ABDÜLVÂHİD BİN ZEYD
Meşhûr
hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden. Tebe-i tâbiînden olup, Basra'da
yaşamıştır. Künyesi Ebû Beşr el-Basrî'dir. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak
bilinmemektedir. 793 (H. 177) veya 802 (H. 186)'de, bir rivayete göre de 805 (H.
189) senesinde vefât etmiştir.
Abdülvâhid
bin Zeyd hazretleri, Tâbiîn devrinde meşhûr hadîs ve fıkıh âlimleri olan, Ebû
İshâk, A'meş, Hasan-ı Basrî, Âsım'ül-Ahval, Sâlih bin Han, Amr bin Meymûn, Ebû
İshak Şeybânî gibi âlimlerin sohbetlerinde bulundu. Onlardan hadîs ve fıkıh
öğrenerek bu ilimlerde söz sâhibi oldu. Tebe-i tâbiîn devrinde Basra'da yetişen
meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinin ileri gelenleri arasında yer aldı. Zamânını
ilim öğrenmekle ve ibâdet yapmakla geçirdi. Senelerce sabah namazını yatsı
namazı abdestiyle kılıp, geceleri uyumamıştır. Duâsı çok makbûldü. Hadîs ilminde
sika, sağlam güvenilir bir râvi olduğunu bir çok âlim ile Yahyâ bin Saîd
bildirmektedir. Rivâyetleri "Kütüb-i Sitte'de" yer alır.
Öğrendiklerini insanlara öğretmeye çalışırdı. Cumâ namazından sonra evinin
çevresi hadîs ve fıkıh öğrenmek isteyen talebelerle dolardı. Bıkıp, yorulmadan
saatlerce ders verir ve onların yetişmelerini isterdi. Bir dakikasının boşa
geçmesini istemez, ya öğrenir yâhut da öğretirdi. Derslerine sâdece namaz
vakitlerinde ara verdiğini talebeleri anlatmışlardır.
Abdülvâhid
bin Zeyd çok talebe yetiştirdi. Hadîs ve fıkıh ilminde zamanlarının söz sâhibi
olan Abdurrahmân bin Mehdî, Kays bin Havs, Yahyâ bin Yahyâ en-Nişâbûrî gibi
âlimler onun ders ve sohbetleri sâyesinde yetiştiler.
Abdülvâhid
bin Zeyd, dünyâya değer vermemesi, devamlı ibâdet ve ilimle meşgul olması,
herkese iyilik etmesi ile dikkati çekerdi. İnsanlar onu sever ve hürmet ederdi.
Yaşayışı ve hikmetli sözleriyle pek çok kimsenin doğru yola girmesini sağlamış,
herkese örnek olmuştur.
Abdülvâhid
bin Zeyd hazretleri yaşadığı ibret verici hadîselerden bâzılarını, insanlara
nasîhat ve ders olması bakımından nakletmiştir. Şöyle anlatmıştır:
Bir rahibin
odasının yanına yaklaşıp, ey râhip diye çağırdım. Fakat cevap vermedi. Üçüncü
defa çağırışımda başını uzatıp:
"Ey kişi ben
rahip değilim. Rahip, Allahü teâlâdan korkan, O'na saygı gösteren, belâsına
sabredip, kazâsına râzı olan, nîmetlerine şükredip onun için tevâzu gösteren,
izzet karşısında zilleti kabûl eden, kudretine teslim olup, heybet ve azameti
karşısında eğilen, hesap ve azâbını düşünen, gündüzünü oruç, gecesini ibâdetle
geçiren, Cehennem'i hatırladıkça uykusu kaçan kimseye denir. Ben ise saldırgan
bir köpeğim. İnsanlara zararım dokunmasın diye kendimi buraya habsettim." dedi.
Bu sözleri
üzerine şöyle sordum:
"Allahü
teâlâyı bildikten sonra insanları Allahü teâlâdan uzaklaştıran şey nedir?"
"Kardeşim!
İnsanları Allahü teâlâdan ancak dünyâ malı ve sevgisi uzaklaştırır. Çünkü dünyâ
isyan ve günah yeridir. Aklı başında olan dünyâyı kalbinden çıkarıp, günahlarına
tövbe ederek kendisini Allahü teâlâya yaklaştıracak şeye yönlendirir." diyerek
daha önce kendisinin îmân ettiğini söyledi.
Yine şöyle
anlatmıştır:
Hacca
gitmiştim. Yanımda bir genç durmadan Peygamber efendimize salâtü selâm
getiriyordu. Bâzı yerlerde okunması daha uygun duâlar olduğu halde, genç her
yerde duâ yerine salevât okuyordu. Dikkatimi çekti ve kendisine sordum. Genç
şöyle dedi:
Babam ile
birlikte hacca gitmiştik. Yolda uyudum. "Kalk baban öldü." dediler. Kalktım
gerçekten babam ölmüştü. Aynı zamanda yüzü de kararmıştı. Ölümü ve ayrıca
yüzünün kararması beni daha da üzdü. Bu üzüntü ile tekrar uykuya daldım. Bu
sırada rüyâmda siyah yüzlü dört kişi ellerinde demir kamçılar olduğu halde,
babama yaklaştılar. Tam vuracakları zaman nur yüzlü bir zatın geldiğini, onlara
dönerek; "Vurmayın!" dediğini, eli ile de babamın yüzünü sıvazlayarak
nûrlandırdığını, sonunda bana; "Artık uyan, baban nûrlanmıştır." diye
söylediğini gördüm. "Sen kimsin?" diye sorduğumda, "Ben Peygamberim, bana
salevât getirdiği için ona şefâat ettim." dedi. Uyandım, söylendiği gibiydi. Bu
sebeple ben de salevât-ı şerîfeyi devamlı okuyorum.
Şöyle
anlatmıştır:
Bir
defâsında Eyyûb Sahtiyânî ile bir yolculuğa çıkmıştık. Şam'a doğru bir müddet
yol aldıktan sonra siyah renkli bir köleye rastladık. Bir odun dengini sırtına
alıyordu. Köleye:
"Senin
sâhibin kimdir?" dediğim zaman; "Benim gibi bir kul!" cevabını verdi.
Aslında,
benim asıl sâhibim Allahü teâlâdır demek istedi. Sonra başını kaldırıp; "Ey yüce
Rabbim! Şu odunlar altın olsun. Bunları altına çevir." diye duâ etti. Bir de
baktık odunlar altın olmuş!
Bize bakıp;
"Görüyorsunuz değil mi?" diye sordu. "Evet görüyoruz." dedik.
Sonra
tekrar; "Allah'ım bu altınları tekrar odun haline çevir." diye duâ etti. Duâsı
kabul olunup tekrar odun halini aldı.
Sonra;
"Âriflere sorunuz şüphesiz onların şaşılacak halleri bitmez, tükenmez." dedi.
Eyyüb
Sahtiyânî de şöyle demiştir:
"Kölenin bu
hâlinden ve sözünden dolayı hayretler içerisinde kaldım ve son derece mahcub
olup utandım."
Sonra
köleye; "Yanında yiyecek bir şeyler var mı?" dedim.
Bu sözüm
üzerine eliyle işâret etti. Bir de baktık ki, önümüze bir cam kap içerisinde bal
geldi. Balın rengi kardan beyaz, kokusu miskten güzeldi. Bize; "Yiyiniz! Allahü
teâlâya yemin ederim ki, bu bal arının yaptığı bal değildir." dedi. Hayâtımızda
bu baldan daha tatlı ve lezzetli bir şey yememiştik. Bu işe çok şaştık. Köle
sonra bize:
"Allahü
teâlânın yarattığı böyle hallere şaşanlar ârif değildir. Kim bu işlerden dolayı
şaşarsa, Allah'tan uzaktır. Kim de bu hârikulâde işleri görerek bu sebeple
ibâdet ederse, şüphesiz o da câhildir." dedi.
Yine şöyle
anlatmıştır:
Bir
defâsında Beyt-i Mukaddese gitmek üzere yola çıktım. Fakat yolu şaşırdım.
Nereden gideceğimi bir türlü bilemedim. Bu şaşkın halde karşıma bir kadın çıktı.
Bana yaklaştı; "Ey garib kimse, yolunu mu şaşırdın?" diye sordu. Sonra:
"Allahü
teâlâyı tanıyan kimse nasıl garib olur? O'nu seven nasıl yolunu şaşırır?" dedi.
Sonra da bana elindeki değneği uzatıp; "Bu asânın ucundan tut, önümden yürü."
dedi.
Asânın
ucundan tutup önünde yürümeye başladım. Yedi adım kadar yürüdüm ve kendimi
Mescid-i Aksâ'da buldum. Gözlerimi oğuşturarak kendi kendime; "Herhalde yanlış
görüyorum, nasıl olur?" dedim.
Bunun
üzerine bana yol gösteren kadın; "Ey kişi! Senin yürüyüşün zâhidlerin, benimki
de âriflerin yürüyüşüdür! Zâhid yürüyerek, ârif ise uçarak gider. Yürüyerek
giden uçarak gidene nasıl ulaşabilir?" dedi ve gözden kayboldu. Onu bir daha hiç
görmedim.
Hizmetlerimi
görmesi için bir köle satın almıştım. Gece evimde kalmasını istedim. Fakat
geceleri kapılar kapalı olduğu halde evde yoktu. Sabah olunca eve geldi ve bana
üzeri işlenmiş bir dirhem altın verdi. Bunu nereden aldın deyince:
"Efendim,
ben size her gün böyle bir dirhem vereceğim. Karşılığında geceleri beni serbest
bırakmanızı istiyorum." dedi.
O günden
sonra her gece evden çıkıp gider, sabahleyin döner ve bir dirhem getirirdi.
Aradan bir müddet geçti. Bir gün komşum yanıma gelip; "Kölen mezarları açıyor,
kefen soyuyor." dedi. Bu söz beni çok üzdü. "Ben onu eve hapsedeceğim." dedim.
Kapıları kilitledim, akşam oldu, yatsı namazından sonra kölem evden gitmek üzere
kalktı. Tâkib ettim, kapalı kapılara işâret edince, kapılar açılıveriyordu.
Evden çıktı. Bu halde peşine düşüp, gizlice onu tâkib ettim. Kurak bir yere
vardı. Elbisesini çıkarıp üzerine eski bir çul giydi. Sabaha kadar namaz kıldı.
Sabaha doğru şöyle duâ etti:
"Ey yüce
sâhibim! Efendime götüreceğim ücreti gönder!"
Gökten
üzerine bir dirhem düştü alıp cebine koydu. Bu işe çok hayret ettim. Kalkıp
abdest aldım ve iki rekat namaz kıldım. Onun hakkında yanlış düşündüğümden
dolayı tövbe edip, Allahü teâlâdan af diledim. Sonra da bu kölemi âzâd etmeye,
serbest bırakmaya karar verdim. Fakat kölem kayboldu. Bir türlü bulamadım. Bu
sebeple çok üzüldüm ve kederim gittikçe arttı. Bulunduğum kurak yerin de neresi
olduğunu bilmiyordum. Bir müddet sonra karşıma kırata binmiş biri dikildi ve;
"Ey Abdülvâhid! Burada ne oturuyorsun?" dedi. Durumu baştan sona anlattım. Atlı;
"Senin bulunduğun bu yer ile memleketin arası ne kadar mesâfedir? Biliyor
musun?" dedi. "Hayır bilmiyorum." cevâbını verdim.
"Süratli
giden bir süvâri için altmış konaklık mesâfedir. Şimdi sen bulunduğun yerden
ayrılma. Kölen bu gece yanına dönecek dedi."
Oturup
bekledim, ortalık kararınca bir de baktım ki, kölem geldi. Yanında bir sofra
vardı. Sofranın üzeri her çeşit yiyecekle doluydu. Bana; "Buyur ye efendim!"
dedi.
O benzerini
görmediğim yiyeceklerden yedim. Sabah namazından sonra kölem elimden tutup, duâ
etti. Sonra birkaç adım attık. Birdenbire kendimi evimin önünde buldum. Kölem
bana dönüp;
"Efendim,
siz beni âzâd etmeye karar vermediniz mi?" dedi. "Evet." dedim. Yerden bir taş
alıp âzâd edilme bedeli olarak bana verdi. Bir de baktım ki, taş altın oldu.
Sonra ayrılıp gitti. Onun ayrılığından dolayı çok üzüldüm ve hep hasretini
çektim.
Bu hadiseyi
komşularıma anlatıp; "O, mezâr soyan değil nûr saçan imiş." dedim. Komşularım
onun kerâmetlerini duyunca ağlayıp, hakkında yanlış düşündüklerinden dolayı
pişman olup, tövbe ettiler.
Abdülvâhid
bin Zeyd şâhid olduğu ibret verici başka bir hâdiseyi de şöyle nakletmiştir:
Bir
defâsında gazâya niyet ettim. Bütün talebelerimi topladım. Mecliste bir şahıs
meâlen; "Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin
canlarını ve mallarını Allah Cennet karşılığında satın aldı." (Tövbe sûresi:
111) buyrulan âyet-i kerîmeyi okudu. Bunun üzerine on beş yaşında bir genç ayağa
kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş, kendisine pekçok mal kalmıştı. Âyet-i
kerîmeyi okuyan zâta dedi ki:
"Efendim,
Allahü teâlâ mü'minlerden canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın aldı
mı? Allah yolunda canını ve malını fedâ edene Cennet verilecek mi?"
O zât:
"Evet, Allahü teâlânın kelâmı doğru ve vâdi haktır." dedi.
Genç büyük
bir azim ve kararlılıkla şunları söyledi; "Şâhid olunuz ki, ben nefsimi ve
malımı Allahü teâlâya sattım."
Bu sözlerini
dinleyen zât; "Vallahi bu büyük bir iştir. Sen küçüksün. Korkarım ki,
sabredemezsin ve çâresiz kalırsın." dedi.
Bunun
üzerine, genç; "Ey Şeyh! Bir kimse Cenâb-ı Hakla ahitleşsin ve çâresiz kalsın!
Hâşâ ve kellâ. Hiç böyle şey olur mu? Şâhid ol hakîkaten ben nefsimi ve malımı
Allahü tealâ için fedâ ettim, Allah yoluna adadım ve pişmân olmayacağım." dedi.
Sonra bütün malını sadaka olarak dağıttı. Bizimle birlikte cihâd için sefere
çıktı. Bize ve hayvanlarımıza hizmet etmeye başladı. Biz uyurken o nöbet
tutardı. Gündüz oruç tutar, geceleri namaz kılardı. Hepimiz onun bu haline
hayrandık. Tâ ki, Rum diyârına vardık. Biz harp hazırlıkları yaparken, o genç
kendinden geçmiş ve hayran bir vaziyette:
"Aynâ-yı
merdiyyeye müştâkım ona kavuşmak istiyorum." deyip duruyordu.
Genç o hale
gelmişti ki, herkes aklını kaybetti zannederdi. Bir gün onu yanıma çağırıp; "Bu
söylediğin sözün mânası nedir?" diye sordum.
Şöyle
anlattı:
Bir gün
uyumuştum. Rüyâmda birisi bana; "Aynâ-yı merdiyyeye git!" diyordu. Sonra
birdenbire bir bahçe karşıma çıktı. Bu bahçenin içinde berrak sulu bir ırmak ve
kenarında da güzelliği gözler kamaştıran süslenmiş hûriler vardı. Bu hâli
anlatmam mümkün değildir. Beni görünce birbirlerine: "Müjde işte Aynâ-yı
merdiyyenin zevci." dediler.
Onlara selâm
verip; "Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. "Bizim aramızda değildir,
biz onun hizmetçileriyiz daha ileri git." demeleri üzerine ilerledim. Bir başka
bahçe gördüm. İçinde her türlü güzellikler vardı. Hâlis sütten bir nehir gördüm.
Nehir kenarında, benzerini o âna kadar görmediğim güzellikte hûriler vardı.
Onların güzelliğine hayrân oldum. Beni görünce birbirlerine baktılar ve: "Bu
gelen Aynâ-yı merdiyyenin zevcidir." dediler. Onlara selâm verip; "Aynâ-yı
merdiyye sizin aranızda mıdır?" diye sordum. "Hayır biz onun hizmetçileriyiz."
dediler.
İlerledim.
Bir Cennet ırmağına rastladım. Etrafında güzellikleri gözler kamaştıran hûriler
vardı. Bunları görünce önceki hûrileri unuttum. Onlara da selâm verdim. "Sana
selâm olsun ey Allahü teâlânın velî kulu!" dediler. Aynâ-yı merdiyyeyi sordum.
"Biz onun hizmetçileriyiz, daha ileri git." dediler.
İlerledim.
Saf bal akan bir ırmağa vardım. Bu ırmağın da etrâfında hûriler vardı. Bu
hûriler güzellikte öncekilerden daha da üstündüler. Öncekilerin hepsini unuttum.
Selâm verdim ve; "Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. Daha ilerde
olduğunu söylediler. İlerledim. İnciden yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır
gördüm. Kapısında ay yüzlü bir hizmetçi bekliyordu. Beni görünce; "Ey Aynâ-yı
merdiyye! İşte sana eş olacak kimse geldi." dedi. Çadıra yaklaşıp içeri girdim.
Aynâ-yı merdiyye adlı hûri; inci ve yâkut kaplı altın bir taht üzerinde
oturuyordu. Onu görür görmez meftûn oldum. Bana:
"Hoş geldin
ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Sabret sen dünyâdasın, henüz vakit var. Yarın
gece bizim yanımızda olacaksın." dedi. Bu rüyâdan sonra birdenbire uyandım. O
güzelliğe ve nîmetlere kavuşmak için sabırsızlanıyorum.
Genç bunları
anlattıktan biraz sonra savaş başladı. Genç de savaşıp kahramanlıklar gösterdi.
Büyük bir yara alıp, yere düştü. Onu kaldırıp baktıklarında gülüyordu. Gülerek
rûhunu teslim edip, şehîd oldu.
Fudayl bin
İyâd hazretleri buyurdu ki:
"Bana
Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri şöyle anlattı:
Üç gece üst
üste şöyle duâ ettim: "Yâ Rabbi! Benim Cennet'teki arkadaşım kimdir, göster."
Üçüncü gece rüyâmda bana denildi ki: "Yâ Abdülvâhid! Senin Cennet arkadaşın
Meymûnetü Sevdâ'dır." "O şimdi nerededir?" dedim. "Kûfe'de ve falan
kabîledendir, denildi.
Hemen
Kûfe'ye gittim, tarif edilen kabîlenin yerini sorup buldum ve; "Meymûnetü Sevdâ
nerededir?" diye sordum.
"O delinin
biridir, koyunlarımızı güder." dediler.
"Onu görmek
istiyorum." deyince de; "Falan yerde bir han var. O hanın yanında bulursun."
dediler.
Târif edilen
hanın yanına varınca onun, namaz kıldığını gördüm. Yanında bir asa ve üzerinde
yünden bir cübbe vardı. Baktım ki koyunları otluyor ve hayvanların yanında da
birkaç kurt dolaşıyor. Beni fark ettiğinde namazını bitirip, bana dönerek; "Ey
İbn-ü Zeyd, sen buradan git, burası senin yerin değildir. Biz seninle burada
değil sonra birleşeceğiz." dedi. Bunun üzerine ben ona; "Allahü teâlâ sana
rahmet etsin. Sen benim İbn-ü Zeyd olduğumu nereden bilirsin?" dedim. "Daha
rûhlarımız dünyâya gelmeden ben senin İbn-ü Zeyd olduğunu bilirdim." dedi.
"Biraz nasîhat eder misin?" deyince; "Bir kimse sana bir şey verdiği zaman ona
nasıl teşekkür edersin. Halbuki Allahü teâlânın verdiği bu kadar nîmete karşılık
neden şükredilmiyor. Sana iyilik edene o iyiliği veren ve yaratan yine Allahü
teâlâdır. Ona göre bütün hamd ve şükürleri Allahü teâlâya yapmak lâzımdır."
dedi. Sonra; "Koyunların arasında dolaşan kurtlar, nasıl olur da zarar vermeden
gezerler?" diye sordum.
"Ben Allahü
teâlâya öyle ibâdet ederim ki, benimle onun arasında hiçbir duvar kalmamıştır.
Bunun için kurtlarla koyunların arasındaki düşmanlık kalkmış ve dostluk
başlamıştır." diye cevap verdi.
Abdülvâhid
bin Zeyd'in en büyük özelliği; Allahü teâlâya karşı olan kusurlarından dolayı
çok üzülmesiydi. "Bütün insanlığın yaptığı ibâdet kadar ibadet yapsak Allahü
teâlânın bize verdiği nîmetlere karşı gene şükrü yerine getiremeyiz." derdi.
Muhammed bin
Abdullah buyurdu ki:
Ben bir
defâsında, Abdülvâhid bin Zeyd hazretlerinin; "Kim mîdesini haramlardan
koruyabiliyorsa, o kimse dînini ve güzel ahlâkını muhâfaza edebilir. Kim de
karnını haramlardan koruyamıyorsa, o kişi ne dînini ne de güzel ahlâkını
muhâfaza eder." dediğini işittim.
"Muhakkak ki
her şeyin bir kestirme (yakın) yolu vardır. Cennet'in kestirme yolu da cihâd
yapmaktır."
"Kul için
ancak bilerek ve huzur içinde kıldığı namazın sevâbını alacağında, İslâm
âlimleri ittifak etti."
"Eğer
nefsinizde Allahü teâlâya karşı yaptığınız ibâdetlerde bir isteksizlik ve
tembellik hissederseniz, bir süre kuvvetli ve iyi yemekleri yemeyi bırakınız.
Gıdânız tuz ve ekmek olsun. Oruç tutunuz. Bu şekilde yapmanız vücudunuzdaki bazı
yağları ve fazlalıkları erittiği gibi Allahü teâlâyı hatırlamanızı arttırır."
"Dîni bütün
ve vakar sâhibi olan kimselerle olunuz. Çünkü onların meclislerinde,
toplantılarında kötü, çirkin, ahlâka ve vakara sığmayan şeylerden bahsedilmez."
"Kulun
Allahü teâlâya karşı takınacağı en güzel edep hali, O'nun emirlerine tereddütsüz
boyun eğip itâat göstermesidir. Allahü teâlâ onu bu haliyle dünyâda bırakırsa,
bunu en hayırlı ve sevimli şey kabul etsin. Şayet rûhunu alıp, âhirete götürürse
(rûhunu alırsa), bunun da Allahü teâlânın emri olduğunu bilsin ve bu da
kendisine hoş gelsin."
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
O BENİ ZÂYİ ETMEZ!..
Abdülvâhid
bin Zeyd şöyle anlatır:
Bir
defâsında deniz yolculuğuna çıkmıştık. Bindiğimiz gemi fırtınaya tutuldu.
Sonunda dalgalar bizi bir adaya sürükledi. İnip dolaşmaya başladık. Puta tapan
bir adama rastladım. "Neden bu puta tapıyorsun. Bu ne fayda ne de zarar verir!"
dedim.
"Siz kime
taparsınız?" diye sorunca; "Her şeyi yaratan, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya
ibâdet ederiz." dedim.
"Bunu size
kim bildirdi?"
"Allahü
teâlâ bize kerîm bir peygamber gönderdi, o bildirdi."
"O peygamber
nerededir?"
"Bize Allahü
teâlânın gönderdiği dîni bildirip, tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât
etti. Allahü teâlâya kavuştu."
"Ondan
hiçbir alâmet kaldı mı?"
"Evet O,
Allahü teâlâdan bir kitap getirdi. Bizim yanımızdadır."
Aramızda
geçen bu konuşmadan sonra:
"O kitâbı
bana gösterin." deyince Kur'ân-ı kerîmi ona gösterdim.
"Ben bunu
okumasını bilmiyorum." dedi. Sonra açıp bir sûre okudum. Ben okudukça o ağladı.
Sûreyi bitirince; "Lâyık olan şudur ki, kimse bu kelâmın sâhibine âsi olmasın!"
diyerek hemen müslüman oldu. Ona Kur'ân-ı kerîmden birkaç sûreyi ve kendisine
yetecek kadar din bilgisi öğrettik.
O gece yatsı
namazını kıldık. Yatma zamânı gelince O yatmadı ve sabaha kadar ibâdet etti.
Talebelerime; "Bu yeni müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de
sıkıntı çekmesin." dedim. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; "Bu nedir?" dedi.
"Bunu al, kendine nafaka alırsın, sıkıntı çekmezsin." dedim.
"La ilâhe
illallah. Ben daha önce bu adada iken, puta tapardım. Allahü teâlâyı bilmezdim,
fakat O beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O'nu tanıyorum. Beni hiç zâyi eder
mi?" dedi.
Üç gün sonra
onun hastalanıp yatağa düştüğünü haber aldım. Hemen yanına koştum. "Bir isteğin
var mıdır?" dedim. Benim ihtiyâcımı, her ihtiyacı gideren Allahü teâlâ
karşıladı." dedi.
Bu
görüşmemizden bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rüyâmda bir bahçe içinde
gördüm. Bahçenin üzerinde yüksek bir kubbe, kubbenin altında bir taht üzerine
oturmuştu. Yanında da bir hûri vardı. Meâlen; "...Melekler de her kapıdan
yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir: Sabrettiğiniz için, size selâm olsun!
Âhiret saâdeti ne güzeldir!" (Ra'd sûresi: 23-24) buyrulan âyet-i kerîmeyi
okuyordu.
BEYİTLER
HAKÎKÎ MÜMİN
Abdülvâhid bin Zeyd Tebe-i tâbiînden,
Basra denen beldede, yetişen âlimlerden.
Hazret-i Abdülvâhid bin Zeyd'in yanında,
"Mümin nasıl olmalı?", diye sorduklarında,
Buyurdu ki: "Allah'tan, korkup, benzi sararır,
Kaçınır haramlardan, emirlere sarılır.
Düşünür mahşerdeki, verecek hesâbını,
Titrer, hatırladıkça, Cehennem azâbını.
İşlemiş bulunduğu, günahlar sebebiyle,
Ayıplar kendisini, uğraşır nefsi ile.
Bir sözü söylemeden, düşünür, ölçer, biçer,
Hayırlı değil ise, söylemekten vazgeçer.
İşlediği günahlar, öyle üzer ki onu,
Göremez başkasının, ayıp ve kusurunu,
Bu, öyle kişidir ki, elinden ve dilinden,
Yanında bulunanlar, zarar görmez katiyyen."
Abdülvâhid bin Zeyd, çok mübârek zât idi,
Günahını düşünüp, devamlı ağlar idi.
Derdi: "Hak teâlâya, günboyu secde etsek,
Mümkün olmaz yine de, O'na tam şükreylemek."
Bir kimse, kendisinden, nasîhat isteyince,
Buyurdu ki: "Şükreyle, kuvvetin yettiğince,
İnsanlardan birisi, iyilik yapsa sana,
Nasıl memnun kalırsın, yaptığı bu ihsâna,
Halbuki o, bir kuldur, zavallı ve âcizdir,
Her ihsânın sâhibi, elbette Rabbimizdir.
Çünkü O, insanlara, vermese güç ve kuvvet,
Hiç kimse, hiç kimseye, ihsân edemez elbet."
KAYNAKLAR
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.6, s.155
2) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.6, s.434
3) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.258
4) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.7, s.289
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.108
6) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.311,315,319
7) Tabakât-ül-Evliyâ (İbn-i Mülakkın); s.183
8) Tabakât-ı Ensârî; s.111
9) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.287
10) Ravd-ur-Reyyâhîn; s.29,30,42,87,104,155,183, 235,236
|