CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

1.   2.   3.   4.   5.   6.   7.   8.   9.   10.   11.   12.
     
 

ADİYY BİN MÜSÂFİR

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Adiyy bin Müsâfir bin İsmâil Hakkârî, künyesi Ebü'l-Fedâil, lakabı Şerefüddin'dir. Soyu hazret-i Osman bin Affân'a ulaşır. Ba'lebek civarında Beyt-ü Kâr denilen yerde 1074 (H. 467) senesinde doğdu. 1162 (H 557) senesinde Musul'a bağlı Hekkâriyye Dağındaki dergâhında vefât etti. Oraya defnedildi.

Adiyy bin Müsâfir hazretleri, zamânın bereketi, hâller ve kerâmetler sâhibi bir zât idi. Akîl el-Menbecî, Hammâd ed-Debbas, Ebû Necib Abdülkâhir es-Sühreverdî, Abdülkâdir-i Geylânî el-Ceylî, Ebü'l-Vefâ el-Hulvânî ve Ebû Muhammed eş-Şenbekî ve başkalarından ilim ve tasavvuf terbiyesi aldı. Kemâle geldi, olgunlaştı.

Ebü'l-Berekât İbn-ül-Müstevfî, Tarih-i İrbil isimli eserinde; "Şeyh Adiyy bin Müsâfir'i gördüğümde, ben daha çocuktum. O mübârek zât, orta boylu, esmer renkli ve çok fazîletli idi. Onun üstünlüğü ve güzel ahlâkı ciltlerce yazılsa anlatılamaz." demektedir.

İbn-ül Ehdel; "Onun çok kerâmetleri görüldü. Kükremiş bir arslanın yanında onun ismi söylense arslan durur, onun duâsı sebebiyle deniz dalgaları, Allahü teâlânın izniyle sükûnet bulurdu." demektedir.

Adiyy bin Müsafir önceleri dağlarda, ovalarda, sahralarda dolaşır, nefsini ıslâha çalışırdı. Uzun seneler, böyle yaşadı. Öyle hâl sâhibi oldu ki, vahşî ve yırtıcı hayvanlar kendisine bir şey yapmazdı. Daha sonra Musul civârında, Hekkariyye Dağı denilen bir yerde, büyük bir dergâh yaptırdı. Çeşitli yerlerden insanlar akın akın oraya gelip, ilim ve edeb öğrendiler. Evliyâdan çok kimse onun talebesi oldu. Bu dergâhın, zamânında bir benzeri olmadığı söylendi.

İbn-i Şühbe ise bir eserinde; "O, âlim, fakîh bir zâttı. Mücâhede yolunun büyüklerinden biri olup, sabrı çoktu. Başkaları bu mertebeye ulaşamadı. Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri kendisini çok medh ü senâ etti ve evliyâullahın ileri gelenlerinden olduğunu söyledi." diye anlatmaktadır.

Âdiyy bin Müsâfir duâsı makbûl bir zattı. Talebelerinden Şeyh Ömer şöyle anlatır:

Ben bir gün Adiyy bin Müsafir hazretlerinin yanındaydım. O sırada bir kısım insanlar onu ziyâret için geldiler. Aralarında Hatîb Hüseyin isimli bir zât vardı. Adiyy hazretleri bu zâta dönerek; "Yâ Hatîb Hüseyin! Sen ve yanındakiler falan yere gidin, bir mikdâr taş çıkarın ve bahçenin yanına getirin, onunla bahçenin duvarlarını yapacağız." buyurdu. Hatîb Hüseyin hiç îtirâz etmeden yanındakileri alarak, söylenilen yere taş çıkarmaya gittiler. Adiyy hazretleri de o yerdeki dağın eteğine gitti. Onlar taşları çıkararak aşağıya yuvarlıyorlardı. Bir ara yuvarlanan taş bir kişiye isâbet etti. O kişi hemen öldü. Bunun üzerine Hatîb Hüseyin bağırarak; "Falancaya taş çarptı ve Allahü teâlânın rahmetine kavuştu." dedi. Hatîb Hüseyin'in sesini Adiyy hazretleri işitti. Onların yanına gelerek, ölen kimsenin yanında durdu. Ellerini kaldırıp duâ etti. Duâ bitince o şahıs ayağa kalktı. Kendisine hiç taş değmemiş gibi sapasağlamdı.

Yine bir gün Adiyy hazretlerinin yanına gittim. Evliyânın hâllerinden ve menkıbelerinden anlatıyordu. Bir ara; "Falan yerde bir kimse vardır. O anasından doğma kördür. Aynı zamanda baras hastası ve hâl sâhibi bir zâttır." dedi. Ben içimden; "Adiyy hazretleri himmet etseler, o kimse o durumdan kurtulsa." dedim.

Daha sonra onun yanından ayrıldım. Başka bir gün yine Adiyy bin Müsâfir'i ziyârete gittim. Bana; "Yâ Ömer! İhtiyaç hârici hiç konuşmamak şartıyla, bana bir seferde arkadaş olur musun?" dedi. Ben de; "Evet." dedim. Bulunduğumuz yerden çıkarak yola koyulduk. Ben Adiyy hazretlerini tâkib ediyordum. Beriyet denilen yere geldiğimizde, açlıktan yürüyemez hâle geldim ve Adiyy hazretlerinden geride kaldım. Geri dönerek bana; "Ya Ömer! Yürüyemiyor musun?" dedi. Ben de; "Yâ Üstâd! Çok acıktım ondan yürüyemiyorum." dedim. Bunun üzerine biraz ilerde duran bir ağacın meyvelerini toplayarak bana verdiler. Onları yiyince ayaklarıma kuvvet geldi ve yürümeye başladım. Sonunda köye vardık. Köyün içinde bir çeşme vardı. Çeşmenin yanındaki ağacın altında, gözleri kör ve baras hastası bir genç oturuyordu. O genci görünce, Adiyy hazretlerinin birkaç gün önceki konuşmaları aklıma geldi. Kendi kendime; "Adiyy hazretleri herhâlde bu gence duâ etmeye geldiler. Bu duânın bereketiyle bu hâlden kurtulur." diye düşündüm. O anda Adiyy hazretleri bana dönerek; "Senin kalbinde ne vardır?" dedi. Ben de;"Allahü teâlânın hürmetine duâ buyur da, bu genç şifâ bulsun." dedim. O zaman; "Yâ Ömer! Benim sırlarımı açığa çıkarma." deyince, ben de onun sırlarını açıklamayacağıma dâir yemin ettim. Adiyy bin Müsâfir, çeşmenin başına gidip abdest aldı. Sonra gelip iki rekat namaz kıldı. Sonra o gencin yanına gelip mübârek eli ile mesh etti ve; "Bi iznillahi, Allahü teâlânın izni ile kalk." dedi. Genç de hemen ayağa kalktı. Sanki hiç kör ve baraslı değilmiş gibi sapasağlam oldu. Sonra o köyün halkı gelip, Adiyy hazretlerinin yanına oturdular. Adiyy bin Müsâfir onlarla bir süre hikmetlerden konuştu. Sonra dergâhımıza gitmek için yola çıktık. Kısa bir zaman yürüdükten sonra dergâha geldiğimizi gördüm.

Adiyy bin Müsâfir hazretleri kabirdekilerin hâlini bilir onlara da himmet edip yardıma koşardı. Recâ'î el-Barestekî şöyle anlatır:

Birgün Adiyy hazretleri dergâhından çıktı. Bir müddet yürüdükten sonra, beni yanına çağırdılar ve; "Yâ Recâ'î, sen işitiyor musun? Bu kabrin sâhibi nasıl bana yalvarıyor ve benden yardım istiyor." dedi ve eliyle bir kabri işâret etti. Ben o kabre baktığımda, kabirden siyah bir dumanın çıktığını gördüm. Sonra Adiyy hazretleri o kabrin başına giderek, Allahü teâlâya onun affedilmesi için duâ edince, o mezarın üzerinden çıkan siyah duman kayboldu. Adiyy hazretleri beni yanlarına çağırarak; "Yâ Recâ'î, Allahü tealâ bunu affetti ve bundan azâbını kaldırdı." dedi. Sonra kabirde bulunan zâta; "Yâ Hüseyin, senin hâlin iyi midir?" diye sordular. O kabirdeki zât da; "Evet, benim hâlim iyidir. Allahü teâlâ benden azâbını kaldırdı." dedi. Sonra Adiyy hazretleriyle dergâha döndük.

Harikulâde halleri pekçoktu. Ömer bin Muhammed şöyle anlatır:

Adiyy bin Müsâfir hazretlerine yedi sene hizmet ettim. Çok hârikulâde hâllerini müşâhede ettim. Onlardan biri şudur: Birgün, mübârek ellerine su döküyordum. Bana; "Bir arzu ve isteğin var mı?" buyurdu. Ben de; "Kur'ân-ı kerîmi doğru okumayı çok arzu ediyorum. Fâtiha ve birkaç sûreden de başkası ezberimde değil." deyince, mübârek eliyle göğsüme vurdu. O anda bütün Kur'ân-ı kerîmi ezberimde buldum. Onun huzûrundan çıktığımda Kur'ân-ı kerîmi hakkıyla okuyordum.

Bir gün bana; "Sen şimdi denizin içinde olan şu altıncı adaya git. Orada bir mescid göreceksin. O mescide gir. Orada bir ihtiyar var. Ona; beni Adiyy gönderdi, îtirâzı bıraksın. Nefsinden yana çıkmasın dedi, de!" buyurdu. Ben de; "Peki efendim." dedim. Fakat nasıl gideceğim diye kalbimden geçirirken, hocam; "Gözlerini kapa! buyurdu. Kapadım. Bir anda, kendimi o adada buldum. Mescidi gördüm ve hemen girdim. Heybetli ve tefekküre dalmış bir ihtiyar vardı. Kendisine, bana buyrulanın aynısını söyledim. Çok ağladı, duâ ve istiğfâr etti. Sonra bana; "Şu anda yedi seçilmiş kimseden biri vefât hâlindedir. Onun yerinde ben olmayı kalbimden geçirdim ki, sen geldin." dedi. Sonra bir anda kendimi Adiyy bin Müsâfir hazretlerinin huzûrunda buldum. Bana; "O, seçilmiş on kuldan biridir." buyurdu.

Ebû İsmâil Yâkûb bin Abdülmuktedir şöyle anlatır:

Ben, devamlı gezen bir kişi idim. Bir gün Adiyy bin Müsâfir hazretleri ile görüşmek istedim. Bir seyahatim esnâsında bir yerde, Hemedan'a gitmekte olan Adiyy bin Müsâfir ile karşılaştım. Bana; "Sen bir yerden geçerken vahşî hayvanlar görüp korkarsan, onlara;size, Adiyy gitsinler dedi, dersin. Denizde yolculuk yaparken fırtına çıkıp büyük dalgalar olursa, dalgalara; Adiyy bin Müsâfir dursun dedi, dersin." buyurdu. Oradan ayrıldıktan sonra bir yere giderken, yolda karşıma vahşî hayvanlar çıktı. Onlara; "Adiyy bin Müsâfir gitsinler dedi." deyince, yerlerinde durdular sonra başlarını önlerine eğerek bana hiç zarar vermeden uzaklaşıp gittiler. Yine bir gün deniz yolculuğu yapıyordum. Öyle bir fırtına çıktı ki, gemi neredeyse batacaktı. Dalgalar gemiyi bir o tarafa bir bu tarafa yatırıyordu. O anda, Adiyy bin Müsâfir hazretlerinin bana söylediği sözler aklıma geldi. Hemen; "Adiyy bin Müsâfir hazretleri, sizin durmanızı söyledi." dedim. Bunu söyler söylemez, âniden rüzgâr kesildi ve dalgalar durdu. Deniz sâkinleşince, ben de normal seyahatime devâm ettim.

Emîr İbrâhim Mihrânî zamanında, Cerâhiyyet kalesinde bir sûfî cemâati vardı. Emîr İbrâhim, Adiyy hazretlerini çok severdi, fakat sûfîler bunu kıskanırlardı. Hiçbiri Adiyy bin Müsâfir'in derecesine ulaşamamışlardı. Emîr İbrâhim'in yanına geldiklerinde, emîr onlara Adiyy hazretlerinin menkıbelerinden anlatırdı. Bir gün emîr İbrâhim'e; "Eğer biz onun yanına gidebilseydik ona altından kalkamayacağı sorular sorarak mahcûb ederdik." dediler. Bunun üzerine emîr İbrâhim onları Adiyy hazretlerinin dergâhına gönderdi. Onlar Adiyy bin Müsâfir'in huzûruna gelip oturdular. Birisi Adiyy hazretlerine bir şeyler sordu. Fakat Adiyy hazretleri onunla konuşmayıp sükût etti. Konuşan kimse, Adiyy hazretlerinin sorduğu suâllerin cevâbını bilemediğini sandı. Adiyy bin Müsafir onun düşüncesini anladı ve oradakilere; "Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki; şu iki dağa birleşin dese, hemen birleşirler." buyurdu. Sûfîler, karşıdaki bir dağ ile diğer bir dağın birleştiğini gördüler. Bu duruma çok şaşırdılar. Sonra Adiyy hazretleri o dağa işâret etti. Dağ tekrar eski hâline geldi. Sûfîlerin hepsi, hemen Adiyy hazretlerinden özür dileyerek, tövbe ettiler. Bir müddet daha dergâhda kaldılar. Daha sonra memleketlerine döndüler.

Muhammed Reşâ şöyle anlatır:

Birgün bir yere gidiyordum. Geçtiğim yol çok acâib dikenlerle kaplı idi. Kendi kendime; "Birçok insan buradan atlarla geçerler. Biz de ayakkabı ile geçmemize rağmen bu dikenler bizi rahatsız ediyorlar, Adiyy hazretleri ise buralardan yalın ayak geçer. Acaba şimdi ne yapar?" diye düşündüm ve ağladım. O anda Allahü teâlâ benim kalb gözümü açtı. Adiyy hazretlerinin nurdan bir şeyin üzerinde yürüdüğünü, yerden yedi zırâ kadar yüksekte olduğunu ve dikenlerin ona zarar vermediğini gördüm.

Şeyh Ebû Hafs Ömer şöyle anlatır:

Birgün Adiyy hazretlerinin yanındaydım. Adiyy hazretlerine; "Bana gâiblerden birşey göster." dedim. Bunun üzerine bana bir mendil verip; "Bunu gözlerinin üzerine koy ve gözlerini kapat." dedi. Ben de dediği gibi yaptım. Bir süre sonra; "Gözlerini aç." buyurdular. Gözlerimi açınca, omuzlarımdaki kirâmen kâtibin melekleri ile amellerimi satır satır gördüm. Bu hâl üzere üç gün kaldım. Sonra Adiyy hazretlerine, beni bu hâlden kurtarması için yalvardım. Aynı şekilde yüzümü örtüp, tekrar açtılar. Böylece bendeki bu hâl kayboldu ve eski hâlime döndüm.

Ebû İsrâil bin Abdülmuktedir şöyle anlatır:

Ben, bir dağda üç sene tek başıma yaşadım. Bu sırada kitabımın ikinci cildini yazıyordum. Kitabımı yazarken, yanıma kurtlar gelir, beni koklarlar, yalarlar ve hiç zarar vermeden yanımdan giderlerdi. Bu duruma ben çok şaşırırdım. Kendi kendime; "Eğer bu kurtların böyle olmasını sağlayan bir velî varsa, o muhakkak Adiyy hazretleridir. Belki şimdi yanımdadır ve bana selâm da verir." diye düşündüm. O anda selâmının sesi geldi. Gördüm ki, Adiyy hazretleri yanımda duruyor. Ben, olup bitenleri ona anlattım. Bunun üzerine ayağa kalktı ve mübârek ayağını yere vurdu. Yerden çok güzel bir su fışkırdı. Sonra ikinci defa ayağını yere vurdu. Oradan da bir nar ağacı yetişti. Sonra bana dönerek; "Ben Adiyy'im. Lakin bunların hepsi, Allahü teâlânın izni ile oldu. Yâ İsrâil, buraya gel ve bu ağacın meyvesinden ye ve bu pınarın suyundan da iç!" buyurduktan sonra oradan ayrıldı. Ben, orada iki sene daha kaldım.

Musul'da Yûnus isminde birisi vardı. Şehrin en büyük âlimi oydu. İnsanların Adiyy bin Müsâfir'e yöneldiklerini, ona olan rağbetlerini görüp, hased etti. "Gidip onu imtihan edeceğim bakalım ilimdeki derecesi nedir?" dedi. Kâdı bin Şehrzûrî ile birlikte yola çıktılar. Kâdı; "Ben sırf ziyâret için gidiyorum, imtihân etmek için değil." dedi. Yûnus ise; "Benim maksadım insanlar arasında onu imtihân edip hâlini herkese göstermek. Ziyâret için gittiğim yok." dedi. Adiyy bin Müsafir'in yanına varınca, Adiyy bin Müsafir, Kâdı'ya iltifât etti fakat Yûnus adlı zâta iltifât etmedi. O ikisi oturunca Adiyy bin Müsafir Yûnus'a îtikâd ile ilgili bâzı sualler sordu. İlk suâle cevap verdiyse de diğerlerine cevap veremedi sükût etti. Sonra; yalnız Kâdı, Adiyy bin Müsâfir'in elini öpüp huzurdan ayrıldılar. Memleketlerine döndüler. Yolda Kâdı, Yûnus denen zâta; "Hani sen Adiyy bin Müsâfir'i imtihân edecektin? Sana sordu cevap veremedin. Niçin böyle yaptın?" deyince, o zat; "Adiyy bin Müsâfir'in sağında ve solunda ağızlarını açmış birer arslanın, konuşacağım sırada beni yemek istediklerini gördüm. Bu sebeple orada konuşamadım." dedi. Bunun üzerine Kadî; "Elbette, o Allahü teâlânın velîsidir. Onlara îtirâz etmek uygun değildir." dedi.

Adiyy bin Müsâfir hazretlerinin sohbetleri çok tatlıydı. Sevgi, muhabbet ve teslimiyetten çok bahsederdi. Buyurdu ki:

"Allahü teâlanın kullarına verdiği ilk ve en büyük nîmeti, onların kalplerini îmâna açması ve kalblerine îmânı yerleştirmesidir.

Bu nîmetten sonra, Allahü teâlâyı bilmek en büyük nîmettir. Allahü teâlâyı bilmek dînen vâcibdir.

Allahü teâlâyı bildikten sonra, O'nun kazâsına, kaderine, hayrına, şerrine, azına, çoğuna, acısına, tatlısına, mahbûbuna sevgili gelene ve mekrûhuna kötü gelene rızâ gösterip, hepsinin Allahü teâlâdan olduğuna inanmak ve teslîm olmak büyük nîmettir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Allah, kime hidayet etmeyi dilerse, İslâma onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir. Her kimi de sapıklıkta bırakmak isterse, onun kalbini öyle daraltır sıkıştırır ki, îmân teklifi karşısında göğe çıkacakmış gibi olur. Allah, îmân etmeyenler üzerine, böyle âzâb bırakır."(En'âm sûresi: 125)

Adiyy bin Müsafir hazretlerine; "Âlim kimdir?" denildi. Buyurdu ki:

"İnsanlara doğru yolu gösteren âlim şu kimsedir ki; kendi huzûrunda iken senin kalbini derleyip toparlayan, yokluğunda seni her türlü kötülüklerden haram, günah ve çirkin şeylerden koruyan, sâhib olduğu en güzel ahlâk ile seni terbiye eden ve o ahlâkla ahlâklanmanı sağlayan, kendine mahsus terbiye usûlleriyle terbiye eden, kendi îmân nûrunun parlaklığıyla talebesinin kalbini parlatan ve kalbini kötülüklerden temizleyendir. Talebe ise; Allahü teâlânın sevdikleri ile berâber olduğu zaman edebi gözetip, güzel ahlâk sâhibi ve her işte tevâzu üzere olan, âlimlerin huzûrunda onları can kulağı ile dinleyen kimsedir."

Hikmetli sözleri pekçoktur. Buyurdu ki:

Allahü teâlânın evliyâsı, yemek, içmek ve uyku ile, başkasının hakkında konuşmakla, birisine vurmakla bu makâma kavuşmadı. Ancak mücahede ve riyâzet çekmekle kavuştu.

Edebini, edeb öğreten hocadan almayan, kendisine uyanları yanlış yola götürür.

En küçük bid'atten bile kaçınmayandan, zararı dokunmasın diye siz ondan kaçın.

İlimden yalnız konuşma ile yetinen ve hakîkati ile sıfatlanmayan helâk olur. İbâdet yaparken, fıkhın gereğini yerine getirmeyen ibâdet yapmış sayılmaz. Fıkıh bilgisi öğrenirken verâ sâhibi olmayan aldanır. Kendisine lazım olan işleri yapansa kurtulur.

Elinden hârikalar zuhûr eden birini görürseniz, hemen o hâline aldanmayın. Hak teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmasını görünceye kadar dikkatli olun.

İyi ahlâk; herkese sevdiği şeye göre muâmele etmektir. Konuşurken, otururken hiç kimseye yabancılık çektirmemektir. Mârifet ehli ile otururken, huzûr içinde bulunmaktır. Gâye bu zâtlardan istifâde ise, bundan başka yolu yoktur.

Ölüm haktır, öldükten sonra dirilmek haktır. Münker ve Nekir'in suâl sormaları haktır. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Allah, îmân edenleri hem dünyâda, hem âhirette (kabirde) sâbit söz olan şehâdet kelimesi ile tesbit eder. Tevhîde bağlı kılar. Allah zâlimleri (kâfirleri) şaşırtır ve Allah dilediğini yapar." buyruluyor. (İbrâhim sûresi: 27)

Kabir sıkması, kabir azâbı ve nîmetinin hesâblâ mîzânın hak olduğuna inanmalıdır. Mîzânın iki kefesi vardır. Burada kulların iyilikleri ve kötülükleri tartılır. İyilikleri hafif gelen Cehennem'e gider. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden mümin olanlarına şefâatı haktır.

Sırat haktır. Buna inanmalıdır. Kıldan ince, ateşten daha sıcak, kılıçtan keskin, uzunluğu dünyâ senesiyle otuz altı senedir. Üzerinden salih müminler şimşek gibi geçecek, fâcirler (günâhkârlar) altındaki Cehennem'e düşeceklerdir. Peygamber efendimize ikrâm olunan havz haktır. Cennet, iyilere ve Allahü teâlânın dostlarınadır ve ebedîdir. Cehennem ise, fâcir ve günâhkârlaradır ve ebedîdir. Cennet'le Cehennem arasında, Allah tarafından bir münâdî (nidâ eden) şöyle seslenir: "Ey Cennet ehli, Cennet'te; ey Cehennem ehli, Cehennem'de ölümsüz (sonsuz) olarak kalınız."

Kafir olan Cehennem ehli, Cehennem'de ebedî olarak kalıcıdır. Allahü teâlâ hepimizi bundan muhâfaza buyursun. Âmin.

Sonradan Adiyy bin Müsafir hazretlerinin insanları, irşâd etmekteki yoluna Adeviyye yolu dendi ve bu isimle şöhret buldu. Çok kimse bu tarîkate girdi. Bu yolun silsilesi Ebû Saîd Harrâz ve onun vâsıtasıyla da hazret-i Ömer'e nisbet edilir.

Bu yolun da zamanla erbâbı kalmamış sonradan gelen câhil kimseler hem îtikâd hem de amelde hak yoldan ayrılmışlar sapık yollar tutmuşlardır.

Adiyy bin Müsâfir hazretlerinin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır: 1) İ'tikâdü Ehl-is-Sünnet vel-Cemâa, 2) Vasâya.

 

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

BİZE GEL, BİZE!

Şeyh Lâhık anlatır:

Bir gün Adiyy bin Müsâfir'in huzurunda idik. Bize bir şeyler anlatıyordu. Bir ara batı tarafına yönelip; "Bize gel, bize gel!" dedi ve konuşmasına devâm etti. Bir müddet sonra ikinci defâ; "Bize gel, bize gel!" dedi. Bu sırada talebelerinden birisi; "Efendim! Bize gel, bize gel, buyurdunuz bunun mânâsı nedir?" diye sordu. "Şu anda Kostantiniyye'de (İstanbul'da) birisine Allahü teâlânın hidâyeti yetişti ve müslüman olmak istiyor. Oradan, kendisine İslâm'ın emirlerini öğretecek birini aramak için yola çıktı. Oradakiler yolundan çevirmek için uğraştılarsa da muvaffak olamadılar. İşte bunun için onu yanıma çağırıyorum. Allahü teâlâdan, onun talebelerimden olmasını istedim. Allahü teâlâdan onun hemen buraya ulaşmasını diliyorum." buyurdu.

Bu sebeple iki gün Adiyy bin Müsâfir'in yanında kaldık. Üçüncü gün ikindi namazı vaktinde Şeyh bize döndü; "Kalkınız Konstantiniyye'de Allahü teâlânın hidâyet buyurduğu kardeşinizi karşılayınız." buyurdu. Zâviyeden dışarı çıktığımızda o zâtın dağdan aşağı doğru inmekte olduğunu gördük. Üzerinde papaz elbisesi vardı. Adiyy bin Müsâfir'in huzuruna girip müslüman oldu. Adiyy bin Müsâfir ona; "İsmin nedir?" diye sordu. "Abdulmesîh." dedi. Ona Abdullah ismini verdi. Adiyy bin Müsâfir'in yanında kaldı. Adiyy bin Müsâfir hazretleri ona namazın şartlarını ve İslâm'ın diğer emirlerini öğretti. Kur'ân-ı kerîmden bir mikdâr ezberletti. Nihâyet sâlih bir müslüman oldu. Sonra onu İrşâd etmesi, insanlara doğru yolu göstermesi, terbiye etmesi, onlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmesi için Acem taraflarına gönderdi. Orada hocası Adiyy bin Müsâfir'in ismini koyduğu bir zâviye yaptı. Pekçok talebe yetiştirdi.

 

BEYİTLER

SÛİ ZAN HARAMDIR

Bin yetmiş dört yılında, Musul'da doğan bu zât,

Seksen altı yaşında, bu yerde etti vefât.

 

Osman ibni Affân'ın, sülâlesinden gelir,

Kerâmetler sâhibi, hâl ehli bir velîdir.

 

Aslâ dokunmazlardı, ona vahşî hayvanlar,

Duâsıyla sükûnet, buluyordu dalgalar.

 

Bir gün talebesine, buyurdu ki: "Evladım,

Bir isteğin var ise, edeyim sana yardım."

 

Dedi: "Ezberlemeyi, istiyorum Kur'ânı,

Lâkin zayıf hâfızam, var mı bunun imkânı?"

 

"Bu iş kolay." buyurup, mübârek bir eliyle,

Göğsünün üzerini, mesh etti tamâmiyle.

 

Açıldı hâfızası, talebenin tam o an,

Baktı ki ezberine, girmiş hem bütün Kur'ân.

 

Bir gün de buyurdu ki: "Filânca adaya git,

Oraya vardığında, göreceksin bir mescit.

 

İçerdeki kimseye, benden selâm söyle ve,

De ki, işine baksın, karışmasın kimseye."

 

"Peki." dedi ise de, o büyük evliyâya,

Lâkin nasıl gidilir, bilmezdi bu adaya.

 

Böyle düşündüğünü, anlayıp o bu sefer,

Buyurdu ki: "Gözünü, az kapatıp açıver."

 

Kapatıp açtığında, hizmetçi gözlerini,

Bir anda o adada, buluverdi kendini.

 

O mescidi bularak, içeri girdiğinde,

Gördü o ihtiyârı, hemen duvar dibinde.

 

Selâm verip dedi ki: "Musul'dan geliyorum,

Adiyy bin Müsâfir'den, selâm getiriyorum.

 

Buyurdu ki, o baksın, kendi vazîfesine,

Ve aslâ karışmasın, başkasının işine."

 

O bunları duyunca, başladı ağlamağa,

Dedi: "Düşündüğümden, tövbe ettim Allah'a.

 

Şimdi bir müslümana, sû'i zan ediyordum,

O kişi, niçin böyle, yapıyor ki, diyordum.

 

Henüz gelmiş idi ki, bu düşünce, yâdıma,

O anda seni gördüm, yetiştin imdâdıma."

 

Talebe, o Velî'nin, tebliğ edip sözünü,

Sonra hiç beklemeyip, yumdu iki gözünü.

 

Açtığında gördü ki, bu defâ Musul'dadır,

Adiyy bin Müsâfir'in, nûrlu huzûrundadır.

 

KAYNAKLAR

1) Kalâid-ül-Cevâhir; s.85

2) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.137

3) Câmi'u Kerâmât-il Evliyâ; c.2, s.147

4) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.6, s.275

5) El-A'lâm; c.4, s.221

6) Vefeyât-ül-A'yân; c.3, s.254

7) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.179

8) İ'tikâdü Ehl-is-Sünneti vel-Cemâa, (Süleymâniye Kütüphânesi, Şehîd Ali Kısmı, No: 2763/5)

9) Menâkıb-ı Adî bin Müsâfir, (Üniversite Kütüphanesi, Arapça Yazmalar Kısmı, No: 5470)