|
GİRİŞ - 4
...Önceki Sayfa
Kurb,
yakınlık, yakın olmak demektir ki, Abdülganî Nablüsî; "Allahü teâlâya farzlarla
hâsıl olan kurb, nâfilelerle hâsıl olandan elbette kat kat daha çoktur. Fakat
kurbu, takvâ sâhiplerinin (haramlardan nefret eden, haram işlemekten
kaçınanların) ihlâs ile yaptıkları farzlar hâsıl eder." demiştir. İmâm-ı
Rabbânî, kurb ve visâl (kavuşma) lezzetinin Cennet nîmetlerinin lezzetinden
ziyâde olduğu gibi, bu'd ve hırmân (uzaklık ve mahrumluk) azâbının da Cehennem
azâbından beter olduğunu ifâde etmiş, Muhammed Mâsûm Serhendî ise, farzların
kurb hâsıl etmesi için, nâfile ibâdetleri de yapmanın şart olduğunu
belirtmiştir.
Allahü
teâlâya yakın olmak, vilâyet yâni velî olmak kurb-i ilâhî terimiyle de
ifâde olunur ki, Abdullah-ı Ensârî bunun; Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak
olan fenâdan sonra, Allahü teâlâ tarafından, evliyâsına ihsân olunacağını beyân
etmiştir. Kurb-i nübüvvet ve kurb-i velâyet olmak üzere iki türlü kurb vardır.
Kurb-i nübüvvet, nübüvvet kemâlâtına, olgunluklarına kavuşma, nübüvvet
yolu ile Hakk'a erme demektir. İmâm-ı Rabbânî'nin belirttiğine göre, kurb-i
nübüvvet, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve
bunların arkadaşı olan sahâbîleri Allahü teâlâya bu yoldan kavuşmuşlardır.
Allahü
teâlâdan gelen feyz ve bereketlere, arada vâsıta bulunmak sûretiyle kavuşma,
kurb-i velâyet adını alır. Yine İmâm-ı Rabbânî'nin ifâdesine göre, bir
velînin kurb-i velâyet yolunda ilerleyerek, kurb-i nübüvvet yoluna kavuşması,
yâni her iki yoldan feyz alması câizdir.
Bir de
kurb-i ebdân tâbiri vardır ki, bedenlerin birbirine yakın olması, yakın
bulunmak demektir. Kurb-i ebdânın, kalplerin birleşmesinde büyük tesiri vardır.
Bunun içindir ki, Peygamber efendimizin sohbetinde bulunmayan hiç bir velî, bir
sahâbînin derecesine yükselemez. Veysel Kârânî o kadar şânı yüksek olduğu hâlde,
Resûlullah efendimizi hiç görmediği için, Eshâb-ı kirâmdan en aşağı olanın
derecesine yetişemedi. Büyük İslâm âlimi Abdullah bin Mübârek hazretlerinden;
"Hazret-i Muaviye ile Ömer bin Abdülazîz'den hangisi daha yüksektir?" diye
soruldu. Cevap olarak; "Hazret-i Muâviye, Resûlullah efendimizin yanında
giderken, atının burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz'den kat kat daha
yüksektir." buyurdu. İmâm-ı Rabbânî; "Büyüklerden istifâde edebilmek için kurb-i
ebdân istemeli, bunun için çalışmalı. Nîmetlerin tamam olması, bedenlerin yakın
olması iledir. Kurb-i ebdân olunamazsa, yakınlık sebeplerini elden
bırakmamalıdır." buyurmuştur.
Sözlükte
toplum, topluluk, toparlanma, toplanma demek olan cemiyyet, hep bir olanı
müşahede (eserlerini görmek) ile meşgûl olup, kendinden dahi habersiz olma hâli
yâni kısaca rûhunu ve kalbini toplayıp, Allahü teâlâdan başkası ile olmama
hâlidir. İmâm-ı Rabbânî, cemâatle kılınan beş vakit namaz ve devâmlı Allahü
teâlâyı zikretmenin cemiyyete sebeb olacağını beyân etmektedir.
Allahü
teâlâdan başka hiçbir şeyin kalpte bulunmaması, berâberlik, birlikte olma, hâzır
bulunmaya huzur da denir. Muhammed Mâsûm Fârûkî, huzur, gafletten
kurtulmaktan ibârettir demiş, ayrıca huzurlu ve uyanık olan kalbin namazda,
uykuda ve vilâyette aynı olduğunu, huzur ve uyanıklığın kalbin melekesi olup
onun gerekli sıfatları olduğunu, hiç bir zaman ayrılık kabûl etmediğini ifâde
etmiştir.
Tasavvuf
yolunda bulunan bir kimsenin Allahü teâlâyı anıp çok zikretmesi veya bir başka
sebep netîcesinde hâsıl olan mânevî lezzetleri tadarak rûhun coşması, kalbinin
elinde olmadan gayr-i ihtiyârî kendinden geçip taşma hâline vecd denir.
İmâm-ı Rabbânî; "Hâller ve vecdlerin, beğenilip aranılan matlûbun başlangıcı
olduğunu, maksad olmadığını belirtmiştir. Hatta tasavvuf yolunda bulunan sâlikin
zâhirini, dînin emir ve yasaklarına uydurması, ibâdet ve tâatlerden tad almasına
sebeb olduğu gibi, bütün işlerinde, Allahü teâlânın rızasından başka düşünceleri
kalbinden çıkarmaya, kibir, hased (kıskançlık), kin gibi manevî hastalıklardan
temizlemeye çalışması da, kalpte ve rûhda vecd hâlinin meydana gelmesine vesîle
olur." demiştir.
Aşk,
muhabbet hâlleri, kalbe gelen zevkler, vecdler (mânevî coşkunluklar) mevâcid
diye de isimlendirilir. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr; "Bütün ahvâl (kendinden
geçme hâlleri) ve mevâcidi bize verseler, fakat Ehl-i sünnet vel-cemâat
îtikâdını içimize yerleştirmeseler, kendimi mahvolmuş bilirim. Eğer Ehl-i sünnet
(Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının yolunda olanların) îtikâdını verseler,
ahvâl ve mevâcid hiç vermeseler, hiç üzülmem." demiştir. İmâm-ı Rabbânî de;
"Tasavvuf yolcularının, bu yolculukta gördükleri ahvâl (hâller) mevâcid, ulûm
(ilimler) ve mârifetler; imrenilecek, istenilecek şeyler değildir. Hepsi evhâm
(vehimler) ve hayâlât (hayaller) gibi geçici şeylerdir. Bunlar o yolcuları
ilerletmek için vâsıtadan başka bir şey değiller." demiştir. Hatta Muhammed
Bâkî-billah, ihlâs (her şeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapma) makâmına ve
(tasavvufun en yüksek derecelerinden) rızâ mertebesine kavuşmak için ahvâl ve
mevâcidden vazgeçmek, ilim ve mârifetler edinmek lazım geldiğini ifâde etmiş,
onların gâyeye götüren yol ve maksadın başlangıcı olduğunu da belirtmiştir. Yine
İmâm-ı Rabbânî; "Ahvâl (hâller) ve mevâcid, matlûbun yâni ele geçirilmek
istenilenin başlangıçları olup maksad (gâye) değildir." dedikten sonra şöyle bir
açıklama yapmıştır: "İslâmiyetten kıl ucu kadar bile ayrılan bir kimsede ahvâl
(hâller) ve mevâcid hâsıl olursa, bunlara istidrâc (fâsıklarda ortaya çıkan
hârikulâde hâller) denir ki, onu dünyâda ve âhirette rezil olmaya sürükler."
Kalbe,
gönüle gelen ve bir müddet kalan düşünceye hâtır denilir. Abdülgânî
Nablüsî, bu konuda şu açıklamayı yapmaktadır: "Kalbe gelen düşüncelerden,
birincisi kalpte durmaz def edilir. Buna hâcis denir. İkincisi kalpte bir
zaman kalır. Buna hâtır denir. Üçüncüsü, yapmak ile yapmamak arasında
tereddüd olunur. Buna da hadîsün-nefs denir. Bunları melekler yazmaz.
Seyid Abdülhakîm Efendi, İslâmiyete uymayan hâtırların bâtıl olduğunu, şeytan
tarafından gelen hâtırların hepsinin günâha dâvet olduğunu ifâde etmiştir. Ebû
Süleymân-ı Dârânî; "Havâtır ve niyetleri önce, Kitap ve Sünnet ile
karşılaştırıyorum. Bu iki âdil şâhide, uygun olanları söyleyip yapıyorum."
demiştir. Hâdimî de; "Havâtır nefse acı gelirse, hayr olduğu; tatlı gelir, hemen
yapmak isterse, şer (kötü) olduğu anlaşılır. Bunu anlamak için İslamiyete uygun
olup olmadığına bakılır. Anlaşılmazsa, sâlih, günâh işlemeyen bir âlime
sorulur." demiştir.
Teveccüh,
tasavvuf yolunda ilerleme, yükselme sebeplerinden en önemli olanıdır. Bu, bir
velînin, Allahü teâlânın izni ile nazar etmek (bakmak) yâhut başka yollarla
talebesinin veya sevdiğinin yâhut başka birinin kalbindeki, mâsivâ (Allahü
teâlâdan başka her şey) ve dünyâ sevgisini, günâh lekelerini temizleyip, yerine
feyz, mârifet, ilim ve hikmetle yâni mânevî ilimler, iyilikler, bereketler ve
faydalarla doldurması, yüksek derecelere kavuşturması demektir. Muhammed Mâsûm;
"Pîrin (tasavvuf büyüğünün) teveccühünü, zulmet ve keder dağlarını, her ne
sûretle ortaya çıkarsa çıksınlar, sadık talebeden kaldırıp, uzaklaştırır."
demiştir. Ubeydullah-ı Ahrâr'ın oğlu Hâce Muhammed Yahyâ; "Tasarruf
sâhipleri üç kısımdır. Bir kısmı, Allahü teâlânın izni ile, her istedikleri
zamanda, diledikleri kimsenin kalbine tasarruf ederek, onu tasavvufta en yüksek
derece olan fenâ makamına eriştirir. Bazısı, Allahü teâlânın emri olmadan
tasarruf etmez. Emir olunan kimseye teveccüh ederler. Bir kısmı ise, kendilerine
bir sıfat (hâl) geldiği zaman kalplere tasarruf ederler." demiştir.
İmâm-ı
Rabbânî; "Tasavvuf yolunda çok yüksekleri aramalı, ele geçenlere bağlanıp
kalmamalıdır. Verâların verâsını yâni ötelerin ötesini aramalıdır. Böyle bir
istek, böyle çok çalışmak ancak vazîfe alınan büyüğün teveccühü ile elde
edilebilir. Onun teveccühü de müridin (talebenin) ona olan sevgisi, bağlılığı
kadar olur." demiştir.
Teveccüh,
bir de, bir kimsenin, hayatta veya vefât etmiş, kabirde olan bir velîden feyz
alabilmek, ondan mânevî olarak istifâde etmek, faydalanmak için, kalbini ona
bağlaması, hâtırına hiçbir şey getirmeyip, yalnız onu düşünmesi mânâsında
kullanılır. Abdullah-ı Dehlevî, bu konuda şunları söylemektedir: "Bâtındaki yâni
kalbindeki nisbetin (bağlılığın) artmasına çalış. Allah ism-i şerîfini, bâzan da
kelîme-i tehlîli (Lâ ilâhe illallah'ı) çok zikrederek (söyleyerek), bâzan
salevât okuyarak, Kur'ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâya yaklaşmaya çalış. Bu
çalışmalarda gevşeklik olursa, bu fakirin rûhâniyetine teveccüh ediniz. Yâhut,
Mirzâ Mazhâr-ı Cânân'ın kabrine gidiniz, ona teveccüh ediniz, çok terakkî
edilir, ilerleme ve yükselme olur. Ondan hâsıl olan fayda, bir diğerinin
faydasından daha çoktur."
Lügatte kasd,
irâde, kuvvetli istek, arzu gibi mânalara gelen himmet, ıstılahta Allahü
teâlânın velî kullarından bir zatın kalbinde yalnız bir işin yapılmasını
bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allahü teâlâdan dileyerek, bu
şekilde mânevî yardımda bulunması demektir. Ubeydullah-ı Ahrâr; "Allahü teâlânın
isimleri ile münâsebeti olan bir zât, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını
bulundurur ve bu şeye himmet eder, kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez;
yalnız o işin yapılmasını isterse, Allahü teâlâ da o işi yaratır. Allahü
teâlânın âdeti böyledir." demiştir.
Mahbûbiyyet,
sevilen olmak, mahbûb olmaklık, sevilmeklik demektir. İmâm-ı Rabbânî; "Peygamber
efendimize tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve ma'şûkiyyet (âşık
olmak) kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib olmaktır. Bu, Allahü teâlânın çok
sevdiklerine mahsustur ve lutf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır." demektedir.
Abdülhak-ı Dehlevî ise, âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz saâdete
kavuşmak, ancak geçmiş ve gelecek bütün varlıkların en üstününe (Hazret-i
Muhammed'e) uymakla olur. Bunun için O'na uymakla mahbûbiyyet makâmına
erişirler. O'nun yolunda bulunmakla, Allahü teâlânın zâtının tecellîsine
kavuşurlar demiştir.
Tasavvufun
diğer ıstılahlarına gelince, bunların başında zikir gelir.
Zikir,
anmak, her işte Allahü teâlâyı hatırlamak, kendini gafletten kurtarmak, kulun
Allahü teâlâyı dille ve kalple anması demektir. Gaflet de Allahü teâlâyı unutmak
demektir.
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde Ra'd sûresi 30. âyetinde meâlen şöyle buyuruyor: "İyi
biliniz ki, kalpler, Allahü teâlânın zikri ile itminâna, râhata kavuşur."
Bekara sûresinin 152. âyet-i kerîmesinde ise meâlen şöyle buyrulmuştur: "(Kullarım!)
Siz beni (tâat ile, beğendiğim işleri yapmak sûretiyle) zikrederseniz,
ben de sizi (rahmet, mağfiret, ihsân ve tövbe kapılarını açmak sûretiyle)
anarım." Sünenü'l-Beyhekî'de geçen iki hadîs-i şerîfte de
buyrulmuştur ki: "Derecesi en yüksek olanlar, Allah'ı zikredenlerdir.", "Allah'ı
sevmenin alâmeti, O'nu zikretmeyi sevmektir."
İmâm-ı
Rabbânî; "Her vakit, Allahü teâlâyı zikr etmek lâzımdır. Kalpte başka hiçbir
şeye yer vermemelidir. Yerken, içerken, uyurken, gelirken, giderken hep zikir
yapmalıdır." demiştir. Cübeyr bin Nüfeyr; "Her an, dilleriyle Allahü teâlâyı
zikr edip, O'nu bir an unutmayanlardan herbiri, güler bir hâlde Cennet'e
gireceklerdir." demektedir. Zikir, cehrî ve hafî olmak üzere iki kısımdır.
Zikr-i cehrî, yüksek sesle Allahü teâlâyı anmak, zikr-i hafî ise,
gizli olarak ve kalb ile Allahü teâlâyı hatırlamaktır.
İmâm-ı
Rabbânî, zikr-i hafînin, zikr-i cehrîden efdâl, daha üstün olduğunu belirtmiş,
Peygamber efendimiz ise, Mektûbât-ı Seyfiyye'de geçen hadîs-i
şerîflerinde bu üstünlüğün yetmiş kat olduğunu beyân buyurmuşlardır.
Îtiyad,
alışkanlık hâlinde nâfile olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbîh ve duâlara
vird (çoğulu evrâd) denilir. İmâm-ı Gazâlî; "Duâ, zikir, Kur'ân-ı
kerîm okuma ve tefekkür (mahlûklardaki ve kendi bedenindeki ince sanatları,
düzenleri, birbirine bağlılıklarını düşünerek, Allahü teâlânın büyüklüğünü
anlaması, insanın günâhlarını hatırlayıp, bunlara tövbe etmesi lâzım geldiğini
ibadetlerini ve tâatlerini düşünerek bunlara şükretmesi gerektiğini hatırına
getirmesi), sabah namazından sonra, âhiret yolcusu kulun virdi olmalıdır."
demiştir. Yine İmâm-ı Gazâlî; "Okunmalarında fazîlet olduğu bildirilen bâzı
âyet-i kerîmeleri vird edinip, okumak da müstehabtır. Fâtihâ, Âyete'l-Kürsî ve
Bekara sûresinin son iki âyeti (Âmener-Resûlü) bunlardandır. Kaylûle (öğleye
doğru bir mikdâr uyumak da) gündüz virdlerindendir." demiştir.
Hazret-i
Ömer'in, gece virdinden bir âyet-i kerîmeyi okuyamadığı zaman, gündüzleri
bayıldığı, hattâ bu yüzden bir hasta gibi günlerce ziyaret edildiği rivâyet
edilmiştir.
Mâlik bin
Dînâr ise şunları söylemiştir: "Bir gece uyuya kaldım ve evradımı yerine
getirmedim. Rüyâmda birisi karşıma çıktı ve, okuryazarlığın var mı? dedi. Var,
dedim. Şu yazıyı okur musun? dedi ve elime bir kâğıt parçası verdi. Kâğıtta;
"Dünyânın geçici ve aldatıcı nîmetleri, ölümsüz olarak yaşayacağın Cennet'in
zevk ve safâsından seni alıkoymuştur. Yâni geçici olarak zevk aldığın bu uyku,
ebedî seâdetine yarayacak ibâdetine mâni olmuştur. Uyan, namaz kıl ve Kur'ân-ı
kerîm oku. Zîra bunlar, uykudan hayırlıdır." yazılıydı."
Her konuda
haddini bilip, sınırı aşmamak, insanlara iyi muâmelede bulunmak, sünnet üzere
yâni Peygamber efendimizin buyurduğu ve davrandığı gibi hareket etmek, hatâya
düşmekten sakınılacak şey, terbiye, güzel ahlâka da edeb denir.
Abdullah bin
Mübârek, âlimler, edeb hakkında çok şeyler söylediler. Bize göre edeb, insanın
kendini tanımasıdır demiştir.
Ebü'l-Berekât
Emevî Hakkârî; "Edep, kulun, Allahü teâlâya karşı vazîfelerini, vakitlerini
nasıl değerlendireceğini, kendini O'ndan uzaklaştıran şeylerden nasıl
korunacağını bilmesidir." demiştir.
İmâm-ı
Rabbânî ise; "Edebe riâyet etmeyen hiç kimse, Allah'a kavuşamaz, yâni velî
olamaz. Din büyüklerinin yolu baştan sona edeptir. Namazın sünnet ve
edeplerinden birini gözetmek ve tenzîhî bir mekrûhtan sakınmak; zikir, fikirden
(tefekkürden) üstündür." buyurmuştur.
Şems-i
Tebrîzî ise; "Âdemoğlunun edebden nasîbi yok ise, insan değildir. Âdemoğlu ile
hayvan arasındaki fark budur. Gözünü aç ve bütün Allahü teâlânın kelâmının
mânâsı, âyet âyet edepten ibaret olduğunu gör." demiştir.
Burada belli
başlılarını verdiğimiz tasavvufî tâbirlerden başka, daha pekçok terim vardır.
Ekim-Kasım (1991) aylarında Gazetemizle birlikte hediye olarak verdiğimiz iki
cildlik Dînî Terimler Sözlüğü'nde (1. cildde 1308, 2. cildde ise 1289
aded olmak üzere) toplam 2597 ana başlık altında dînî terimler kısa kısa îzâh
edilmiştir. Bu ansiklopedimizde geçen kelimelerden merak edilenler olursa, ona
mürâcaat edilebilir.
"Giriş"imizi
tamamlamadan önce, bir nebze de tasavvuf ilminden bahsedelim:
Abdülhak-ı
Dehlevî Merec-ül-Bahreyn isimli kıymetli kitabında, Ahmed Zerrûk'dan
alarak diyor ki: "İmâm-ı Mâlik; "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden
çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan (bid'at sâhibi)
yâni sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır." buyurdu. Fıkhı doğru
öğrenen ve tasavvufun zevkini alan, kâmil insan olur. Tasavvuf büyüklerinin
hepsi kemâle gelmeden önce bir fıkıh âliminin mezhebinde idi. Tasavvufçunun
mezhebi yoktur demek, mezheblerin hepsini bilir, hepsini gözetir, evlâ olanı,
ihtiyâtlı olanı yapar demektir. Cüneyd-i Bağdâdî, Süfyân-ı Sevrî'nin mezhebinde
idi. Abdülkâdir-i Geylânî, Hanbelî idi. Ebû Bekr-i Şiblî, Mâlikî idi. Cerîrî,
Hanefî idi. Haris-i Muhâsibî, Şâfiî idi (kaddesallahü teâlâ esrârehüm)."
Bu
ansiklopedimizde hayatları ele alınan zâtların da, büyük ilim sâhibi oldukları
görülecektir.
Tasavvuf
büyüklerinin kalplerine gelen ilhamlar, keşifler, ahkâm-ı şer'iyye için sened ve
vesîka olamaz. Keşiflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, şerîate (İslâmiyete)
uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tasavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında
bulunan evliyâ da, ilmi olmayan, aşağı derecelerdeki müslümanlar gibi, bir
müctehide tâbi olmak mecbûriyetindedir. Bayezîd-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdâdî,
Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn ibni Arabî gibi evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe
tâbi olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı İslâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek
gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler, mârifetler, keşifler, tecellîler, aşk-ı
ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekten
maksad, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için ağaç dikmek şarttır.
Yâni, îmân olmazsa ve ahkâm-ı şer'iyye yapılmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl
olamaz.
Allahü teâlâ,
meleklere, cinne çeşitli şekiller alabilme kuvveti verdiği gibi, çok sevdiği
kullarının ruhlarına da, bu kuvveti vermektedir. Başka bedene ihtiyâç yoktur.
Havada, her zaman su buhârı vardır ve görünmez. Kaynar sudan, kazan borusundan
çıkan beyaz sis, buhar değildir. Çok küçük su damlacıklarıdır. Renksiz gazlar
görünmez. Havadaki renksiz su buhârı, soğuk sabahlarda çiğ hâlinde dâneler
şeklinde görüldüğü gibi, rûhlar da, görülecek şekiller alabilmektedir.
İşittiklerimiz ve okuduklarımıza göre, evliyâdan birçoğu, bir anda çeşitli
yerlerde görülmüş, birbirine uymayan işler yapmışlardır. Burada latîfeleri,
insan şekline girmekte, başka başka bedenler halini almaktadır. Bunun gibi,
meselâ Hindistan'da oturan ve şehrinden hiç çıkmamış olan bir velîyi, hacılar
Kâbe'de görüp konuştuklarını, başkaları da, meselâ aynı günde İstanbul'da, bir
kısım kimseler de, bu velî ile, yine o gün, Bağdad'da görüştüklerini
söylemişlerdir. Bu da, o velînin latîfelerinin muhtelif şekiller almasıdır.
Bâzan o velînin bunlardan haberi olmaz. Seni gördük diyenlere, yanılıyorsunuz, o
zaman, evimdeydim, o memleketlere gitmemiştim, o şehirleri bilmiyorum ve sizleri
de tanımıyorum der. Yine bunlar gibi, güç halde bulunan kimseler, korku ve
tehlikelerden kurtulmak için, ölü veya diri olan bâzı evliyâdan yardım
istemişlerdir. O büyüklerin, kendi şekillerinde olarak, hemen orada
bulunduklarını ve imdâdlarına yetiştiklerini görmüşlerdir. Bu velinin yaptığı
yardımlardan bâzan haberleri olmakta, bâzan da olmamaktadır. Bu hâl, bilhâssa
muhârebelerde görülmüştür. Böyle yardımları yapanlar, o din büyüklerinin rûhları
ve latîfeleridir. Latîfeleri bâzan, bu âlem-i şehâdette, bâzan da âlem-i misalde
şekil almaktadır. Nitekim Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) bir
gecede, binlerce kimse rüyâda görüp istifâde etmektedir. Bu gördükleri, hep
O'nun latîfelerinin ve sıfatlarının âlem-i misâldeki şekilleridir. Yine bunlar
gibi, sâlikler, mürşidlerinin âlem-i misâldeki sûretlerinden istifâde ederler ve
bu yolla müşkillerini çözerler.
Muhammed
Mâsûm Serhendî, Mektûbât'ında (2. cild, 140. mektub) diyor ki: "Hadîs-i
kudsîde; "Bir velî kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur. Kulumu
bana yaklaştıran şeyler arasında, en sevdiğim, ona farz ettiğim şeydir. Nâfile
ibâdet yaparak, bana yaklaşan kulumu çok severim. Çok sevdiğim kulumun işiten
kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. İstediğini elbette veririm.
Bana sığındığı zaman, elbette korurum." buyruldu. Farzlarla hâsıl olan kurb,
yâni Allahü teâlâya yaklaşmak, nâfilelerle hasıl olandan, elbette daha çoktur.
Fakat, takva sâhiplerinin ihlâs ile yaptığı farzlar kurb hâsıl eder. (Takvâ,
haramlardan nefret etmek, haram işlemeyi hâtıra bile getirmemektir. Allahü
teâlâya yaklaşmak, O'nun rızâsına , sevgisine kavuşmak demektir.) Takvâ ve ihlâs
elde etmek için de, tasavvuf ehlinin bildirdiği vazîfeleri yapmak lâzımdır.
Farzların kurb hâsıl etmesi için, bu nâfile vazîfeleri yapmak şarttır. Nâfile
ibâdetleri yapmaya "Sülûk" denir. Sülûk vâsıtası ile, insanda "Fenâ" hâsıl
olarak, Allahü teâlâdan başka her şeyin sevgisi kalbinden silinir. Sonra "Bekâ"
hâsıl olarak, Allahü teâlânın sevgisi, kalbine yerleşir. Her şeyi Allah için
sever. Her işi Allah için yapar. Böyle insana "Velî" denir. Ancak bunun yaptığı
farzlar kurb hâsıl eder. Takvâ hâsıl etmek için iki yol vardır: Birincisi, Ehl-i
sünnet îtikâdını ve ibâdetlerin şartlarını ve haramları öğrenip, haram işlememek
için kendini zorlayarak, ibadetleri yapmaktır. Bunları öğrenmek ve yapmak
senelerce sürer. İkinci yol, sülûk vazîfeleridir. Bu yol ile, takvâ az zamanda
hâsıl olur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, hep bu yoldan takvâya kavuştular. Bir "Mürşid"i,
"Rehber"i tanıyıp, sohbetinde bulunan, yâni yanında edeb ile, severek oturan
yâhut uzaktan râbıta yapan, yâni yüzünü hayâline getirerek edeb ile bakan
kimsenin kalbine, mürşidin kalbinden feyz gelir. Yâni kalbinde fenâ ve bekâ
hâsıl olur. Bir "Rehber" tanımayınca, birinci yolda çalışmak îcâb eder. Mazhâr-ı
Cân-ı Cânân hazretleri; "Bütün feyzlere, bütün nîmetlere, üstâdlarıma olan
sevgim sebebi ile kavuştum. Kusurlu ibâdetlerimiz, bizi Allahü teâlâya
yaklaştırmaya sebeb olabilir mi?" buyurdu. İbâdetin, insanı, Allahü teâlâya
yaklaştırabilmesi için, ihlâs ile yapılması lâzımdır. İhlâs da, ancak âriflerden
feyz almakla hâsıl olur. Künûzu'd-Dekâik'daki hadîs-i şerîfte; "Her
şeyin menbâı vardır. İhlâsın, takvânın menbâı, kaynağı, âriflerin kalpleridir."
buyruldu. Velî olmak için, yâni Allahü teâlâya yakın olmak, yâni O'nun sevgisine
kavuşmak için, farzları yapmak lâzımdır. Farzların birincisi, Ehl-i sünnet
âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmektir. Bundan sonra, haramlardan sakınmak
ve farz olan ibâdetleri yapmak ve evliyâyı sevmektir. Sevdiği velîden feyz
gelerek kalbi temizlenir. Muhakkak velî olur.
Senâullah-ı
Pânî-pütî'nin yazdığı on ciltlik kıymetli kitabı Tefsîr-i Mazharî'de Cin
sûresinin 26. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde Allahü teâlânın, gaybdan bildiği
şeylerin bâzılarını Peygamberlerinden dilediğine bildirdiğini açıklarken; "Allahü
teâlâ, evliyâsına vâsıtasız da bildirir. Hazret-i Ömer'e, Sâriye'yi gösterdi.
Mûsâ aleyhisselâmın annesine, oğlunu denize koymasını, yine geri göndereceğini
ve peygamber yapacağını bildirdiğini haber veriyor. Havârîlere vahiy gibi
bildirdiğini ve hazret-i Meryem'e; "Hurma kütüğünü salla, tâze hurma olacak.
Onları ye." dediğini haber veriyor. Bunlar peygamber değildi. Velî idiler."
buyruluyor. Akâid kitaplarında, evliyânın kerametlerinden bir kısmı yazılmıştır.
Abdülganî
Nablüsî'nin, El-Hadîkat-ün-Nediyye fî Şerh-it-Tarîkat-il-Muhammediyye
(c.2, s.126) isimli kıymetli kitabında açıkladığına göre: "Resûlullah ile, Eshâb-ı
kirâm ile ve Tâbiîn ile, bunlar öldükten sonra da, Allahü teâlâya tevessül
etmek, yâni bunların hürmeti için, dilekte bulunmak câiz ve meşrûdur. Tevessül
etmek, şefâatini istemektir. Ehl-i sünnet âlimleri, bunun câiz olduğunu
bildirdiler. Mûtezile fırkası ise buna inanmadı. Tevessül edenin duâsının kabûl
olması, tevessül olunanın kerâmeti olur. Yâni, öldükten sonra kerâmet göstermesi
olur. Bid'at sâhibi, sapık olanlar buna inanmadılar. İmâm Abdürraûf el-Münâvî
El-Câmiu's-Sagîr şerhi olan Feyz-ul-Kadîr'inde bu câhillere cevap
vermektedir. İmâm-ı Sübkî de buyuruyor ki: "Resûlullah ile tevessül etmek, yâni
istiğase etmek, O'ndan şefâat istemektir. Bu ise güzel bir şeydir. Önceki ve
sonraki İslâm âlimlerinden hiçbiri buna karşı bir şey dememişlerdir. Yalnız İbn-i
Teymiyye, bunu inkâr etmiştir. Böylece doğru yoldan ayrılmıştır. Kendisinden
önce gelen âlimlerden hiçbirisinin söylemediği bir bid'at çıkarmış, bu bid'ati
ile müslümanların diline düşmüştür. Resûlullah'ın ismi ile kasem ederek, yâni
Resûlullah hakkı için diyerek, Allahü teâlâdan bir şey istemenin câiz olduğunu,
İbn-i Abdüsselâm uzun bildirmektedir. Resûlullah'ın vârisi olan evliyâ ile de
kasem câiz olduğunu, Ma'rûf-i Kerhî bildirmekte ve bu husus Kuşeyrî Risâlesi'nde
yazılmaktadır."
Yine
Hadîka'da (s.151) deniliyor ki: Herhangi bir müctehidin câiz olur dediği bir
şeyi yapana mâni olmamalıdır. çünkü dört mezhebden birini taklid etmek câizdir.
Bunun için, kabir ziyâret edenlere, evliyânın mezarları ile teberrük edenlere,
hastası iyi olmak için veya gâib olan şeyin bulunması için bunlara nezir
yapanlara mâni olmamalıdır. Adak yaparken, evliyâya adak demek mecâz olup,
türbeye hizmet edenlere adak demektir. Fakire zekât verirken, ödünç verdiğini
söylemek gibidir ve böyle söylemenin câiz olduğu bildirilmiştir. Burada söze
değil, mânâya bakılır. Bunun gibi, fakire verilen hediye, sadaka olur. Zengine
verilen sadaka da hediye olur. İbn-i Hacer-i Heytemî, evliyânın kabirlerine
nezir yapılırken, onun çocuklarına veya talebesine, yâhut orada bulunan
fakirlere sadaka olması gibi başka bir kurbet, yâni başka bir hayır niyet
edilirse, bu nezrin sahîh olacağına fetvâ vermiştir. Böyle nezirlerin, niyet
edilen kimselere verilmesi lâzım olur. Şimdi türbelere yapılan nezirlerin
hepsinde böyle niyet edilmektedir. Velîye nezr sözünden bunu anlamak lâzımdır.
Geçmiş evliyâya dil uzatmak, onlara câhil demek, sözlerinden dinimize uymayan
mânâlar çıkarmak, öldükten sonra da kerâmet gösterdiklerine inanmamak ve ölünce
velîlikleri biter sanmak ve onların kabirleri ile bereketlenenlere mâni olmak,
müslümanlara sû-i zan, zulmetmek, mallarını gasb etmek gibi, hased, iftira ve
yalan söylemek ve gıybet etmek gibi haramdır.
Pekçok
insanın, Allahü teâlânın yoluna girmesine vesîle olan, İslâmiyet'e pek büyük
hizmetler yapmış olan büyük âlim ve velîlerin kıymetlerini bilip hiçbirine dil
uzatmamalıdır. Çünkü inkâr eden mahrûm kalır. |
|