ÂDEM-İ BENNÛRÎ
Hindistan'ın
büyük velîlerinden. İsmi Âdem-i Bennûrî olup, seyyiddir. Aslen Reveh
beldesindendir. Büyük annesi Afganistanlıdır. Bir vesîle ile Serhend'in kasabası
olan Bennûr'a gelip yerleşmişlerdi. Doğum târihi bilinmemektedir.
Âdem-i
Bennûrî'nin muhterem vâlidesi, bu yüksek oğluna hâmile iken rüyâsında, bâzı
nûrânî zâtların, hikmet dolu bir kandili yakıp evin tavanına astıklarını ve bu
kandilden etrâfa nûr yayıldığını gördü. Bu rüyâsını zevcine anlattığında; "İnşâallah
senden nûrânî bir çocuk dünyâya gelecektir." dedi.
Âdem-i
Bennûrî önceleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin halîfelerinden olan Hâce Hıdır'dan
feyz aldı. Yüksek hâller hâsıl oldu. Bu hâllerini Hâce hazretlerine arzetti. O
da buyurdu ki: "Bundan başkası bende yoktur. Senin bundan sonraki yetişmen,
ilerlemen, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine havâle olundu. Şimdi onun huzûruna
gidiniz."
Âdem-i
Bennûrî, Hâce Hıdır'ın işâreti ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzurlarına
kavuştu. Önceden hâsıl olan hâllerini, tasavvuf yolunda elde ettiklerini arzetti.
Hazret-i İmâm; "Bunlar başlangıç hâlleridir. Kemâle erişmek daha nerede?.."
buyurdu.
İmâm
hazretleri böyle buyurunca hatırından; "Her hâlde beni teşvik için böyle
söylüyorlar. Yoksa bundan ziyâde hangi kemâl mertebesi olacak?" diye geçti. O
yüce İmâm'a karşı îtikâdı tam olduğu için hizmetinde bulunmaya devâm etti. Az
zaman sonra onda hâsıl olanların, hazret-i İmâm'ın huzur ve sohbetinde kalbine
akıtılanlara nisbetle, başlangıç hâlleri bile sayılamadığını anladı.
Hazret-i
İmâm-ı Rabbânî'nin yüksek huzur ve sohbetlerinde yetişen Âdem-i Bennûrî, çok
faydalara, yüksek hâllere, yüce makâm ve mertebelere kavuştu. İstîdâdının
yüksekliği, fıtrat ve yaradılışının temizliği ile yüksek mürşidi İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin kuvvetli tasarrufu, çok teveccühleri sâyesinde birkaç ay gibi kısa
bir müddette, eşsiz derecelere ulaştı. İmâm-ı Rabbânî, Âdem-i Bennûrî'yi husûsî
odalarına çağırarak; icâzet verip, insanlara doğru yolu göstermek vazîfesi ile
Bennûr'a gönderdi.
İcâzet
almakla şereflendikten sonra Bennûr'a gitti. Fakat kendini irşâda, yâni
insanlara doğru yolu gösterme vazîfesine hiç lâyık görmüyordu. Sırf hocasının
emirlerine uymak için birkaç kişiye Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
bildirdi. Ama kalbi irşâd vazîfesinde ve makâmında bulunmaktan hoşlanmıyordu.
Bir süre sonra yine, hazret-i İmâm'ın sohbetine gitmekle şereflendi. Aynadan
parlak olan mübârek kalpleriyle, onun bu işten hoşlanmadığını ve pek gayret
göstermediğini bildiler ve; "Allahü teâlâ sizden; irşâd ve hidâyet kudretin
olduğu hâlde, niçin kendini bu işten muaf tuttun? diye soracak." buyurdu.
Hazret-i İmâm bunu kuvvet ve kesinlikle söyleyince, çâresiz bütün gayretini bu
işe verdi.
Âdem-i
Bennûrî, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymaya, bid'atleri yok
etmeye, tam istikâmet sâhibi olmaya çalıştı.
Fakirle
zengini, darda olan ile rahatlıkta olanı, hizmetçi ile efendiyi, oğlu ile
talebesini bir tutup, hepsine ikrâmda bulunmak onun güzel ahlâkından idi.
Yemeğin, gönül huzûru, tam bir temizlik ve abdest ile pişirilmesini buyurur ve
eşit olarak dağıtılmasına ihtimâm gösterirdi. Meclisinde; riyânın, iki
yüzlülüğün ve yapmacıklığın yeri yoktu. Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker onun en
güzel huyu idi. Bilhassa dünyâyı sevenlere, dünyâya düşkün olanlara, o kadar
hakîmâne ve edîbâne olarak, öyle güzel ve tesirli sözler söylerdi ki, başkaları
kolay kolay öyle sözler söyleyemezdi. Bu faydalı sözleri karşısında hiçkimse ona
kırılmazdı. Sözü kime ve ne için ise, tesirli olur, Allahü tealânın izniyle
tesiri, o anda görülür ve o kimse tövbe etmekle şereflenirdi. Konuştuğu zaman
bütün sözleri ya iyiliği emir şeklinde, veya ilim ve mârifet olurdu. Böyle
olmayan sözler pek az duyulurdu. Görünüşte ilgisiz gibi olan sözler söylediği
zannedilse bile onun da altında mutlaka bir nasîhat ve bir hikmet bulunurdu.
Onun sohbeti insanları kötü sıfatlardan, fenâ ahlâktan ve alçak dünyâyı sevmek
ve ona düşkün olmaktan temizlerdi.
Seyyid
Âdem-i Bennûrî, zamânında yeryüzünün en meşhûr en büyük mürşidlerinden, hidâyet
rehberlerinden idi. Talebelerinin sayısı yüzbinden çoktu. Her tarafta büyük
kabûl gördü. Dünyânın her tarafından grup grup insanlar, aradaki mesâfenin
uzaklığı ve yol meşakkatine aldırmaksızın huzûruna gelirler, sohbetinde bulunmak
şerefine kavuşmağa can atarlardı. Bu sebeple dergâhı, devamlı kalabalık olurdu.
Herkese
yardımcı olmaya çalışırdı. Kendisine gelen ihtiyaç sâhibi bir kimseyi boş
çevirmez, yapabildiği nisbette yardımcı olur, o kimsenin işini hâllederdi.
Başkalarına yardımcı olmaya çalışırken başına bâzı sıkıntılar gelse, onlara
sabreder, şikâyette bulunmazdı.
Âdem-i
Bennûrî, kimi talebeliğe kabul etse, bîat etme yâni teslim olma ânında onu
fenâ-i kalb yâni evliyâlığın en yüksek makâmına ulaştırırdı. Bir gün huzûruna
bir fâsık kimse gelip, bîat etmek, yoluna girmek istedi. Âdem-i Bennûrî ona;
"Önce Resûlullah efendimizin dîni üzere bulun, emirlerini yap, yasaklardan
kaçın. Sonra yanımıza gel" buyurdu. O kimse kalbi kırık şekilde yanından
ayrıldı. O zaman Âdem-i Bennûrî'ye; "Ne iş yaptın biliyor musun? Bizi isteyeni
kapından kovdun." diye ilâhî bir ses geldi. Talebelerinden birini hemen
arkasından gönderip, adamı dergâha çağırdı fakat adam gelmedi. İkinci defa bir
başka talebesini gönderdi. Adam yine gelmeyince halîfelerinden birini arkasından
göndererek; "Kulağına benim tarafımdan Allah mübârek lafzını söyle." dedi.
Halîfe giderek; "Bir dakika sana bir şey söyleyeceğim." deyince adam durdu.
Adamın kulağına; "Allah." dedi. O zât bu şerefli ismi duymakla, fenâ-i kalb
makâmına ulaştı.
1643
(H.1053) senesinde talebelerinden birinin bir işi için Lâhor'a gitti. Yanında
Afganlılardan ve başkalarından onu seven kalabalık bir cemâat vardı. Bazıları
onun gelişini zamânın sultânına yanlış haber verdiler. Hattâ öyle sözler
söylediler ki, bu sözlerden mübârek hâtırı incinip, işini çabuk hâlledip bitirdi
ve Lâhor'dan ayrıldı. Zâten eskiden beri, Peygamber efendimizin ve Beytullah'ın
aşkıyla yanmakta idi. Lâhor'dan ayrıldıktan sonra memleketi olan Bennûr'a döndü
ve oradan Harameyn-i şerîfeyne, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye doğru
yola çıktı.
Öyle bir
aşk, muhabbet ve edebe sâhipti ki, hacdan sonra, Mescid-i Kubâ'dan Mescid-i
Nebevî'ye kadar olan yolu, her adımda iki rekat namaz kılarak gitti.
Medîne-i
münevvereye gidince, Kabr-i Nebevî'yi ziyâretinde, Peygamber efendimiz onun
selâmını aldı ve pek az kimseye nasîb olan müsâfeha etmek şerefine kavuştu.
Ziyâretten
sonra, memleketine dönmek üzere ayrılmak istediği zaman, Resûlullah efendimizden
saâdet müjdesi aldı. Kendisine hitâben; "Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!"
buyuruldu. Bunun üzerine orada kaldı ve 1644 (H.1054) senesinde; Medîne-i
münevverede, çok sevdiği, hiç unutmayıp her an zikrettiği Rabbine, yüksek ceddi
olan Resûlullah efendimize ve diğer sevdiklerine kavuştu. Emîr-ül-mü'minîn
hazret-i Osmân-ı Zinnûreyn'in kabrine çok yakın bir yerde defnolundu. Öyle ki,
hazret-i Osman'ın türbesinin gölgesi Seyyid Âdem-i Bennûrî'nin kabrinin üzerine
gelirdi.
Seyyid
Âdem-i Bennûrî, daha ilk teveccühde, talebeyi fenâ-i kalb makâmına ve nisbet-i
müceddidiyyeye ulaştırırdı. Allahü teâlâ tarafından ona, müceddidiyyede husûsî
bir tarz ve yol ihsân edildi. Bu yola, "Ahseniyye" denilmektedir. Bu kendi yolu
ile insanları Allahü teâlâya yaklaştırıyordu. Bu hâli, İmâm-ı Rabbânî hazretleri
çok önceleri, şu sözleri ile işâret etmişlerdi: "Size bizden istifâde
ettiğinizden daha çoğu gaybî olarak verilecektir. Sizin yolunuza giren mağfiret
olunmuştur. Kıyâmette size yeşil bir sancak verilir. Size tevessül edenler,
yolunuzda gidenler, sizi tâkib edenler kıyâmet gününde o sancağın altında râhat
ve gölgede olurlar."
Seyyid
Âdem-i Bennûrî hazretleri, Allahü teâlânın dînine, insanların saâdete,
kavuşmalarına çok hizmet etti. Dört yüz binden ziyâde kimse onun elinde tövbe
edip hidâyete kavuştu.
Birçok eser
yazdı. Bunlardan Gülzâr-ı Esrâr-ı Sûfiye adlı eseri basılmıştır. Mektupları ve
sözlerinin toplandığı Netâic-ül-Haremeyn adlı yazma eser Pakistan'ın Peşaver
Kütüphânesindedir.
KAYNAKLAR
1) Hadarât-ül-Kuds; s.383
2) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî; s.323
3) Persian Literatura; c.2, s.991
4) Hazinet-ül-Asfiyâ; c.1, s.630
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.15, s.153
|