EBÛ HAFS HADDÂD EN-NİŞÂBÛRÎ
Büyük velîlerden. İsmi,
Amr bin Seleme en-Nişâbûrî'dir. "Ebû Hafs" künyesi ile meşhurdur. Babasına
Müslim ve Selem de denir. Demircilikle uğraştığı için "Haddâd" lakabı ile
anılmıştır. Buhârâ yolu üzerinde, Nişâbur şehri girişine yakın Kürdâbâz isimli
köyde doğdu. 883 (H.270) senesinde Nişâbûr'da vefât etti. Vefâtı hakkında başka
târihler de vardır.
Ebû Hafs Haddâd,
Ubeydullah bin Mehdî Ebyurdî ve Ali en-Nasrabâdî'nin sohbetinde bulunup, feyz
aldı. Ahmed bin Hadreveyh el-Belhî ile arkadaşlık etti. Bağdât'ta Cüneyd-i
Bağdâdî hazretleri ile görüştü. Şah ibni Şücâ el-Kirmânî ve Ebû Osmân Saîd bin
İsmâil talebelerinin önde gelenlerindendir.
Ebû Hafs-ı Haddâd
hazretleri, kerâmet ve mürüvvet îtibâriyle zamânında eşsizdi. Âbid, çok ibâdet
eden, âşık, zâhid, dünyâyı terketmiş, gönül sultanı büyük bir zâttı. Allahü
teâlâyı hatırlayınca, rengi değişir ve kendinden geçerdi. Yanında bulunup, onun
bu hâlini görenler Allahü teâlâyı hatırlardı.
Onun tövbesi ve büyüklerin
yoluna giriş hâli şöyle anlatılır: Bir câriyeyi sevmişti, ona kavuşmayı çok arzu
ediyor ve bunun çârelerini araştırıyordu. Yakınları kendisine şöyle bir yol
gösterdiler: "Senin derdine devâ bulacak yahûdî bir büyücü var, onun yanına
git!" dediler. Ebû Hafs vakit geçirmeden büyücüye gitti. Durumunu anlattı yardım
istedi. Efsuncu yahûdî ona; "İyiliği terkedeceksin, kırk gün gece ve gündüz
namaz kılmayacaksın, hayırlı iş ve hak bildiğin şeylerin yanına varmayacaksın.
Ancak o zaman murâdına kavuşturabilirim." dedi. Ebû Hafs, büyücünün dediği
şeyleri yaptı. Kırk günün bitiminde, büyücü, Ebû Hafs'a sihir yaptı. Fakat Ebû
Hafs murâdına nâil olamadı. Bunun üzerine yahûdî; "Sen mutlaka iyi bir iş ve
harekette bulunmuşsun, hayır yapmışsın. Yoksa sihir tutardı. Yaptığın iyiliği
hatırlamaya çalış!" dedi. Ebû Hafs; "Şu yaptığım iş hâriç, hiç bir güzel niyet
ve hayrımı hatırlamıyorum. O da, giderken kimsenin ayağı takılıp düşmesin diye
yoldaki bir taşı alıp kenara koymamdır." buyurdu. Yahûdî; "Sen, kırk gün O'nun
emrini yerine getirmeyip hükmünü terk ettiğin halde O seni terketmedi. Sen
Allahü teâlâ gibi, kerem sâhibini nerede bulacaksın. Öyleyse O'na dön ve başka
şeyleri bırak." dedi. Bu sözler Ebû Hafs'ın içine ateş düşürüp her tarafını
sardı ve dayanamaz hâle geldi. Oracıkta tövbe etti. Yahûdî de müslüman oldu.
Ebû Hafs-ı Haddâd, o
sırada demircilik yapıyordu. Tövbe ettikten sonra hâllerini gizlemeye çalışırdı.
Her gün kazandığı bir altını kimsesiz ve yoksullara dağıtır, geceleri dul
kadınların kapısına yiyecek bırakırdı. Kendisi akşam namazında borç alır,
bununla orucunu açardı. Öyle zaman olurdu ki, pınarda kalan sebzeleri toplar,
bunları temizler, pişirir ve yerdi.
Ebû Hafs-ı Haddâd
hazretleri bir gün sokakta gözleri görmeyen birinin;
"Eğer, yerde ne varsa hepsi ve onunla birlikte bir misli daha o zulmedenlerin
olsaydı, kıyâmet gününde azâbın fenâlığından (kurtulmak için) elbette
bunları fedâ ederlerdi. Halbuki o gün onlar için, Allah tarafından, hiç hesâba
katmadıkları şeyler ortaya çıkmıştır (zulmedenlerin karşılarına çıkacak
şeyler, ilâhî gazap ve azaptır. Çünkü bunları hiç zannetmiyor ve hatırlarına
getirmiyorlardı)." (Zümer sûresi: 47) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuduğunu
işitince, kendinden geçti. Elini ocağa sokup, kızgın demiri çıkarıp, örs üzerine
koydu. Çıraklar hayret içinde; "Bu ne hâl usta!" diye bağrıştılar. Ebû Hafs-ı
Haddâd; "Dövün!" buyurdu. Çıraklar; "Usta, bu dövülüp temizlenmiş!" dediler. Ebû
Hafs, kendine gelince; "Yıllardır bu işi bırakmaya çalıştım, fakat başaramadım,
ama meslek bizi bıraktı." buyurup işini terketti. Ebû Hafs hazretleri bundan
sonra Rabbine ibâdete yönelip, halka karışmaz oldu. Kendilerine yakın bir yerde,
hadîs-i şerîf okunur ve dinlenirdi. Ebû Hafs'a; "Sen niçin gelip de
dinlemiyorsun?" dediklerinde; "Bir hadîs-i şerîf işitmiştim, otuz senedir bu
hadîs-i şerîfe uygun hareket etmek istiyorum, fakat yapamıyorum. Diğer hadîs-i
şerîfleri işittiğimde nasıl yaparım?" buyurduklarında, onlar; "O, hangi hadîs-i
şerîftir?" dediler. Ebû Hafs;
"Kişinin işine yaramayan şeyleri terketmesi, iyi bir müslüman oluşundandır."
hadîs-i şerîfidir." diye cevap verdi.
Bir gün yolda giderken,
ağlayıp sızlayan şaşırmış bir adama rastladı. Ona; "Bir derdin mi var?" diye
sorunca, adam; "Bir tek bineğim vardı, onu da kaybettim, başka bir şeyim yok."
dedi. Ebû Hafs duâ edince bineği çıkageldi.
Ebû Osman anlatır: "Ebû
Hafs'ın yanına gitmiştim. Önünde birkaç muz vardı, birini aldım, yerken
boğazımda kaldı. Ebû Hafs-ı Haddâd, bana; "Hangi hakla muzlarımdan alıp
yiyebiliyorsun?" dedi. Ben de; "Efendim, kalbinizi bilirim, size îtimâd ederim.
Elinizdeki şeyleri dağıtıp ikrâm edersiniz." dedim. Bana; "Ey kendini bilmez!
Ben kendime güvenemiyorum da, sen nasıl güvenirsin. Bunca senedir kalbimin hevâ
ve hevesine göre hareket ediyorum. Kendimde meydana gelecek şeyleri bilmiyorum.
Kişi, kendisinden hâsıl olacak şeyleri bilmezse, başkasından olacak şeyleri
nasıl bilir?" buyurdular.
Ebû Hafs, öyle heybetli
otururdu ki, bu hâli sohbetinde bulunanlara tesir eder, hiçbir talebesi emri
olmadan oturup kalkamaz, yüzüne bakmaya cesâret edemezdi. Edepli bir şekilde
otururlardı. Bir gün Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri ona; "Talebelerine, büyüklerin
yanında oturma edeplerini ne iyi öğretmişsin." dedi. Ebû Hafs; "Sen, mektubun
başlığına önem vermiyorsun. Bâzan başlık, mektuptaki bilgilerin sıhhatine delil
olabilir." buyurdu. Sonra; "Bir kazan baharatlı yemek ve helva yapmaları için
talebelerinize söyleyiniz." deyince, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bir talebesine
işâret etti. Bir müddet sonra yemek geldi. Ebû Hafs-ı Haddâd; "Bunu bir hamalın
başına koy, yorulduğu evin kapısında seslensin!" Hamal, denileni yaptı.
Yorulduğu yerdeki ev sâhibine seslendi. Ev sâhibi; "Eğer, baharatlı bir yiyecek
ve helva getirdiysen, içeriye buyur!" dedi. Hamal; "Allah Allah, acâib şey!"
dedi ve ev sâhibine; "Benim baharatlı yiyecek getireceğimi nereden bildin?"
dedi. Ev sâhibi; "Çocuklarım, bu yemeği uzun zamandır benden istiyorlardı. Dün
duâ ederken hatırımdan bu yemekler geçmişti. İsteğimin çevrilmeyeceğini
biliyordum." dedi.
Ebû Hafs-ı Haddâd'ın,
edebe son derece riâyetkâr, kibâr bir talebesi vardı. Cüneyd-i Bağdâdî birkaç
defâ ona dikkat etti. Ebû Hafs'a; "Bu talebe, kaç senedir yanınızdadır?" diye
sordu. Ebû Hafs da; "On yıldır." diye cevap verdi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Üstün bir
nezâketi, gence yakışır iyi hâlleri, mükemmel bir edebi var." buyurdu. Ebû Hafs,
bunun üzerine; "Öyledir!" Bu talebemiz, bizim için on yedi bin altın harcadı, on
yedi bin altın da borçlandı. Fakat, daha bunları bize söyleme cesâretini
kendinde bulamadı." buyurdu.
Talebesi Ebû Osman anlatır: Ebû Bekr-i Hanefiyye'nin evindeydim. Hocam Ebû Hafs-ı
Haddâd da oradaydı. Arkadaşlar bir dostumuzdan bahsettiler. Ben; "Keşke, o da
burada olsaydı!" dedim. Ebû Hafs; "Kâğıt, kalem olsaydı. Ona gelmesi için mektup
yazardık." buyurunca, ben; "Burada var." dedim. Ebû Hafs-ı Haddâd hazretleri;
"Fakat ev sâhibi çarşıya gitti. Eğer orada öldüyse, bunlar vârislerinin olur,
böyle olunca onlara yazı yazılmaz." buyurdu. O kalem kâğıdı kullanmadı.
Talebesi Ebû Osman anlatır: Ebû Hafs-ı Haddâd'a; "İnsanlara nasîhat etmek, ilim
öğretmek istiyorum." dedim. Bana; "Sende bu hâl neden hâsıl oldu?" buyurdu. Ben
de; "İnsanlara şefkat hissinden." dedim. Bana; "İnsanlara şefkat hissi sende ne
derecededir?" buyurdu. Ben de; "Öyle bir durumdadır ki, bütün günahkârların
yerine Cehennem'de yanmaya hazırım." dedim. İzin verip bana nasîhatle; "Önce
kendine, sonra etrâfındakilere nasîhat et! Etrâfındaki halk topluluğu seni
şımartmasın! Çünkü cemâat dışına, cenâb-ı Hak ise içine nazar eder, bakar."
buyurdular. Ben bir yerde sohbet ederken, hocam gizli bir köşeye saklanmışlar.
Sohbet bitince, sadaka isteyen bir kimseye herkesten önce gömleğimi çıkarıp
verdim. O anda Ebû Hafs-ı Haddâd; "Seni yalancı, in bakayım o kürsüden." dedi.
Hatâmı sorduğumda hocam bana; "Hem halka karşı beslediğin şefkat ve merhametten
bahsediyorsun. Hem de sadakayı acele ile verip, hepsinden önce sevâba ben
kavuşayım diyorsun! Şâyet önce söylediğin dâvâ üzere olsaydın, bu bencilliği
yapmazdın. İn bakalım oradan. Orası senin yerin değildir?" buyurdu.
Ebû Zekeriyyâ anlatır:
Malım olmasına rağmen fakirlikten korkardım. Bir gün Ebû Hafs-ı Haddâd bana;
"Eğer Allahü teâlâ sana fakirliği takdir ettiyse, kimse seni zengin yapamaz."
buyurdular. Bunun üzerine bende fakirlik korkusu kalmadı.
Talebesi ve dâmâdı Ebû Osman Hîrî Nişâbûrî anlatır: Nişâbûr'a ona talebe olmak
için gitmiştim. Henüz çok gençtim. Yanına gittim. Bana; "Sen henüz gençsin,
bizimle oturamazsın." buyurdular ve beni kabûl etmediler. Çıkarken arkamı
dönerek gitmedim. Arka arka giderek çıktım. Kalbim ona çok ısınmıştı. Bir müddet
sonra kapısına tekrar vardım, bekledim. Bir yere gidemiyordum. İçimden; "Şu
kapının önünde bir çukur kazayım, içine gireyim, ondan çık artık emri gelinceye
kadar orada durayım." diyordum. Hattâ yapmaya da karar vermiştim. Sonra
sadâkatımı anladı ve beni yanına çağırdı. Huzûruna aldı. Gönlümü hoş etti ve
talebeliğe kabûl etti."
Bir gün ona; "Aklı başında
bir kimse, kendisine zulmeden birini mâzur görebilir mi?" diye soruldu. O da;
"Evet, mümkündür. Ama o zulmedeni, kendisine Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş
bir nîmet olarak bilirse!.." buyurdu.
Ebû Hafs-ı Nişâbûrî
sohbetlerinde sık sık mübârek lisânından çıkıp gönüllere tesir eden şu kıymetli
sözleri söylerdi:
"Hakîki âlim, suâli
cevaplandırırken, kıyâmette; "Bu cevâbı nereden buldun?" diye sorulacağından
korkan kimsedir."
"Firâset sâhibi olduğu iddiâsında bulunmaya, kimsenin hakkı yoktur. Yapılacak
şey, başkasının firâsetinden sakınmak ve korunmaktır. Zîrâ Resûlullah efendimiz;
"Müminin firâsetinden korkunuz." buyurdu, fakat firâset sâhibi olmaya
çalışın buyurmamışlardır. Şu halde firâsetten korunmak mevkiinde bulunan bir
kimsenin, firâset dâvâsında bulunması nasıl doğru olabilir."
Bir gün Ebû Hafs
hazretlerinden tasavvufu sordular. O; "Tasavvuf, baştan başa edeptir. Zîrâ her
vaktin bir edebi, her makâmın bir edebi ve her hâlin bir edebi vardır.
Vakitlerle ilgili edebe riâyet edenler (vaktini iyi şeylerle geçirenler), velî
kimselerin makâmına ulaşırlar. Edebi terk edenler, Allahü teâlâya yakın
olduklarını zannettikleri hâlde, O'ndan uzaktırlar. Bâzı kullar da vardır ki,
kendilerinin zannettiklerinden daha yüksek bir mertebeye sâhiptir, daha
sevgilidirler."
Kulu Allahü teâlâya
yaklaştıran en iyi iş nedir? dediler. Haddâd hazretleri; "Kulu, Allahü teâlâya
yaklaştıran en iyi vesîle, kulun her hâlükârda dâimî sûrette O'na ihtiyaç
duyması, bütün işlerde sünnet-i seniyyeye dört elle sarılması ve gıdâyı helâl
yoldan temin etmesidir." buyurdu.
"Ubûdiyyet (kulluk) nedir?" diye sordular. O; "Malı bırakıp emrolunan husûsa
sımsıkı sarılmakdır. Hak aramak yerine vazîfeye koşmaktır."
"Öyleyse kerem nedir?" "Dünyâyı ona muhtac olanlara bırakıp, Allahü teâlâya
kulluğa yönelmektir."
"Cimri kime derler?"
"İhtiyaç ânında başkasını düşünmeyene." buyurdu.
Dünyâ ve âhiret işlerinde
kardeşlerini kendisinden önde tutana ne denir?" denildi. O; "Îsâr sâhibi denir."
buyurdu.
Ona; "Bid'at nedir?"
dediler. Şu karşılığı verdi: "İlâhî hükümleri çiğnemek, sünneti küçümsemek,
şahsî istek ve düşüncelere tâbi olarak Kur'ân-ı kerîm ve sünnete uymayı
terketmektir."
Bir sohbetinde; "Zamânın
fesâda varmasına şu üç topluluğun hareketi sebeb oldu: 1. İrfân sâhibi
olduklarını iddiâ edenlerin günah işlemesi. 2. Muhabbet ehli olduklarını
söyleyenlerin hıyâneti. 3. Allah yolunda olduklarını söyleyenlerin yalanı."
buyurdu.
Ebû Hafs hazretleri şöyle
buyurmuştur:
"Her zaman nefsini
suçlamayıp, ona muhâlefet etmeyen aldanmıştır. Nefsine rızâ gözüyle bakan
mahvolmuştur."
"Allah korkusu, kalpte
bulunan bir meşâleden ibâret olup, hayır ve şer nâmına kalpte bulunan her şey,
ancak onunla görülebilir."
"Hakîki fakirlik, bir
kimsenin almaktan çok, vermekten hoşlanmasıdır."
"Üzerinde dâimâ Allahü teâlânın lütfunu gören kimsenin mahvolmayacağı ümid
edilir."
"İbâdet ve amel sâhibi
için en fazîletli şey, Allahü teâlânın huzûrundaki murâkabe hâlidir."
"Allahü teâlâya güvenip
kendini zengin bilmek ne hoştur. Bir nâmerde dayanıp kendini zengin bilmek ise
ne fenâdır."
"Kulluk, kulun zînetidir. Kulluğu terkeden süsten mahrûm kalır."
"Zehir
ölümün habercisi olduğu gibi, günahlar da küfrün habercisidir."
"Gönlünde tevâzûun, alçak gönüllülüğün bulunmasını isteyen bir kimsenin,
sâlihlerin sohbetinde bulunması ve onlara hizmetten ayrılmaması lâzım gelir."
"İşlenen kusur ve kabahatlardan ötürü her zaman gönlü kırık olmak lâzımdır."
"Mürüvvet, insafı yerine getirmek ve hiç kimseden intikâm almayı istememektir."
"Her kim söz, iş ve
hâllerini Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun yapmaz ve günahlarından
dolayı kendini suçlamazsa, onu velîler sınıfından saymazlar."
"Velî kimdir?" dediler. O;
"Kendisine kerâmet verilen lâkin kerâmete güvenmeyen kimsedir." dedi. Ebû Hafs
Haddâd hazretleri kerâmet peşinde koşanlardan değil, istikâmeti esas
alanlardandı. Bir gün talebeleriyle birlikte hava almak için bir bahçeye
gitmişlerdi. Sohbet tatlanıp talebelerin duygulandıkları sırada bir ceylan
koşarak geldi ve başını Ebû Hafs hazretlerinin dizine koydu. Ebû Hafs hazretleri
ceylanı yanından uzaklaştırdı. Yanındakiler; "Efendim niçin ceylanı kovdunuz?"
deyince, onlara; "Sohbetimiz güzelleştikçe, keşke bir koyun olsa da kesip size
ikram etsem de dağılmasanız, sohbetimiz devâm etse diye gönlümden geçirdim. Bir
de baktım, ceylan dizime yaslanmış. Hemen hatırıma Nil Nehrini ters akıtması
için Allahü teâlâya duâ eden ve duâsı kabûl edilen Firavn geldi. Firavn'a
benzemekten korkarak ceylanı kovdum." dedi.
Ebû Hafs hazretlerine;
"Velînin sükût hâli mi yoksa konuşma hâli mi daha fazîletlidir?" diye sordular.
O; "Konuşan, sözde bulunan felâketi bilse, Nûh aleyhisselâm kadar ömrü bile olsa
gücü yettiği kadar sükût eder konuşmazdı. Sükût eden, susmada bulunan âfeti
bilse, konuşayım diye Nûh aleyhisselâmın yaptığının iki katı bir müddetle Allahü
teâlâya duâ ve niyazda bulunurdu." buyurdu.
Ebû Hafs Haddâd hazretleri
yaptığı amelleri dâimâ kusurlu görür ve; "Kırk senedir nefsim hakkında
beslediğim kanâat: Şüphe yok ki Allahü teâlâ bana gadablı olarak nazar
etmektedir. Amellerimde bunun delili bulunmaktadır." derdi.
Mürtaiş anlatır: Ebû Hafs
ile birlikte bir hasta ziyâretine gitmiştik. Ebû Hafs, hastaya; "Sıhhate
kavuşmak ister misin?" diye sordu. Hasta sevinçle; "Evet." dedi. Ebû Hafs; "Yâ
Rabbî! Bu kardeşimizin derdine şifâ eyle." buyurarak duâ edince, hasta şifâ
buldu ve ayağa kalktı.
Kendisine; "Güzel ahlâk sâhibi olmak nasıl olur?" diye soruldu. Bunun üzerine;
"Evliyânın haklarına riâyet etmek, dostlar ile iyi geçinmek, küçüklere nasîhat
vermek, dünyâ için kimseye düşmanlık etmemek, başkalarını kendi nefsine tercih
etmek, dünyâ malı yığmaktan kaçınmak, kendi yollarında olmayanla sohbeti terk
etmek, din ve dünyâ işinde yardımlaşmak." buyurdu.
Vefât edeceği zaman Ebû
Hafs Haddâd hazretlerine talebeleri ve sevdikleri; "Bize nasîhatin nedir?"
dediler. O; "Konuşmaya tâkatim yok." dedi. Sonra kendinde biraz güç hissedince,
önde gelen talebelerinden Ebû Osman Hîrî ona; "Efendim! Bir şeyler söyleseniz de
sizden yâdigâr olarak nakletsem." dedi. O zaman Ebû Hafs Haddâd hazretleri;
"İşlenen kusur ve hatâlara bütün kalbinizle pişman ve üzgün olunuz sözü size
nasîhatim olsun." buyurdu.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
MİSÂFİRPERVERLİK YOL HEDİYESİ
Ebû Hafs-ı Haddâd
hazretleri hacca gitmişti. Dönüşünde, Cüneyd-i Bağdâdî'nin talebeleri
karşılayınca, onlara; "Yol hediyem şu sözümdür: Eğer bir arkadaşınız size
saygısızlık ederse, onu özür dilemeye teşvik edin! Fakat siz, onun dilediğinden
çok özür dileyin. Eğer kırgınlık gitmemişse ve hakkın da kendi tarafınızda
olduğuna kanâat getirirseniz, yine arkadaşınızı en güzel bir şekilde özür
dilemeye teşvik edin ve siz de özür dileyin! Kırk gün buna devâm edin! Yine
kırgınlık gitmezse, o zaman kendinize şöyle deyin: "Ey ahmak nefs! Ne inatçı, ne
bencil, ne vurdumduymaz, ne edepsizsin. Sende azıcık mertlikten eser yok. Kırk
gün arkadaşın senden özür diledi de özrünü kabûl etmedin. Ben senden el etek
çektim, sen bilirsin, nasıl istiyorsan öyle ol!" buyurdu.
NASIL OLUR?
Ebû Hafs-ı Haddâd, Ebû
Bekr-i Şiblî'nin evinde kırk gün misâfir kaldı. Çeşit çeşit yemeklerini yedi.
Ayrılıp giderken yanına vardığında; "Ey Şiblî! Eğer yolun Nişâbur'a uğrarsa,
yanıma gel! Misâfirperverlik nasıl oluyormuş, sana öğretirim." dedi. Şiblî de;
"Ben ne yaptım ki?" deyince; "Başka ne yapacaksın, külfete girerek çeşitli
yemekler hazırladın, civanmertlikte bu yoktur. Misâfir gelince öyle davranmalı
ki, hizmet ederken üzerine bir ağırlık çökmemeli, gittiği için de
ferahlamamalısın! Külfete girdiğinde, gelişi ağır gelir, gittiğinde de
rahatlarsın. Böyle ev sâhipliği olmaz." buyurdu. Bir müddet sonra, İmâm-ı Şiblî
kırk arkadaşıyla berâber Nişâbur'a geldi. Ebû Hafs-ı Haddâd'a uğradı. Ebû Hafs-ı
Haddâd o gece kırk bir mum yakmıştı. Şiblî bunları görünce; "Bu ne hâl böyle?"
dedi. Ebû Hafs-ı Haddâd; "Ne oldu?" buyurdu. Şiblî; "Külfete girmeyin,
demiştiniz. Bu mumlar ne böyle?" dedi. Ebû Hafs-ı Haddâd; "Öyleyse onları
söndür." buyurdu. Şiblî, kalkıp hepsini söndürmeye çalıştı, fakat, birini
söndürebildi. Bunun üzerine Ebû Hafs-ı Haddâd; "Sizi Allahü teâlâ gönderdi. Ben
de Allah rızâsı için kırk mum yaktım. Birini de kendim için yaktım. Benim için
olanı söndürdün. Allah rızâsı için olanı söndüremedin. Sen ise Bağdât'ta her
yaptığın şeyi benim için yapmıştın. Seninki külfet oldu, benimki ise külfet
olmadı." buyurdu.
GÜZEL HASLETLER
Allahü teâlâya ve O'nun
kullarına karşı edeb hakkında şöyle dedi: "Allahü teâlâya karşı edeb, onun
emirlerini ihlâs ile yerine getirmek, O'ndan korkmak, çekinmek. Bir belâ ve
sıkıntı sırasında insanlara rıfk, güzel muâmele, genişlik zamânında hilm,
yumuşaklık ile, nefsin yoksulluğa düşmekten çekindiği zamanlarda cömertlik ve
kerem ile davranmak, gücü yettiği zaman affetmek, insanlara merhamet ve şefkat
göstermek, fazîletli olmak, gelmeyene gitmek, kötülük yapana iyilik yapmak ve
bütün müslümanlara hürmet etmektir. Çünkü müslümanlardan herbiri mutlaka Allahü
teâlânın bir lütfuna mazhardır (onun duâsı insanı Allahü teâlânın rahmetine
kavuşturur).
KAYNAKLAR
1)
Hilyet-ül-Evliyâ; c.10, s.229
2) Şezerât-üz-Zeheb; c.2,
s.150
3)
Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.96
4)
Tezkiret-ül-Evliyâ; c.2, s.286
5) Keşf-ül-Mahcûb; s.262
6) Târih-i Bağdâd; c.12,
s.220
7)
Nefehât; s.60
8) Sıfat-üs-Safve; c.4,
s.107
9)
Tabakât-üs-Sûfiyye; s.115
10) Meşreb-ül-Ervah; s.135
11)
Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.218
12)
Nesâyim-ül-Mehabbe; s.37
13)
Hazînet-ül-Asfiyâ; c.2, s.155
14) Tabakât-ı Ensârî; s.95
15) Makâmât-ı Ebû Saîd;
s.269
16) İslâm Âlimleri
Ansiklopedisi; c.3, s.147
|