdârın ülkesinin ileri gelenleri, esnaf, çiftçi ve
sanatkârları neleri varsa bütün malzemeleri ve âletleriyle meydanda
hazırlanmışlardı. Askerler ise alaylar hâlinde meydanın ortasındaki süslü
çadırın etrâfında toplanmışlardı. Askerler belli bir makam üzerine nâralar
attılar, meydanın bir yönüne doğru çekilip gittiler. Arkasından ülkenin ileri
gelenleri, çiftçiler ve ticâret erbâbı kimseler çadırın etrâfında dönüp
bağrıştılar. Sonra onlar da bir yöne çekilip gittiler. Arkasından o şehrin diğer
insanları, atları üzerinde, mücevherlerle süslü civan yiğitler, feylosoflar,
müneccimler, hâkimler, doktorlar ellerinde mesleklerinin işâreti olan âletlerle
çadırın etrafında çeşitli nâmelerle dönüp gittiler. Sonra vezir ve Kayser
(hükümdâr) ve onların yakın has adamları meydanın ortasına doğru ilerleyerek
ortada kurulu süslü çadıra girdiler. Orada gerekli vazîfeler yapıldıktan sonra
herkes evine döndü. Hasan-ı Basrî de vezirle birlikte vezirin evine döndü ve
yapılan tören ile ilgili bilgi sordu. Vezir dedi ki: "Çadırın ortasındaki duran
tâbut Rum Kayserinin oğlunun tâbutudur. O genç, son derece güzellik sâhibi,
kuvvetli ve heybetli idi. Bütün fenlerde ve ilimlerde bilmediği bir husus yoktu.
Silâhşörlükte arkasını yere getiren bir er çıkmamıştı. Gökten gelen bir âfet ile
kazâya uğradı. Kendisine verilen bütün ilaçlar ve devâlar şifâ vermedi ve öldü.
İşte her yıl bu günde o genci anmak için gördüğün bu törenler düzenlenir. Herkes
onun tabutunun bulunduğu çadırın yanına varır "Herbirimiz senin uğruna canımızı
fedâya hazırız, ama ne yazık ki elimizden bir şey gelmiyor. Bütün
servetlerimizi, güzelliklerimizi, ilim ve hünerlerimizi emrine tahsis ettik, ama
dünyâ kurulalı beri insanlar zengin fakir ölümden kurtulmaya muvaffak
olamamışlardır." derler. Vezir devâm ederek; "Ey tüccarbaşı! İşte bu mânâyı
anlamak için Kayser ve diğer devlet erkânı ve hükümdârın yakınları çadıra girip
cenâzeyi kucaklayarak tesellî bulmaya çalışırlar. Ellerinden bir şey gelmediğini
ve âcizliklerini anlayarak dağılırlar." dedi.
Bu
hâdise Hasan-ı Basrî'ye çok tesir etti. Zâten dünyâ malının makam ve
güzelliklerinin geçici olduğunu bilen Hasan-ı Basrî hazretleri bu hakîkati
yakînen kavradı ve ticâreti bırakıp tamâmen âhirete yöneldi. Dönüşünde, şehre
girer girmez elindeki malların hepsini fakirlere ve ihtiyaç sâhiplerine dağıttı.
Basra Hâkimi olan Muhsin Ali'den el alarak tasavvuf yoluna yöneldi. Tasavvuf
yolunda kısa zamanda ilerleyip mânevî derecelere yükseldi. Hiçbir zaman halktan
bir şey kabûl etmedi. Ancak hocası Muhsin Ali'nin izni ile vâz edip,
talebelerini yetiştirdi.
Hazret-i Ali, halîfeliği sırasında şehir şehir dolaşıp, halkını bizzat ziyâret
edip dertlerini dinlemeyi kendisine âdet edinmişti. Nerede bir şeyh veya vâiz
görse veya duysa, giderek onu dinler, doğru yoldan ayrılanları edeplendirir,
doğru olanları takdir ederdi. Bu şekilde gezerken yolu Basra'ya düştü.
Devesinden inip orada üç gün kaldı.Şehri baştan başa gezerken bir mecliste
Hasan-ı Basrî'nin vâz ettiğini gördü. Hemen meclisine dâhil olup vâzını dinledi
ve beğendi. Sonra ona; "Ey Hasan! Zamanın hâdiselerini anlatan biri misin? Yoksa
hakîkî gerçeği öğretmek isteyen bir kişi misin?" diye sordu. Hasan-ı Basrî;
"Resûl-i ekremden bize ne ilim geldi ise onu yaymaya çalışıyoruz. Haberini doğru
bulduğum ilmi halka söylemekten çekinmiyorum." dedi. Hazret-i Ali tebessüm
ederek ona yöneldi ve tebrik etti. Daha sonra meclisten dışarı çıktı. Hasan-ı
Basrî hazretleri onun hazret-i Ali olduğunu anlayıp hemen kürsüden indi,
eteğinden tutup mübârek ayaklarına yüzünü gözünü sürüp öptü. Sonra hazret-i
Ali'den zikir telkini istedi. Bâbü't-Taşt denilen yerde bulunuyorlardı. Hazret-i
Ali tasavvuf ile ilgili gizli sırları Hasan-ı Basrî'ye burada anlattı.
Sonra
Hasan-ı Basrî ona bîat etti. Hazret-i Ali ona icâzet vererek zikir telkiniyle ve
insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazîfelendirdi. Sonra
tarîkattaki ilk Hilâfetnâme'yi yazıp Hasan-ı Basrî'ye verdi. Tarîkat ehli
arasında usûl olan "İzinnâme, icâzetnâme" denilen yazılı kâğıt verme usûlü
hazret-i Ali'den kaldı.
Hasan-ı
Basrî hazretleri kavuştuğu bu mânevî iltifât ve derecelerin verdiği zevkle kırk
gün bir şey yiyip içmedi. Sonra irşâd seccâdesine oturup, insanlara İslâmiyetin
emir ve yasaklarını anlatmaya devâm etti.
İlimde,
rivâyetlerine en çok başvurulan âlimlerden ve fazîlet sâhibi yüksek velîlerden
oldu. İlim aldığı kaynağın sağlamlığı ve asr-ı saâdete yakınlığı sebebiyle
ilimde çok yüksek seviyeye ulaştıktan sonra fetvâ vermeye ve talebe yetiştirmeye
başladı. İlimdeki şöhreti, ahlâkı, ders vermekteki üstünlüğü her tarafa yayıldı.
Derslerine ve vâzlarına pekçok insan toplanırdı. Hattâ evi, sohbetinden istifâde
etmek için gelenlerle dolup taşardı.
İlim ve
fazîletlerinden istifâde ettiği Eshâb-ı kirâm ile kendi içinde bulunduğu nesli
kıyas ederek:
"Siz
onları görseydiniz mecnûn (deli) zannederdiniz. Onlar sizin iyilerinizi
görseler; "Bunlar iyilik ve hayırdan nasipsiz kimselerdir.", kötülerinizi
görseler; "Bunlar da müslüman mı?" derlerdi." buyurdu.
Allahü
teâlânın rızâsına kavuşmanın yanında, dünyâ ve dünyâdakilerin tamâmen boş
olduğunu anlayan Hasan-ı Basrî hazretleri, elinde bulunanları fakir ve ihtiyaç
sâhiplerine tasadduk etti. Tamâmen ilim ve ibâdetle meşgûl oldu. Dünyâdan yüz
çevirip zâhid bir hayat yaşamaya devâm etti.
Hasan-ı
Basrî hazretleri, zamânının halîfesi Ömer bin Abdülazîz'e yazdığı mektupta da
dünyânın boş olduğunu şöyle anlattı:
"Şüphesiz ki dünyâ, geçip gidilecek bir konaktır. Ebedî kalacak yer değildir.
Dünyâda zenginlik ona dalmamaktır. Üzerinde yaşayanlar her an birer birer
ölmektedir. Onu üstün tutan zillete, toplayan fakirliğe düşer. Dünyâ zehir
gibidir. Onu bilmeyen yer, o da onu helâk eder (öldürür). Dünyâda, yaralı olup
da yarasını tedâvî ile uğraşan kimse gibi ol. Yaralı kimse yarasının azmasından
korkarak perhiz yapar, daha şiddetli acıya düşmemek için çektiği acıya sabreder.
Tuzakları süsler altında gizlenmiş olan şu gaflet dünyâsından sakın. Ona dalma!
Bitmeyen arzularla gönüller çeken sözlerle süslenmiş, nicelerini aldatıp,
kendine meftun etmiştir. Süslenmiş gelin gibidir. Gözler ona bakmakta, kalbler
ona hayran, nefsler ona âşık, o ise âşıklarını helâk ediyor. Yaşayanlar
ölenlerden, sonrakiler öncekilerden ibret almıyor. Ârif olanlar bile bu hususta
dalgındır. Ona düşkün olan, ondan dünyâlık elde eder. Fakat aşırı giden aldanır,
âhirete gideceğini, dönüşünü unutur. Kalbi dünyâya dalar ve ayağı kayar. Sonra
da büyük bir pişmanlığa ve derin bir hasrete düşer.
Dünyâya
düşkün kimse, murâdına kavuşamaz. Bir gün olsun rahat nefes alamaz. Her gün,
ayrı bir düşünce, keder getirir. Derken dünyâya o kadar dalar, ömür biter de
ecel bir gün onu yakalayıverir. Sonunda, azıksız âhiret yolculuğuna çıkmak
zorunda kalır. İşte böyle duruma düşmekten sakın.
Ey
müminlerin emîri! Dünyâdan kendini muhâfaza edebildiğin müddetçe, sevinçli ol.
Yoksa, ne kadar üzülsen yeridir. Dünyâ kimi sevindirirse, sonunda mutlaka
beğenilmeyen bir şey vardır. Dünyâda sevinen aldanmıştır. Bugün faydalı görünen
dünyâ yarın zarar verir. Dünyâda, ümit, belâ berâberdir. Dünyâda kalmanın sonu
yok olmaya gider. Onun sevinci hüzün ile karışıktır. Dünyâda ne geleceği belli
olmaz ki, beklenip tedbir alınsın. Dünyâdaki arzular, yalancıdır. Emelleri
boştur. Onun iyiliği kederdir. Eğer iyi düşünürse, Âdemoğlu, onda her an tehlike
ile karşı karşıyadır. İnsan, rahatlık hâlinde de, musîbet zamânında da,
tehlikeli durumlara düşmemeye gayret göstermelidir. İnsana öleceğini Allahü
teâlâ ve peygamberleri aleyhimüsselâm, bildirmemiş olsa bile, dünyâ onu uykudan
mutlaka uyaracaktır. Bununla beraber, yine Allahü teâlâdan azâb ile korkutan,
Cennet ile müjdeleyen rehberler geldi. Allahü teâlânın indinde dünyânın zerre
kadar kıymeti yoktur. Resûlullah efendimize dünyâ hazîneleri arz olundu da, O
kabûl etmedi. Verilmiş olsaydı bile, Allahü teâlânın nezdindekinden sivrisinek
kanadı kadar bir şey eksilmezdi. Dünyâ, imtihân için sâlih ve ibâdet edenlerden
alındı. Aldatmak için de, Allahü teâlânın düşmanlarına verildi. Dünyâ verilerek
aldatılanlar, dünyâyı elde etmekle, ele geçirmekle, kendilerine ikrâm edildiğini
zannederler. Allahü teâlânın, Mûsâ aleyhisselâma şöyle buyurduğu rivâyet edilir:
"Zenginliğin geldiğini gördüğün zaman, (Bu cezâsı çabuklaştırılmış bir günah)
de, fakirliğin geldiğini görürsen, (Hoş geldin ey sâlihlerin şiârı, alâmeti) de,
istersen rahatlık sâhibini öv."
Îsâ
aleyhisselâm; "Katığım açlık, şiârım korku, bineğim iki ayağım, elbisem yün,
ışığım ay, yemeğim ve meyvem yerden bitenler. Yanımda hiçbir şey olmadan
sabahlar ve akşamlarım. Yeryüzünde benden zengin kimse yoktur." buyurmuştur.
Hasan-ı
Basrî hazretlerinin Basra Mescidinde verdiği dersler büyük bir talebe topluluğu
tarafından tâkib edilirdi. İlmi, zühdü, konuşmasındaki fesâhati ile herkes
tarafından sevildi ve şöhreti her tarafa yayıldı. Hattâ halîfe ve vâliler onun
ilminden istifâde etmek için, adamlar veya mektuplar göndererek baş vurdular.
Ömer bin Abdülazîz'in halîfeliği zamânında, âlimlere ve evliyâya büyük bir
hürmeti olan Basra vâlisi Adiyy bin Ertât, Hasan-ı Basrî'yi Basra kâdılığına
getirdi. Devlet adamlarıyla olan münâsebeti bu şekilde artmış oldu.
Adâleti, takvâsı ve hizmetleriyle meşhûr Emevî halîfesi Ömer bin Abdülazîz
rahmetullahi aleyh, Hasan-ı Basrî'ye mektup yazıp, âdil devlet reisinin nasıl
olması gerektiğini kendisine yazmasını istemişti. Bu arzu üzerine Hasan-ı Basrî
rahmetullahi aleyh şu mektubu yazdı: "Ey Müminlerin emîri! Bilmiş ol ki, Allahü
teâlâ âdil devlet reisini, zulme, haksızlıklara mâni olucu, zayıflara yardımcı,
darda kalanlara destek olarak yaratmıştır.
Âdil
devlet reisi, kendi malını nasıl korur ve evlâdına nasıl şefkatli davranırsa,
tebaasına da öyle davranır. O bedendeki kalp gibidir. Uzuvlar onun iyi olmasıyla
iyi olur. Bozulmasıyla da bozulur.
Âdil
devlet reisi Allahü teâlânın emirlerine uyar. O'na itâat eder. Emrindeki
tebaasını da Allahü teâlâya itâat etmeye sevk eder. Ey müminlerin emîri,
saltanatta, sâhibinin himâyesine verdiği malı ve âileyi darmadağın eden köle
gibi olma! Allahü teâlâ kötülüklerden sakınılması için cezâlar emretti. Bunu
uygulayacak olan (reis) suç işlerse yakışık olur mu?
Ey
müminlerin emîri! Ölümü, ölüm ânında yakınlarının sana yapacakları yardımın
azlığını ve ölümden sonrasını düşün. Ölüme ve ondan sonrasına hazırlık yap. İyi
bil ki, şimdi bulunduğun makamdan başka, senin kabir denen başka bir makamın
daha vardır. Orada uzun müddet kalacaksın. Dostların seni yalnız bırakacak ve
tek başına kalacaksın. Kişinin kardeşinden, anasından, babasından, hanımından ve
çocuklarından kaçacağı günde, sana yardımcı ve dost olacak şeyi hazırla.
Kabirdekilerin diriltileceği, gizli şeylerin ortaya çıkarılacağı zamanı hatırla.
Artık o zaman bütün sırlar açılmış olacaktır. Büyük küçük ne varsa hepsi amel
defterine yazılmıştır.
Ey
müminlerin emîri! Şu anda sen bir mühlet içindesin. Fırsat eldeyken ve ecel
gelip, çatmadan, fırsat elden gitmeden Allahü teâlânın kulları hakkında adâletle
hüküm ver câhillerin hükmü ile hüküm verme! Onlar hakkında zâlimlerin tuttuğu
yolu tutma! Böyle yaparsan hem kendi günâhını, hem de başka günâhları
yüklenirsin... Senin felâketine sebeb olan şeylerden istifâde eden insanlar seni
gaflete düşürmesin. Kendileri dünyâ menfaatlerini elde etmek için seni âhirette
kavuşacağın nîmetlerden uzaklaştırırlar. Bu günkü gücüne kuvvetine bakma,
âhirette hâlinin ne olacağını düşün ve ona göre iş yap. Ölüm bir ağ gibi seni
sarmış her an yaklaşmaktadır. Hesap vereceksin.
Ey
müminlerin emîri! Sana şefkat edip, elimden gelen nasîhatı yaptım. Bu mektubumu
dostunu tedâvi eden tabibin ilâcı gibi kabûl et. O, dostunu şifâya kavuşturmak
için acı ilâç içirir.
Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey müminlerin emîri."
Basra'da bulunduğu sırada evlenen Hasan-ı Basrî hazretlerinin Saîd ve Abdullah
isminde iki oğlu ile bir kızı oldu. Mütevâzî bir evde yaşadığı gibi evinden hiç
misâfiri eksik olmazdı. Tek başına yemek yediği görülmedi. Onun iki türlü
meclisi vardı. Birincisi mütevâzi ve kerpiçten yapılmış olan evi, ikincisi ise
mescidiydi. Mesciddeki meclisi umûmî olup ona herkes gelebiliyor ve orada her
ilimden konuşulabiliyordu. Evindeki meclis ise husûsiydi. Daha ziyâde ihvân
(kardeşler) ismini alanlar oraya gelebiliyordu. Bâzan evinin misâfirlerle dolup
taştığı da olurdu. Hattâ öyle zamanlar olurdu ki, sabahın erken saatlerinde
gelenler bir türlü evden ayrılmak istemezlerdi. Bir defâ oğlu onlara; "Şeyhi
biraz rahat bırakınız. Onu çok yordunuz. Zîrâ daha bir şey yememiş ve
içmemiştir." dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri oğlunun bu müdâhalesini uygun
bulmayıp; "Sus. Allah'a yemin ederim ki, onları görmekten gözüme daha güzel
gelen bir şey yoktur." diyerek oğlunu îkâz etti.
Hasan-ı
Basrî hazretlerinin sohbetlerini cinnîler dahi dinlerdi. Talebelerinden birisi
şöyle anlattı: "Bir gün sabah namazı vaktinden önce Hasan-ı Basrî hazretlerinin
devamlı olarak namaz kıldıkları mescide vardım. Mescid daha açılmamıştı. Kapının
üzerinde kilit vardı. Beklemeye başladım. İçerideki büyük bir kalabalıktan
yüksek âmin sesleri geliyordu. Biraz sonra Şeyh hazretleri yalnız olarak dışarı
çıktı. Ben büyük bir merakla âmin seslerinin kimin tarafından söylendiğini
sordum. Şeyh hazretleri bana; "Yâ Abdullah kimseye söyleme. Her gün cinler
gelir, benden duâ etmemi isterler. Ben de duâ ederim, onlar "âmîn" derler."
buyurdu.
Bir gün
Hasan-ı Basrî hazretlerine birisi gelip; "Filan kimse seni çekiştirdi, gıybet
etti." deyince; "Sen o zâtın evine niçin gitmiştin?" diye sordu. O şahıs;
"Misâfir olarak dâvet etmişti." dedi. Sonra, ne ikrâm ettiğini sorunca; "Çeşitli
yemekler ve meşrubat..." cevabını aldı ve buna karşı; "Bu kadar yemeği içinde
sakladın da, bir çift sözü saklayamayıp bana mı getirdin?" dedi.
Daha
sonra kendisinin aleyhinde konuşan bu kimseye, bir tabak tâze hurma ile birlikte
özür dileyerek, şöyle haber gönderdi: "Duyduğuma göre sevaplarını, benim amel
defterime geçirmişsin! İsterdim ki, karşılık vereyim! Kusura bakmayın! Bizim
hediyemiz sizinki kadar çok olmadı."
İbn-i
Sîrîn ve Şâbî gibi zâtlarla da görüşüp sohbet eden Hasan-ı Basrî hazretleri
pekçok talebe yetiştirdi. Onun yetiştirdiği zâtlardan iki yüz otuz altısının
isimleri kitaplara geçmiştir. Bunlardan altmış sekizinin hadîs rivâyetleri
Kütüb-i
Sitte adı verilen meşhûr hadîs-i şerîf kitaplarında yer almaktadır.
Talebelerinin en meşhurları; Hasan-ı Basrî'nin tefsîrlerini nakleden Katâde,
hadîsteki rivâyetlerini en iyi bilen Hişâm ibni Hassan, hadîs naklinde "hüccet"
derecesine gelen Yûnus bin Ubeyd, "Basra gençlerinin seyyidi" buyurduğu ve
hadîste hüccet derecesine yükselen talebesi Eyyûb ibni Ebû Temîme gibi kıymetli
âlimlerdir.
Basra'da Hasan-ı Basrî hazretlerinin sohbetlerini dinleyen ve ondan istifâde
eden tasavvuf ehli arasında Râbiatü'l-Adviyye, Mâlik bin Dînâr, Habîb-i Acemî
gibi zâtlar da vardır.
Eshâb-ı
kirâmın, Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği din
bilgilerini ve doğru inanış olan Ehl-i sünnet îtikâdını naklederek insanların
hidâyete kavuşmasına hizmet eden Hasan-ı Basrî hazretlerinin konuşması, ilmi,
vakarı, sükûneti ve görünüşü Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem)
çok benzerdi. Tasavvuf hakkında söylediği sözler, diğer evliyâdan işitilmezdi."
Hasan-ı
Basrî hazretleri verâ ve tevâzu sâhibiydi. Tevâzu alâmeti olarak sûf (yün)
giyerdi. Buyurdu ki: "Bedir Harbine katılmış yetmiş kadar Sahâbiye yetiştim.
Bunların sûftan başka bir şey giydiklerini görmedim. Sûf elbise giyen tevâzu
için giyerse, Allahü teâlâ onun basîret nûrunu artırır. Riyâ ve büyüklenmek
maksadıyla giyerse, mancınıkla Cehennem'e atar."
Âlimlerin ve ilmin fazîletiyle ilgili olarak da buyurdu ki:
Kıyâmet
günü şehîdlerin kanı âlimlerin mürekkebi ile tartılacak, şehîdler diyecekler ki:
"Âlimler zamanlarının ışık kaynağıdır. Her âlim zamânının lambasıdır. İnsanlar
âlimler vâsıtası ile aydınlanırlar."
Hakîkî
fakîh, dünyâya kıymet vermeyip, âhirete rağbet eden, hatâlarını görebilen,
Rabbine ibâdette devamlı olan, şüphelilerden uzak duran, başkalarının bir şeyine
zarar vermekten sakınan âlim kimsedir.
Gönlün
ferah olup duânın makbûl olmasını istersen, şu beş şeyi terk etme:
1)
Dünyâya harîs olmayan, her işi Allah rızâsı için yapan âlimlerle berâber ol.
2) Gece
namazı kıl! Kazâya kalmış namazlarını, geceleri de kazâ ederek bir an önce öde!
Farz namazı kazâya kalan kimsenin, sünnet ve nâfile namazları kabûl olmaz. Yâni
sahîh olsa da sevap verilmez. Âlimlerimiz buyuruyor ki, şeytan, müslümanları
aldatmak için, farzları ehemmiyetsiz gösterip, sünnet ve nâfileleri yapmaya sevk
eder.
3)
Tegannî etmeden Kur'ân-ı kerîm oku.
4)
Namazlarını tam olarak, vaktin geldiğini bilerek ve evvel vaktinde kıl.
5)
Helâl ye. Helâl yiyenin duâsı makbuldür. O halde helâli, haramı öğrenmek
lâzımdır.
Hasan-ı
Basrî hazretleri güzel ahlâk sâhibi ve cömertti. Maaşını alır almaz fakirlere
dağıtırdı. Cimriliğin kötülüğünden bahsederdi. Cimri kimselerden birisinin
vefâtı sırasında yanında bulundu ve ona; "O para ve malları sana teşekkür
etmeyeceklere bıraktın, şimdi özrünü kabul etmeyecek olan Allahü teâlâya
gidiyorsun." buyurdu. İsrâf hakkında da; "Bir kimsenin malını nereden
kazandığını öğrenmek istediğiniz zaman, onu nereye harcadığına bakınız. Şüphesiz
habîs yâni helâl olmayan kazanç israfta harcanır." buyurdu. Cimri ile müsrif
arasında orta yolu seçen bir kimse olan Hasan-ı Basrî hazretlerinin; "Ey
Âdemoğlu! Karnının üçte birine kadar ye, üçte birine kadar iç, üçte birini de
düşünme ve teneffüs (solunum) için ayır." sözü tıp otoritelerini hayrete
düşürecek mâhiyettedir.
Hasan-ı
Basrî hazretleri Mekke-i mükerremede duânın kabûl olduğu yerleri şöyle bildirdi:
1) Tavafta, 2) Mültezemde (Hacer-i esved ile Kâbe-i muazzamanın kapısı
arasındaki kısım), 3) Altın oluğun altında, 4) Kâbe-i muazzamada ve onun içinde,
5) Zemzem kuyusunun yanında otururken ve Zemzem suyu içerken, 6) Safâ ve
Merve'de, 7) Safâ ile Merve arasında, 8) Tavâf edip iki rekat tavâf namazı
kıldıktan sonra Makâm-ı İbrâhim arkasında, 9) Arefe günü Arafat'ta, 10) Bayram
gecesi güneş doğuncaya kadar Müzdelife'de, 11) Mina'da, 12) Şeytan taşlama
ânında.
Bir
sohbeti esnâsında da buyurdu ki:
"Kalbin
bozulması altı şeydendir: 1) Allahü teâlânın rahmetini umarak, tövbeyi terk
etmek, 2) İlmi ile amel etmemek, 3) Amelinde ihlâs sâhibi olmamak, 4) Allahü
teâlânın ihsân buyurduğu rızkı yiyip, şükür etmemek, 5) Allahü teâlânın
taksimine râzı olmamak, 6) Vefât edenleri kabrine defnedip, onlardan ibret
almamak. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Kabir, âhiret
konaklarının ilkidir. Ondan kurtulana, ondan sonrası daha hafif ve kolay, ondan
kurtulamayana, ondan sonrası daha zor ve çetindir."
Vâz ve
nasîhatler öyle kamçılardı ki, onlarla kalplere vurulur. Nasıl gözümüzle
gördüğümüz kamçılar bedene vurulduğu zaman tesir ederse, nasîhatler de öyle
kalbe tesir eder. Büyüklerden birisi şöyle buyurdu: "Ancak temiz bir kalpten
çıkan nasîhatler tesir eder. Çünkü kalpten gelerek yapılan nasîhat kalbe gider.
Sâdece dille yapılan nasîhatler bir kulaktan girip diğer kulaktan çıkar, tesirli
olmaz. İlmiyle amel etmeyen âlim mum gibidir. İnsanları aydınlatır fakat
kendisini yakıp bitirir."
Hasan-ı
Basrî hazretleri değişik zamanlardaki vâz ve nasîhatlerinde buyurdu ki:
"Bid'at
sâhibi ile oturup kalkmayınız. Çünkü o, kalbi hasta eder."
"Allahü
teâlâ hakkı için söylüyorum. Hiçbir kimse altın ve gümüşü ile Allahü teâlâ
katında azîz olmadı. Altını ve gümüşü olmayan hiç bir kimse de Allahü teâlâ
katında bu sebeple zelîl olmadı."
"Eğer
insan günâhını küçük görürse, ona ehemmiyet vermez. O zaman o günâh büyük günâh
hâlini alır. Eğer insan günâhını büyük görür, onun için istiğfâr eder, onu
gizler ve tövbe ederse o günâh küçücük kalır."
"Müminin ahlâkı, zenginlikte iktisâd, genişlikte şükür, belâ ve musîbet
zamânında sabırdır."
Hasan-ı
Basrî hazretleri tövbenin şartlarına uygun olarak hem dil, hem de hâl ile yâni
günahları, haramı terk etmekle ve hak sâhipleriyle helâllaşmakla yapılması lâzım
olduğunu belirtmiştir. Şartlarına uygun olmayan tövbenin tam tövbe olmadığını
belirtmek için; "Bizim tövbemiz de tövbeye muhtaçtır." demektedir.
Bir
kimse gelerek; "Şimdi münâfık var mı?" diye sordu. "Eğer şimdiki münâfıklar,
öldürülüp, cesetleri sokaklara atılsa, hiçbir yere çıkamazdınız." buyurdu.
Bir
defâsında da; "Allahü teâlâya ve kullarına karşı edepli olmayan kimsenin ilmine
îtibâr edilmez. Belâ ve musîbetlere, insanlardan gelen sıkıntılara günahlardan
sakınıp, farzları yerine getirmeyenin dindarlığı mûteber değildir. Haramlardan
ve şüphelilerden sakınmayanın Allahü teâlâ katında bir mertebesi ve yakınlığı
yoktur." buyurdu.
Hasan-ı
Basrî hazretlerinin Şem'ûn adlı mecûsî bir komşusu vardı. Onun müslüman olması
için Allahü teâlâya geceleri niyâz ederek ağlayıp yalvarırdı. Komşusu bir
hastalığa tutuldu. Tutulduğu hastalıktan kurtulamayan mecûsî son derece halsiz
düştü. Hasan-ı Basrî onu ateşten korumak için yanına gitti. Sonra ona Kelime-i
tevhîdi telkîn etti. Allahü teâlânın sıfatlarını açıkladı ve buyurdu ki:
"Ey
Şem'ûn! Şu kadar müddetten beri ömür sürüp, rızkın için çalışıp didindin. Ama bu
gayretlerin boşa çıkacaktır. Zîrâ sen uzun yıllar ateşe taptın, gece ve gündüz
yaratıcı sanarak ona secde eyledin ve küfründe ısrâr ettin. Bu sebeple yerin
ateş olacaktır. Ancak şimdiden sonra tövbe ederek "Lâ ilâhe illallah Muhammedün
Resûlullah" deyip, O'nu zikredip verdiği nîmetlere şükredici olmalısın ki,
Hakk'ın dergâhına vardığında kendine Cennet'i mekân bulasın." buyurdu. Mecûsî
bâzı bahâneler ileri sürerek îmân etmek istemedi. Hasan-ı Basrî hazretleri
buyurdu ki: "Senin dediğin hususlar teferruattır. Asıl olan îmândır. Îmânla
şereflenenler Cehennem ateşine girseler bile elîm azâba uğramazlar. Hattâ
Cehennem ateşi bile îmânı kuvvetli bu kişilere pek tesir etmez. Cehennem
müminlere hitâb ederek; "Günâha müptelâ olanlara günâhları kadar azâb olursa da
sonra çok sevaplara kavuşurlar. Ama kâfirler ebedî, sonsuz azâb içinde nice bin
türlü eziyete düçar olacaklardır. Hak teâlâ müminleri dünyâda da kerâmet ehli
kılıp, hakîkati göstermek için peygamberlerin vârisleri olarak onları
kuvvetlendirmiştir. Eğer diğer ateşe tapanlar gibi acıklı bir azâba uğramak
istemiyorsan, gel ikimiz elbiselerimizi çıkarıp yanan fırına girelim. Bakalım
hangimizin bedenini ateşin alevleri yakmayacak." buyurdu.
Hasan-ı
Basrî orada yanan bir ateşin içine kollarını sıvayıp soktu ve; "Ey Şem'ûn! Ateş
dünyâ ve âhiret mahlûkudur ve Hakk'ın emriyle yakar. Allah'ın emriyle ateşin
mizâcı su gibi, suyun mizâcı ateş gibi olur." buyurarak kor hâlindeki ateşten
kollarını çekti. Fakat ellerinde en ufak bir yanma alâmeti görülmedi. Bu hal
karşısında gönlü yumuşayan mecûsî, İslâma meyletti ve; "Ey Hasan! Bütün sözlerin
ve davranışların güzel. Fakat bu kadar telef edilmiş ömürden ve işlediğim
kötülüklerden sonra affa ve merhâmete lâyık olur muyum? O Kelîme-i tevhîdi
söylemekle Cennet'e girip hûrilere ve gılmâna nâil olabilir miyim?" dedi.
Hasan-ı Basrî hazretleri; "Evet." buyurdu. Mecûsî; "Ey Hasan! Eğer bana bir
ahitnâme yazıp bana kefil olursan, îmâna gelirim. Yoksa korkarım." dedi. Hasan-ı
Basrî gereken teminâtı vererek onun Kelîme-i tevhîd ile îmân etmesine vesîle
oldu. Şem'ûn Hakk'ın affına kavuştu. Sonra da vefât etti. İsteği üzerine
ahidnâme ile birlikte mezârına koyup defnettiler.
Hasan-ı
Basrî hazretleri evine döndüğünde kendi kendine yaptığına pişman oldu ve; "Ey
Şeyh Hasan! Sen gayba hükmederek, küstahlıkta bulundun, acâip sözler söyledin."
dedi. Bu düşünceyle uykuya vardığında, rüyâsında Şem'ûn'un yeni müslüman olmuş,
nûrlar ve ışıklara boyanmış başına kıymetli Cennet taşlarıyla süslenmiş bir tâc,
beline altın bir kemer kuşanmış bir halde Cennet'e doğru gittiğini gördü. Şem'ûn
Hasan-ı Basrî'ye yönelerek; "Allahü teâlâ bir zengin pâdişâhmış. Kullarına lütfu
büyük ve merhâmetinden bir damla içmekle benim gibi binlerce âsîler rahmetine
gark olurmuş. Allah'ın yardımıyla bu âsînin günahları ve hatâları iyiliğe
çevrilip Cennet-i âlâ bize nasip kılınmıştır." dedi ve; "Senin yazdığın o kâğıda
ihtiyaç kalmadı. İşte kâğıdın." deyip Hasan-ı Basrî'nin eline verdi. Sabahleyin
uykudan uyanan Hasan-ı Basrî hazretleri o kâğıdı elinde buldu.
Ömrünün son yılları
hastalık ile geçti. Ölüm döşeğindeyken devamlı;
"Biz Allah'ın kuluyuz ve (öldükten sonra) yine O'na döneceğiz,
derler." meâlindeki âyet-i kerîmeyi okumuştur. Vefât etmeden önce şöyle
buyurmuştur: "İnsanoğlu sıhhatli günlerinde ve hasta olduğu günlerde faydalı
şeyler yapmış olsa (ömrünü iyi değerlendirse) ne iyi olur." bundan sonra da
vasiyetini şöyle yazdırmıştır: "Hasan ibni Ebi'l-Hasan şehâdet eder ki: Allahü
teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem O'nun
Resûlüdür." dedikten sonra Muâz bin Cebel'den (radıyallahü anh) şu hadîs-i
şerifi rivâyet etti: "Bir kimse ölüm ânında sıdk ile kelime-i şehâdet
getirerek ölürse Cennet'e girer."
Evinde,
yapraklı hurma dallarından dokunmuş bir divandan başka bir şey bulunmayan
Hasan-ı Basrî hazretleri ölüm hastalığı sırasında şu duâyı okudu: "Allah'ım! Ben
bineğimin eğerini bağladım, yaygısı toprak olan kabir yerine seferimin
hazırlığını yaptım. Benden sonra bana nisbet edilenlerle beni muâheze etme
(sorguya çekme). Allah'ım! Resûlünden bana ulaşanı tebliğ ettim. Peygamberinin
hadîsinin tasdîk ettiği ile Kitâbın olan Kur'ân-ı kerîmi tefsîr ettim. Şu kadar
var ki, ömrümün hesâbından korkuyorum. Ömrümün hesâbından korkuyorum."
Vefât
etmeden az önce, bir müddet kendinden geçti ve tekrar ayıldı. Sonra da; "Beni
Cennetlerden, pınarlardan ve güzel konaklardan uyandırdınız." buyurdu.
Normal
fasîh ve beliğ konuşma melekesini kaybetti. 728 (H. 110) senesi Receb ayının
evvelinde bir Cumâ gecesi Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Rûhunu teslim
ettiği anda seksen sekiz yaşındaydı. Cenâzesini talebelerinden Eyyûb ile
Humeydü't-Tavîl yıkadılar. Cumâ namazından sonra cenâze namazı kılındı. Bütün
Basra halkı onun cenâzesinde bulundu. Onun cenâzesinde meşgûl olmaları sebebiyle
o gün ikindi namazı câmide cemâatle kılınamadı. Sâlihiyye denilen yerde
defnedildi. Kabri hâlen sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir.
Pekçok
âlim ve velî yetiştirmiş olan Hasan-ı Basrî hazretlerinin tasavvuftaki yolunu
dört halîfesi devâm ettirdi. Bu halîfeleri, Mâlik bin Dînâr, Utbe-i Gulâm, Ebû
Hâşim-i Mekkî ve yerine vekil bırakmış olduğu Habîb-i Acemî'dir. Hasan-ı
Basrî'nin hazret-i Ali'den aldığı tasavvuftaki yoluna daha sonra Edhemiyye ve
Çeştiyye adları verilmiştir.
Îmânla
ilgili meselelerde çeşitli bozuk ve sapık fırkaların ortaya çıkmaya başladığı
bir devirde yaşayan ve birçok kıymetli eserler yazan Hasan-ı Basrî hazretleri,
Peygamber efendimizin ve O'nun Eshâb-ı kirâmının yolu olan Ehl-i sünnet yolunun
savunuculuğunu yaptı. İlmiyle ve güzel ahlâkıyla insanların bu dünyâda ve
âhirette saâdete, mutluluğa kavuşabilmeleri için gayret etti.
Eserleri: 1) Tefsîr-ul-Haseni'l-Basrî:
Bu kitabı bir
bütün olarak zamânımıza kadar ulaşmamıştır. Ancak kaynak tefsir kitaplarında
dağınık rivâyetler hâlinde bulunmaktadır. 2) Kitâbü'l-Hasen ibni Ebi'l-Hasen
fil Aded: Kur'ân-ı kerîmin âyetlerinin adedi ile ilgilidir. 3) Risâle fî
Fadlı Harami Mekketi'l-Mükerreme: Mekke'nin fazîletine dâirdir. 4) Risâle
Abdi'l-Melik ibni Mervan ilâ Hasen-il Basrî ve Cevâbihi Aleyha: Halîfe
Abdülmelik'e yazılmış bir risâledir. 5) Risâle Erbea ve Hamsin Farîda:
Elli dört farzı anlatan bir kitaptır. 6) Îmânda aranılacak elli fazîlet
hakkında bir risâlesi, 7) El-İstigfârâtu'l Munkıze Mine'n-Nâr (Bu kitabın
bir adı da Errâd-ı Hıfzıyye'dir.) İstigfâr, yâni tövbe hakkındadır.
Bunlardan başka eserlerinin de olduğu kaynaklarda bildirilmektedir.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ŞEYTANIN
VESVESESİ
Hasan-ı
Basrî hazretlerinin talebeleri şeytanın vesvesesinden şikâyet ederek; "Yâ Şeyh!
Şeytandan gâyet incindik. Hep bizi yaramaz işlere teşvik ediyor. "Elinize geçen
dünyâyı sıkı tutun, size lâzım olacak." diyor ve bizi hayırdan alıkoyuyor."
dediler. Hasan-ı Basrî hazretleri gülümseyerek buyurdu ki: "Şimdi buradaydı. O
da sizden şikâyet etti. Dedi ki: "Şu Âdemoğullarına nasîhat eyle de benim
hakkıma tamah etmesinler. Kendi haklarına râzı olsunlar. Ne zaman ki Hak teâlâ
beni huzûrundan kovdu, dünyâyı ve Cehennem'i bana mülk kıldı. Cennet'i ve
kanâati ise onlara verdi. Şimdi bunlar kendi haklarını bıraktılar benim mülküme
tamah ediyorlar. Ben de onların îmânlarını almayınca dünyâyı kendilerine
vermiyorum." dedi. Eğer şeytanın vesvesesinden emin olmak isterseniz, dünyâyı
terk edin ve endişesini gönüllerinizden çıkarın." Bu nasîhatleri dinleyen
talebeleri başlarını öne eğerek huzûrundan ayrıldılar.
MADEM Kİ
HEPİMİZ ÖLECEĞİZ...
Allah
korkusu ile çok ağlardı. Bir defâsında dostlarından birinin cenâzesinde bulundu.
Cenâze defnedilince kabir başında ağlayıp, çok göz yaşı döktü. Sonra orada
bulunanlara şöyle dedi: "Ey müslümanlar! Kabir dünyâ konaklarının sonu, âhiret
menzilinin ilkidir. Mâdem ki hepimiz ölüp kabre gireceğiz, o halde nasıl zevk,
safâya dalıp, gezebiliriz. Îmân ehlinden olanlar kaygılı uyanır, kaygılı
akşamlar. Bunlar iki korku arasındadır. Biri geçmiş bir günah ki, Allahü teâlâ
tarafından nasıl karşılanacağı belli değil. Biri kalan bir ömür ki, devâmı
müddetince hangi tehlikelerle karşılaşılacağı belli değildir. Sonunda ölüme
varacağını bilen, kıyâmette kalkılacağına inanan, kalkınca Allah'ın huzûruna
çıkacağına kânî olan kişiye gereken şey, üzüntü ve endişe içinde olmaktır."
Orada bulunanlar bu sözlerinden dolayı ağladılar. Başka bir seferde de; "Eğer
Kur'ân-ı kerîm okuyorsanız, dünyâda hüznünüz çok olsun, çokça ağlayasınız."
buyurdu.
ANA
BABAYA HİZMET
Kâbe-i
muazzamayı ziyâret ederken bir zâtın, arkasında bir zenbille tavâf ettiğini
gördü. Hasan-ı Basrî hazretleri o kimseye; "Kardeşim arkandaki yükü koyup öyle
tavâf etsen daha iyi olmaz mı?" buyurdu. O kimse; "Bu arkamdaki yük değil
babamdır. Bunu Şam'dan yedi kere sırtımda getirip hac yaptırdım. Çünkü bana
dînimi, îmânımı o öğretti. Beni İslâm ahlâkı ile yetiştirdi." cevabını verdi.
Sonra; Hasan-ı Basrî hazretleri; "Kıyâmet gününe kadar böylece arkanda getirip,
tavâf eylesen, bir kere kalbini kırmakla bu yaptığın hizmet boşa gider ve yine
bir defâ gönlünü yapsan bu kadar hizmete mukâbil olur." buyurdu.
BEYİTLER
SEN DE
ÖLECEKSİN!
Bir gün
Hasan-ı Basrî'ye Ömer bin Abdülazîz,
Yazdı
ki: "Nedir bana, mühim nasîhatiniz?
Zîrâ
hükümdar oldum, bilcümle müslümana,
Muvaffak olmam için, tavsiyeniz ne bana?"
O da
ona yazdı ki: "Yâ Emîrel müminîn,
Çoktur
mesûliyeti, idâre edenlerin.
Şunu
bil ki bir sultan, bedende kalp gibidir,
O iyi
olur ise, milleti de iyidir.
Bozulur
milleti de, bozulursa o sultan,
O halde
sen kendine, dikkat eyle her zaman.
Gerçi
bugün sultansın, tebana hükmedersin,
Lâkin
bir gün sen dahi, ölüp kabre girersin!
Şimdi
hep sevdiklerin, yanındadır bu günde,
Lâkin
yalnız kalırsın, kabire girdiğinde.
Bil ki
imtihandasın, yâ Ömer sen şu anda,
Öyle
amel eyle ki, kaybetme imtihanda.
Sana
yazdıklarımın, ilâçtır her birisi.
Ve
lâkin kullanmazsan, hiç olmaz fâidesi."
Hasan-ı
Basrî ona, başka bir mektubunda,
Buyurdu
ki: "Bu dünyâ, biter elbet sonunda,
Zîrâ
bu, bir konaktır, ölünce sona erer,
Ebedî
kalacak yer âhirettir yâ Ömer.
Dünyâyı
üstün tutan, zelîl olur âkıbet,
Zîrâ
Allah dünyâya, bir zerre vermez kıymet.
Süslenmiş gelin gibi, cezbeder dünyâ seni,
Ahmak
olan kaptırır, dünyâya kendisini.
Evet,
gerçi dünyâlık, lâzımdır her mümine,
Lâkin
onun sevgisi, girmemeli kalbine.
Zîrâ
kalp, nazargâh-ı ilâhîdir âşikâr,
Dünyâ
muhabbetinin, orada ne işi var?
Dünyâyı
seven kişi, düşer onun ardına,
Ve
lâkin hiç bir zaman, eremez murâdına.
Her gün
ayrı düşünce, her gün ayrı bir keder,
Ona kim
aldanırsa, ömrünü heder eder.
Halbuki
dünyâ benzer, insanın gölgesine,
Yakalamak istesen, o kaçar senden yine.
Sen
dünyâdan kaçarsan, o gelir hep ardından,
Tecrübe
edilmiştir, bu böyledir her zaman.
Yâ
Ömer, bu insanlar, uyumaktadır, ancak,
Melekül
mevt gelince, âniden uyanacak.
Hak
teâlâ dünyâya, verseydi biraz kıymet,
Vermezdi kâfirlere, dünyâdan zerre nîmet.
Yâ Ömer
peygamberler, âlimler ve velîler,
Ona
aldanmamayı, nasîhat eylediler.
Zîrâ
âhiret için yaratıldı bu insan,
Ve
hesap verecektir, dünyâda yaptığından.
Hem
dahi sonu yoktur, ebedîdir âhiret
Orada
iki yer var, ya Cehennem, ya Cennet.
İnsan
sonsuzluk için, yaratıldı yâ Ömer,
Öyleyse
buna göre, âhirete değer ver."
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.7, s.114, 156
2)
Hilyetü'l-Evliyâ; c.2, s.131
3)
Tezkiretü'l-Evliyâ; s.17
4)
Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.1, s.389
5)
Risâle-i Kuşeyrî; s.288, 296, 330, 359, 469
6) Tam
İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.98, 1065, 1079, 1084
7)
Vefeyâtü'l-A'yân; c.2, s.72
8)
Ravdu'r-Reyyâhîn; s.102, 116, 158
9)
Sıfâtü's-Safve; c.3, s.155
10)
Hasan-ıBasrî (İbnü'l-Cevzî)
11)
Tabakâtü'l-Kübrâ (Şa'rânî); c.1, s.31
12) El-Kevâkibü'd-Düriyye;
c.1, s.17
13)
Hasan-ı Basrî ve Tefsîrdeki Metodu (Doktora tezi, Dr. Ethem Levent)
14)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.200-205
15)
Lemezât; s.159
|