|
FAHREDDÎN-İ RÂZÎ
Meşhur
tefsîr âlimi ve velî. İsmi Muhammed bin Ömer'dir. Künyesi Ebû Abdullah ve Ebü'l-Meâlî,
lakabı Fahreddîn'dir. Babasının vazîfesi dolayısıyla "İbn-i Hatîbi'r-Rey= Rey
Hatîbinin oğlu" diye de tanınmıştır. Soyu Kureyş Kabîlesine ulaşmaktadır. 1149
(H.544) senesinde İran'da bulunan Rey şehrinde doğdu. "Râzî" lakabını doğum
yerine nisbetle almıştır. 1209 (H.606) senesinde Herat'ta vefât etti.
Fahreddîn-i Râzî önce, büyük bir âlim olan babası Ziyâüddîn Ömer'den ders aldı.
Babası Muhy-is-sünne Muhammed Begavî'nin talebelerinden idi. Gâyet fasîh,
belîğ ve tesirli hutbe
okurdu. Fahreddîn-i Râzî, fen ilimlerini Mecd-i Cîlî'den, fıkıh ilmini Kemâl
Simnânî'den öğrendi. İmâm-ıHarameyn'in Şâmil adlı kitâbını
ezberledi. Bunlardan başka, asrının büyük âlimleriyle görüştü ve onlardan ilim
aldı.
Tahsîlini bitirip, ilimde yüksek derecelere ulaştıktan sonra, bazı yolculuklar
yaptı. Harezm'e gidip orada bozuk bir îtikâda sâhib olan Mûtezileye mensup
kimselerle münâzaralarda bulundu. Bu münâzaralar netîcesinde Harezm'den ayrılma
lüzûmunu gördü. Buradan Mâverâünnehr'e gitti.
Fahreddîn-i Râzî, fakir ve yoksul bir kimseydi. Sonra her şeyin sâhibi ve mâliki
olan Allahü teâlâ kendisine ihsânlarda bulundu. Mâverâünnehr'den memleketi Rey
şehrine dönmüştü. Burada mütehassıs ve zengin bir doktor vardı. İki kızını
Fahreddîn-i Râzî'nin iki oğlu ile evlendirdi. Bir müddet sonra doktor vefât
etti. Külliyetli mikdârdaki serveti Fahreddîn-i Râzî'nin âilesine geçti.
Fahreddîn-i Râzî bu servetin büyük bir kısmını, Sultan Şihâbüddîn'e ödünç verdi.
Daha sonra, ödünç verdiği malını teslim almak için Gazne'ye gittiğinde, Sultan
Şihâbüddîn kendisine çok ikrâm ve iltifâtta bulundu. Buradan Horasan'a giden
Fahreddîn-i Râzî ilimdeki yüksekliği sebebiyle, Sultan-ı Kebîr Alâüddîn
Harzemşah Muhammed'in sevgi ve saygısını kazandı. Sultan sık sık ziyâretine
giderdi. Bir müddet Herat'ta da bozuk bir inanca sâhib olan kerrâmiyye ve
mensuplarının îtikâdlarının yanlış olduğunu delîlleriyle isbât etti. Bu hususta
müslümanları aydınlattı.
Fahreddîn-i Râzî, yalnız Arabî ilimlerde değil, zamânının bütün ilimlerinde
mütehassıstı. Bu sebeple, gittiği yerlerde sultanların iltifât ve teveccühlerini
kazandı. Sultan Gıyâsüddîn onun için, Herat'ta bir medrese yaptırdı. Kerrâmiyye
îtikâdında olan halk, sultânın ona olan iltifatlarını çekemeyip fitneye sebeb
olduklarından buradan da ayrılmak zorunda kaldı. Fahrüddîn-i Râzî gittiği her
yerde ilim ile meşgûl oldu. İlim ve irfâna susayanlar, âlimler, o nereye giderse
peşinden geldiler.
Ne
zaman bir yere gitmek için atına binse, âlim ve talebelerden üç yüz kadarı da
berâberinde giderdi. Talebeleri kendisine çok hürmet ederlerdi. Onun yanında tam
bir edeb ve terbiye dâiresinde bulunurlardı. Bütün talebelerinin kalbinde
heybeti yerleşmişti. Hizmetinde kusûr etmemek için çok gayret gösterirlerdi.
Fahreddîn-i Râzî kitap mütâlaa etmeyi çok severdi. Hattâ, yemek yerken kitap
okumadan geçirdiği zamanlara pekçok acıdığını her zaman söylerdi.
Fahreddîn-i Râzî'nin vâz ve nasîhattaki şöhreti, ilmî şöhretinin çok üstündeydi.
Pek tesirli vâz ederdi. Vâzlarında coşardı.
Allahü
teâlânın emir ve yasaklarını insanlara anlatırken, çok defâ gözlerinden yaşlar
akardı. Bir gün vâz ediyordu. Sultan Şihâbüddîn Gaznevî de orada bulunuyordu.
Allahü teâlânın aşkı ile kendinden geçerek şöyle dedi: "Ey dünyânın sultânı! Ne
senin saltanatın kalır, ne de Râzî'nin bu hâli." deyip, meâlen:
"Hepimizin dönüşü Allahü teâlâyadır." (Gâfir sûresi: 43) âyet-i
kerîmesini okudu. Sultan ve câmide bulunan herkes ağladılar.
Fahreddîn-i Râzî'nin kitaplarını okuyanlar, hep onunla meşgûl oldular. Onun
ilminin yüksekliğine hayran kaldılar. Hirat'ta kendisine Şeyh-ül-islâm denirdi.
Edîb
Şerefüddîn Muhammed Uneyn şöyle anlatır: "Gençliğimde bir defâsında Fahrüddîn-i
Râzî hazretlerinin dersinde bulundum. O gün çok soğuktu. Çok kar yağmıştı. Bu
sırada, İmâm'ın kucağına bir güvercin düştü. Onu yırtıcı bir kuş kovalamıştı.
Güvercin yanımıza düşünce, o yırtıcı kuş geri dönüp gitti. Fakat güvercin
uçamıyordu. Çünkü çok korkmuştu. İmâm dersi bırakıp ayağa kalktı ve o güvercinin
yanında durdu. Güvercinin bu hâline acıyıp eline aldı. Yarasını şefkatle
sığayınca, hayvan kendine geldi.
İbn-i
Uneyn der ki, bu hâdise üzerine ben şu şiiri söyledim:
Sür'atli kanadıyle ölüm saçan hayvandan,
Vaktin
Süleymân'ına şikâyete geliyor.
Korkanların melcei sensin, yok inanmayan,
Güvercinin haberi, bunu teyîd ediyor inan."
Ondan
sonra İbn-i Uneyn, Fahreddîn-i Râzî'nin yakınlarından oldu.
Mevlânâ
Musannifek
Tuhfe-i Muhammediyye isimli eserinde şöyle der: Fahreddîn-i Râzî, Sultan
Muhammed Harzemşâh'a, mektup yazıp bâzı sâlih kimseler hakkında
istirhâmda bulundu. Mektubunda şöyle diyordu:
"Bu
mektubumu zâhirde sebeb siz olduğunuz için size gönderdim. Fakat bu durumu,
hakîkatte hep var olan ve yokluğu mümkün olmayan Allahü teâlâya arz etmiş
bulunmaktayım. İsteğimi verirseniz, hakikâtte veren Allahü teâlâdır. Bu vesîle
ile siz de teşekkür edilmeye müstehak olmuş olursunuz ve sevap kazanırsınız,
vesselâm." Bu fakîr derim ki: Fahreddîn-i Râzî'nin hâli ve sözü, işlerinde
tevhîd, kalbini Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtarma mertebesine
eriştiğinin delîli ve şâhididir.
Ebû
Abdullah Hasan Vâsıtî de der ki: Hirat'ta bulunduğum sırada İmâmı dinledim.
Zaman zaman minberde, sitem şeklinde halka şu beyti okurdu.
"Diri
iken insanı gerçi herkes tahkîr eder.
Zor
olur ayrılığı, ol dem ki, dünyâdan gider."
Fahreddîn-i Râzî, Herat'a gittiği zaman, orada bulunan âlimler, sâlihler ve
devlet ileri gelenleri, onun ziyâretine geldiler. Kendisine pekçok hürmette
bulundular. İmâm, bir gün acabâ görüşmediğimiz kimse kaldı mı? diye
sordu.Yanında bulunanlar, evet sâlih bir zât var, o gelmedi, dediler. Ben
müslümanların imâmı olayım, herkesin bana hürmeti vâcib olsun da, o beni niçin
ziyâret etmesin, diye belirtti.
Bu
durumu, o sâlih zâta ulaştırdılar. Fakat o zât hiç cevap vermedi. Şehrin ileri
gelenlerinden birisi, Fahreddîn-i Râzî ile o sâlih zâtı bir yemeğe dâvet etti.
Her ikisi de bu dâveti kabûl ettiler. Ziyâfet bir bahçede verildi. Orada İmâm, o
sâlih zâta:
"Niçin
ziyâretime gelmediniz?" diye sorunca: "Ben fakîr bir kimseyim. Bu sebeple,
ziyâretinize gelip gelmemem, sizin şerefinizi ne arttırır, ne de ondan bir şey
eksiltir."
Bunun
üzerine İmâm; "Bu söz edeb sâhiplerinin yâni ehl-i tasavvufun sözüdür. İşin iç
yüzünü bana anlat da merâkım gitsin." dedi. O sâlih zât; "Seni ziyâret hangi
bakımdan vâcibdir?" dedi. İmâm; "Ben müslümanların hürmet etmeleri lâzım olan
birisiyim." dedi. Bunun üzerine o sâlih zât; "Mademki, ilimle iftihâr ediyorsun,
ilmin neticesi, mârifetullahdır. Şimdi sana soruyorum:
"Allahü
teâlâyı nasıl tanıdın ve matlûbuna nasıl yol buldun?" dedi. İmâm:
"Yüz
bürhân ve delîl ile ilim ve yakîn elde ettim." dedi. O zaman o zât:
"Bürhân,
şüpheyi gidermek içindir. Allahü teâlâ benim kalbime öyle bir nûr verdi ki, onun
olduğu yerde şüphe bulunmaz. Nerede kaldı ki, bürhân ve hüccete ihtiyaç
duyulsun." buyurdu.
Bu söz,
İmâm'a çok tesir etti. O mecliste, herkesin gözü önünde, o sâlih
zâtın elini öpüp tövbe etti. O zâta tâbi oldu. Çok yüksek mertebelere ulaştı.
Ondan sonra
Tefsîr-i Kebîr adlı eserini te'lif eyledi. Bu büyük zât, Necmüddîn-i
Kübrâ hazretleriydi. Fahreddîn-i Râzî, Necmüddîn-i Kübrâ hazretlerinin sohbetlerinde
bulundu. Ondan çok istifâde etti.
Fahreddîn-i Râzî, vefâtına yakın, talebelerinden İbrâhim bin Ebû Bekr
İsfehânî'ye şu nasîhatta bulundu:
"Her
katı kalbi yumuşatan âhiret yolculuğu yaklaşmış ve dünyâ hayâtının sonunda
bulunan, Rabbinin rahmetini uman, Mevlâsının keremine güvenen bu kul Muhammed
bin Ömer bin Hasan Râzî der ki: Peygamberlerin, meleklerin en büyüklerinin
yaptıkları, bildiğim ve bilmediğim, lâyık olduğu hamdler ile Allahü teâlâya hamd
ederim. Allahü teâlânın rahmeti, Resûlullah efendimize, diğer Resûller, Nebîler
(aleyhimüsselâm), mukarreb melekler ve sâlih kimseler üzerine olsun.
İnsanlar derler ki: "İnsan vefât ettiği zaman, ameli kesilir. Dünyâ ile alâkası
kalmaz." Bu söz, iki yönden sınırlandırılabilir. Birincisi, eğer vefât eden
kimse dünyâda insanlara faydalı şeyler bırakmış ise, bu ona duâ yapılmasına
vesîle olur. Şartlarına uygun duâ, Allahü teâlânın katında makbûldür. İkincisi,
evlâda âid olan husustur. Sâlih evlâd da ölen anası-babası için faydalı olur.
Biliniz
ki ben, ilim âşığıydım, doğru olsun yanlış olsun, bir şeyin ne olup olmadığını
öğrenmek için pekçok şey öğrendim. Vallahi kelâm, akâid ilmi ile ilgili, doğru
yanlış bütün itikâtları, filozofların görüşlerini çok tedkîk ettim. Ancak Kur'ân-ı
kerîmde bulduğum faydaya eşit olanını hiçbirisinde görmedim. Çünkü Kur'ân-ı
kerîm, Allahü teâlanın yüce kudretini ve azametini teslîm ve kabûl etmeye teşvîk
ediyor, îtirâz ve karşı çıkmaktan, derin mücâdele ve münâzaradan men ediyor.
Çünkü beşer aklı, derin ve anlaşılması zor meseleler arasında boğulup
gitmektedir. Bu sebeple dînimizin bildirdiklerini aynen kabûl edip, üzerinde
konuşmamak en sâlim yoldur.
Ey
âlemlerin Rabbi! Mahlûkâtın, senin Ekrem-ül-ekremin, merhametlilerin en
merhametlisi olduğunda ittifak etmektedir. Yâ Rabbî! Bu zayıf kuluna müsâmaha
eyle. Dilimi sürçmekten muhâfaza buyur, bana yardım et. Hatâ ve kusûrlarımı
setreyle, ört. Kitâbım Kur'ân-ı kerîm, yolum Resûlullah efendimize, sünnet-i
seniyyeye uymaktır. Yâ Rabbî! Senin hakkında hüsn-i zan sâhibiyim. Rahmetin
hakkında çok ümitliyim. Çünkü sen:
"Kulum
beni zannettiği gibi bulur." buyurdun.
Yâ
Rabbî! Ben hiçbir şey getirmesem de, sen ganîsin, kerîmsin, ümîdimi boşa
çıkarma. Duâmı geri çevirme. Beni ölümden önce ve sonra azâbından kurtar. Ölüm
sırasında can çekişirken bana kolaylık ver. Çünkü sen erhamürrâhimînsin.
Kitaplarıma gelince, onlarda çok şeyler yazdım. Onları mütâlaa edip okuyan,
ihsân ederek iyi duâ ile beni ansın. Eğer böyle bir duâda bulunmazsa, hiç
olmazsa hakkımda kötü sözde bulunmasın. Benim meseleleri geniş yazmaktan
maksadım, mevzuu genişletmek, derinlemesine ele almak, zihinleri açmaktır. Bütün
bunlarda, Allahü teâlâya güvenip, dayandım."
Daha
birçok şeyleri vasiyet eden İmâm-ı Râzî hazretleri, sonra şunları söyledi:
"Talebelerime ve üzerinde hakkım olanlara şunu vasiyet ediyorum: Ben vefât
edince, benim ölümümü her tarafa yaymasınlar. Dînin emirlerine uygun olarak
defnetsinler. Beni defnettikleri zaman, okuyabildikleri kadar bana Kur'ân-ı
kerîm okusunlar. Sonra; yâ Rabbî! Sana fakîr ve muhtaç birisi geldi, ona lütuf
ve ihsânda bulun, desinler." sözleriyle vasiyetini bitirdi.
1209
(H.606) senesi Ramazan Bayramında Şevvalin ilk Pazartesi günü Herat'ta rûhunu
teslim eden Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kabir yeri belli değildir.
Fahreddîn-i Râzî hazretleri orta boylu, iri cüsseli, omuzları ve göğsü geniş,
güzel görünümlü, gür sesli, heybetli ve vakarlıydı. Sohbet, vâz ve ilim
meclislerinde kendisine sükûnet ve dikkat hâkimdi. Herkes kendisini sayar ve
değer verirdi. Meşhûr tarihçi Safedî'ye göre Allahü teâlâ şu beş hasleti
emsalleri arasında sâdece Râzî'ye tahsîs etmiştir.
1)
Parlak ve işlek bir zihin, 2) Güçlü bir hâfıza, 3) Çok bilgi, 4) Sağlam bir
muhâkeme, 5) Mükemmel bir ifâde gücü.
Fahreddîn-i Râzî hakkında müstakil eserler yazılmıştır. Onun derin ve büyük âlim
olduğunu herkes tasdîk etmiştir. Hattâ tefsîr kitaplarında "Kâle-el-allâme"
denilince, Fahreddîn-i Râzî kasdedilmiştir.
Fahreddîn-i Râzî tefsir, fıkıh, kelâm ve usûl-i fıkıh gibi dîni ilimlerde pek
derin bir âlim olduğu gibi, edebî ilimler, matematik, kimyâ, astronomi ve tıb
gibi zamânının fen ilimlerinde de söz sâhibiydi. O zaman İslâm âleminde ortaya
çıkmış olan bid'at ve bozuk îtikâd sâhiplerinin ve filozofların bozuk
düşüncelerini en ince teferruâtına kadar tedkik etmiş, onların bozukluğunu ve
yanlış olduğunu delilleriyle isbât etmiş, müslümanları bozuk ve yanlış sözlere
aldanmaktan kurtarmıştır.
İmâm-ı
Fahreddîn-i Râzî hazretleri, Âl-i İmrân sûresinde, 61. âyet-i kerîmeyi tefsîr
ederken buyuruyor ki:
Hârezm
şehrindeydim. Şehre bir hıristiyanın geldiğini işittim. Yanına gittim. Konuşmaya
başladık.
Hıristiyan: "Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren delîl nedir?"
dedi. Şu cevâbı verdim:
"Mûsâ'nın, Îsâ'nın ve diğer peygamberlerin (aleyhimüsselâm) hârikalar, mûcizeler
gösterdiği haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mûcizelerini okuyor
ve duyuyoruz. Bu haberler, sözbirliği hâlindedir. Mûcize göstermek, Peygamber
olduğunu isbât etmez diyecek olursanız, diğer peygamberlere de inanmamanız lâzım
gelir. Diğerlerine inandığınız için, Muhammed aleyhisselâmın da Peygamber
olduğuna îmân etmelisiniz."
Hıristiyan: "Îsâ aleyhisselâm peygamber değildir, ilâhdır, tanrıdır!"
Fahreddîn-i Râzî: "İlâh, tanrı, her zaman var olması lâzımdır. O hâlde madde,
cisim, yer kaplıyan şeyler tanrı olamaz. Îsâ aleyhisselâm cisimdi. Yokken var
oldu ve size göre öldürülmüştür. Önce çocuktu, büyüdü. Yerdi, içerdi, bizim gibi
konuşurdu. Yatardı, uyurdu, uyanırdı, yürürdü. Her insan gibi yaşamak için,
birçok şeye muhtâçtı. Muhtâc olan, ganî olur mu? Yokken sonradan var olan bir
şey, ebedî sonsuz var olur mu? Değişen bir şey, devamlı, sonsuz var olur mu? Îsâ
aleyhisselâm kaçtığı, saklandığı hâlde, yahûdîler yakalayıp astı diyorsunuz. Îsâ
aleyhisselâmın o zaman çok üzüldüğünü söylüyorsunuz. İlâh veya ilâhtan parça
olsaydı, yahûdîlerden korunmaz mı? Onları yok etmez miydi? Niçin üzüldü ve
saklanacak yer aradı? Üç türlü söylüyorsunuz:
1. O
İlâh imiş, tanrı imiş, öyle olsaydı, asıldığı zaman yerlerin tanrısı ölmüş
olurdu. Bu âlem tanrısız kalacaktı. Yahûdîlerin, yakalayıp öldürdüğü âciz,
kuvvetsiz kimse, âlemlerin tanrısı olabilir mi?
2. O,
tanrının oğludur diyorsunuz.
3. O
tanrı değildir. Fakat, tanrı ona hulûl etmiş, yerleşmiştir diyorsunuz. Bu
inanışlar da yanlıştır. Çünkü ilâh, cisim ve araz değildir ki, bir cisme hulûl
etsin. Cisme hulûl eden şey cisim olur ve hulûl edince, iki cismin maddeleri
birbirine karışır. Bu da, ilâh parçalanıyor demektir. Eğer ilâhın bir parçası
onda hâl oldu derseniz, ona hulûl eden parça tanrı olmakta tesirli ise, bu parça
ilâhtan ayrılınca ilâhlığı bozulur. Hem de o doğmadan önce ve öldükten sonra
kıymeti tam olmazdı. Eğer tanrılık kıymetinde değilse, tanrının parçası olmamış
olur. Sonra Îsâ aleyhisselâm ibâdet ederdi. İlâh kendi kendine ibâdet eder mi?"
Hıristiyan: "Ölüleri dirilttiği, anadan doğma körlerin gözünü açtığı ve Baras
denilen, derideki çok kaşınan beyaz lekeleri iyi ettiği için o tanrıdır."
Fahreddîn-i Râzî: "Bir şeyin, delîli, alâmeti bulunmazsa, o şey de bulunmaz
denilir mi? Bulunmaz, o şey de var olmaz dersen, ezelde, hiçbir şey yok idi
deyince, delîl, alâmet de yoktur demek olur. Yaradanın varlığını reddetmen lâzım
gelir. Bir şey delîlsiz var olabilir dersen, sana sorarım ki; tanrı, Îsâ
aleyhisselâma hulûl ederse, bana, sana ve hayvanlara, hattâ otlara ve taşlara
hulûl etmediğini nereden biliyorsun?"
Hıristiyan: "Onda mûcizeler bulunduğunu söylemiştim. Bizde ve hayvanlarda
bulunmadığı için, başkalarına hulûl etmediği anlaşılmaktadır."
Fahreddîn-i Râzî: "Bir şeyin delîli, alâmeti bulunmazsa, o şeyin bulunmaması
lâzım olmaz demiştik. Mûcizeler bulunmayınca, hulûl edemeyeceğini niçin
söylüyorsun. O hâlde kediye, köpeğe, fâreye de hulûl ettiğine inanman lâzım
gelir. İlahın, bu aşağı mahlûklara hulûl ettiğini inandırmaya varan bir din, çok
âdî, pek bozuk bir din değil midir?
Âsâyı,
bastonu ejder, yılan yapmak, ölüyü diriltmekten daha güçtür. Çünkü, baston ile
yılan, hiçbir bakımdan birbirine yakın değildir. Mûsâ aleyhisselâmın âsâyı
ejdere çevirdiğine inanıyorsunuz da, ona tanrı veya tanrının oğlu demiyorsunuz.
Îsâ aleyhisselâma niçin tanrı veya şöyle, böyle diyorsunuz?"
Hıristiyan, bu sözüme karşı diyecek bir şey bulamadı, susmaya mecbur oldu.
Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin pekçok eseri olup şunlardır:
1)
Mefâtih-ül-Gayb: Tefsîr-i Kebîr
diye bilinir. Burhâneddîn Nesefî, bu
tefsîri telhis etmiş (kısaltmış) ve Vâdıh ismini vermiştir. Muhammed bin
el-Kâdı Ayasuluğ da telhis etmiştir. 2) Muhassalu Efkâr-il-Mütekaddimîn vel-Müteahhirîn
minel-Ulemâ vel-Hükemâ vel-Mütekellimîn, 3) İrşâd-ün-Nüzzâr ilâ Letâif-il-Esrâr,
4) Uyûn-ül-Mesâil, 5) El-Mahsûl, 6) El-Burhân, 7) Nihâyet-ül-Îcâz fî
Dirâyet-il-Îcâz, 8) Meâlimü Usûl-id-Dîn, 9) KitâbüFedâil-is-Sahâbe, 10) Kitâb-ül-Ahlâk,
11) Şerhü Vecîz-lil-Gazâlî, 12) Menâkıbu İmâm-ıŞâfiî (Matbudur), 13)
Tehzîb-üd-Delâil, 14) Kitâb-ı Esrâr-ül-Kelâm, 15) Şerhü Nehc-ül-Belâga, 16)
Kitâb-ül-Kazâ vel-Kader, 17) Kitâbu Ta'cîz-il-Felâsife, 18) Kitâb-ül-Berâhin-il-Behâiyye,
19) Kitâb-ül-Hamsîn fî Usûl-id-dîn, 20) Kitâb-ül-Hak vel-Ba's, 21) Kitâbu
İsmet-il-Enbiyâ, 22) Risâletün fin-Nübüvvât, 23) Esrâr-ül-Mevedde fî Ba'dı Süver-il-Kur'ân-il-Kerîm,
24) Kitâb-ül-Firâset, 25) Kitâbün-fî Zemm-id-Dünyâ, 26) Kitâb-üz-Zübde, 27) El-Mulehhas,
28) El-Metâlib-ül-Âliyye, 29) Kitâbün fil-Hendese, 30) Kitâb-ül-Câmi'il-Kebîr,
31) Kitâbu Musâderet-i Oklides, 32) Kitâbün fil-Kabz, 33) Risâletün fin-Nefs,
34) Kitâb-ı Umdet-ün-Nezzâr ve Zînet-ül-Efkâr, 35) Risâletün fit-Tenbîh alâ Ba'd,
36) Meâlimü Usûl-id-dîn.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
HAYAT BOYU
YAPILAN TECRÜBE
İbn-i
Sübkî şöyle der:
İmâm
tefsîrinde buyurur ki: Hayâtım boyunca tecrübe etmişim. Ne zaman bir işte, bir
kimse, Allahü teâlâdan başkasına îtimâd eylese, bu îtimâdı onun, belâ, mihnet,
sıkıntı ve zorluk çekmesine sebeb olur. Ama Allahü teâlâya güvenip, yalnız O'na
dayansa, istediği şey en güzel şekilde hâsıl olur. İşte bu tecrübe,
küçüklüğümden şu anda içinde bulunduğum elli yedi yaşına kadar devâm etmiş ve
kalbime iyice yerleşmiştir. İnsan için, Allahü teâlânın fadl ve ihsânından başka
bir şeye güvenip îtimâd etmesinde, Allahü teâlâdan başkasından istemesinde
hiçbir fayda yoktur. İnsan birisinden bir şey isterken, istediği şeyin o kimsede
emânet bulunduğunu bilmeli, onun hakîkî sâhibinin Allahü teâlâ olduğunu hatırdan
çıkarmamalı, isteklerini Allahü teâlâdan istemelidir.
KAYNAKLAR
1)
Tabakât-üş-Şâfiiyye (Sübkî); c.8, s.81
2)
Şezerât-üz-Zeheb; c.5, s.21
3)
Miftâh-üs-Se'âde; c.2, s.116
4)
Esmâ-ül-Müellifîn; c.2, s.107
5)
Vefeyât-ül-A'yân; c.4, s.248
6)
Mu'cem-ül-Müellifîn; c.11, s.79
7)
Kâmûs-ül-A'lâm; c.5, s.3345
8)
Et-Tefsîr vel-Müfessirûn; c.1, s.290
9)
Tabakât-ül-Müfessirîn; c.2, s.213
10)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.8, s.273
11)
İslâm Târihi Ansiklopedisi; c.4, s.192
|
|