|
GİRİŞ - 1
Bu
Ansiklopedimizde, İslâmiyetin başlangıcından yakın zamâna gelinceye kadar,
muhtelif asırlarda ve değişik coğrafî bölgelerde, bilhassa bugünkü Anadolu
topraklarında yaşayan ilim, irfân, ahlâk ve fazîlet sâhibi âlim ve velîlerden
bir demet sunacağız.
On beş
asırdır müslümanlara rehberlik etmiş, onlara doğruları öğretmiş, kendileri de
eksiksiz İslâmî bir hayat yaşamış bulunan Evliyâ-yı kirâmın hepsini, bu hacmi
sınırlı ansiklopedimizde zikretmek, hayâtlarından uzun uzun bahsetmek elbetteki
mümkün değildir. Fakat "zikr-i cüz, irâde-i kül yâni parçayı zikredip bütünü
kasdetme" kâidesine göre, onlardan bir kısmını ele almak istiyoruz. Zâten
yayınlarımız arasında 18 cilt hâlinde daha önce neşredilen İslâm Âlimleri
Ansiklopedisi'nde bazı velîlerin hayat hikâyeleri uzun olarak; bâzıları da
10 ciltlik İslâm Târihi Ansiklopedisi ile 6 ciltlik Osmanlı Târihi
Ansiklopedisi'nde yeri geldikçe, kısa kısa anlatılmıştı.
Burada hâl
tercümelerinden yâni biyografilerinden kısaca bahsedeceğimiz büyük velîler,
kendi asırlarında olduğu gibi, zamanlarından sonra da dâimâ sevilen ve sayılan,
hayatları örnek alınan zevâtın sâdece cüz'î bir kısmını teşkil edecektir.
İyi
insanların hayatları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır. Mâzisini,
büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve yaşları ilerlemiş insanlar,
büyüklüklere tâlip olamazlar. İnsanların çeşitli buhrânlara, bunalımlara, rûhî
sıkıntılara maruz kaldıkları asrımızda, büyük insanların yaşayış tarzları,
tavsiye ve nasîhatları, hâl ve hareketleri, kerâmetleri, hem zevk ve ibret
almaya, hem de intibâha, uyanmaya sebeb olacaktır.
Haklarında,
ciltler çapında eserler meydana getirilebilecek kıymetli velîlerden herbirine
dâir sâdece birkaç sayfa denilebilecek kısa bilgiler verebileceğiz. Fakat her
şahsın hayatının sonunda, onlardan bahseden kaynaklar zikredileceği için, geniş
bilgi almak isteyenler oralara mürâcaat edebileceklerdir.
Bu
ansiklopedimizde, kimi şahıslar hakkında, âbid, ârif, âşık, zâhid, mürîd, sofî,
müttekî mücâhid, ümmî, derviş, basîret sâhibi, erbâb-ı dil (erbâb-ı kulûb),
ehlullah, evliyâ (velî), ebdâl (büdelâ), evtâd, aktâb (kutub), gavs, havass,
nücebâ, murâd, muhlis, muhlas, mukarreb, müceddid, mürşid, mükemmil, mutasavvıf,
ricâl-i gayb, üveysî, pîr, üstâd, şeyh gibi bâzı dînî tâbirler kullanılacaktır.
Bunlar hakkında bu girişte muhtasar, kısa kısa bilgiler vereceğiz. Bunlardan
sonra, yine ansiklopedide geçecek olan muhtelif olağanüstü hâllere verilen
isimler ve mânâlarını takdîm edeceğiz. Yine ansiklopedimizde takvâ, verâ, zühd,
ihlâs, mârifet, ilim, yakîn, maiyyet, seyr, kurb, cezbe, vecd, mevâcîd, havâtır,
ahvâl, tasarruf, teveccüh, himmet, cem'iyyet, huzûr, hilâfet, mahbûbiyyet,
ferdiyyet ve benzeri tasavvufî ıstılâhlara yer verildiğini müşâhede edeceğiz.
Ayrıca zikir, vird, âdâb gibi dînî terimler de geçecektir. Bu ve benzeri
ıstılâhlar hakkında da elverdiği ölçüde bilgiler sunmayı faydalı görüyoruz.
Ansiklopedimizde, bunlarla berâber evliyânın çeşitli vasıfları, muhtelif
dereceleri, sayıları ve aldıkları değişik isimler de zaman zaman geçecektir.
Bunlar hakkında da kısa bâzı bilgiler sunulacaktır. Bir de tasavvuf ilmi ve
evliyâyı sevme hakkında birkaç kelime yazmak faydalı olacaktır.
Miftâh-un-Necât'ta
zikredilen bir hadîs-i şerifte; "Allahü teâlânın harâm kıldığı (yasak
ettiği) şeylerden sakın ki, insanların en âbidi olasın." buyrulmuştur.
Her insan,
kulluk vazîfelerini yapmak için yaratıldı. Onun için herkes, Allahü
teâlâyı yaratıcı, kendisini yaratılmış bilmelidir. Bir kimsenin, Allahü teâlâya
kul olması için, O'ndan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam
kurtulması lâzımdır. Bunun için büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî
Serhendî vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonunun, en yükseğinin
abdiyyet (kulluk) makâmı olduğunu ifâde etmiştir.
Allahü
teâlâdan başkasının sevgisini kalbinden çıkaran, O'nu gönülle bilen ve O'nun
rızâsını kazanmış, ermiş, velî kimselere ârif-i billâh veya yalnız
ârif denir. Künûz-ul-Hakâik'da kaydedilen bir hadîs-i şerîfte şöyle
buyrulmaktadır: "Her şeyin kaynağı vardır. Takvânın (haramlardan
sakınmanın) kaynağı âriflerin kalpleridir." Süleymân bin Cezâ, ârif
kimsenin alâmetini şöyle belirtiyor: "Susması; tefekkürü, Allahü teâlânın
büyüklüğünü düşünmesi, gördüklerinden ibret, ders alması ve Allahü teâlânın râzı
olup beğendiği şeyleri istemesidir." Bâyezîd-i Bistamî ise; "İrfân sâhibi,
ârif odur ki: Seninle yediğini, içtiğini, seninle eğlendiğini, alış-veriş
ettiğini görürsün; ne var ki, onun kalbi yüce Allah'a bağlıdır. O'ndan başka hiç
bir derdi yoktur." Yine o; "Ârif boş yere konuşmaz, devamlı Allahü teâlâyı
düşünür." demiştir. Cüneyd-i Bağdâdî de; "Resûlullah efendimizin sünnetini terk
edeni ve O'ndan gelen edebleri gözetmekte gevşeklik göstereni ârif zannetme!"
îkazını yapmaktadır.
Allahü
teâlâyı tam bir muhabbetle sevmek, O'ndan başka her şeyden yüz çevirmek
aşk adını alır. İmâm-ı Rabbânî; "Nefsin kötü arzularına yâni şehvete aşk
ve muhabbet adını takmamalıdır. Aşk, muhabbet kalpte olur ve kıymetlidir. Gerçek
aşk, Allahü teâlâyı ve O'nun sevdiklerini sevmektir." buyurmuştur.
İbrâhim
Hakkı Erzurumî de; "Aşk, nefsi terbiye eder, ahlâkı güzelleştirir. Aşk, insanın
kalbinde bir ateş olup, kalpte Allah sevgisinden başka bir şey bırakmaz. Hak
âşığı olanın sözü, işi ve düşüncesi, doğru ve saftır. Uyanık kalpli ve hatâdan
uzaktır." demiştir.
Dünyâya
düşkün olmayan, şüpheli olur korkusu ile mübâh olanların (yâni izin
verilenlerin, helâl olanların da) çoğundan sakınan kimse mânâsına gelen zâhid,
İmâm-ı Rabbânî'nin ifâdesine göre, dünyâya gönül bağlamadığı için, insanların en
akıllısıdır. Berîka'da geçen bir hadîs-i şerîfte; "Allahü teâlâ, bir
kulunu severse, onu dünyâda zâhid, âhirette râgıb (rağbet eden, isteyen)
yapar. Ayıplarını ona bildirir." buyrulmuştur.
Eşyânın
hakîkatini, iç yüzünü gören, anlayan kalp gözüne basîret dendiği gibi, kalp gözü
ile görme, anlama ve firâset de basîret diye isimlendirilir. İmâm-ı
Kuşeyrî; "Allahü teâlâ, müminlere bir takım basîretler ve nûrlar lutfeylemiştir
(vermiştir). Onlar bu sâyede firâsette bulunurlar. Resûlullah
efendimizin; "Mümin, Allah'ın nûru ile nazar eder." hadîs-i şerîfi bu
mânâda anlaşılmalıdır" demiştir. Deylemî'nin zikrettiği bir hadîs-i şerîfte; "Gözü
âmâ (görmeyen) kimse kör değildir. Asıl âmâ, basîreti kör olan kişidir."
buyrulmuştur.
Allahü
teâlânın râzı olduğu, beğendiği kullarına, evliyâya, erbâb-ı kulûb, erbâb-ı
dil, ibnü'l-vakt de denmektedir.
Allahü
teâlânın emirlerine uyup, O'nun sevgisini ve zikrini gönlünden hiç çıkarmayan,
gafletten uzak, Allah adamı kimselere, velîlere ehlullah adı da
verilmektedir.
Bütün
sözleri, işleri ve ahlâkı, İslâm dîninin bildirdiği gibi olan, Allahü teâlânın
ve Resûlünün çok sevdiği kimselere velî ve bunun çoğulu olarak evliyâ
denir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biliniz ki, Allahü teâlânın evliyâsı
için azâb korkusu yoktur. Nîmetlere kavuşmamak üzüntüsü de yoktur." (Yûnus
sûresi: 62) buyrulmuştur. Büyük muhaddis Ebû Nuaym el-İsfehânî'nin Hilyet-ül-Evliyâ
kitabında zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Evliyâ görülünce, Allahü teâlâ
hatırlanır." buyrulmuştur. Sahîh-i Buhârî'de geçen bir hadîs-i
kudsîde ise; "Evliyâmdan birine düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur..."
buyrulmaktadır.
Yahyâ bin
Muâz; "Evliyânın sohbetine kavuşan, şeytanın elinden kurtulur, her an Allahü
teâlâ ile berâber olur." demiş, İmâm-ı Rabbânî de; "Mahşerde, önce
Peygamberlerin (aleyhimüsselâm), sonra evliyâ-yı kirâmın (kuddise sirruhum),
Allahü teâlânın izni ile günâhı çok müminlere şefâat edeceklerini ifâde
etmiştir. Yine İmâm-ı Rabbânî, Allahü teâlânın evliyâsının, büyük günâh
işlemekten mahfûz (korunmuş) olduklarını da belirtmiştir.
Evliyâ-yı
kirâmın, insanları irşâdla vazîfeli olanları bulunduğu gibi, başka vazîfelerle
görevli olanları da vardır. Meselâ Allahü teâlâya yakın sevgili (evliyâ)
kullardan bir kısmını teşkil eden ebdâl, insanlara yardımda ve hizmette
bulunan, halkın açıkça bilmediği ve dünyânın nizâmı (düzeni) ile vazîfeli olup
bunlardan biri vefât edince, yerine başka bir velî bedel kılındığından yâni
görevlendirildiğinden ve çok olduklarından, bedelin çoğulu ebdâl veya büdelâ
kelimesi ile tanınmışlardır. İrşâd ehli yâni insanlara doğru yolu gösteren
velîlerden olmayıp, gözlerden saklı olan bu kimselerin sayısının yedi, kırk veya
yetmiş olduğunu Seyyid Şerîf Cürcânî ifâde etmiştir. Hilyet-ül-Evliyâ'da
zikredilen bir hadîs-i şerîfte bunlar hakkında şöyle buyrulmaktadır: "Ümmetim
arasında her zaman kırk kişi bulunur. Bunların kalpleri, İbrâhim'in (aleyhisselâm)
kalbi gibidir. Allahü teâlâ, onlar sebebi ile kullarından belâları giderir.
Bunlara ebdâl denir. Onlar bu dereceye namaz ve oruç ile yetişmediler."
Abdullah ibni Mes'ûd; "Yâ Resûlallah! Ne ile bu dereceye ulaştılar?" diye
sorunca; "Cömertlikle ve müslümanlara nasîhat etmekle yetiştiler."
buyurdu.
Bir de
evtâd denilen, evliyâ-yı kirâmdan (Allahü teâlânın sevdiği kıymetli
kullarından) ve ricâl-ül-gaybdan (açıkça bilinmeyen velîlerden) mübârek
dört zât vardır ki, büyük âlim ve velî Mollâ Câmî'nin ifâde ettiğine göre
bunlar, dünyânın dört tarafında bulunurlar. Her biri bulunduğu yerde dünyevî
bakımdan huzûr ve râhatlığı sağlamakla vazîfelidir. Evtâddan dünyânın doğu
tarafında bulunan zâtın ismi Abdülhayy, batıdakinin ismi Abdülalîm, kuzeydeki
zâtın ismi Abdülmürîd, güneydekinin ismi ise Abdülkâdir'dir (r.aleyhim).
Evliyâlıkta
yüksek derecelere ulaşmış mübârek, kıymetli âlimlerden bir kısmına da kutub
ve bunun çoğulu olarak aktâb adı verilir. İşlerin görülmesine veya
insanların doğru yolu bulmalarına vâsıta kılınan bu ulu kişilerden, dünyâ işleri
ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-ebdâl
veya Kutb-i medâr (medâr kutbu), din ve irşâd işi ile vazîfeli
bulunana Kutb-ül-irşâd (İrşâd kutbu) denilir.
Kutb-ül-aktâb,
âlemin nizâmı ile alâkalanan, bolluk-kıtlık, sağlık-hastalık, barış-savaş, rızık,
yağmur ve benzeri olaylarla vazîfeli kılınan, ricâl-i gaybdan yâni herkesin
tanımadığı Allah adamı olup emrinde üçler, yediler, kırklar... diye söylenen
yine bu işlerle vazîfeli seçilmiş insanların bulunduğu büyük velîlerdir. Büyük
âlim İmâm-ı Rabbânî'nin bildirdiğine göre, Kutb-ul-ebdâl veya kutb-i medâr da
denilen bu zât her zaman bulunur. Resûlullah efendimiz zamânında da vardı. Fakat
bunlara inzivâ (insanlar arasına karışmamak) lazımdır. Bunları herkes tanımaz.
Hattâ bâzıları, kendilerini bile bilmezler. Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri
buyuruyor ki: "Kutb-i medâr, âlemde, dünyâda her şeyin var olması ve varlıkta
durabilmesi için, feyz gelmesine vâsıta olur. Her şeyin yaratılması, rızıkların
gönderilmesi, dertlerin, belâların giderilmesi, hastaların iyi olmaları,
bedenlerin âfiyette olması, kutb-i ebdâl da denen kutb-i medârın feyzleri ile
olur. Îmân sâhibi olmak hidâyete kavuşmak, ibâdet yapabilmek, günâhlara tövbe
etmek ise kutb-i irşâdın feyzleri ile olur. Kutb-i ebdâlin (kutb-i
medârın) her zamanda, her asırda bulunması lâzımdır. Âlemin ondan boş kalması
mümkün değildir. Çünkü âlemin nizâmı ona bağlı kılınmıştır. Eğer bu kutublardan
biri giderse (ölürse), yerine başkası tâyin edilir. İrşâd kutbu böyle değildir.
Çünkü, âlemin rüşd, hidâyet ve îmândan boş olduğu zamanlar olur. Peygamber
efendimiz, zamânının irşâd kutbu idi. Bu zamanda ebdâl kutbu ise hazret-i Ömer
ile Üveys el-Karânî idiler.
Âriflerin en
meşhûru, yüksek ilimler ve mârifetler sâhibi, âriflerin başı olan zâta kutb-ül-ârifîn
denir.
Kutb-i
irşâda
gelince: Âlemin irşâdına (doğru yolu bulmasına) ve hidâyetine (saâdete ve
kurtuluşa ermesine) vesîle kılınan velî zât, mürşîd demek olan kutb-i irşâd,
İmâm-ı Rabbânî'nin de buyurduğu gibi, âlemin irşâdı ve hidâyeti için, feyzlerin
gelmesine vâsıta olur. Kutb-i irşâdın her zaman bulunması lâzım değildir. Öyle
zamanlar olur ki, âlem îmândan ve hidâyetten büsbütün mahrûm kalır, Resûlullah
efendimiz zamânının kutb-i irşâdı idi. Kutb-i irşâd ile bütün insanlara îmân ve
hidâyet gelmektedir. Fakat kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalâlet
(sapıklık), kötülük hâline dönerler. Bu, şeker hastasına verilen kıymetli
gıdâların, onun kanında zehir hâline dönmesine benzer, yâhut safrası bozuk olana
tatlının acı gelmesi gibidir. Kutb-i irşâd, kâmil ve mükemmil, yetişmiş ve
yetiştirebilen olup, ender yetişir. Asırlardan, uzun yıllardan sonra bir tâne
bulunursa, yine büyük nîmettir. Her şey onunla nûrlanır. Onun bir bakışı, kalp
hastalıklarını giderir. Bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.
Yine büyük
velî İmâm-ı Rabbânî, bu konuda şunları söylemektedir: "Kemâlât-ı ferdiyyeye
de sâhib olan kutb-i irşâd, çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra,
böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır.
Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin
ortasından arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve mârifet onun yolu ile
gelir. Herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan kimse bu nîmete kavuşamaz. Onun
hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün
dünyâyı sarmıştır. O derya sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz.O büyük zâtı
tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhut o, bir kimseyi sever, onun
yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan,
sevgisi ve ihlâsına göre o deryâdan, kalbi feyz alır. Bunun gibi, bir kimse,
Allahü teâlâyı zikrederse ve bu zâtı hiç düşünmezse meselâ onu tanımazsa, yine
ondan feyz alır. Fakat birinci feyz daha büyük olur. Onu inkâr eder, beğenmezse,
yâhut o büyük zât bu kimseye kırılmışsa, Allahü teâlâyı zikretse bile rüşd ve
hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu
kapatır. O zât, bunun istifâdesini istemiş olsa bile, onun zararını istemese
bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de, yoktur. Faydası
çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler ve Allahü teâlâyı
zikretmeseler bile, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar."
Arapçada
imdâd etmek, yardım etmek ve kurtuluş mânâlarına gelen bir kelime olan gavs
kelimesi, tasavvufta yüksek husûsî bir mertebede bulunan velî, insanlara
yardıma yetişen büyük zât hakkında kullanılır. Molla Câmî'nin belirttiğine göre
gavs denilen büyük velî zâta, Allahü teâlânın izni ile insanların imdâdına
yetişmesi sebebiyle bu lakab verilmiştir. Gavs, Muhyiddîn ibni Arabî'ye göre
medâr kutbudur. İmâm-ı Rabbânî'ye göre ise, medâr kutbundan ayrı ve yüksek olup,
ona yardım edicidir. Bu sebeple, medâr kutbu, birçok işlerinde ondan yardım
bekler. Ebdâl makâmlarına getirilecek evliyâyı seçmekte bunun rolü vardır.
Gavs-ı
a'zam
en büyük gavs (yardımcı) demek olup, tasavvufta bu dereceye ulaşan Abdülkâdir
Geylânî hazretlerinin lakabıdır. O, insanlara ve cinnîlere yardım eden,
imdâdlarına yetişen büyük bir velî olduğundan gavs-üs-sakaleyn diye de
anılır.
Avâm
kelimesinin zıddı olan ve hâslar, seçkinler, büyükler demek olan havâss,
ilim ve tasavvufta, avâm ve mukallid hâlinden kurtulup, ictihâd ve velâyet
mertebesine yükselen seçkin zâtlardır. İmâm-ı Gazâlî'nin buyurduğu gibi,
sultanlar, milletin mal, can ve ırzlarını zâlim ve haydutlardan korudukları
gibi, havâss da avâmın (dînî ilimlerden haberi olmayan câhillerin) îtikâdını
(inancını) bid'atçilerin (sapıkların) şerlerinden, kötülüklerinden korurlar. Ebû
Osman Mağribî'nin belirttiği gibi, bunlar iyi amelleri (güzel işleri) kendinden
değil, Rabbinden bilirler.
Allahü
teâlânın velî kullarından tanınmayan, bilinmeyen ve gizli olan bâzı mübârek
kimseler daha vardır ki, Şeyhülislâm Molla Câmî'nin belirttiğine göre,
insanların imdâdlarına yetişip, işlerinde dara düştükleri zaman yardımcı olan ve
onların belâlardan korunmasına sebeb olan bu insanlara nücebâ
denilmektedir.
Tasavvuf
yolunda bulunanları, Şihâbüddîn-i Sühreverdî iki kısma ayırıyor: Ya mürîd
olurlar, ya murâd olurlar. Mürîdler Allahü teâlâya yakınlık
derecelerine ulaşmak için riyâzetler ve mücâhedeler çekerler (nefsin
isteklerinden kaçınıp istemediklerini yapmaya çalışırlar). Murâdlar ise, nazlı
nazlı okşanarak götürülür ve sıkıntı çekmeden, yakınlık derecelerine
ulaştırılır. Tasavvuf yolunda bulunanlardan, sıkıntı ve eziyet çekmeden Allahü
teâlânın yardım ve dilemesi ile yüksek makamlara kavuşan ictibâ yolunun
sâlikleri (çekilen talebeler) murâdlar diye isimlendirilir. İmâm-ı
Rabbânî, murâd olunanların başının ve sevilenlerin önderinin Muhammed
aleyhisselâm olduğunu ifâde buyurmuştur.
Uğraşmadan,
zorlamadan, külfetsiz ele geçen ihlâs devamlı olup, hakkal-yakîn mertebesinde
ele geçer. Devamlı ihlâs sâhibi, her şeyi Allahü teâlânın rızâsı için yapan
muhlastır. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda,
nefislerinin arzûsu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle ihlâs, insanın
kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir. Muhlaslar ile, ihlâsı çalışarak elde
eden muhlisler arasında fark çoktur. İlim ve amele dâir öğrenmekle,
anlamakla hâsıl olan kelâm ilminin bilgileri, tasavvuf yolunda ilerleyenlerde
keşf yolu ile hâsıl olur, ele geçer. Ameller, ibâdetler kolayca, seve seve
yapılıp, nefis ve şeytandan hasıl olan tembellik ve gevşeklik kalmaz. Günâhlar,
harâm olan şeyler çirkin, iğrenç görünür. Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: "İblis,
senin mutlak kudretine and olsun ki, onlardan (Allahü teâlânın kullarından)
muhlas olanlar hâriç hepsini azdıracağım, dedi." (Sâd sûresi: 82-83).
Yine Allahü
teâlâya yakın kullar, yakınlaştırılmışlar mânâsına gelen mukarrebler
vardır ki, hadîs-i şerîfte; "Ebrârın iyilik olarak yaptıkları, mukarrebler
yanında günâh olur." buyrularak onların dereceleri belirtiliyor. Cenâb-ı
Hak, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Îmânları ileride olanlar, Allahü teâlâyâ
yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi mukarreblerdir." (Vâkıa
sûresi: 10) buyurmaktadır. İmâm-ı Gazâlî onları şöyle târif etmektedir: "Mukarrebler,
Allahü teâlâ için olmayan her şeyden, yemekten, içmekten, yatmaktan, konuşmaktan
sakınırlar. Bunlar, din için niyet etmedikçe hareket etmezler. Yemeleri, ibâdete
lâzım olan aklı ve kuvveti bulmak niyeti iledir. Her şeyleri Allah içindir."
İmâm-ı
Rabbânî de, bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Mukarrebler asla yakın
olanlardır. Rahat ve rahmet bunlar içindir. Kıyamet gününün korkusundan emîn
olanlar bunlardır. Kıyâmetin dehşetinden, başkaları gibi ürkmezler."
Bir de
müceddidler vardır ki, İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm
dinine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya
çıkaran âlimlerdir. Sünen-i Ebî Dâvûd'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte;
"Her yüz senede bir müceddid zâhir olur (ortaya çıkar). Ümmetimin
işlerini yeniler." buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî'nin
beyânına göre; "Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu ümmetin Peygamberi,
peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrâiloğullarının
peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere
yaptırılmaktadır. Bunun için, her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri
arasından bir müceddîd seçilir. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir
ülülazm peygamber (veya resûl) gönderildiği ve onun işi bir nebîye (her yüz
senede bir gönderilen peygambere) bırakılmadığı gibi, bu ümmette de, tam bilgili
bir âlim seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ülülazm peygamberlerin işini
yapar."
Mîr
Hüsâmeddîn demiştir ki: "Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Bir minber
(câmilerde hutbe okunan yer) üzerinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh ederek
(överek) şöyle buyurdu: "Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum).
Allahü teâlâ onu, ümmetim arasında müceddîd kıldı."
Müceddîd-i
elf-i sânî,
hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretleri için kullanılan
bir tâbirdir. Muhammed Hâşim-i Keşmî'nin ifâde ettiğine göre, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine ilk defâ, müceddîd-i elf-i sânî ismini veren, zamânının en büyük
âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyâlkûtî'dir.
Abdullah-ı
Dehlevî demiştir ki: "Sultanlar içinde Ömer bin Abdülazîz, din bilgilerinde
İmâm-ı Şâfiî, tasavvufta (bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için
lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimde) Mârûf-i Kerhî, esrâr (sırlar,
gizli şeyler) bilgilerinde İmâm Muhammed Gazâlî, feyz vermekte ve kerâmetler
göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat,
hakîkat ve akâid (yâni inançla ilgili bilgilerin) inceliklerini açıklamakta ve
kalplere akıtmakta İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî,
müceddîd idiler. Hepsi de, İslâmiyet'in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet
etmişlerdir.
Şah-ı
Dehlevî, İmâm-ı Rabbânî'yi şöyle tanıtmaktadır: "İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i
sânî, derin âlim, büyük velîydi. Müctehid yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîflerden hüküm çıkaran bir âlimdi. İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. Âlimlerin
önderi, velîlerin baş tâcıydı. Resûlullah efendimizin güzel ahlâkını açıklayan
bir deryâdır. İmâm-ı Rabbânî'yi sevenler, mümin ve müttekî olanlar yâni
haramlardan kaçanlardır. Sevmeyenler münâfıklar, yâni içi dışı başka, iki yüzlü
olanlardır. İslâm memleketleri, hazret-i Müceddîd'in feyz ve nûrları ile doldu.
İnsanda bulunacak her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i
sânî hazretlerine vermiştir. Vermediği yalnız peygamberlik makâmı kalmıştır."
Devamı... |
|