|
GİRİŞ - 3
...Önceki Sayfa
İstidrâc,
Fâsıkların (günahkârların), bilinmeyen bâzı şeyleri haber vermeleri, âdet üstü
hârikulâde hâdiseler göstermeleridir. Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeb altında
yaratmaktadır. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik ve ikrâm olmak için ve
azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara âdetini bozarak sebepsiz şeyler
yaratıyor. Bunlar kâfirlerden, fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse,
istidrâc denir ki, derece derece kıymetini indirmek demektir.
İmâm-ı
Rabbânî, "Bir kimse, peygamberlere tâbi olmadan doğru yolda yürümek isterse,
muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse, istidraçtır. Sonu zarar
ve ziyândır." demektedir.
Tabîat
kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kanunları dışında gizli sebepler
kullanarak, garip şeyleri yapmayı sağlayan işe, müslüman olmayanlardan ortaya
çıkan âdet dışı şeylere, büyüye sihir denir. El-Hadîkat-ün-Nediyye'de
zikredilen bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: "...Kâhinlik
yapan ve kâhine giden ve sihir, büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden
değildir. Kur'ân-ı kerîme inanmamıştır." İhyâ'da geçen diğer bir
hadîs-i şerîfte ise; "Müslüman, büyü yapmaz. (Allah saklasın) îmânı
gittikten sonra, büyüsü tesir eder." buyrulmuştur.
Abdülhakîm
Arvâsî, büyünün insanları hasta yaptığını, sevgi veya muhabbetsizliğe sebeb
olduğunu, yâni cesede ve rûha tesir ettiğini, kadın ve çocuklara tesirinin daha
çok olduğunu belirtmiştir.
İmâm-ı
Nevevî, sihir yaparken küfre sebeb olan kelime veya iş olursa küfürdür; böyle
kelime veya iş bulunmazsa, büyük günâhtır demiştir.
İmâm-ı
Rabbânî, sihrin tesirinin kat'î olmadığını, ilâcın tesiri gibi olup, Allahü
teâlânın, isterse yaratacağını, istemezse, hiç tesir ettirmeyeceğini ifâde
etmiştir.
Gaybın sır
ve hallerini bilirim iddiâsında bulunmaya, kâhinliğe Kehânet denir.
Berîka'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Hased, nemîme (insanlar
arasında söz taşımak) ve kehânet sâhipleri, benden değildir."
buyrulmuştur.
Muhammed
Mâsum Fârûkî ise şöyle demiştir: "Hakîkî mümin, batıl inançlara inanmaz, sihir,
uğursuzluk, fal, efsûn, Kur'ân-ı kerîmden başka şeyle yazılı muska, mâvi boncuk,
kehanet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına, mezârlara mum
dikmeye, tel ve iplik bağlamaya îtibâr etmez ve kerâmet sâhibi olduğunu söyleyen
sahtekârlara inanmaz."
Abdullah
ibni Abbâs'ın haber verdiğine göre, Peygamber efendimizden önce şeytanlar
göklere çıkmaktan men olunmazlardı. Göklere giderler, meleklerden işittiklerini,
kâhinlere haber verirlerdi. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu
zaman, bunların göklere çıkmaları yasaklandı.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, kâhinlere, falcılara inanmamalı, bilinmeyen şeyleri onlara
sormamalı, onlar gaybı bilir sanmamalıdır, deyip, gaybı ancak, Allahü teâlâ ve
O'nun bildirdiklerinin bileceğini ifâde etmiştir.
Biraz da
mekr terimi üzerinde duralım. Mekr, bir kimseye, hiç beklemediği, ummadığı
yerden hîle yapmak, tuzak kurmak sûretiyle zarar vermeye çalışmak, istidrâc yâni
Allahü teâlânın, bir kimseye bir müddete kadar, devamlı olarak hakkında hayırlı
olmayan nîmetler verip, onun da bunu Allahü teâlânın bir lütfu ve ihsânı,
tuttuğu yolun kendisi için iyi olduğunu zannederek aldandığı, gururlandığı,
gaflette bulunduğu, taşkınlık yaptığı ve günahlara daha da daldığı bir sırada,
Allahü teâlânın onu âniden azâbı ile yakalayıvermesi; Allahü teâlânın, mekr
yapanların mekrini kendilerine çevirmesi, mekrlerine karşılık onları
cezâlandırması, kötülüklerini, kurdukları tuzakları bozması mânâlarına gelir.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen şöyle buyruluyor: "Allahü teâlânın mekrinden emîn mi oldular?
Hüsrâna uğrayanlardan (küfür yâni îmansızlık ve günâhlar sebebi ile, ibret
almamak ve tefekkürü terk etmek sûretiyle zararda olanlardan) başkası Allahü
teâlânın mekrinden emîn olmaz." (A'râf sûresi: 99)
Hazret-i
Ali, şükrünü yerine getirmediği halde kendisine çok dünyâlık, mal, mülk v.s.
verilen, bunların kendisi için Allahü teâlânın mekri olduğunu bilmeyen kimsenin
aklında bozukluk vardır demiştir.
Şeyhülislâm
Ahmed ibni Kemâl Paşa ise şunları söylemiştir: "İnsanın, işine göre ömrü ve
rızkı değişir, iyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir. Böylece Allahü
teâlâ, birine, ölümüne yakın iyi işler yaptırıp, son nefeste îman ile gönderir.
Başka birine kötü amel işletip, îmânsız gönderir. Bunun için, Resûlullah
efendimiz her zaman; "Allahümme yâ Mukallib-el-kulûb, sebbit kalbî alâ dînike."
duâsını okurdu (ki, ey büyük Allah'ım! Kalpleri iyiden kötüye kötüden iyiye
çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, yâni dîninden döndürme,
ayırma! demektir). Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) bunu işitince; "Ya Resûlallah! Sen de
kalbinin dönmesinden, korkuyor musun?" dediklerinde; "Allahü teâlânın
mekrinden beni kim emin eder? (bana kim garanti, güven verebilir?)."
buyurdu. Çünkü, hadîs-i kudsîde; "İnsanların kalpleri, Rahmân'ın
kudretindedir. Kalpleri, dilediği gibi çevirir." buyrulmuştur. Yâni Celâl ve
Cemâl sıfatları ile, kötüye ve iyiye çevirir.
Senâullah
Dehlevî, bu konuda şöyle demektedir: "Allahü teâlâdan yüz çeviren birçok
kimsenin, dünyâ nîmetleri içinde yaşadığı görülüp, mahrûm kalmadıkları zan
olunuyorsa da, bunlara dünyâ için çalışmalarının karşılığını vermektedir. Yalnız
dünyâ için çalışanlara verdiği dünyâlıklar, hakîkatte azâb ve felaket
tohumlarıdır. Allahü teâlânın mekridir. Nitekim, Mü'minûn sûresin 55 ve 56.
âyetlerinde meâlen; "Kâfirler, mal ve çok evlâd gibi dünyâlıkları verdiğimiz
için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyorlar?
Peygamberime inanmadıkları ve dîn-i İslâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât
mı ediyoruz, diyorlar? Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet
olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar." buyruldu. Kalplerini, Hak teâlâdan
yüz çevirenlere verilen dünyâlıklar, hep haraplıktır, felâkettir. Şeker
hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir.
Yine büyük
âlim Senâullah Dehlevî ve Tefsîr-i Kebîr sâhibi Fahrüddîn Râzî, Allahü
teâlânın mekri ile insanların mekrleri arasında fark olduğunu belirtip,
insanların mekrinde, başkasına kötülük ve zarar vermek esastır. Mekr-i ilâhî
böyle değildir; Allahü teâlânın mekri, mekr yapanların mekrini bozmak,
mekrlerine karşı onları cezâlandırmak sûretiyle herkese hayır, iyilik olduğu
gibi, onlara hadlerini ve mekr yapmanın fenalığını bildirmek ve bazılarının
tövbelerine sebeb olmak bakımındandır. Bunda mekr yapanların bizzat kendileri
için de hayır ve hikmet vardır, demişlerdir. Şunu da ifâde etmişlerdir: Allahü
teâlâ mekr yapanların mekrine, onların beklemedikleri, ummadıkları bir şekilde
mukâbele ettiği, karşılık verdiği, bozduğu, gaflet hâlinde iken onları ansızın
yakaladığı için, Allahü teâlânın bu fiiline mekr denilmiştir. Yoksa Allahü
teâlâya doğrudan mekr isnâd edilmez, mâkir (mekir yapan) denilemez. İnsanların
mekri ile lafız (söz) bakımından bir benzerlik vardır. Ayrıca, Allahü teâlânın
doksan dokuz ismi içinde "Mekkâr" da vardır.
Bir de
evliyâ-yı kirâmda bulunan bâzı sıfatlar, vasıflar vardır. Bunları ele alarak bir
kısım tasavvufî terimleri açıklamış olacağız. Velîlerin hepsi takvâ
sâhibiydiler. Takvâ sakınmak, Allahü teâlâdan korkarak, haramlardan,
yasaklardan, günâhlardan sakınmaktır. Harama düşmemek için, haram veya helâl
olduğu belli olmayan şüpheli şeylerden sakınmaya verâ denir. Bu bakımdan,
haramlardan daha çok sakınma derecesi olan verâ takvânın mânâsı altına girer.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen buyruldu ki: "Allahü teâlâ, o takvâ sâhiblerini sever."
(Âl-i İmrân sûresi: 76) Peygamber efendimiz; "Yâ Rabbî! Bana ilim, hilm,
takvâ ve âfiyet ihsân eyle." duâsını çok söylerdi. Ebû Saîd Muhammed Hâdimî
Berîka'sında bu hadîs-i şerîfi açıklarken, duâda geçen ilimden maksat
faydalı ilim, yâni îmân, ibâdet, amel ve ahlâk bilgileridir. Hilm ise,
yumuşaklık demektir. Âfiyetten murâd, dînin ve îtikâdın, bozuk inançlardan,
işlerden, nefsin isteklerinden, kalbin vesvese ve şüphelerinden, bedenin
hastalıklarından kurtulmasıdır demektedir.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri; "Dünyâda felâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte
yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan
sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yâni
verâ ve takvâdır." demiştir. Bundan sonra da şu açıklamayı yapmıştır:
"Verâ ve takvâyı tam yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar
kullanmalı, zarûret mikdârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk
vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Bir insan, mubah,
yâni dînin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, mubahları aşırı
derecede işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara
yakındır. İnsan, bir gün harama düşebilir."
Helâl ve
haram olduğu bilinmeyen şüpheli şeylerden sakınarak helâle, harama dikkat etmeye
verâ denir. Künûz-ul-Hakâyık'ta geçen hadîs-i şerîflerde; "Hiçbir
şey verâ gibi olamaz." ve "Dîninizin direği verâdır." buyrulmuştur.
Ebû Hüreyre hazretleri, kıyâmet günü, Allahü teâlânın huzûrunda kıymetli
olanların verâ ve zühd sâhipleri olduklarını beyân etmiştir.
İmâm-ı
Rabbânî, bir kimse, şu on şeyi kendine farz bilmedikçe, tam verâ sâhibi olamaz
deyip bunları şöyle saymıştır: Gıybet etmemeli, mümine sû-i zân etmemeli,
kimseyi kötü bilmemeli, kimse ile alay etmemeli, yabancı kadınlara, kızlara
bakmamalı, doğru söylemeli, kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın, kendisine
yaptığı ihsânları, nîmetlerini düşünmeli, malını helâl yere harc edip, haramlara
vermemeli, nefsi, keyfi için mevki-makam istemeyip, bunları insanlara hizmet
yeri bilmeli, beş vakit namazı, vaktinde kılmayı birinci vazîfe bilmeli, Ehl-i
sünnet âlimlerinin bildirdiği îmân ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara
uydurmalı.
Hasen-i
Basrî hazretleri, zerre kadar verâ sâhibi olmak, bin nâfile oruç ve namazdan
daha hayırlıdır demiştir.
Şüpheli
olmak korkusu ile mübâh şeylerin çoğundan sakınmak, dünyâdan ve dünyâlık olan
şeylerden uzak durmak mânâsına gelen zühd hakkında, Hâris el-Muhâsibî
şunları söylemektedir: "Zühd, insanın kalbini dünyâ sıkıntılarından uzak
tutar. Allahü teâlânın yüceliğini ve büyüklüğünü tanımayı, tövbe etmeyi temin
eder."
El-Câmiu's-Sagîr'de
zikredilen bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyrulmuştur: "Zühd, kalbe ve bedene
rahatlık verir, dünyâya rağbet ise, düşünce ve hüzün verir." Berîka'da
geçen bir hadîste ise; "Dünyâda zâhid olanı, Allah sever. İnsanlarda
bulunanlarda zâhid olanı, insanlar sever." buyrulmuştur. Muhammed Hâdimî; "Zahid
âlimin iki rekat namazı, zâhid olmayanın ömrü boyunca kıldığı namazdan
hayırlıdır." demiş, Lokman Hakîm de; "Ey oğlum! Yakîn ve sabrı sanat edin.
Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden uzak olursan, dünyâda zâhid ve mücâhid
olursun." buyurmuştur.
Hâlis, temiz
etmek, niyeti temizlemek, dünyâ faydalarını düşünmeden bütün işlerini,
ibâdetlerini yalnız Allah için yapmak demek olan ihlâs hakkında,
Mektûbât'taki bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: "İbâdetlerinizi
ihlâs ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlâs ile yapılan işleri kabûl eder."
Hilyetü'l-Evliyâ'da kaydedildiğine göre, Resûlullah efendimiz, Muâz bin
Cebel'i, Yemen'e vâli gönderirken şöyle buyurmuşlardır: "İbâdetlerini ihlâs
ile yap. İhlâs ile yapılan az amel, kıyâmet günü sana yetişir."
Seyyid Emîr
Külâl; "İhlâssız amel, sahte para gibidir, kabûl edilmez." demiş; Sehl-i
Tüsterî'ye; "İnsanın nefsine en çok ağır gelen şey nedir?" diye sorduklarında, "İhlâstır."
cevâbını vermiş; "Zîra ihlasta nefsin nasîbi yâni payı yoktur." diye bir
açıklamada da bulunmuştur. İmâm-ı Rabbânî ise, ihlâs ile, uzun yılların
amelinin, işinin, kısa zamanda ele geçeceğini açıklamıştır.
Gönülle
bilmek, Allahü teâlâyı hakkıyla tanıyıp bilmek mârifet diye
isimlendirilir. Muhammed Ma'sûm Fârûkî, insanın izzetinin, îmân ve mârifet ile
olduğunu, mal ve mevki ile olmadığını belirtmiştir. Ahmed bin Hadraveyh;
"Mârifetin hakîkati, Allahü teâlâyı kalb ile sevmek, dil ile anmak ve Allahü
teâlâdan başka her şeyden ümîdini kesmektir." demiştir. Ebü'l-Kâsım Nasrâbâdî,
mârifet ve Allahü teâlâya yakın olma hâlinin, farzları edâ etmekle ve sünnet-i
seniyyeye tâbi olmakla ele geçeceğini ifâde etmiştir. Ebü'l-Hasan bin Sâî ise; "Mârifet,
her durumda kulun, Allahü teâlânın verdiği nîmetlere şükretmede âciz kaldığını,
genç ve kuvvetli zamanlarında zayıf olduğunu bilmesi ile ele geçer." demiştir.
Allahü
teâlâyı kalp ve rûhla tanıyıp bilmeye mârifetullah da derler. Sülûk-ül-Ulemâ
adlı eserde geçen bir hadîs-i şerîfte; "İlimlerden öyleleri vardır ki,
onları ancak mârifetullaha sâhib olanlar bilirler. Onlar bu ilimlerden haber
verdikleri zaman, mârifetullaha sâhib olmayanlardan başkası onları inkâr etmez."
buyrulmuştur. Muhammed Mâsûm, bu dünyâda en kıymetli şeyin mârifetullaha
kavuşmak olduğunu belirtmiş, İmâm-ı Rabbânî kalbinde hardâl tânesi kadar dünyâ
muhabbeti bulunan kimsenin mârifetullaha kavuşamayacağını ifâde etmiştir.
Hâdimî
hazretleri; "Mârifetullah bilgileri, keşfle ve ilhâm ile hâsıl olur. Hocadan
öğrenilmez. İbâdetlerin yapılması ve bütün şerîat (İslâmiyet) bilgileri ise,
üstâddan öğrenmekle elde edilir. Şerîat bilgileri, ilhâm ile hâsıl olsaydı,
Allahü teâlânın peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzum olmazdı." demiştir.
Bir şeyi
hakkıyla bilmek, anlamak, öğrenmek, cehlin zıddı mânâlarına geldiği gibi,
okumak, görmek, dinlemek veya cenâb-ı Hakk'ın ihsânı ile elde edilen mâlumât ve
bilgi anlamında da kullanılan ilim çok çeşitli kısımlara ayrılmaktadır.
Amele dâir ilimlerden biri olan ilm-i ahlâk, fazîlet ilmi olup, buna
kavuşma ve bu fazîleti giderecek şeylerden sakınma yollarını bildirir. Kalp ve
rûh bakımından insanı olgunlaştıran ilim ve ameller, tasavvuf, ahlâk
mânâsına da gelir. İnsanın görünmeyen ve âlem-i emirden olan kalp, sır, rûh gibi
latîfelerini konu alan ilme, kısaca gönül yâni kalp ve rûhla ilgili ilme ilm-i
bâtın denilir. Deylemî'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; "İlm-i
bâtın, Allahü teâlânın sırlarından bir sırdır. O'nun hükümlerinden bir hükümdür.
Dilediği kulunun kalbine verir." buyrulmuştur. Şihâbüddîn Sühreverdî; "İlm-i
bâtın ile kulun, Allahü teâlâya yakınlığı artar. Bu ilim, Allah adamı denen
velîlerin ve tâlibleri O'na kavuşturan, doğru yolu kuvvetlendiren ve insanlara
doğru yolu gösteren âlimlerin sohbetlerinde kazanılır. Bu âlimler,
Peygamberlerin vârisleridir." demiştir.
Genel olarak
ilim, ilm-i husûlî ve ilm-i hudûrî diye ikiye ayrılabilir. İlm-i husûlî,
Ehl-i sünnet (Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olan) âlimlerinin
sohbetlerinde ve derslerinde bulunularak, çalışılarak elde edilen ilimdir.
İlm-i hudûrî ise, çalışmadan Allahü teâlânın ihsân etmesiyle kazanılan ilim,
vehbî ilim demektir ki bu ilme ilm-i lüdünnî de denilir.
İmâm İbn-i
Mâce'nin Sünen'inde geçen bir hadîs-i şerîfte; "İlim, Çin'de de olsa
onu alınız. Zirâ ilim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana farzdır."
buyrulmuştur. Ed-Dürrü'l-Muhtâr'daki hadîs-i şerîfte de şöyle
buyrulmuştur: "Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet
etmekten daha sevaptır." Berîka'da geçen bir hadîs-i şerîfte,
Peygamber efendimiz; "İlmi ile amel edene, Allahü teâlâ, bilmediklerini
bildirir." buyurmuştur.
Ebü'l-Esved
ed-Düelî; "Hiçbir şey ilimden üstün değildir. Çünkü sultanlar, insanlara
hükmederler. Âlimler ise, sultanlara hükmederler." demiş, Lokman Hâkim de oğluna
şunu söylemiştir: "Ey oğlum! Dünyânın sevinç ve neşelerini tecrübe ettim.
İlimden lezzetli bir şey bulamadım." Ayrıca; "Dervişler, fakir ve yoksullar ilim
sâyesinde sultanlar sofrasında otururlar." buyurmuştur. Bir de Abdülhak-ı
Dehlevî, "İnsanın göğsünü genişleten şeylerden biri ilimdir." demiştir.
Şek ve
şüpheden uzak olan doğru, sağlam, sarsılmayan şüphe ve tereddüt bulunmayan
îtikâda, îmâna yakîn adı verilir. Râmûzu'l-Ehadîs'teki bir hadîs-i
şerîfte; "Âgâh olunuz ki, insana dünyâda yakîn ve âfiyetten (rûhen sağlam
ve günâhlardan uzak olmaktan) daha hayırlı bir şey verilmemiştir. Öyle ise
Allah'tan o ikisini isteyin." buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî; "Yakîn ihsân
edilen birinin kerâmetlere, hârikalara ihtiyâcı olmaz. Bütün bu kerametler,
zât-ı ilahînin zikrinden ve kalbin bu zikir ile zînetlenmesinden aşağı kalır."
demiştir. Hazret-i Ali ise; "Îmân ağaç gibi olup, kökü yakîn, dalı takvâ, nûru
hayâ, meyvesi cömertliktir." buyurmuştur.
Sözlükte
berâberlik, beraber olma demek olan maiyyet, tasavvufta Allahü teâlâ ile
beraber olma, O'na kavuşma yolu mânâsında kullanılır. Muhammed Bâkî-billah; "Maiyyet
yolu, cezbe (Allahü teâlânın çekmesi) yollarından biridir. Maiyyet yolundan
Allahü teâlâya kavuşmak nasîb olursa, vâsıta, aracı olmaksızın kavuşulur. "Kişi
sevdiği ile berâberdir." hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir."
demiştir. İmâm-ı Rabbânî ise; "Yüksek hocamın, lutfederek, acıyarak mübârek
gönlünü, bu fakire çevirmesi ile, tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb
(yakınlık), maiyyet, ihâta (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak)
gibi sözlerle anlatmak istedikleri mârifetlerden, ince bilgilerden ele geçmeyen
hemen hemen hiç kalmadı." demiştir.
Tasavvuf
yolculuğu, tasavvuf yolunda ilerlemeye seyr ve sülûk denilir. İmâm-ı
Rabbânî; "Seyr ve sülûkdan maksad, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan
temizlemektir." demiş, bu çirkin sıfatların başında nefse düşkün olmak ve onun
arzularına, isteklerine tutulmak geldiğini ifâde etmiştir. Seyrin çeşitli
kısımları vardır. Seyr-i âfâkî, seyr-i enfüsî, seyr-i fillah, seyr-i fil-eşyâ,
seyr-i ilallah, seyr-i anillahi billah, seyr-i murâdî gibi. Muhammed
Bâkî-billah, seyr-i enfüsîden (insanın kendinde yaptığı yolculuktan) önce olan
şeylerin yâni ilerlemelerin hepsinin seyr-i âfâkî olduğunu, seyr-i
âfâkîde ele geçen şeylerin bir hiç mesâbesinde olduğunu belirtmiştir.
Ebû Saîd-i
Harrâz; "Seyr-i âfâkî (kendinin dışında ilerleme), insanı, matlûbdan
(aranılandan) uzaklaştırır, seyr-i enfüsî ise, insanı, matlûba kavuşturur."
demiştir. Seyr-i enfüsî, tasavvuf yolunda bulunan kimsenin kendinde
ilerlemesi, kötü huylardan temizlenen nefsin, iyi huylarla bezenmesi,
süslenmesidir. Abdülkâdir-i Geylânî, "Seyr-i enfüsîde, insanı, Allahü teâlânın
sevgisi kaplayarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için, evlâd ve mal
sevgisi de bununla berâber yok olur. O halde, seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır."
buyurmuştur.
Allahü
teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme, Allahü teâlânın beğendiği ve râzı
olduğu şeylerde fâni olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri
kendine sevgili olmak) seyr-i fillah diye isimlendirilir. Hace Ubeydullah-ı
Ahrâr; "Allahü teâlâya kavuşmakta, zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların
hepsini aşmak, yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır.
Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fillah gerekir." demiştir.
Allahü
teâlâya doğru olan yolda ilerlemek mânevî ilimde durmadan yükselmek, seyr-i
âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme)yi de
içine alan tasavvuf yolculuğuna seyr-i ilallah denilmektedir.
Abdülhakîm
bin Mustafa Arvâsî; "Seyr-i ilallah ve seyr-i fillah yâni Allahü teâlânın
beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allahü
teâlânın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin)
olgunluğuna kavuşulamaz." demiştir. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî; "Tasavvuf
yoluna girip ilerlemek, yol gösteren rehberi sevmeye bağlıdır." buyurmuştur.
Seyr-i murâd (murâdların, seçilmişlerin Allahü teâlânın lutf ve ihsânı ile
çekilerek kavuştukları yol) ile ve kuvvetle çekilerek vilâyetin (evliyâlığın)
yüksek derecelerine kavuşturulan bu rehberin bakışları, kalp hastalıklarına
(kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmasına) şifâdır. Onun teveccühü yâni
sevgisine kavuşmak, mânevî hastalıkları giderir.
Tasavvufta
nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra, daha önce unutmuş olduğu
eşyânın bütün bilgilerine yeniden sâhib olması, Seyr-i fil-eşyâ diye
isimlendirilir. Muhammed Bakî-billâh; "Seyr-i fil-eşyâ, davet makamını elde
etmek içindir. Davet makâmı, peygamberlere mahsûstur." demiştir.
Devamı...
|
|