EBÛ ALİ DEKKÂK
Büyük
velîlerden. İsmi Hasan bin Muhammed, künyesi Ebû Ali Dekkâk'tır. Nişâbur'da
doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1014 (H.405) senesi Zilkâde ayında
Nişabur'da vefât etti.
Zamânındaki
birçok âlim ve evliyânın ders ve sohbetlerinde bulundu. Fıkıh, tefsîr, hadîs ve
başka ilimlerde yükseldi. Özellikle Ebü'l-Kâsım Nasrabâdî'nin feyz ve
bereketleriyle kemâle gelip olgunlaştı. İcâzet, diploma aldı. Tasavvuftaki hoca
silsilesi; Ebü'l-Kâsım Nasrabâdî, İmâm-ı Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî, Sırrî-yi
Sekatî, Ma'rûf-ı Kerhî, Dâvûd-i Tâî, Ferkad-üs-Sencî, Hasan-ı Basrî, Enes bin
Mâlik hazretleridir (rahmetullahi aleyhim). İnsanlara ilim ve edeb öğretip çok
talebe yetiştirdi. İmâm-ı Kuşeyrî hazretleri, talebelerinin en önde
gelenlerinden olup, aynı zamanda dâmâdıydı.
Ebû Ali
Dekkâk hazretleri, gâyet açık, çok tesirli ve güzel konuşurdu. Her yıl başka
memlekete giderek insanlara vâz ve nasîhat verir, sonra memleketi olan Nişâbur'a
dönerdi.Zamânındaki âlimler, sâlihler, velîler kendisini medhettiler. Evliyânın
büyüklerinden Ebû Ali Fârmedî hazretleri onun hakkında; "Yarın kıyâmet günü
kurtuluşum için Ebû Ali Dekkâk'ın adaşıyım demekten başka bir delilim
olmayacak." buyurmuştur.
Ebû Ali
Dekkâk hazretleri, ilmi âlimden öğrenmeyi teşvik eder; "Kendiliğinden yetişen
ağaç, yaprak verir. Fakat meyve vermez. Verse de tatsız olur. İnsan da böyledir.
Hocası olmayan kimseden hiçbir şey hâsıl olmaz. Ben söylediklerimi kendiliğimden
söylemiyorum. Bu anlattıklarımı hocam Nasrabâdî'den öğrendim. O, Şiblî'den, o da
Cüneyd-i Bağdâdî'den öğrendi. Bizim büyüklerimize olan hürmet ve tâzimimiz o
kadar fazlaydı ki, hocamın huzûruna gideceğim zaman, mutlaka gusül abdesti alıp,
ondan sonra giderdim."
Bir
defâsında Ebû Ali Dekkâk hazretlerine birisi gelerek, büyüklerin sohbetinde
bulunmanın faydasını sordu. Cevâbında; "Bunda iki fayda vardır. Birincisi; eğer
o kimse ilme tâlib olmuşsa, Allahü teâlâya ve O'nun dînine olan muhabbeti,
bağlılığı ve sohbetin bereketiyle ilmi artar. İkinci faydası; eğer sohbette
bulunan kimsenin kalbinde benlik ve gurur varsa, o duygular yok olup, ilmi ve
edebi artar. Mânevî bakımdan yüksek derecelere kavuşur." buyurdu.
"Hocasına
muhâlefet edenin hâli nicedir?" diye soran birisine; "Her kim hocasına kalbinden
muhâlefet etmeye niyet etse, onunla aynı yolda bulunamaz. Verdiği sözü bozmuş
olur. Bunun için tövbe etmesi vâcib olur. Üstâdına saygısızlık edenler içinse
tövbe yoktur." buyurdu.
Bir gün,
meclisine bir kimse tevekkülün ne olduğunu sormak için geldi. İçeri girince Ebû
Ali hazretlerinin başında çok kıymetli bir sarık olduğunu gördü. O kimsenin
gönlü o sarığa meyletti. Bu sırada Ebû Ali hazretleri gelen kimseye dönüp;
"Tevekkül, Allahü teâlâya îtimâd etmek, onun-bunun sarığına tama' etmemektir."
buyurdu ve sarığını çıkartıp o kimseye hediye etti.
Ebû Ali
Dekkâk hazretleri hiçbir şeye dayanmazdı. Bir gün bir yakını ona sırtını dayasın
diye bir yastık getirmiş ve oturduğu yerde arkasına koymuştu. Fakat o, hafifçe
yastığı kendisinden uzaklaştırıp; "Bir şeye yaslanmak âdetimiz değil."
buyurdular.
Kendisine
edebi gözetmekten soruldu. O; "Edebi terk, kovulmayı îcâbettiren bir sebeptir.
Huzurda edepsizlik edeni kapıya, kapıda edepsizlik edeni ise hayvanlara bakmak
için ahıra koyarlar. Kul, ibâdeti ve tâatıyla Cennet'e, ibâdet ve tâatteki
edebiyle Allahü teâlâya vâsıl olur." buyurdu.
Ebû Ali
Dekkâk hazretleri anlatır: Bir gün Merv'deyken bizi sevdiğini söyleyen biri
yanıma geldi ve; "Uzak bir mesâfeden geldim. Sana ulaşmak için uzun yollar
katettim. Maksadım seninle görüşmekti." dedi. Bunun üzerine ona; "Nefsinden
sefer edebilseydin, uzak kalsaydın, bir adım atman bile kâfiydi." dedim.
"Hürriyet
nedir?" diye soran birisine; "Eğer nefsinin arzularına boyun eğmiş, nefsin
dünyâya meyletmişse, malın kölesisin." buyurdu.
"Fütüvvet
nedir?" diye soranlara da; "Fütüvvet, Peygamber efendimizin güzel ahlâkından
biridir. Bunun içindir ki, mahşer gününde herkes; "Ben! Ben!" derken, O;
"Ümmetim! Ümmetim!" diye yalvaracaktır." buyurdu.
Allahü
teâlâdan korkmak husûsunda buyurdu ki: "Korkunun havf, haşyet ve heybet gibi
çeşitli mertebeleri vardır. Havf, îmânın şartındandır. Bunun ispatı, Allahü
teâlânın Kur'ân-ı kerîmde
meâlen; "Eğer mümin
iseniz benden korkunuz." (Âl-i İmrân sûresi: 187) buyurmuş olmasıdır.
Haşyet, ilmin şartındandır. Allahü teâlâ bu hususta meâlen; "Allah'tan ancak
âlim olan kullar korkar." (Fâtır sûresi: 28) buyurmuştur. Heybet, mârifetin
(Allahü teâlâyı tanımanın) şartıdır. Bu hususta da Allahü teâlâ; "Allah sizi
kendinden sakındırmaktadır." (Âl-i İmrân sûresi: 28) buyurmuştur."
Bir gün
kendisine; "Sabır nedir?" denildi. "Sabır, ismi gibidir. (sabır, ilaç olarak
kullanılan tadı acı bir ağacın adıdır.) Sabırlılar dünyâ ve âhiret izzetine
konarak necât ve kurtuluşa erdiler. Çünkü onlar Allahü teâlâdan O'nunla olma
şerefine nâil olmuşlardır. Allahü teâlâ bunun için;
"Şüphe yok ki Allah sabredenlerle berâberdir." (Tûr sûresi: 4)
buyurmuştur.
Sabrın târifi ve sınırı
takdire îtirâz etmemektir. Şikâyet yollu olmaksızın başa gelen musîbetleri
açıklamak sabırsızlık olmaz. Allahü teâlâ, Eyyûb aleyhisselâm kıssasında;
"Biz onu sabırlı bulduk, o ne güzel bir kuldur." buyurmuştur. Halbuki O,
Eyyûb aleyhisselâmın; "Başıma bu dert geldi." (Enbiyâ sûresi: 83)
dediğini haber vermiştir. Bu ümmetin zayıfları (ruhsatla, izin verilen şeylerle
amel ederek sıkışık kalmasınlar ve) nefes alsınlar diye Allahü teâlâ, Eyyûb
aleyhisselâmın; "Başıma bu dert geldi." dediğini bildirmiş ve böyle
şeyler söylemeyi haram kılmamıştır." buyurdu.
Bir gün
nasîhat isteyen birisine; "Sen kimin esiri ve mülküysen onun kulusun. Eğer
nefsinin esiri (ve mülkü) isen nefsinin kulusun. Eğer dünyânın esiriysen,
dünyânın kulusun (ve kölesisin)." buyurdu.
Zaman zaman
hocası Nasrabâdî'den anlatırdı: Hocam buyurdu ki: "Kul olanın kıymeti, mâbudu
olan Allahü teâlâya göredir. Ârifin şerefi de mârufa (bilinene tanınana)
göredir. Maddeye tapanın değeri maddeye göre, Allahü teâlâya tapanın değeri de
O'na göredir. Kulluktan daha şerefli bir şey yoktur. Mümin için ubûdiyetle,
kullukla ilgili isim almaktan daha mükemmel bir isim yoktur. Bundan dolayı
Allahü teâlâ mîrac gecesi Peygamber efendimizi vasfederken meâlen;
"Bir gece kendisine
âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulumu (Muhammed aleyhisselâmı)
Mescid-i Haramdan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâya götüren
Allahü teâlâ, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir."
(İsrâ sûresi: 1) buyurdu.
"Kendisine
mürid kime denir?" denildi. O; "Mürid, meşakkat ve sıkıntılara katlanan
mütehammil, sabırlı kimsedir. Murâd ise, taşınan kimsedir." buyurdu.
"Sükût,
Allahü teâlânın huzûrunda olma edeplerinden bir edeptir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı
kerîmde meâlen;
"Kur'ân-ı kerîm okunduğu zaman onu dinleyiniz ve susunuz ki rahmete nâil
olasınız, kavuşasınız." (A'râf sûresi: 204) buyurmuştur."
Allahü teâlâ,
cinlerin, Resûlullah efendimizin huzûrundaki hâlini haber verirken de;
meâlen "Cinler hazret-i Peygamberin huzûruna gelince, birbirlerine; "Susun"
dediler." (Ahkâf
sûresi: 29) buyurmuştur."
Ölüm
hakkında soru soran birisine şunu anlattı: Bir gün, hasta olan İmâm Ebû Bekr bin
Fürek'i ziyârete gittim. Onu görünce gözlerim yaşardı. Ona; "İnşâallah Hak teâlâ
sana âfiyet ve şifâ ihsân eder." dedim. O zaman bana; "Kardeşim korkum ölümden
değil, ölüm ötesindendir." dedi.
Kendisine
vakitten soruldu. O zaman; "Vakit, içinde bulunduğun haldir. Eğer sen dünyâda
isen (yâni zihnin ve kalbin dünyevî düşüncelerle dolu ise) vaktin dünyâdır. Eğer
âhirette isen vaktin âhirettir. Eğer neşeliysen vaktin neşedir. Hüzünlüysen,
vaktin hüzündür." buyurdu.
Biri gelip
şeytanın vesvesesinden şikâyette bulundu. Ebû Ali Dekkâk hazretleri ona;
"Kalbini dünyâya bağlama. Dünyevî alâkaları kökünden sök ki üzerine serçe
konmasın. Zîrâ böyle ağaçta şeytanın yuvası bulundukça, iblisin kuşları gelip
oraya konarlar." buyurdu.
Ebû Ali
Dekkâk hazretleri talebelerinin tâkat ve kudretine göre iş verirdi. Bâzılarına
ağır, bâzılarına hafif işler verirdi. "Niye böyle yapıyorsunuz." denildikte;
"Bir kimse bakkallık yapacaksa, ona bir ton sabun lâzım, yok eğer
çamaşırlarımızı yıkıyacaksa, bir kilo sabun yeter." derdi.
Vâz ve
nasîhatlerinde günahlardan çok bahsederdi. Birgün; "Yâ Rabbî! Biz amel
defterimizi günahla siyah ettik. Sen, saç ve sakalımızı günlerle beyaz ettin. Ey
beyazın ve siyahın yaratıcısı olan Allah'ım! Lütfun ve fadlınla günahlarımızı
affeyle!"
"Cehennem korkusu veya Cennet
arzusu ile tövbe etmek mümkün değildir. Allahü teâlâ, Bekara sûresi 222. âyet-i
kerîmesinde meâlen; "Muhakkak ki Allahü teâlâ tövbe edenleri sever." buyuruyor. Burada bildirilen sevgiye kavuşmak için, tövbe etmelidir."
buyurdu.
"Bir kimse
kendini, hocasının kapısında süpürge yapamazsa, hakîkî âşık değildir."
"İhlâs,
insanların teveccüh, alâka göstermelerinden sakınıp, ameli yalnız Allah için
yapmaktır. Sıdk ise; nefsi, yaptığı ameli beğenmekten temizlemektir. Bunun için
ihlâs sâhibi muhlislerde riyâ, gösteriş, sıdk sâhibi olan sâdıklarda da ucub
(amelini güzel görmek) hâli bulunmaz."
"Sıdk;
insanlara karşı olduğun gibi görünmen veya onlara karşı göründüğün gibi
olmandır."
"Allahü
teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma vahyedip; "Beni taleb eden birisini gördüğün zaman,
ona hizmetçi ol!" buyurmuştur."
"Allahü
teâlânın emir ve yasaklarına uymakta gevşek davranan ve böylece Allahü teâlâya
yakın olmak nîmetinden mahrûm olan tenbel kimselerin ayaklarına, zelîl ve sefîl
olmak bukağısı bağlanır. O kimse kurb, Allahü teâlâya yakınlık hâlinden çok uzak
olur."
"Büyüklerin
huzûrundan kovulmayı icâb ettiren şey, edebi terketmektir."
"İnsanların
giydiklerini giy, yediklerini ye, fakat kalben onlardan ayrı ol."
"Kalbi
kırık, hüzün sâhibi olanlar, hüzünlü olmayanların senelerce katedemedikleri,
Allahü teâlâya giden yolu bir ayda katederler. Peygamber efendimiz;
"Allahü teâlâ, kalbi hüzün içinde olan bütün kullarını sever." buyurdu."
"Hakîkî
tövbe; tövbe, inâbe ve evbe olmak üzere üç kısımdır. Cehennem'de azâb görmek
korkusu ile, günâha pişman olmak tövbedir. Cennet nîmetlerine kavuşmak ümidi ile
günaha pişman olmak inâbedir. Bunlarla alâkalı olmaksızın, tövbe etmek, Allahü
teâlânın emri olduğu için, emre uyarak günaha pişman olmak ise evbedir."
"Bir defâ
Merv şehrinde, biraz hasta oldum. Nişâbur'a dönmeye niyet ettim. Bu düşünceler
içerisinde uyuyakalmışım. Rüyâmda bir kimse bana, (Bu memleketten ayrılman
imkânsız. Sohbetlerin, cinlerden bir cemâatin çok hoşuna gitti. Onlar, senin
ders verdiğin meclisine devâm ediyorlar. Onların istifâde etmelerinin
kesilmemesi için, burada bulunman icâb etmektedir.) dedi." Bunun üzerine orada
kaldım.
"Ebû Amr-ı
Bikendî bir mahalleden geçiyordu. Mahalle halkı, gencin birisini tutmuşlar,
kendilerini rahatsız ediyor diye mahalleden dışarı atmaya çalışıyorlardı. Gencin
annesi olduğu anlaşılan bir kadın ise ağlıyordu. Ebû Amr, kadıncağıza acıdığı
için mahalle halkına ricâda bulunup, kendi hatırı için, bir defâya mahsus olmak
üzere genci affetmelerini tekrar rahatsız etmesi hâlinde, hemen çıkarmalarını
istedi. Ebû Amr'ın hatırı için, halk genci serbest bıraktı. Bir zaman sonra, Ebû
Amr yine o yerden geçerken, o kadının yine ağladığını gördü. Sebebini sorunca,
gencin vefât ettiğini öğrendi. "Peki, hâlinde düzelme olmuş muydu?" diye sordu.
Kadın şöyle anlattı: "Vefâtı yaklaştığında beni yanına çağırdı ve; "Öldüğüm
zaman, ölüm haberimi kimseye duyurma. Onları rahatsız etmiştim. Cenâzeme
gelmedikleri gibi, bana da lânet ederler. Ben yaptıklarıma pişman oldum. Çok göz
yaşı döktüm. İnşâallah Rabbim beni affeder. Sen de benim için Allahü teâlâya duâ
et. Beni kabre defnederken, senden başka kimse bulunmasın. Defin işi bittikten
sonra da, beni affetmesi ve hesâbımın kolay geçmesi için Allahü teâlâya duâ et.
Zîrâ, ana duâsı kabûl olunur." dedi ve biraz sonra vefât etti. Ben vasıyyetini
aynen yerine getirdim. Kabrin başından ayrılacağım sırada, kabirden oğlumun
sesini işittim. "Anneciğim! Eve dönebilirsin. Rahat ol. Benim için üzülme. Artık
ben, kerem sâhibi olan Allahü teâlâya kavuştum." diyordu."
Ebû Ali
Dekkâk hazretleri anlattı: "Vezirin birisi bir gün pâdişâhın huzûrunda iken,
orada bulunan hizmetçilerin birisinden bir ses duyup ona baktı. Pâdişâh vezirin
kendisiyle ilgilenmeyip, başka bir yere baktığını gördü. Vezir, bunu anlayınca,
o tarafa bakmasını, pâdişâhın yanlış anlamaması için bakmasına devâm etti.
Bundan sonra bu vezir, pâdişâhın huzûrunda bulunurken, hep bir yere bakardı.
Öyle ki, pâdişâh, bu vezirin tabiî hâlinin böyle olduğunu ve gözlerinde şaşılık
bulunduğunu zannetti. Allahü teâlânın mahlûku olan bir kimsenin, kendisi gibi
mahlûk olan başka bir kimse huzûrunda, bu derece dikkat ve riâyet ettiği, edeb
ve korkunun, her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlânın huzûrunda nasıl olması
icâb ettiğini iyi düşünmek lâzımdır."
"Rızâ, gelen
musîbetler karşısında kayıtsız kalmak, vurdum duymaz olmak demek değildir. Rızâ;
Allahü teâlânın hükmüne, takdirine îtirâz etmeyip, boyun eğmektir."
"Bir zaman gözlerim
ağrımıştı. Günlerce uyuyamadım. Bir sabah uyuya kaldım. Bir kimse bana;
"Allah kuluna kâfi değil mi?" (Zümer sûresi: 36) meâlindeki âyet-i
kerîmeyi okudu. Bunun üzerine
uyandım. Gözlerimde hiç ağrı kalmamıştı. Ondan sonra da göz
ağrısı bende hiç olmadı."
"Her insanın
vücûdunda binlerce damar vardır. Bu damarların hepsi, Peygamber efendimizin
Eshâb-ı kirâmına karşı muhabbet üzere bulunsa, yalnız biri, Eshâb-ı kirâmdan
birine düşmanlık, sevgisizlik üzere olsa, ölüm zamânında emir gelir ve canını o
bir damardan alırlar. Bunun bozukluğu sebebiyle dünyâdan îmânsız gider."
Ebû Ali
Dekkâk hazretleri son zamanlarında sık sık küçük abdeste çıkar, iki rekat namaz
kılmak için birkaç kere abdest yenilediği olurdu. Lâkin kürsüye oturup insanlara
vâza başladığında uzun müddet kalır ve abdest yenileme ihtiyâcını duymazdı.
Talebeleri ve tanıdıkları onun bu hâlinin kerâmet olduğunu bilirlerdi.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
SOFRA HAZIRLAYIN
Bir gün onu
Merv'de bir zât yemeğe dâvet etmişti. Yolda giderken bir evden; "Yâ Rabbî! Biz
aç ve muhtaç bir halde kaldık. Bu sabileri, yavrularımı da bana havâle ettin."
diye sızlanan bir kadıncağızın sesini işitti. Sonra yoluna devâm edip, dâvet
yerine geldi. Ev sâhibinin iznini alıp, derhal bir sofra hazırlanmasını emretti.
Dâvet sâhibi bu işe şaştı; "Herhâlde Ebû Ali Dekkâk hazretleri ziyâfet
yemeğinden kendi hânesine götürecek." diye çok sevindi. Sofra hazırlanınca, Ebû
Ali hazretleri, dışarı çıktı ve başına koyduğu tepsiyi doğruca o kadıncağızın
evine götürüp ona verdi.
BAŞI AĞRIYAN KİMSE
Ebû Ali
Dekkâk hazretlerinin, tüccar bir talebesi vardı. Bu talebe bir gün hastalandı.
Hocası ziyâretine gitti. Talebesine; "Nasıl hastalandınız?" diye sorduğunda,
talebesi; "Teheccüd, gece namazı için kalkmıştım. Abdest almaya hazırlanırken,
sırtımda bir sıcaklık hissettim. Bu sıcaklıkla birlikte, şiddetli bir acı da
belirdi. Hummaya yakalandım." dedi. Bunları dinleyen Ebû AliDekkâk; "Evlâdım!
Başı ağrıyan bir kimsenin, ayağına ilaç sürmesiyle hastalığı iyi olmaz. Senin
birinci vazîfen, kalbinde bulunan dünyâ sevgisini çıkarıp atmaktır. Birinciyi
bırakıp başkasını yapmaya kalkarsan, faydasına kavuşamazsın. Yapacağın bütün
işleri izin alarak yaparsan, faydasına kavuşursun." buyurdu.
SON VASİYYET
Ebû Ali
Dekkâk hazretleri hastalanmış, vefâtı yaklaşmıştı. Talebeleri ve sevdikleri,
başucuna geldiler ve son nasîhat ve vasiyetlerinin ne olduğunu öğrenmek
istediler. O; "Cumâ günü gusül abdesti alınız. Her akşam abdestli olarak
yatınız. Her hâlinizde Allahü teâlâyı hatırlayınız. Bir hadîs-i
şerîfte Peygamber efendimiz;
"Cumâ günlerinde bir an vardır ki müminin o anda ettiği duâ reddolmaz."
buyurdu. Başka bir defâsında; "Cumâ günü sabah namazından önce, Estağfirullah
el azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyel kayyûme ve etûbü ileyh, okursa, bütün
günahları affolur." buyurdu. Yine; "Cumâ namazından sonra yedi İhlâs ve
Muavvizeteyn okuyanı, Allahü teâlâ bir hafta kazâdan belâdan ve kötü işlerden
korur." buyurdu. Cumâ günü yapılan ibâdetlere, başka günde yapılanların en az
iki katı sevap verilir. Cumâ günü işlenen günahlar da iki kat yazılır. Bir
hadîs-i şerîfte; "Cumartesi günleri yahûdîlere, Pazar günü nasâraya verildiği
gibi, Cumâ günü müslümanlara verildi. Bu gün müslümanlara hayır, bereket, iyilik
vardır." buyurdu."
KAYNAKLAR
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (48. Baskı) s.1051
2) Keşf-ül-Mahcûb; s.267
3) Nefehât-ül-Üns; s.331
4) Kevâkib-üd-Düriyye; c.2, s.62
5) Makâmât-ı Ebû Saîd; s.44
6) Firdevs-il Mürşidiyye; s.260
7) Meşreb-ül-Ervâh; s.141
8) Ravd-ur-Reyyâhîn; s.144
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.4, s.378
10) Risâle-i Kuşeyrî
|