DÂVÛD-İ TÂÎ
Sekizinci
yüzyılda Horasan ve Irak taraflarında yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi
Dâvûd olup, babasının ismi Nasîr'dir. Künyesi Ebû Süleymân, lakabı
Sirâcüddîn'dir. Tayy kabîlesine mensûb olduğu için Tâî ve Kûfe'de doğduğu için
Kûfî nisbeleriyle meşhurdur. Aslen Horasanlıdır. Doğum târihi bilinmemektedir.
781 (H.165) senesinde Bağdat'ta vefât etti. Kabri oradadır.
Çocukluğundan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Dâvûd-i Tâî, zamânının
âlimlerinden çeşitli ilimleri tahsîl etti. Tâbiînden; Nûman bin Sâbit,
Abdülmelik bin Umeyr, Habîb bin Ebî Amre, Hamîd et-Tavîl, İsmâil bin Ebî Hâlid,
Süleymân el-A'meş, Muhammed bin Abdurrahmân bin Ebû Leylâ gibi büyüklerden
hadîs-i şerîf dinledi.
Gençliğinde
ilim tahsîliyle meşgûl olan Dâvûd-i Tâî'nin kalbinde dünyâya karşı sevgi de
vardı. Bir gün ölen bir kimsenin arkasından mersiye, ağıt söyleyen bir
şarkıcının söylediği;
Hangi güzel yüz ki toprak olmadı,
Hangi tatlı göz ki yere akmadı.
beytini
işitince, dünyâya karşı sevgisi azaldı. Gençliğinde yaptığı bâzı hareketlere
pişman oldu. Kalbine bir ateş düştü. Şaşkına döndü. Derdine çâre bulmak için de
dolaştı. Bağdat'ta bulunan zamânının en büyük âlimi İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
hazretlerinin huzûruna geldi. İmâm-ı A'zam bunun yüzünün renginin değiştiğini
görünce sebebini sordu. Dâvûd-i Tâî; "Dünyâdan soğudum. Bende meydana gelen bu
hâli, anlatamayacak hâldeyim. Bu hâlin ne olduğunu okuduğum kitaplarda
bulamıyorum. Ne yapmamı tavsiye edersiniz?" dedi. İmâm-ı A'zam hazretleri ona,
ilme ve az konuşmaya devâm etmesini tavsiye etti. Dâvûd-i Tâî, İmâm'ın
gösterdiği yolda, dünyâya düşkünlüğü tamâmen terk edip, dînin emir ve
yasaklarına uymada, haram ve şüphelilerden kaçmada örnek olacak şekilde
ilerledi. Evine çekildi. İnsanların arasına karışmadı. İbâdetlerini hep evinde
yaptı. Aradan bir müddet geçtikten sonra, İmâm-ı A'zam hazretleri evine gelip;
"Evde oturup, insanlar arasına karışmamak uygun değildir. Talebe arkadaşlarının
arasına gir. Onları iyi dinle, fakat hiç konuşma, meseleleri çok iyi öğren."
buyurdu. Dâvûd-i Tâî; "Peki efendim." diyerek İmâm-ı Muhammed, İmâm-ı Ebû Yûsuf,
İmâm-ı Züfer gibi arkadaşlarının arasında bir sene daha derslerine devâm etti.
Dâvûd-i Tâî
hazretleri hem İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine devâm etti, hem
de zamânındaki tasavvuf ehli velî zâtların sohbetlerinde bulundu. Ayrıca,
"Silsile-i aliyye" adı verilen ve insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını
anlatıp onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermelerine vesîle olan
büyük velîler zincirinin dördüncüsü olan Câfer-i Sâdık hazretlerinin sohbetinde
de bulundu. Bir gün Câfer-i Sâdık hazretlerine; "Ey Peygamber efendimizin
torunu! Kalbim çok karardı. Bana nasîhat eder misiniz?" dedi. Hazret-i Câfer-i
Sâdık; "Ey Dâvûd! Sen, zamânımızın zâhidisin, benim nasîhatıma ne ihtiyâcın
var?" dedi. Dâvûd-i Tâî; "Ey Resûlullah'ın torunu! Peygamber efendimizin mübârek
kanını taşıman hasebiyle, senin bütün insanlardan üstünlüğün vardır. Onun için
hepimize nasîhat etmen lâzım değil midir?" deyince, Câfer-i Sâdık hazretleri de;
"Ey Dâvûd! Kıyâmet günü dedem Resûlullah'ın yakama yapışıp, dîn-i İslâma niçin
lâyıkıyla hizmet etmedin? İslâma hizmet, iyi, asîl bir soya ve nesebe sâhib
olmakla olmaz. Bu iş, Allahü teâlânın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçmakla
olur." buyurmasından korkuyorum." dedi. Dâvûd-i Tâî, bu sözleri işitince ağladı
ve; "Yâ Rabbî! Peygamberimizin mübârek kanını taşımak şerefine kavuşan bir zât,
böyle hayret içinde olursa, Dâvûd da kim oluyor ki, ibâdetlerini ve yaptığı
işleri beğensin" dedi. Dâvûd-i Tâî hazretleri, İbrâhim Edhem hazretleriyle de
görüşüp sohbetinde bulundu.
Yirmi sene
müddetle İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine devâm edip başta fıkıh
olmak üzere bütün aklî ve naklî ilimleri tahsîl eden Dâvûd-i Tâî, yüksek bir
âlim oldu. Fıkıhta ictihâd derecesine ulaştı. Ondan İsmâil bin Aliyye, İshak
es-Selûlî, Ebû Nuaym el-Fazl bin Dükeyn, Mis'ar bin Kedâm ve pekçok kimse ilim
öğrenip hadîs-i şerîf rivâyet etti.
İlimde
yüksek dereceye ulaşmış olan Dâvûd-i Tâî, bir gün İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe
hazretlerinin huzûrunda bulunuyordu. İmâm-ı A'zam ona; "Yâ Dâvûd! Bir âleti,
yâni ilmi sağlamlaştırdık. Geriye onunla amel etmek kaldı." buyurdu. Bu söz
üzerine kendi nefsiyle mücâdele etmeye başlayan Dâvûd-ı Tâî nefsine; "Hiç bir
meselede konuşmamak şartıyla Ebû Hanîfe'nin meclislerine devâm etmedikçe seni
uzlete çekmem" dedi. Kimseyle konuşmamak şartıyla bu meclislere devâm etti.
Dâvûd-i Tâî
tasavvufta Habîb-i Acemî hazretlerinin sohbetlerine devâm edip, ondan feyz aldı.
Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlıkta yüksek derecelere ulaştı. Bir taraftan
Habîb-i Acemî'nin sohbetlerine devâm etti. Diğer yandan da İmâm-ı A'zam'ın
derslerine devâm etti. Birara uzlete çekildi. Dünyâyı tamâmen terk edip,
insanlardan uzaklaştı. Uzlete çekildiğinde kalbi nûrlarla doldu. Kalbinde
mârifetullah hâsıl olunca, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri Dâvûd-i Tâî'nin
ziyâretlerine gelmeye başladı. Zaman zaman ziyâret ederek ona iltifâtta bulundu.
Dâvûd-i Tâî'nin feyz aldığı zâtın Habîb-i Râî olduğunu bildiren KAYNAKLAR da
vardır.
Dâvûd-i Tâî
halktan tamamiyle ümidini, alâkasını kesti. Kendisinin küçük bir arâzisi vardı.
Hazret-i Ömer, İranlılarla yapılan savaşlarda alınan arâzilerden bir kısmını da
onun dedesine vermişti. Bu arâzinin üçte ikisini dört yüz dirheme satarak,
ömrünün sonuna kadar bu parayla yaşadı. Hattâ kefenini de bu para ile aldı.
Arâziyi sattığı sıralarda; "Bizim yolumuz parayı saklama yolu değildir, ihtiyaç
sâhiplerine dağıtma yoludur" diyen arkadaşlarına; "Ben bu parayı, dünyâlık
kazanma sıkıntılarına karşı, başkalarına yük olmadan, ölünceye kadar âhiret için
hazırlık yapayım diye saklıyorum." dedi. Evinde hiç durmadan, biraz sonra
ölecekmiş gibi ibâdet ederdi. Boş şeylerle meşgûl olmazdı. Lüzumsuz bir tek
kelime konuşmaz, ibretsiz bir yere bakmazdı.
Yemek yerken
vakitten tasarruf olsun diye ekmeği suyun içine doğrar, çorba gibi yapıp öyle
yerdi. "Çiğnemek, zamânı uzatıyor, bir lokmayı çiğnemek, elli âyet-i kerîmeyi,
okumama engel oluyor, niçin zamânı zâyi edeyim." derdi.
Dâvûd-i Tâî
hazretleri o derece riyâzet ve takvâ üzere idi ki, zarûrî ihtiyaçları dışında
evinden çıkmamış, ağzına lezzet veren bir nîmet koymamıştır. Güzel ve yeni
elbiseler giymedi. Halkın getirdiği yemekleri fakirlere bağışlayıp, oruçlu
olduğunu kimseye bildirmedi. Annesi bile onun oruçlu olduğunu bilmez, gelen
yemekleri yediğini zannederdi. Kimseden bir şey kabûl etmez, kâr ve kazanç
peşinde koşmazdı. Babası vefât ettiğinde kalan mîrâsı bir vekilharç tutarak ona
teslim etti. Bu para çoğalarak yirmi miskâl altına ulaştı. Dâvûd-i Tâî
ihtiyaçlarını bu paradan karşıladığı hattâ isteyenlere ödünç para verdiği gibi
fakirlere sadaka da dağıtmıştı. Parası bittiğinde ömrünün de tamam olması için
duâ ve niyazda bulunmuştu; "Ey Rabbim! Bu mîrâs malını bize kâfi ve vefâlı
kılıp, başkasının malına muhtâc etme. Malımız sona erince, senin huzûruna yüz
akıyla gelenlerden olayım." diye ettiği duâ, Allahü teâlâ tarafından kabûl
buyrulmuş, hakîkaten malı bittiğinde vefât etmişti.
Bir
defâsında hacamat yaptırarak kan aldırmıştı. Hacamat yapana bir altın verdi. Ona
dediler ki: "Bir altın vermeniz çok değil mi? İsrâf etmiş olmuyor musunuz?" O
da: "Hacamatçıya yardım olsun diye verdim. Mürüvveti olmayanın ibâdeti ve dîni
olmaz." dedi.
Dâvûd-i Tâî,
evinden sâdece namaz vakitlerinde çıkar, câmide namazını kılar kılmaz hemen
kalkar, aceleyle evine dönerdi. Bir gün, onu cemâata hızla giderken görüp;
"Niçin acele ediyorsun?" diye sordular. O da; "Askerler beni bekliyorlar." dedi.
"Hani askerler?" diye sordular. O da "Mezarlıkda bulunan ölüler." dedi. Câmiden
çıkınca, eve birinden kaçıyormuş gibi aceleyle gelirdi. "İnsanlar dünyâya çok
bağlanıyor, onlarla görüşünce kalbime dünyâ sevgisi geliyor." der. İnsanlarla
bir araya gelmemeye çalışırdı.
Dâvûd-i
Tâî'ye; "İnsanların arasına, niçin karışmıyorsun?" dediler. "Kiminle konuşayım?
Akıllı kimseler, benimle dînî bir mevzûda konuşmuyorlar, emir ve yasaklardan
anlatmıyorlar; yaptığım hatâ ve kusurlarımı yüzüme karşı söylemiyorlar, aksine
hatâlarımı fazîletmiş gibi anlatıyorlar. Böyle insanların bana fayda yerine
zararı oluyor, onlarla niçin oturayım." dedi.
Fudayl bin
Iyâd hazretleri, Dâvûd-i Tâî ile ömründe iki defâ görüşmüş karşılıklı sohbette
bulunmuştu. Bu görüşmeleriyle övünürdü. Bir defâsında evin tavanındaki çatlağı
gördü ve Dâvûd-i Tâî'ye; "Buradan kalk, zîrâ tavan çatlamış, üstüne yıkılacak."
dedi. Dâvûd-i Tâî; "Ben çok zamandır buradayım. Bırak çatlağı, tavanın bile
farkında değilim." diye cevap verdi.
İbn-i Semmâk
hazretleri, Dâvûd-i Tâî'ye gelip; "Bana nasîhat et." dedi. O da; "Öyle gayret et
ki, Allahü teâlâ seni yasak ettiği yerde görmesin, emrettiği yerden de ayrılmış
bulmasın. Allahü teâlâdan hayâ et ki, senin O'na yakın olduğunu ve senin
üzerindeki kudretini göz önüne getiresin. Dünyâya karşı oruçlu ol ki, iftarın
ölüm olsun, insanlardan, aslandan kaçar gibi kaç, fakat cemâatla namazı terk
etme ve sünnetten ayrılma." buyurdu.
Birisi
kendisinden nasîhat isteyince; "Dünyâ için, dünyâda ne kadar kalacaksan, o
kadar; âhiret için, âhirette ne kadar kalacaksan o kadar çalış." dedi.
Akrabâlarından birisi: "Akrabâyız. Bana nasîhat verip vasiyet ediniz." dedi.
Dâvûd-i Tâî hazretleri ağlamaya başladı. Bir müddet sonra kendisinde konuşacak
hâl buldu ve; "Gece ve gündüz, yolculukta bir konak yeri gibidir. Dünyâ ile
âhiretin arası bu kadardır. Dünyâdan, âhirete mutlaka gideceğimize göre oraya
hazırlanmak lâzım. Çünkü yolculuğun bitmesi yakın, ecelin gelmesi de ondan daha
aceledir. Ben bunları sana söylüyorum, fakat bu nasîhata, senden çok, benim
ihtiyâcım vardır." dedi. Nasîhat isteyen birisine; "Ölmüş olanlar seni
bekliyor." dedi.
Kûfe'de bir
cenâze vardı. Dâvûd-i Tâî hazretleri de oradaydı. Kabristana mevtâyı
defnettikten sonra, oradaki insanlar Dâvûd-i Tâî'nin etrâfına toplandılar. "Bize
biraz nasîhat eder misiniz?" dediler. O da "Kim ki, Allahü teâlânın vâd
ettiğinden korkarsa arzularına çabuk kavuşur. Kimin arzuları çoksa, ona bütün
azaplar yakındır. Ey kardeşlerim, en büyük sermâye, Allahü teâlânın râzı olduğu
bir iş ile meşgûl olmaktır. Kabirdekiler, kıyâmet kopunca kabir azâbı kalkacağı
için, kıyâmetin çabuk gelmesini beklerler. Dünyâdakiler ise; kabirdekilerin
pişmanlıklarını bilmedikleri için hep günah işlerler. Halbuki onlar da ölünce,
dünyâda iken neden çok ibâdet yapmadık, diyerek pişman olacaklar." dedi.
Bir gün
Dâvûd-i Tâî pazara çıktı. Tâze hurmaları gördü. Almak istedi, fakat parası
yoktu. Hurma satıcısına; "Bana, parasını yarın vermek üzere bir dirhemlik hurma
ver." dedi. Hurmacı da "Veresiye hurma satmıyorum." cevâbını verdi. Biraz sonra
satıcı, bu kimsenin, Dâvûd-i Tâî hazretleri olduğunu öğrendi. Çok üzüldü. Hemen
Dâvûd-i Tâî'nin bulunduğu yeri öğrenip, yanına geldi. İçinde yüz dirhem olan bir
kese uzatarak; "Kusurumu bağışlayınız. Biraz önce ben sizi tanıyamadım. Bir
dirhemlik hurma istediniz, vermemiştim. Şimdi ise size, yüz dirhem hediye
ediyorum, ihtiyâcınıza harcarsınız, lütfen kabûl buyurunuz." deyince, Dâvûd-i
Tâî hazretleri; "Benim bunlara ihtiyâcım yoktur. Nefsimin istekleri yerine
gelecek mi diye tecrübe için yapmıştım. Elhamdülillah, nefsimin isteği yerine
gelmedi ve bu dünyâda bir dirhemlik bile îtibârının olmadığını gördü." buyurdu.
Dâvûd-i Tâî hazretleri bir kabrin yanından geçiyordu. Bir ses işitti: "Ben zekât
vermedim mi? Namaz kılmadım mı? Oruç tutmadım mı? Falan falan hayırlı işleri
yapmadım mı?" diyordu. Bir ses ona cevap verip; "Evet yaptın ey Allahü teâlânın
düşmanı! Fakat yalnız kalınca, Allahü teâlâya karşı geldin. Allahü teâlânın seni
gördüğünü düşünüp O'ndan korkmadın." diyordu.
Dâvûd-i Tâî
hazretleri dünyâya önem vermediği gibi elinde olanları da yetim veya fakirlere
tasadduk ederdi. Kendisi muhtaç hâle gelinceye kadar verirdi. Kırk sene müddetle
bayram günleri hâriç oruç tuttu. Yakınlarından hiç kimsenin haberi bile olmadı.
Dâvûd-i Tâî,
dâimâ hüzünlü hâlde bulunurdu. Geceleri Allahü teâlâya yalvarır, duâ eder; "Yâ
Rabbî! Sana olan korku ve muhabbetim bende en büyük dert oldu, öbür dertleri
düşünecek zaman bırakmadı. Senin derdin uykumla arama girdi." der, sabahlara
kadar Kur'ân-ı kerîm okur, namaz kılar, istiğfâr edip günahlarına pişmanlığını
dile getirir, göz yaşı dökerdi.
Geceleri
feryâd ederek ağlar; "Ey geceler bana bu gam herkesten fazladır. Bu gamla uyumak
mümkün değildir. Gecelerde aydınlık yolları bulmak mümkün iken yollarda kalmak
revâ mıdır? Yâ Rabbî! Beni bundan kurtar. Uykuyu gözlerimden gider.
İbâdetlerimde uyanık ve dikkatli eyle." diye duâ ederdi.
Ebû Hâlid
der ki: "Bizim evlerimiz karşı karşıya idi. Ben gecenin hangi saatinde uyansam,
Dâvûd-i Tâî'nin ışıkları yanardı. İçerden duâ ve ağlama sesleri gelirdi. O,
geceleri hiç yatmazdı."
Mârûf-i
Kerhî hazretleri; "Dâvûd-i Tâî kadar dünyâya değer vermeyen ve nazarında dünyâ
hiç olan bir başka kimse görmedim. Onun nazarında dünyânın ve ehl-i dünyânın
değeri bir sivrisineğin kanadı kadar bile değildi." buyurdu.
Dâvûd-i
Tâî'ye göre ilim, amel etmek içindi. "Amel edilmeyen ilmin faydası yoktur. Bir
ilim talebesi, ömrünü ilim öğrenmeye harcarsa, nerede ve ne zaman amel etmeye
vakit bulacak." buyururdu.
Rebî'i
Vâsıtî, Dâvûd-i Tâî'ye seslenerek; "Bana nasîhat eyle." dedi. O da; "Dünyâ
hayâtında oruçlu gibi ol. Ölüm geldiğinde bayram sevinci içinde, halktan yırtıcı
hayvandan kaçar gibi kaçıp kendini mesûd kıl. Dilini koru. Lüzumsuz şeylerden
kaçın. Dünyâ ile çok az ilgilen. Âhirete götüreceğin şeyler nisbetinde dünyâ ile
ilgilen." buyurdu.
Dâvûd-i Tâî
hazretleri çok az görüştüğü insanlardan zaman zaman kendisinden nasîhat isteyen
kimselere şöyle buyurmuştur:
"Her nefs, dünyâdan susuz
olarak gidecektir. Ancak Allahü teâlâyý zikreden kullar bundan müstesnâdýr."
"Uzun emele
dalan bir kul, üzerindeki kul borçlarını unutur ve tövbe etmeyi sonraya bırakır.
Siz böyle yapmayınız."
"Her an
kusur ve günahları çoğalan, kabahatları yenilenen bir kul, nasıl olur da
üzülmez."
"Dünyâya
düşkün kimsenin, insanlardan ayrı yaşamasının ve uzlete çekilmesinin bir faydası
olmaz. Dostu, Allahü teâlâ, nasîhatçısı Kur'ân-ı kerîm olmayan kimse, şüphesiz
yolu şaşırmıştır. Onun uzleti uygun değildir."
"Dünyâyý sevenler,
dünyâlýklarý için âhiretlerini terkediyorlar. Sen, Allahü teâlânýn emirlerini
yapabilmek için dünyâyý terket."
"Senin
ayıplarını araştıran, kötü insanlarla arkadaş olma."
"Hayâtımda,
gece ibâdet edenlerden başka hiç kimseye imrenmedim."
Vefâtından
bir gün önce kendisini ziyâret eden zât şöyle anlatmıştır: "Hazret-i Dâvûd'un
hastalandığını duydum ve ziyâretine gittim. Hava çok sıcaktı. Evine geldim,
yastık yaptığı bir kerpicin üzerine başını koymuş, hem çok ızdırap çekiyor, hem
de Kur'ân-ı kerîmden, Cehennem ateşi geçen bir âyet-i kerîmeyi okuyor, onu
durmadan tekrar ediyordu. "Açık havaya çıkarayım ister misin?" dedim. Cevâben;
"Hayâtımda nefsim, bana hiç bir isteğini kabûl ettirememiştir. Nefs için, böyle
bir şey istemekten Allahü teâlâya sığınırım. Ben ölünce, şu duvarın arkasına
gömünüz ki beni kimse görmesin. Sağlığımda uzlet ve yalnızlıkta idim, ölünce de
öyle, kimsenin görmediği bir yerde yatayım." dedi. Benimle helâllaştı."
Vefât ettiği
gece sabaha kadar Kur'ân-ı kerîm okumuş, duâ ve zikirde bulunmuş, uzun uzun
ağlamıştı. Namaz kılarken uzun rükû ve secdeler yapmıştı. Secdeden uzun müddet
başını kaldırmadığını gören annesi merak edip yanına vardığında, rûhunu Hakk'a
secdede teslim etmiş olduğunu gördü.
Vefât
ettiğinde semâdan bir ses; "Ey insanlar! Dâvûd, Allahü teâlânın rahmetine
kavuşmuştur. Allahü teâlâ ondan râzı olmuştur." diyordu.
Salât bin
Hâkim diyor ki: "Dâvûd-i Tâî'nin vefât edeceği gece, nur ve çok melekler
gördüm."Cennet-i âlâ, Dâvûd'un gelişi için süslenip, hazırlandı. Dâvûd murâdına
erdi." diyorlardı. Birisi, o gece rüyâsında Dâvûd-i Tâî'yi gördü; "Artık
zindandan kurtuldum." diyordu. Sabah olunca rüyâyı anlatmak için evine
geldiğinde onu vefât etmiş buldu. Vefât haberi Bağdât'ta çabuk duyuldu.
Cenâzesini taşımakla şereflenmek için binlerce insan toplandı. Kabrin başında
İbn-i Semmâk, "Ey Dâvûd! Kendini, kabir zindanına konmadan önce dünyâda
hapsettin. Hesap günü gelmeden önce, sen kendini hesâba çektin. Sen geceleri
insanlar uyurken uyumazdın. İnsanlar kaybederken, zarar yaparken, sen
kazanırdın. İnsanlar batarken sen selâmette idin. Bugün Allahü teâlânın
rahmetine ve Rıdvânına kavuşursun." dedi. O sözünü bitirince, Ebû Bekr-i Nahşebî
kalkıp, Allahü teâlâya hamd ve Resûlullah'a selâmdan sonra; "Yâ Rabbî! İnsanlar
sâdece bildiklerini söylediler. Allah'ım sen onu rahmetinle bağışla, onu kendi
ameline bırakma." diye duâ etti.
Dâvûd-i
Tâî'nin vefâtından sonra halîfeleri, Ahmed el-Antâkî, Sa'dûn-ı Mecnûn ve yerine
vekîl bıraktığı Mârûf-i Kerhi onun tasavvuftaki yolunu devâm ettirdiler.
İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak, onların dünyâ ve âhirette
saâdete, kurtuluşa ermelerine vesîle oldular.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
HESAPTAN
KURTULUŞ YOKTUR
Bir gün,
Halîfe Hârûn Reşîd, Ebû Yûsuf'a; "Beni, Dâvûd'un yanına götür. Onu ziyâret
edeceğim. Nasîhat isteyip, duâsını alacağım." dedi. Bunun için kalkıp, Dâvûd'un
evine gittiler. İçeri girmek için izin istediler. Fakat içeri girmeye izin
alamadılar. Annesine ricâ ettiler. Annesi oğluna; "Evlâdım, müsâde et de içeri
girsinler." deyince, o; "Anneciğim, dünyâ ehli ile benim ne işim vardır? Onları
görünce, dünyâyı hatırlıyor, âhireti unutuyorum. Bunun için beni mâzur gör."
dedi. Annesi tekrar ricâ edince, kırmadı; "Ey benim Allah'ım!"Annenin hakkını
gözet, zîrâ onun rızâsı benim rızâmdır." buyurduğun için kapıyı açıyorum." dedi.
Halîfe Hârûn Reşîd ile İmâm-ı Ebû Yûsuf içeri girdiler. Dâvûd-i Tâî ile müsâfeha
yaptılar. Hârûn Reşîd'in elini tutunca, onun ellerinin nâzik bir el olduğunu
belirtti ve; "Ey Halîfe! Bunca zaman ömür ve saltanat sürdün. İnsanlara
hükmettin. Sakın zulme meyletme. Zîrâ hesaptan kurtuluş yoktur." buyurdu.
Dâvûd-i
Tâî'nin bu tesirli sohbetini dinleyen halîfe kendinden geçip, göz yaşları döktü.
Duâsını istedi. Duâdan sonra bir kese altın verdi ve; "Kendi öz malımdandır ve
helâldir, alınız." dedi. Halîfenin hediyesini ve ricâsını kabûl etmeyen Dâvûd-i
Tâî; "Size mübârek olsun. Bizim böyle şeylere ihtiyâcımız yoktur. Babamdan kalan
mal ve mülk satıldığında elime geçen altınlar bize yeter. Rabbim o paralar
bittiğinde işimizi bitirip bizi başkalarına muhtaç kılmasın. O kendisine yapılan
duâları reddetmez. İzzeti hakkı için kabûl eder." buyurdu.
Hârûn Reşîd
ve İmâm-ı Ebû Yûsuf keseyi alıp gittiler. Dâvûd-i Tâî'nin vekilharcına giderek
parasının mikdârını sordular. Vekilharcın bildirdiği mikdârı hesab ettiler. Bu
ölçüye göre parası hesap edildiğinde şeyhin vefât edeceği günü buldular.
Nakledilir ki hesab edilen gün geldiğinde İmâm-ı Ebû Yûsuf; "Gidin bakın bugün
Dâvûd-i Tâî vefât etmiştir." buyurdu. Gidip baktıkları zaman vefât ettiğini
öğrendiler. İmâm-ı Ebû Yûsuf onun hakkında; "Duâsı makbûldür. Allahü teâlânın
indinde yeri seçilmişlerin yanıdır." buyurdu. Biraz sonra haberci, Dâvûd-i
Tâî'nin ölüm haberini getirdi.
ASLANDAN KAÇAR
GİBİ
Dâvûd-i Tâî
dünyâ malına aslâ kıymet vermezdi. Vefâtından önce ziyâret edenler yastığının
kerpiç, yiyeceğinin bir çanak suya batırılmış kuru ekmekten ibâret olduğunu
görmüşlerdi. Dünyâ hakkında şöyle buyurdu: "Eğer selâmette olayım dersen,
dünyâya, haydi sana selâm olsun, diyerek vedâ et. Eğer kerâmet istersen âhirete,
sen nazarımda ölü gibisin, diyerek cenâzesini kılmak üzere tekbir al ve Allahü
teâlâyı dileyen tasavvuf yolcusunun alâmeti dünyâya rağbet etmemek, dünyâdan
zarûret mikdârıyla yetinmek, fazlasını arayıp sormamaktır ve yükün, uzun yola
çıkacak birinin ağırlığı kadar olsun. Sakın bundan fazla dünyâlığı kalbinize
yerleştirmeyin ve ey insanlar! Dünyâyı isteyenler, nefislerinin isteklerine
karşı acelecidir. Dünyâ hesâbıyla bedenlerini yorarlar. Hâlbuki dünyâya rağbet,
dünyâ ve âhirette yorgunluktan başka bir şey değildir. Zâhidlik ise dünyâda ve
âhirette rahatlıktır. Öyle ise arslandan kaçar gibi dünyâyı isteyen insanlardan
kaçmalıdır."
BEYİTLER
SECDEDE VEFÂT
ETTİ
Bir kimse anlatıyor, duydum ki Dâvûd Tâî,
Hastalanmış yatıyor, hava da güzel idi.
Ziyâret maksadıyle, gittiğimde yanına,
Gördüm koymuş başını, kerpiçten yastığına.
Hem ızdırap çekiyor, hem Kur'ân okuyordu,
Bir âyeti durmadan, hep tekrar ediyordu.
O âyetin mânâsı, şöyle idi meâlen:
"Cehennem'de şiddetli, azap var ebediyyen."
Dedim ki: "Dışarıda, çok güzel bir hava var,
Dışarı çıkarayım, isterseniz bir miktar."
Buyurdu ki: "Ömrümde, hiç uymadım kendime,
Böyle şey istemekten, sığınırım Rabbime,
Ölürsem gömün beni, şu duvar arkasına,
Görmesin kimse beni, vasiyettir bu sana."
Muhterem vâlidesi, anlatır ki şöylece;
Oğlum, ibâdet ile, sabahladı bir gece.
O gün sabaha kadar, namaz kıldı huşûyla,
Sonra da ağlıyarak, meşgûl oldu duâyla.
En son vardı secdeye, bekledi uzun mikdâr,
Kaldırmadı başını, fecir sökene kadar.
Merak ettim doğrusu, onun bu durumunu,
Bir de baktım secdede, teslim etmiş rûhunu.
Vefât ettiği gece, bir ses geldi gâibden,
İşitti cümle âlem, şöyle diyordu aynen:
"Bilin ki Dâvûd Tâî, Rabbine kavuşmuştur,
Cennet nîmetleri, şimdi onun olmuştur.
Cennetler hazırlanıp, süslendiler hep ona,
Ne mutlu Dâvûd'a ki, tam vardı murâdına."
Onun cenâzesini, taşımak gâyesiyle,
Binlerce kişi gelip ağladı gözyaşıyle.
Hazret-i İbn-i Semmâk, gelip cenâzesine,
Şu târihî sözleri, söyledi kendisine:
"Zâten ölü gibiydin, sen ecelin gelmeden,
Görmüştün hesâbını, hesâba çekilmeden."
Sen onun hürmetine, affeyle yâ Rab bizi,
Âhiret derdi ile, dertlendir hepimizi.
NE İÇİN
ŞEREFLİYDİ?
"Hangi güzel yüz ki, toprak olmadı?
Hangi tatlı göz ki, yere akmadı."
Bir şarkıcı kadından, duyunca bu sözleri,
Hidâyete gelerek, yaşla doldu gözleri.
Ve İmâm-ı A'zam'ın, hânesine giderek,
Anlattı bu hâlini, çok taaccüp ederek.
Dedi ki: "Ey efendim, bir söz duydum birazdan,
Şuûrum alt üst oldu, soğudum bu dünyâdan.
Hidâyete gelmeme, sebep oldu bu şiir,
Bu fakire, şu anda, nasîhatiniz nedir?"
İmâm'ın emri ile, öğrendi din ilmini,
Ve ilmine göre de, düzeltti her hâlini.
Sonra da, öyle kavî, sarıldı ki İslâma,
Örnek oldu hayatı, bilcümle müslümâna.
Geldi bir gün Câfer-i Sâdık'ın huzûruna,
Dedi ki: "Bir nasîhat, eyleyin lütfen bana."
Buyurdu ki: "Ey Dâvûd, zâhidisin zamânın,
Benim nasîhatime, var mı ki ihtiyâcın?"
Dedi ki: "Sen Resûl'ün, torunusun bir kere,
Ve mübârek kanından, taşıyorsun bir zerre,
Bu yüzden var elbette, bizlere üstünlüğün,
Senin nasîhatine, muhtaçtır herkes bu gün."
Buyurdu: "Korkum şu ki, mahşer günü, Peygamber,
Bana şöyle bir bakıp, buyurursa "Ey Câfer!
Sen, evlâdım olarak, böyle mi olacaktın?
Ve benim sünnetime, böyle mi uyacaktın?"
Dâvûd bunu duyunca, başladı ağlamaya,
Uğraştı sırf kalbini, Allah'a bağlamaya.
İnzivâya çekilir, sever idi uzleti,
Buna rağmen cihâna, yayılmıştı şöhreti.
Sordular sebebini, devrin âlimlerinden:
"Dâvûd, uzlette iken, bu şöhreti nereden?"
Dediler ki: "Kalbinde, sırf Allah vardır onun,
Yâni Allah'tan başka, kimsesi yok Dâvûd'un.
Mahlûktan yüz çevirip, kul, dönerse Rabbine,
Öyle şeref bulur ki, akıl ermez hâline."
Bir gece otururken hânesinin damında,
Allah'ın kudretini, tefekkürü ânında,
Başladı ağlamağa, Rabbini düşünerek
Düştü komşu damına, kendisinden geçerek.
O zât sesi duyunca bacaya çıktı birden,
Onu görüp dedi ki: "Sen mi düştün deminden?"
Buyurdu ki: "Tefekkür, ediyordum Rabbimi,
Bayılmışım ve sonra, burda buldum kendimi."
Su içine doğrayıp, yerdi hep yavan ekmek,
Nefsi azmasın diye, yemezdi yağlı yemek.
Bir gün bâzı dostları dediler: "Zaîfsiniz,
Size yağlı bir yemek, getirsek yer misiniz?"
"Evet" dediği için, getirdiler önüne,
Lâkin biraz düşünüp, yemedi ondan yine.
Dedi: "Filân kimsenin, nasıldır yetimleri?
Alıp ona götürün, bu nefis yemekleri."
KAYNAKLAR
1) Hilyetü'l-Evliyâ; c.7, s.535
2) Tabakâtü'l-Kübrâ; c.1, s.76
3) Tezkiretü'l-Evliyâ; s.141
4) Risâle-i Kuşeyrî; s.74, 75, 76, 301, 329, 572, 579
5) Câmiu Kerâmâti'l-Evliyâ; c.2, s.6
6) Nefehâtü'l-Üns; s.94
7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.1050
8) Min Alâmi'l-Ârifîn; s.79
9) Envârü'l-Kudsiyye fî Menâkıbı-ıs-Sâdetü'n-Nakşibendiyye;
s.82-86
10) Vefeyâtü'l-Â'yân; c.1, s.177
11) Keşfü'l-Mahcûb; s.109
12) Eshâb-ı Kirâm; s.326
13) Şezerât-üz-Zeheb; c.2, s.256
14) Tabakâtü's-Sûfiyye (Sülemî); s.85
15) Sıfât-üs-Safve; c.3, s.86
16) Sefînetü'l-Evliyâ; s.121
17) Tabakât-ı İbni Sa'd; s.27, 56, 276
18) El-A'lâm; c.2, s.235
19) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.154
|