|
GİRİŞ - 2
...Önceki Sayfa
İnsanları
irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran
büyük âlim ve velîye mürşîd denilir. Yetişmiş ve yetiştirebilen rehbere
mürşîd-i kâmil adı verilir. Bunlar, insanlara doğru yolu gösteren ve
İslâmiyeti bid'atlerden (Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp da
dîne sonradan ibâdet olarak katılan şeylerden) temizleyen derin İslâm
âlimlerindendirler. Onun için Muhyiddîn ibni Arabî; "Mürşidi olmayanın mürşidi
şeytandır." demiştir. Mazhâr-ı Cân-ı Cânân bütün kazançlarına, mürşidlerini çok
sevmekle kavuştuğunu belirtmiş, saâdetlerin anahtarının, Allahü teâlânın
sevdiklerini sevmek olduğunu ifâde etmiştir. İmâm-ı Rabbânî de; "Talebe,
mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur.
Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır." demiştir.
Ferîdüddîn-i
Genc-i Şeker, bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: "Bir kimsenin
kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşidi yoksa, büyük zâtların
(Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun."
Yine İmâm-ı
Rabbânî, tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna kavuşanların) iki
türlü olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Resûlullah efendimizin izinde giderek
kemâle erdikten sonra, insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın
derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde
bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli olmayan evliyâdır. Mürşid-i kâmilin
bakışları, kalp hastalarına (kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş
olanlara) şifâ verir, onun teveccühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü,
çirkin huyları insandan siler, süpürür.
Abdülhak-ı
Dehlevî hazretleri, mürşid-i kâmillerden bahsederken; "Mürşid-i kâmillerin en
üstünleri, dört mezhep imâmlarıdır. Bunlar, İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı
Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbeldir (r.aleyhim). Bu dört imâm,
İslâm dîninin dört temel direkleridirler." demiştir.
Seyyid
Abdullah-ı Dehlevî ise, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştiren,
olgunlaştıran) bir rehbere tâbi kimsenin, Allahü teâlânın rızâsına kavuşacağını
ifâde etmiştir.
Mutasavvıf
tâbiri,
umûmî bir isimdir. Gafletten uzak yâni her an Hakk'ı zikreden, kalbini mânevî
kirlerden temizleyen ve Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu
cenâb-ı Hakk'ın zikri ile (anmakla) süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid,
ahlâk-ı hesene sâhibine mutasavvıf denilir. Çoğulu mutasavvıfûn ve
mutasavvifedir. Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî'nin belirttiğine göre, İslâm
âlimlerinin iki kısmından biri din imâmlarıdır. Bunlar, müfessirîn-i izâm
(tefsîr âlimleri), muhaddisîn-i kirâm (hadîs âlimleri) ve mütekellimîn (kelâm
âlimleri), mutasavvıfûn ve fukahâ-i kirâmdır (fıkıh âlimleri). Bunların her
sözü, her beyânı, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır. Her
sözleri doğru ve senettir.
Abdülhak-ı
Dehlevî demiştir ki: "Mutasavvıfların hepsi Ehl-i sünnetti. Bid'at sâhiplerinden
(Peygamberimiz ve dört halîfe devrinde olmayıp dinde sonradan meydana çıkarılan
işlere ve uydurulan sözlere inananlardan) hiçbiri Allahü teâlânın mârifetine
(O'nu tanımaya) yaklaşamamıştır. Vilâyet (evliyâlık) nûrları bunların kalplerine
girmemiştir.
Büyük âlim
ve velî Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de şöyle buyurmuştur: "Mürşid (rehber,
doğru yolu gösterici) ve mutasavvıf, Rabbi için her yönden ve her şeyden ayrılıp
Allahü teâlâdan başkasına tapınmayı, ibâdet etmeyi ve uymayı terk ederek,
gayriye yönelmekten ve meşgûl olmaktan kalplerini kurtararak, ihlâsla Hakk'a
ibâdet eder ve şeytana uymaz."
Her devirde
bulunan, fakat herkesçe tanınıp bilinmeyen ve görülmeyen, Allahü teâlânın
emirlerine tam olarak uyan mübârek, büyük zâtlar, ricâl-i gayb adıyla
isimlendirilmektedir. İmâm-ı Rabbânî, Nûr Muhammed Püntî'nin ricâl-i gaybden
olduğunu söylemektedir.
Mürşidi
(hocası) bulunmakla berâber, ayrıca vefât etmiş bir büyüğün rûhâniyetinden
faydalanan, yardım ve terbiye gören zâta üveysî, bu yolla kemâle ermeye,
olgunlaşmaya da üveysîlik denir.
Abdülhak-ı
Dehlevî, Peygamberler ve evliyânın vefâtlarından sonra, onlardan yardım
istemeye, âlimlerin câiz, olabilir dediklerini, tasavvuf büyüklerinin, bunun
doğru olduğunu bildirdiklerini ifâde etmiş, büyüklerden birçoğunun üveysîlik
yoluyla yükseldiklerini söylemiştir. İmâm-ı Rabbânî de, Behâeddîn-i Buhârî'nin
üstâdı (hocası)nın Seyyid Emîr Külâl hazretleri olduğunu, fakat ayrıca Hâce
Abdülhâlık Goncdüvânî'nin rûhâniyetinden istifâde ettiği için aynı zamanda
üveysî olduğunu zikretmiştir.
Bir de
tasavvuf kitaplarında çok kullanılan şeyh kelimesi vardır ki, din ve fen
ilimlerinde mütehassıs olan, yetişmiş ve yetiştirebilen rehber, Hak teâlânın
yolunu gösterip, dîn-i İslâmı yayan, mürşid, üstâd, pîr
mânâlarında kullanılmaktadır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, şeyhlerin âlim olmaları
ve meseleleri herkesin anlayabileceği şekilde çözmeleri lâzım geldiğini
belirtmiş, son zamanlarda tekkelerin, câhillerin ellerine düştüğünü, dinden,
îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildiğini ifâde etmiştir. Ayrıca, bu gibi
şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmanın, bunları tasavvuf büyükleri ile
karıştırmanın çok yanlış olduğunu, böyle bir durumun dîni bilmemek, anlamamak
olduğunu söylemiştir.
En büyük
üstâd mânâsına gelen şeyh-i ekber sıfatı, evliyânın büyüklerinden 1240
(H.638)'ta Şam'da vefât eden Muhyiddîn ibni Arabî hazretlerinin lakabıdır.
Tasavvufî
eserlerde geçen kelimelerden biri de pîr kelimesidir. Tasavvuf yolunda
rehber zât veya tasavvuf yollarından birinin kurucusu, şeyh, mürşid, mânâlarında
kullanılmaktadır. Hâce Behâeddîn Buhârî; "Pîr, Allahü teâlâya kavuşmağa
vesîledir. Maksûd olan (arzulanan, istenilen) Hak sübhânehüdür." demiştir.
Abdülhakîm Arvâsî; "Pîr, kâmil ve mükemmil ise (yetişmiş ve yetiştiren ise)
sohbeti büyük nîmettir ve onun bakışı devâ (ilâç) ve sözleri (sohbeti) şifâdır.
Sohbetsiz vüsûl (kavuşmak) mümkün değildir." demektedir. Hace Muhammed
Bâkî-Billâh pîre bağlılıkta bozukluk olursa, yükselmenin düşünülemeyeceğini
ifâde etmiştir. Süleymân bin Cezâ; "Her işte pîrlerin mübârek rûhlarını vâsıta
yaparak Allahü teâlâya yalvarmalı ve duâ etmeli." tavsiyesinde bulunmaktadır.
Hayderîzâde İbrâhim Fasîh Efendi; "Bağlı olunan pîre, zâhiren (açıkça) ve
bâtınen (gizli) îtirâz etmek, feyz kapısını kapatır." demiştir. Hattâ İmâm-ı
Rabbânî; "Pîrini incitenden sen de incinmezsen, köpek senden daha iyidir."
demektedir. Ayrıca pîrlik ve müridliğin yalnız külâh giydirmekle ve babadan
oğula kalmakla olmayacağını, Ehl-i sünnet vel cemâat yolunu bilmek, öğretmek ve
göstermekle olacağını belirtmektedir.
Şahıslarla
ilgili başka tâbirler varsa da şimdilik, bunlarla iktifâ edip biraz da diğer
terimler üzerinde durmak istiyoruz.
Dârülfünûnun
(İstanbul Üniversitesinin) Medresetü'l-Mütehassısîn Bölümünde Tasavvuf Kürsüsü
Müderrisi olan Seyyid Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî buyuruyor ki:
"Vâridât-ı
ilâhiyyenin hepsi, âdet-i ilâhiyye içinde hâsıl olmaktadır. Yâni, Allahü teâlâ,
her şeyi bir sebeb altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir,
kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji
kânunları diyoruz. Bir iş yapmamız ve bir şeyi elde etmemiz için, bu işin
sebeplerine yapışmamız lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için, tarlayı
sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri,
Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği
insanlara, iyilik, ikrâm olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için,
bunlara, âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ:
1.
Peygamberlerden aleyhimüsselâm âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye
içinde meydâna gelen şeylere "mûcize" denir. Peygamberlerin (salevâtullâhi teâlâ
aleyhim ecmaîn) mûcize göstermeleri lâzımdır.
2.
Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ümmetlerinin evliyâsında âdet dışı meydana gelen
şeylere "kerâmet" denir. İbn-i Âbidîn mürtedleri anlatırken diyor ki: "Mu'tezile
ve Vehhâbîler, kerâmete inanmadılar. İmâmü'l-Haremeyn ve İmâm-ı Ömer Nesefî ve
birçok âlimler (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn), kerâmetin câiz olduğunu
isbât etmişlerdir." Evliyânın kerâmet göstermeleri lâzım değildir. Bunlar,
kerâmet göstermek istemez, Allahü teâlâdan utanırlar.
3. Ümmet
arasında, velî olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere "firâset" denir.
4.
Fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse"İstidrâc" denir ki, derece
derece, kıymetini indirmek demektir.
5.
Kafirlerden zuhûr edenlere ise "sihr" yâni "büyü" denir.
Bu
münâsebetle, biraz da irhâs, mûcize, âyet, beyyine, burhân, kerâmet, keşf,
firâset, atiyye, mevhibe, kemâlât, ledünnî ilim, meûnet; istidrâc, sihir (büyü),
kehânet, mekr tâbirlerinden, yâni bâzı fevkalâde, hârikulâde (olağanüstü)
hâllerden bahsetmek uygun olacaktır.
Peygamber
olacak bir zâttan, peygamber olduğu bildirilmeden önce meydana gelen ve
peygamberliğine müjde olan âdet dışı yâni hârikulâde (olağanüstü) hâllere,
işlere irhâs denir. Îsâ aleyhisselâmın beşikte konuşması, kuru ağaçtan
tâze hurma isteyince, eline hurma gelmesi, Muhammed aleyhisselâmın, çocuk iken,
göğsünün yarılması, ağaçların, taşların kendisine selâm vermeleri gibi hâlleri
hep irhâstı (çoğulu irhâsâttır).
Allahü
teâlânın, peygamberlerine, peygamberliklerini isbât etmeleri için ihsân ettiği
ve onların isteği ile yarattığı hârikulâde yâni âdet dışı, olağanüstü hâllere
ise mûcize denilir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir şeyin mûcize
sayılabilmesi için şu şartların gerekli olduğunu beyân buyurmuştur: Allahü teâlâ,
o şeyi mutâd, alışılmış sebepler dışında yaratmış olmalıdır. Harikulâde,
olağanüstü olmalıdır. Peygamber olduğunu söyleyen kimsenin istediği zaman hâsıl
olmalıdır. Peygamberlerin isteklerine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan
mûcize kendisini yalanlamamalıdır. Mûcize, peygamber olduğunu söylemeden önce
hâsıl olmamalıdır. Bir peygamberin ümmetinden meydana gelen hârikulâde hâller,
(aslında) o peygamberin mûcizesidir.
Ahmed Fârûkî
Serhendî'nin ifâde ettiğine göre: Allahü teâlâ, her peygambere kendi
zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mûcize ihsân etmiştir. Mûsâ
aleyhisselâm zamânında sihirbazlık yaygındı. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma asâ
mûcizesini ihsân etti. Mûsâ aleyhisselâmın asâsı, büyük yılan olup sihirbazların
sihir âletlerini yuttu. Böylece sihirbazlar, bunun insan gücünün üstünde
olduğunu anlayarak hemen îmân ettiler. Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıb ileri
gitmişti. Tabîbler başarılarıyla öğünürlerdi. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma
ölüleri diriltme, anadan kör doğanların gözlerinin açılması gibi mûcizeleri
ihsân etti. Tabîbler âciz kaldılar. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm
zamânında ise; Arabistan Yarımadasında şâirlik ve belâgat sanatı en yüksek
dereceye ulaşmıştı. Şâirler yazıp okudukları şiirlerle birbirlerine öğünürlerdi.
Bu şekilde öğünmek sadece şâirde değil, mensûb olduğu kabîle için de bir öğünme
vesîlesi idi. Allahü teâlâ, Peygamber efendimize en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı
kerîmi gönderdi. Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, eşsizliği karşısında şâirler âciz
kaldılar. Bir kısmı Allah kelâmı olduğunu inkâr edip, kâfir olarak öldüler. Bir
kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak müslüman oldular.
Büyük âlim
Abdülganî Nablüsî'nin de belirttiği gibi, Allahü teâlânın âdetinin ve
kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin meydana gelmesi için, peygamberlerin
aleyhimüsselâm diri olması şart değildir. Öldükten sonra da, Allahü teâlâ onlara
mûcize ihsân eder. Harputlu İshâk Efendinin dediği gibi, Resûlullah'ın,
sallallahü aleyhi ve sellem mûcizeleri binden fazla olup, bâzıları şunlardır:
Mîrâc mûcizesi, Şakk-ı kamer mûcizesi (ayın ikiye bölünmesi), mübârek
parmaklarından su fışkırma mûcizesi, Kâbe-i muazzama içindeki putların, mübârek
parmağının işâreti ile yüz üstü düşmesi mûcizesi, ölülerin diriltilmesi
mûcizesi, yaralılara ve hastalara şifâ verme mûcizesi.
Bir de
sözlükte, alâmet, işâret, mûcize, ibret mânâsında kullanılan âyet
kelimesi vardır. Bu kelime, Allahü teâlânın varlığını, birliğini ve kudretini
gösteren alâmet, ibret, işâret, mûcize mânâsını da ihtivâ eder. Kur'ân-ı kerîmde
meâlen şöyle buyrulmaktadır: "(Hakîkati) bilmeyenler (veya bilip de
bilmez gözükenler), ne olur, Allah bizimle (senin hak peygamber olduğuna
dâir) söyleşse, konuşsa, yâhut (bu hususta) bize bir âyet (mûcize)
gelse dediler. Onlardan evvelkiler de, tıpkı onların söyledikleri gibi
söylemişdi. Kalpleri birbirine ne kadar da benzemiş. Bu hakîkatleri iyice bilmek
isteyenlere âyetlerimizi apaçık göstermişizdir." (Bekara sûresi: 118)
Mü'mîn
sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde ise, Allahü teâlâ meâlen şöyle buyurmuştur:
"Size,
(varlığına ve birliğine delâlet eden) âyetlerini (mûcizelerini)
gösteren, size gökten rızık indiren O'dur. Bu âyetlerden, Allahü teâlâya
inananlardan başkası ibret almaz."
Bir
dâvâyı(sözü) isbât eden kesin delile, kendisi bilinince, başkası da bilinen şeye
burhân adı da verilir.
Bir de
delil, sened, burhân, şâhid, mûcize mânâlarında kullanılan beyyine
kelimesi vardır. Kur'ân-ı kerîmde A'râf sûresinin 73. âyetinde meâlen buyruldu
ki:
"Semûd
(kavmine de) kardeşleri Sâlih'i gönderdik. O, kavmine şöyle dedi: "Allahü
teâlâya ibâdet ve itâat edin. O'ndan başka hiç bir ilâhınız yoktur. İşte size,
Rabbinizden açık bir beyyine geldi. Allahü teâlânın şu dişi devesi, size
peygamberliğimi isbât eden bir beyyine ve alâmettir. Onu bırakın, Allahü
teâlânın arzında otlasın. Ona bir fenâlıkla dokunmayın ki, sonra acıklı bir
azâba uğrarsınız."
Hangi
peygamberin ümmetinden olursa olsun, velîlerden âdet dışı yâni fizik, kimyâ ve
fizyoloji kânunları dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler, üstünlükler
kerâmet diye isimlendirilir. Allâme Ahmed Hamevî'nin dediği gibi, Allahü
teâlâ, sevdiği kullarına kerâmetler ihsân eder. Velîler, kerâmetlerini
saklarlar. Kimsenin duymasını istemezler.
İmâm-ı
Rabbânî; "Kerâmet haktır. Şirkten yâni Allahü teâlâya ortak koşmaktan, kaçıp
kurtulmak, mârifete kavuşmak, kendini yok bilmek kerâmettir." demektedir.
Abdülganî
Nablüsî ise; "Kendisine kerâmet hâsıl olan velî, bu kerâmetin yalnız Allahü
teâlânın dileği ve kudreti ile yaratıldığını, kendi dileğinin ve kudretinin hiç
bir tesiri olmadığını bilmektedir." demiştir.
Lügatte
açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak, kapalı şeyin yüzünden örtüyü
kaldırmak mânâlarına gelen keşf kelimesi, evliyânın, his ve akılla
anlaşılmayan şeyleri, kalplerine gelen ilhâm yoluyla bilmeleri demektir.
Abdülganî Nablüsî, evliyâya hâsıl olan keşiflerin ve herkesin gördüğü rüyâların,
bir şeyin misâlinin, benzerinin hayâl aynasında görünmesi olduğunu, uykuda iken
olursa, rüyâ dendiğini, uyanık iken olunca keşf olarak isimlendirildiğini ifâde
etmiş, hayâl aynası ne kadar çok saf, temiz ise, keşf ve rüyânın o kadar doğru
ve güvenilir olacağını belirtmiştir.
İmâm-ı
Rabbânî, evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılmasının, müctehidlerin ictihâdda
yanılması gibi olduğunu, bunun kusûr sayılmayacağını, bundan dolayı evliyâya dil
uzatılamayacağını, belki hatâ edene de bir sevâb verileceğini belirtmiş, bundan
sonra şöyle demiştir: "Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere (dinde söz
sâhibi âlimlere) uyanlara da, onların mezheplerinde bulunanlara da, hatâlı
işlere de sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara, sevâb verilmez.
Çünkü ilhâm ve keşif, ancak sâhibi için seneddir, başkalarına sened olmaz.
Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için seneddir.
Sözlükte
görüş, zan ve idrâkta (anlamakta), tecrübe ve delîller vâsıtasıyla dikkatle
bakıp isâbet etmek mânâsına gelen firâset bir terim olarak peygamberlerin
ümmetleri arasında, evliyâ olmayan kimselerden meydâna gelen âdet hârici şeyler,
dıştan içi anlama, yüzünden okuma demektir. İmâm-ı Tirmizî ve İmâm-ı
Taberânî'nin (r.aleyhimâ) kitaplarında geçen bir hadîs-i şerîfte; "Müminin
firâsetinden korkunuz. Zîrâ o, Allahü teâlânın nûru ile bakar."
buyrulmuştur. HâceAbdullah Ensârî'nin beyânına göre, firâset iki türlüdür.
Birincisi, mârifet sâhiplerinin (Allahü teâlâyı tanıyanların) firâseti olup,
talebenin kâbiliyetini keşf etmek, anlamak, Allahü teâlânın evliyâsını
tanımaktır. İkincisi, riyâzet (nefsin istediklerini yapmamak) çeken, açlıkla
nefislerini parlatanların firâseti olup, mahlûklara âit gizli şeyleri bilmektir.
Kıymetli olan, mârifet sâhiplerinin, Allah adamlarının firâsetine inanıp
bağlanmaktır.
Şâh Şücâ
Kirmânî harama bakmaktan gözünü muhâfaza edenin, kendini nefsin arzularına
kapılmaktan koruyanın, sünnete uyarak zâhirini, dışını süsleyenin, helâl lokma
yemeyi alışkanlık edinenin firâseti şaşmaz demiştir.
İmâm-ı
Rabbânî, firâset, sâlih kimseleri temyiz ve teşhis etmek, bulup ayırmaktır
demiş; Seyyid Abdülhakîm Arvâsî ise, firâsetin, îmân kuvvetinden doğduğunu kimin
îmânı daha kuvvetli ise firâsetinin o nisbette keskin, şiddetli, isâbetli ve
doğru olduğunu belirtmiştir.
Cenâb-ı Hak
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Biz (dünyâyı isteyenlerin de,
âhireti isteyenlerin de) her birine, kısmet ettiğimiz rızkı veririz. Bu
Rabbinin atiyyelerindendir. Rabbinin atiyyesi, ihsânı, (dünyâda, mümin ve
kâfir hiç kimseden) men edilmemiştir." (İsrâ sûresi: 20)
Ebü'l-Abbâs
Mürsî; "Peygamberler, ümmetleri için atıyyedir (ihsân, lütuf, bağıştır). Fakat
Resûl-i ekrem efendimiz hediyedir. Hediye ile atıyye arasında fark vardır.
Atıyye muhtaçlara, hediye ise sevilenlere verilir." demiştir. Hediye, bağış,
Allahü teâlânın ihsânı mânâsına gelen bir kelime daha vardır ki o da mevhibedir.
Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr'ın buyurduğuna göre: "İlim iki çeşittir. Biri verâset,
biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir, buna "kesbî" denir.
İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir
mevhibedir. Kullarından dilediğine verir, buna "vehbî" de denir."
İyilikler,
fazîletler, ahlâk ve huy güzellikleri, olgunluklar demek olan kemâlât,
nübüvvet kemâlâtı ve vilâyet kemâlâtı olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır:
Kemâlât-ı nübüvvet: Peygamberliğe ait üstünlükler olup, çok yüksek evliyâlık
makamlarından biridir. Şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdî demiştir ki: "Bir müslüman,
Allahü teâlânın ihsânı ile, İslâmiyetin hakîkatine kavuşur, İslâm-ı hakîkî ile
şereflenirse, peygamberlere tam uymakla, o büyüklere vâris olarak kemâlât-ı
nübüvvet makâmına kavuşabilir. O yüksek derecenin nîmetlerini bol bol elde
edebilir.
İmâm-ı
Rabbânî; "Vilâyetin, velîliğin iki parçası olan tarîkat ve hakîkat, şerîatin
hakîkatini ele geçirebilmek için ve kemâlât-ı nübüvvete kavuşabilmek için iki
şart gibidir." demiştir.
Evliyâlık
makamlarından biri olan kemâlât-ı vilâyete gelince, bu konuda İmâm-ı
Rabbânî; "Kemâlât-ı nübüvet (peygamberlik kemâlâtı), kemâlât-ı vilâyetten çok
üstündür. Kemâlât-ı vilâyetteki ilerleme, kemâlât-ı nübüvvetteki ilerlemenin bir
sûreti, görünüşüdür." demektedir. Şeyh Şihâbüddîn ise; "Şerîatin sûreti, kemâlât-ı
vilâyet meyvelerini meydana getiren mübârek bir ağaç olduğu gibi, nübüvvet
kemâlleri de mübârek bir ağaç gibi olan şerîatin hakîkatinin meyveleridir,
demiştir.
İlm-i
ledün
veya ledünnî ilim, Allahü teâlâ ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim,
gayb ve mârifet ilmidir. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: "Orada,
kendi indimizden bir rahmet (vahiy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz
ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular."
(Kehf sûresi: 65)
Hem
Sa'lebî'nin hem de İmâm-ı Rabbânî'nin ifâde ettikleri gibi, Hızır aleyhisselâm,
güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allahü teâlânın
izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle
ledünnî ilim verilmişti. Muhammed Pârisâ; "İlm-i ledünnî verilmesinde Hızır
aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır." buyurmuştur.
Senâullah-ı
Dehlevî bu ilim hakkında şöyle demektedir: "Ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle
ele geçmez. İhsân edilen kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir.
Peygamberlere verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise, umûma şâmildir ve
herkesi ilgilendirir. Yâni peygamberler, bunları, gönderildikleri kavimlere
tebliğ etmekle, bildirmekle vazîfelidirler. Bu bakımdan peygamberlerin ilmi,
ledünnî ilminden üstündür."
Seyyid
Abdülhakîm Efendi ise, şunları ifâde etmektedir: "Emîr Sultan hazretleri,
ledünnî ilme sâhipti. Bu ilim yetmiş iki derecedir. İlk derecesinde olan, bir
ağaca bakınca yapraklarının sayısını, bir denize bakmakla damlalarının adedini,
bir çöle bakınca kumlarının sayısını bilir."
Devamı...
|
|