EBÛ TÜRÂB-I NAHŞEBÎ
Horasan bölgesinin büyük
velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi. Dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır. İsmi,
Asker bin Hüseyin'dir. Ebû Türâb künyesiyle ve Nahşebî nisbesiyle meşhur
olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 859 (H.245) senesinde Basra
civârında vefât etti.
Horasanlı olan Ebû Türâb-ı Nahşebî, zamânının âlimlerinden ilim tahsîl etti.
Aklî ve naklî ilimlerde âlim oldu. Şâfiî mezhebi fıkıh ilminde derin âlim idi.
Ahmed bin Hanbel'in ilim meclislerinde bulundu. Hâtim-i Esam ve Ebû Hâtim-i
Attâr el-Basrî gibi velîlerin sohbetlerinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi.
Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından şiddetle kaçındı. Peygamber
efendimizin sünnet-i seniyyesine sıkı sıkıya sarılıp fazîlet ve güzel ahlâk
sâhibi yüksek bir velî oldu. Nefsin istediklerinden kaçarak ve istemediklerini
yaparak yüksek tasavvufî derecelere ulaştı. Hamdûn-ı Kassâr, Şâh Şücâ Kirmânî,
Ali bin Sehl İsfehânî, Ebû Hamza Horasânî, Ahmed bin Hadreveyh, Ebû Ubeyd Busrî,
Hâkim Tirmizî ve İbn-i Cellâ gibi zâtlar onun sohbetlerinde yetiştiler.
Ebû Türâb-ı Nahşebî'nin
ilim ve fazîletteki üstünlüğünü işiten insanlar onun gittiği yerlerde etrafına
toplanarak sohbetlerinden, hikmetli ve tesirli sözlerinden istifâde ettiler.
Ebû Türâb-ı Nahşebî
hazretleri bir sohbeti sırasında;
"Allahü teâlânın ahkâmını
bilmeyen kimse, Allah'ı bilemez. İnsan ancak Allahü teâlânın emirlerini bilmekle
mârifetin esâsına erer. Rabbini bilirse, O'nun hükümlerini ve emirlerini bilir
ve gücü yettiği kadar onları tutar. Böylece onun üzerinde sıdk, doğruluk
alâmetleri belirir. Sonra doğrulukta iyice meleke kazanır, sâdıklardan olur."
buyurdu.
Ebû Türâb-ı Nahşebî'ye
büyük günahlar hakkında sordular. Buyurdu ki: "Hak teâlânın bildirdiği büyük
günâhlar şunlardır: Boş iddiâlar, bâtıl işâretler, gelişi güzel sözler, boş
laflar gibi nefsin hevâsı olan meselelerdir.
Pekçok yerleri dolaşan Ebû
Türâb-ı Nahşebî hazretleri gittiği yerlerdeki âlim ve velîlerle görüşüp sohbet
etti. Şakîk-i Belhî ile karşılaşıp onunla birlikte Bâyezîd-i Bistâmî'yi ziyâret
etti. Bu ziyâret sırasında kendileri için bir sofra hazırlanmıştı.
Şakîk ile Ebû Türâb,
Bâyezîd'e hizmet eden bir gence; "Delikanlı gel, yemeği berâber yiyelim."
dediler. Genç; "Ben orucum." dedi. Ebû Türâb; "Gel bizimle ye, bir ay oruç
tutmuş kadar sevap alırsın." dedi. Fakat genç bu teklifi kabûl etmedi. Sonra
Şakîk; "Gel bizimle ye bir sene oruç tutmuş kadar sevap kazanırsın." dedi. Fakat
genç bunu da kabûl etmedi. Bunun üzerine Bâyezîd-i Bistâmî; "Allahü teâlânın
rızâsından uzaklaşan şu herifi ne dâvet edip durursunuz." buyurdu. Bunlardan bir
sene sonra o genç hırsızlığa başladı. Hırsızlık sebebiyle yakalanıp
cezâlandırıldı.
Ebû Türâb-ı Nahşebî
hazretleri nefsin istemediklerini yapma ve haramlardan kaçmada kuvvetliydi.
Yıllarca başını yastığa koyup uyumadı. Geceleri ibâdet ve zikirle meşgûl olur,
bâzan dışarı çıkıp dolaşır, ihtiyaç sâhibi olanlara yardımcı olurdu. Bir gece
Nahşeb'in mahallelerinde dolaşırken, âniden kulağına sesler geldi. Dikkat edince
bâzı erkeklerin, bir kadınla tartıştıklarını anladı. Kendi kendine, buraya
gitmeliyim, bir mazlum ise ona yardım etmeliyim." dedi. Yanlarına varınca kadın
onu gördü ve yanına geldi. "Ey üstâd! Fâsık ve ömrünü kötü şeylerle harcayan bir
oğlum var. Yaptığı kötülükler, işlediği günahlar hakîkaten çoktur. Dün gece fısk
meclisi kurmak ve şarab içmek istedi. Akşamdan sonra, Allahü teâlâ ona bir
hastalık gönderdi. Şimdi hasta yatağında yatıyor. Evimiz mescidin yanındadır.
Cemâat geceki sesleri duyup geldi ve onu mahalleden çıkarmamı istedi. Ben de
ağır hasta olduğunu bildirdim. Ölürse hepimiz ondan kurtulur, yâhut tövbe eder,
kendisi kurtulur. Ölmez ve tövbe de etmezse, o zaman onu şehirden dışarı çıkarın
dedim." Ebû Türâb-ı Nahşebî, kadına yardım etti ve kalabalık dağıldı. Sonra
aklına o genci görmek ve tövbe ettirmek geldi. Evden içeri girince, genç onu
görür görmez feryâd edip ağlamaya başladı. "Allah'ım ne kadar kerîmsin. Benim
gibi ömrünü boşa geçirmiş bir zavallının duâsını ânında kabûl eyledin." dedi.
"Ey genç! Ne duâ ettin?" dedi. "Üstâdım, bugün seher vaktinde iki duâ ettim.
Biri; yâ Rabbî sabahleyin bana, Ebû Türâb'ın yüzünü görmek nasîb eyle, ikincisi;
yâ Rabbî, nasûh tövbesi ihsân eyle dedim. Duâmın birini şu anda kabûl edilmiş
görüyorum, umarım ikincisi de kabûl edilir. Ey hocam çok günahkârım. Tövbe
etsem, kabûl olur mu?" deyince; "Ey genç! Ümitsiz olma! Çünkü Allahü teâlânın
rahmet denizleri dalga dalga geliyor. Allahü teâlâ ziyâdesi ile tövbeleri kabûl
edici ve affedicidir. Kulların günahlarını bağışlayıcıdır. Âsilerin tövbelerini
kabûl edicidir. Âcizlere kâfidir. Düşkünlerin en iyi vekîlidir. Bütün
günahlardan tövbe makbûldür." buyurdu. Genç elinde tövbe etti ve gözlerinden
yaşlar döküldü. Ebû Türâb oradan ayrılınca, genç annesine; "Ey anneciğim! Sana
bir vasiyetim var. Yerine getir." dedi. Annesi; "Evlâdım, ne vasiyetin var,
söyle!" dedi. Beni bu yataktan ve yumuşak yastıktan, hakîr ve zelîl toprağa
indir. Ebû Türâb'la tövbe ettiğim andan sonra, yerde Allahü teâlâya tekrar tövbe
edeyim. Çünkü bu hastalık beni iyice sardı. Artık bu hastalıktan öleceğimi
anlıyorum." dedi. Annesi isteğini yerine getirdi ve onu yere indirdi. Genç,
yüzünü toprağa sürdü, kalp ve rûhunun derinliklerinden gelen bir ses ile; "Ey
Allah'ım! Yaptıklarıma pişman oldum. Tövbe ettim. Senin dergâhından başka kapım
yok. Dertlilerin dayanağı, muhtaçların sığınağı sensin. Toprakla bir olmuş,
zamânını boşa geçirmiş ben kuluna rahmet et." diye yalvarıp inledi. Onu
topraktan kaldırıp, yatağa yatırdılar. Gece olunca genç vefât etti. Ebû Türâb;
"O gece rüyâda Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem gördü. Yanında
iki yaşlı zât var idi. Onlarla berâber çok kalabalık geldi. Birisi ona; "Bu,
Muhammed Mustafâ'dır sallallahü aleyhi ve sellem, diğer taraftaki yaşlı zât ise,
İbrâhim Halîlullah'tır (aleyhisselâm), diğer taraftaki ise Mûsâ Kelîmullah'tır (aleyhisselâm).
Bu kalabalık ise, yüz yirmi bin küsûr peygamberdir." dedi. Ebû Türâb ileri
koştu. Selâm verdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem selâmına cevap verdi.
Onunla müsâfeha etti. "Yâ Resûlallah, siz Nahşeb'e gelmiş miydiniz?" diye arz
etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ey Ebû Türâb! Dün senin elinde tövbe eden
genç, bu gece vefât etti. Allahü teâlâ onu, dostları derecesine kavuşturdu. Ona
velîlik makâmı ikrâm eyledi. Beni ve yüz yirmi bin küsür peygamberi, onu
ziyârete gönderdi. Ey Ebû Türâb! O gence izzet gözü ile bakın. Cenâzesinde hazır
bulunun." Ebû Türâb-ı Nahşebî uyandığında bu halden kalbine bir incelik geldi
ve; "Ey Allah'ım! Ne kadar kerîmsin. Daha dün fıskı yüzünden, mahalleden
çıkarmak istedikleri bir fâsıkı, bir ağlama ve inleme, bir tövbe ve pişmanlık
ile bu dereceye kavuşturdun." dedi. Bu zevk ve halde iken, diğer odadan küçük
kızın feryâdını duydu. Ağlıyordu. "Evlâdım, seni ağlatan şey nedir?" dedi.
"Babacığım, rüyâmda filan mahallede tövbe eden bir gencin vefât ettiğini ve her
kim onun cenâzesine bakarsa, Allahü teâlâ, ona, kendisinden istediği her şeyi
verir dendiğini görüp duydum. Babacığım, evden dışarı çıkmayı aslâ istemezdim,
fakat şimdi izin verirsen, gidip o gencin cenâzesini göreyim ve Allahü teâlâdan
kendim ve diğer kullar için necât, kurtuluş isteyeyim." dedi. Ona izin verdi.
Cenâzesine giderken yolda yaşlı bir kadın gördü. Ona; "Ey Ebû Türâb! Hakk'ın
rahmetinin neler yaptığını gördün mü? Fıskının çokluğu yüzünden mahalleden
çıkarılmak istenen genç, bu gece vefât etti. Evliyâ silsilesine dâhil edildi.
Rüyâda bana, cenâzesinde bulunan magfiret olunur diye söylediler." dedi. Başka
âlim zât da aynı rüyâyı gördü. İnsanlara bu durum haber verildi. Bütün şehir
halkı akın akın gencin cenâzesine katılmak için geldi. Tam bir izzet ve ikrâm
ile onun namazı kılındı, sonra defnettiler.
Ebû Türâb-ı Nahşebî
hazretleri pekçok hac etti ve sevgili Peygamberimizin kabrini ziyâret etmek için
Medîne-i münevvereye gitti. Bu yolculuklar esnasında da pekçok âlim ve velî ile
görüşüp sohbet etti. Birçok kerâmetleri görüldü.
Ebû Türâb-ı Nahşebî,
Mekke-i mükerremede bulunduğu sırada Harem-i şerîfte bir kenara yaslanarak
uyumuştu. Rüyâsında hûrîlerden bir kısmı gelip kendilerini ona göstermek, onunla
konuşmak istedi. Ebû Türâb; "Ben kendimi Allahü teâlâya o kadar verdim ki,
hûrilerle oturup konuşacak vaktim yok." dedi. Hûriler etrâfında gürültü
ederlerken, Cennet meleklerinin reisi Rıdvan gelip; "Bu azîzin size yüz vermesi
mümkün değildir. O, Cennet'teki yerini almadıkça sizinle ilgilenmez. Gidin, o
zaman gelirsiniz." dedi.
Ebû Türâb-ı Nahşebî
hazretleri tasavvuf yolundaki talebelerin dikkat edecekleri hususları açıklarken
hac yolculuğu husûsunda şöyle buyurdu: "Tasavvuf yolundaki talebeler için,
nefslerine uyarak yaptıkları seferden daha zararlı bir şey yoktur. Allahü teâlâ
Kur'ân-ı kerîmde meâlen;
"Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve Allah
yolundan alıkoymaya çalışanlar gibi olmayın..." (Enfâl sûresi: 47) buyurdu.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfte;
"İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, ümmetimin zenginleri hacca
seyâhat için giderler. Orta durumda olanları ticâret için, kurrâlar (Kur'ân-ı
kerîm okuyucuları) riyâ için, fakîrler de dilenmek için giderler." buyurdu.
Ana-baba ve hocanın rızâsı ve izni olmadan yola çıkmamalıdır. Eğer izinsiz
çıkarsa, seferinde birçok engelle karşılaşır ve yolculuğunda bereket olmaz.
Topluluk hâlinde yolculuk yapılıyorsa, en zayıfların yürüyüşü gibi yürümelidir.
Arkadaşı durduğu zaman durmalıdır. Mümkün mertebe, namazları vaktinden sonraya
tehir etmemelidir. Eğer mümkün ise, yürüyerek gitmeyi, bir vâsıtaya binerek gitmeye
tercih etmelidir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem bir hadîs-i
şerîfte; "Bir bineğe binerek hacca giden kimsenin, bineğinin attığı her adım
için yetmiş hasene, yürüyerek giden kimsenin her adımına karşılık ise harem
hasenâtından yedi yüz hasene (iyilik) vardır." buyurunca, Eshâb-ı
kirâm (r.anhüm); "Harem hasenâtı nedir?" diye sordular. Bunun üzerine Resûl-i
ekrem; "Onun bir hasenesi, yedi yüz bin hasenedir." buyurdular.
Toplulukla yapılan yolculukta, mümkün mertebe yolculuk arkadaşlarına hizmet
etmeli, onların meşakkatlerini gidermelidir. Adiy bin Hâtem şöyle rivâyet etti:
Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem; "Ey Allah'ın resûlü! Sadakaların en
fazîletlisi hangisidir?" diye sorulunca; "Kişinin, Allahü teâlânın rızâsı
için arkadaşlarına hizmet etmesidir." buyurdu.
Bir memlekete varılınca,
eğer orada büyük bir âlim varsa, önce onun ziyâretine, yoksa, sâlih kimselerin
yanına gidilir. Böyle kimseler çoksa, en fazîletli ve kıymetli olanının yanına
gidilir. Yine bir memlekete gidildiği zaman, abdest ve temizlik ihtiyâcının
giderilmesi için uygun bir yer aranır. Akarsu olan yer, yerleşmek için tercih
edilir. Abdest aldıktan sonra, iki rekat namaz kılar ve yanına gideceği büyük
bir zât varsa onun yanına gider. Yanında bir süre oturur. Soracağı bir husus
varsa sorar, yoksa onun yanında konuşmaz. Eğer o büyük zât bir şey sorarsa,
cevap verir.
Yolculuğa çıkan kimsenin yanında abdest için bir kab bulundurması lâzımdır.
Büyüklerden bâzısı, yolculuk yapan birisi ile müsâfeha yapınca, onun avucunda ve
parmaklarında su kabı taşıdığına dâir bir izin olup olmadığına bakardı. Eğer
böyle bir iz bulursa, onu çok iyi karşılar, bulamazsa, ona yüz vermez ve kabûl
etmezdi. Yine onlardan birisi, yolculuk yapan birisinin yanında su kabı
görmezse, bundan, onun namazı terketmeyi göze aldığına hükmederdi. Yola çıkacak
kimsenin yanına; iğne, iplik, makas, çakı v.b. gibi şeyleri alması müstehabdır.
Çünkü bunlar, farzları edâ etmeye yardımcı olurlar. Yolculuğa çıkmak isteyen bir
kimsenin, dostlarını ve tanıdıklarını ziyâreti, onlara vedâ etmesi ve onlarla
helallaşması lâzımdır. Yola çıkan kimsenin özellikle namazlarını terk etmemesi
lâzımdır.
Ebû Türâb-ı Nahşebî
hazretleri çok ibâdet ettiği gibi, nefsinin isteklerine de şiddetle karşı
çıkardı. Günlerce ağzına yiyecek bir lokma almadığı, bir yudum su içmediği
olurdu. Onun bu husustaki gayretini İbn-i Cellâ şöyle anlattı:
"Ebû Türâb, Mekke'ye
geldi. Bitkin, yorgun ve zayıf görünmüyordu. "Nerede yemek yedin?" dedim.
"Basra'da, Bağdât'ta, bir de burada." dedi. Yine İbn-i Cellâ der ki: "Üç yüze
yakın velî gördüm. Bunlardan dördü çok büyük olup, ilki Ebû Türâb idi."
Sohbetinde bulunanlardan birisi üç gün bir şey yememişti. En sonunda karpuzun
kabuğuna elini uzattı. Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri ona; "Sen tasavvufa
yaraşmazsın. Hadi git, senin çarşıda bulunman ve geçimini oradan temin etmen
lâzımdır." buyurdu.
Kulzüm Mescidinin kayyımı
şöyle anlatıyor: "Ebû Türâb-ı Nahşebî bu mescide girdi. Kendisini tanımıyorduk.
Burada günlerce oturup ibâdet etti. Hiç mescidden dışarı çıkmadı. Yanına gittim.
"Bugün bir şey yedin mi?" diye sordum. "Hayır yemedim." dedi. "Ya dün?" dedim.
"Hayır." dedi. "Ondan önceki gün yedin mi?" deyince de; "Hayır." dedi. Ben;
"Peki kaç günden beri böylesin?" diye sorunca; "Yedi günden beri." buyurdu.
Çarşıya gittim. "Mescidde yedi günden beri hiçbir şey yemeyen adama bir şeyler
götürün." dedim. Kendisine çok miktarda yiyecek ve içecek getirdiler. İhtiyâcı
kadar yedikten sonra doyan Ebû Türâb-ı Nahşebî bir bardak su içti. Sonra
ibriğini alıp mescidden çıktı. Kimseye bir şey söylemedi. Biz, temizlenmeye
gidiyor, döner zannettik. Fakat o, şehirden ayrılmak üzere yola çıktı. Bir
müddet gittikten sonra ardından gittik. Baktık Mekke yolunda gidiyordu. Ben
ardından yürüdüm; "Allah aşkına sen kimsin?" dedim. "Ben Ebû Türâb'ım." diye
cevap verdi.
Ebû Câfer Haddâd şöyle
anlattı: Çölde bir su kuyusunun başında otururken Ebû Türâb-ı Nahşebî beni
gördü. On altı günden beri bir şey yememiş ve içememiştim. Bana; "Neden burada
oturuyorsun?" dedi. Dedim ki: "Ben ilim ile yakînden hangisi bana gâlip gelirse,
ona göre hareket edeceğim diye bekliyordum. Eğer ilim gâlip gelirse su içeceğim.
Eğer yakîn gâlip gelirse geçip gideceğim." Bana, "Sen büyük bir mâneviyât adamı
olacaksın." dedi.
Ebû Türâb-ı Nahşebî
hazretleri dünyâya gönül vermezdi. Özellikle kendisine hizmet eden kişilere
ikrâm ve ihsânı boldu. Başını tıraş eden Ebû Ali el-Müzeyyin'e yetmiş dinar
vermişti.
Dünyâ sevgisiyle ilgili
olarak; "Kalbinde zerre kadar dünyâ sevgisi olan, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşamaz." "İki şeyi istersiniz, ama bulamazsınız. Bunlar neşe ve rahatlık
olup, ikisi de Cennet'te olur." buyurdu.
Bir sohbeti sırasında da;
"Sâdık kul, daha amel
etmeden, hâlis kul, amel edince, amelin tadını alır."
"Şu dört şeyi dört yerde
sarf edersen Cennet'i kazanırsın: Uykuyu kabirde, rahatı sırat köprüsünde,
iftiharı ve öğünmeyi mîzânda, nefsin arzularını Cennet'te."
"Ey insanlar! Şu üç şeyi
seviyorsanız, biliniz ki onlar sizlerin değildir. Nefsinizi ve canınızı
seviyorsanız, onlar Allahü teâlânındır. Malınızı seviyorsanız, onlar da
vârislerinizindir.
Âlimlere ve evliyâya karşı çok hürmet gösteren Ebû Türâb-ı Nahşebî hazretleri
buyurdu ki:
"Allahü teâlâ kimi
felâkete düşürmek isterse, ona âlimlerin ve evliyânın aleyhinde bulunma
hasletini verir."
"Âlim olan,
karşısındakinin anlayışına göre konuşur."
Ebû Türâb-ı Nahşebî
haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınırdı. Bu hususta buyurdu ki:
"Kul bütün gücüyle
günahlardan uzaklaştığı zaman, Allahü teâlânın yardımı, ihsânı her tarafını
kaplar. Kalbin günahlar ile kararmasının alâmeti üçtür. Birincisi günah
işlemekten korkmamak, ikincisi ibâdetlerde gevşeklik, üçüncüsü de vâz ve
nasîhatların ona tesir etmemesidir."
Hızır aleyhisselâmla sık
sık görüşen Ebû Türâb-ı Nahşebî, Hızır aleyhisselâmla görüşmesini şöyle anlatır:
"Bir gün çölde geziyordum. Birine rastladım. Kim olduğunu sordum. Hızır'ım dedi.
Sonra bana; "Ey Ebû Türâb!Şimdi Allahü teâlânın sevdiği velî kullarının kalbini
düzeltmeye memurum. Bu yolda ilk iş, yok olmak (benliğini öldürmek) ondan
sonrası ise kurtulmaktır." dedi.
Ebû Türâb'ın, Câbir bin
Abdullah'tan radıyallahü anh
rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem;
"Hastalarınızı yemek için zorlamayın, zîrâ Allahü teâlâ onları yedirir ve
içirir." buyurdu.
İbn-i Süfyân'dan
radıyallahü anh rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte ise Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem; "Bir kimse gösteriş ve yaptığını işittirmek
isterse, Allahü teâlâ onu teşhîr eder. Riyâ yapanın da, Allah riyâsını
gösterir." buyurdu.
Ebû Türâb-ı Nahşebî ve
sevenleri toplanmışlardı. Kendilerine fakirlik ve açlık erişti. Ebû Türâb; "Bu
nedir, toplanmış aç kalıyorsunuz? Araştırın bir şey çıkar." buyurdu.
Araştırdılar, içlerinden birinin yanında yiyecek bir şey buldular. Ebû Türâb
ona; "Onu arkadaşlarına hibe et. Bize acımadıkça kendine acıyamazsın." dedi.
Onun azığını aldı ve sevenlerine infâk etti. Fakat o kimseye hiçbir şey düşmedi.
Bunun üzerine o kimsenin basireti, kalp gözü açıldı.
Ebû Türâb, talebelerinde
beğenmediği bir şey gördüğü zaman tövbe eder ve; "Bu zavallı benim yüzümden bu
belâya düştü." derdi.
Tevekkül sâhibi bir zât olan Ebû Türâb-ı Nahşebî tevekkülle ilgili olarak
buyurdu ki:
"Tevekkül, kendini kulluk denizine atıp, kalbini Allahü teâlâya bağlamaktır.
Verirse şükür, vermezse sabretmelidir."
"Senin bize ihtiyâcın yok
mu?" diye soranlara; "Allahü teâlâya muhtâc iken, size ve sizin gibilere nasıl
ihtiyâcım olur. Fakirin bulduğu şey gıdâsı, mahrem yerini örten şey ise
elbisesidir. Kanâat, Hak teâlâdan gıdâ (ve güç) almaktır. Hakîkî zenginlik,
dengin olan bir kimseye muhtaç olmaman, hakîkî fakirlik ise dengine muhtâç
olmandır."
Ebû Türâb-ı Nahşebî
hazretleri ömrü boyunca Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret etti. Bir
yolculuk sırasında Basra sahrasında 859 (H.245) senesinde vefât etti. Yanında
kimse yoktu.
Vefât ettiği sırada namaz
kılıyordu. Bu halde uzun müddet kaldı. Onun vefât ettiğinden kimsenin haberi
olmadı. Bir topluluk yoldan geçerken kendisini görüp, yanına yaklaştıklarında
vefât ettiğini anladılar. O hiçbir şeye yaslanmadan, yüzü kıbleye çevrili bedeni
kurumuş bir halde idi. Bu zaman içinde cesedine vahşî hayvanlar ve kuşlar hiç
yaklaşmamış ve vücûduna dokunmamışlardı. Topluluk onu kefenleyip cenâze namazını
kıldı ve orada defneyledi.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
MAKSAT VE ARZU
Hac yolculuğu sırasında
beraberinde bulunan Ebû Abbâs Rakkî şöyle anlattı: "Mekke-i mükerreme yolunda,
Ebû Türâb Nahşebî ile berâber gidiyorduk. Talebelerinden birisi ondan su istedi.
Ebû Türâb ayağını yere vurunca, bir pınar kaynadı. Birisi; "Ben bardakla içmek
istiyorum." dedi. Ebû Türâb elini toprağa vurdu. Ona beyaz camdan bir bardak
verdi. Bu bardak, gördüğüm bardakların en güzeli idi. Hepimiz aynı bardakla su
içtik. Mekke-i mükerremeye kadar o bardak yanımızda idi. Bir gün Ebû Türâb bana;
"Allahü teâlânın kullarına ikrâmda bulunduğu bu işler ve kerâmetler hakkında
talebelerin ne diyor?" diye sordu. Ben de, hepsinin bunlara inandığını ve kabûl
ettiklerini söyledim. Bunun üzerine Ebû Türâb; "Ben sana ahvâl bakımından
sordum. Sen ise, onların o mevzuda hiçbir sözünü söylemedin. Senin talebelerin,
bu hallerin Allahü teâlânın onlara mekr-i ilâhîsi olduğunu söylüyorlar. Halbuki
durum, onların dediği gibi değildir. Şâyet bu hallere meyl duyulur, onlar arzu
edilirse, mekr-i ilâhî olur. Fakat böyle bir istek olmadan, böyle haller zuhûr
ederse, bu, rabbânîlerin mertebesidir." buyurdu.
Ebû Türâb'ın bu sözünde
önemli iki husus vardır: 1) Kerâmetler ve keşifler, yalnız ona rağbet duyan, o
hallerin kendisinde zuhûr etmesini arzu eden kimseler içindir. O kimsenin bütün
maksadı ve arzusu bu kerâmetler olur. Bir kısım kimseler, kerâmetlere îtibârda o
kadar ileri gittiler ki, bu sebeple mânevî ihsânlardan mahrum kaldılar. Bâzıları
ise, bunlara meyletmediler. Doğru olan, Ebû Türâb'ın kerâmetlere meyletmenin,
onları arzu etmenin noksanlık olduğunu anlatmak istediği sözdür. Hiçbir ârifin
inkar etmediği husus, ârif olanın kerâmete arzu ve meyl duymamasıdır. Onun
maksadı ve arzusu, kerâmet değildir. Kerâmet, âriflerin yolunda meydana gelir.
Arzusu, hedefi ve matlubu bu olan kimse, aldanmıştır ve helâke gider. Böyle
kimse, arzu ettiği kerâmetlere de ulaşamaz. Kerâmetlere, sâdece, isteği ve
maksadı kerâmet olmayan kimseler kavuşur.
BU HIRSIZ
DEĞİLDİR
Kendisi anlatır: "Bir gün
çölde gidiyordum. Nefsim yumurta ve sıcak ekmek istedi. Hiçbir zaman nefsimin
istediğini yapmamış idim. Fakat nasıl olduysa isteğim gâlip geldi. Yolumu
değiştirip, bir köye girdim. Köyde hırsızlık olmuştu. Onun için köylüler bir
yere toplanmış durumu konuşuyorlardı. Beni görünce içlerinden biri, bu adam
hırsızla beraberdi, dedi. Beni yakaladılar ve yetmiş sopa vurdular. Bu arada
biri gelip beni tanıdı. Bu hırsız değildir. Bu âlim Ebû Türâb'tır, dedi. Bunun
üzerine benden özür dilediler. İçlerinden biri beni eve yemeğe götürdü. Bana
tâze ekmek ve yumurta getirdi. Nefsime; "Ey nefs! Yetmiş sopadan sonra ekmekle
yumurta yiyebilirsin." dedim.
KAYNAKLAR
1)
Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.2, s.152
2)
Tabakâtü'l-Evliyâ; s.355
3)
Hilyetü'l-Evliyâ; c.10, s.45, 219
4)
Tabakâtü'l-Kübrâ; c.1, s.96
5)
Tabakâtü's-Sûfiyye; s.146
6) Risâle-i Kuşeyrî; s.97
7) Nefehâtü'l-Üns; s.53
8)
Tezkiretü'l-Evliyâ; c.1, s.262
9)
Riyâdü'n-Nâsihîn; s.259
10) İslâm Âlimleri
Ansiklopedisi; c.3, s.164
|