Cennet; kapanmak, gizlenmek, örtünmek
mânâsında Arapça bir kelime olup, cenne kökünden gelir. Çoğulu Cennât veya
Cinândır. C ve N harflerinden meydana gelen kelimeler örtülü demektir. Cennet
denilen yer, meyveler, çiçekler, kokular ile örtülü olduğundan, bu isim
verilmiştir. Delilere mecnûn denilmesi de akıllarının örtülü
oluşundandır. Geceye "Cünn-i leyl" denir. Çünkü karanlık gün
ışığını örtmüştür. Cin denilen mahlûklar da, gözümüzden örtülü olduğu,
gizlendiği için cin denildi. Cennet kelimesi, dünyâda bostan; âhırette ise,
Cennet denilen sonsuz nîmetlerin bulunduğu yer demektir. Cehennem de, burada
derin ateş kuyusu; orada ise Cehennem denilen azâb dolu yere denir.
Cennet; Allahü
teâlânın râzı olduğu kimselerin gidecekleri ve sonsuz olarak zevk ve
seâdet içinde yaşayacakları yer demektir. Bütün semâvî dinler ve bâzı semâvî
olmayan inanç sistemleri, bu dünyâdan başka, ikinci bir dünyânın yânî âhıretin
varlığından haber vermişlerdir. Cennet, başka bir ifâde ile mü’minleri âhırette
mükâfatlandırma yerinin adıdır.
Cennet kelimesi çeşitli şekillerde Kur'ân-ı kerîmin yüzkırkyedi yerinde geçmektedir. Allahü teâlâ, Tevbe sûresinin
112. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Şirk ve nifakdan tevbe edenler, Allah'a ihlâsla ibâdet
edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû ve secde yapanlar (namaz
kılanlar),
iyiliği, emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın dînini koruyanlar (onları
yerine getirenler var ya)! İşte böyle mü'minleri Cennet ile müjdele..." buyurdu.
Allahü teâlâ mü'min ve müttakî kulları için,
âhırette; ebediyyeti ve anlatılamaz nîmetleri bulunan; zevkleri, devamlı emîn
bir istirâhat yeri olan Cennet’i hazırladı. Cennet’e girecek olan bu bahtiyâr
insanlar, melekler tarafından karşılanacak ve kendilerine Cennet’in kapıları
açılacaktır. Kur'ân-ı kerîmde beyân
buyurulduğu gibi; "Selâm size, hoş geldiniz, temelli olarak buraya
giriniz" denilecektir.
Kur'ân-ı kerîmde yerle göğün toplamına eşit bir
genişliğe sâhip bulunduğu bildirilen Cennet; soğuğun sertliğinin ve güneşin
sıcaklığının etkili olmadığı, devamlı gölgelikli, emîn bir makâmdır. Cennet’in
altından ırmaklar akar, kaynaklar ve çeşmeler fışkırır. Cennet ehli de yüksek
binâlarda, bahçelerle çevrili köşklerde otururlar. Selsebil çeşmesinde kâfur ve
zencefille kokulandırılmış tesnîm suyu bulunmaktadır. Asmalar, palmiyeler,
narlar, sıralar hâlinde akasyalar, her mevsim yetişen ve yeme yasağı bulunmayan
güzel yiyecekler Cennet’in güzelliklerindendir. Her çeşit meyve, Cennet ehlinin
elinin altında bulunur. Yüzlerinde neşe ve rahatlık okunur. Atlastan ve nakışlı
yeşil kumaştan elbiseler giyerler, güzel kokular sürünürler, incilerle
süslenirler. İncilere benzeyen gümüşten kaplar ve testiler taşıyan genç
delikanlılar onlara hizmet ederler. Allahü teâlânın
husûsî olarak Cennet ehline hizmet etmek üzere yarattığı inci, mercan gibi
güzel ve aynı yaşta iri gözlü süslü hûriler onlara eş olurlar. Cennet
sâkinlerinin arzu ettikleri her yiyecek hemen önlerinde hazır olur ve her
istediklerini Allahü teâlâ yerine
getirir. Kısacası arzu ettikleri ve gözlerini gönüllerini okşayan her şey onlar
için mevcûttur. Allahü teâlâ onları arş-ı
âlânın yanında karşılar ve rızâsını belirterek kabûl buyurur. Cennet ehlinin
yüzünde apaçık ve devamlı bir sevinç ve neşe vardır.
Mü'minlere mükâfat ve nîmet için hazırlanmış olan
Cennet ve inanmıyanlara azâb için hazırlanmış olan Cehennem (şimdi) vardır. Her
ikisini de Allahü teâlâ yoktan var
etmiştir. (Kıyâmet'te her şey yok edilip tekrar yaratıldıktan sonra) ebedî
olarak varlıkta kalacaklar hiç yok olmayacaklardır.
Allahü teâlâ, Kuranı kerîmde, Al-i İmrân
sûresinin 133. âyetinde meâlen; "Rabbinizin mağfiretine ermek ve göklerin eninde olup,
müttekîler için hazırladığımız Cennet’e girmek için müsabaka edin" buyurdu. Ayet-i kerîmede geçen "Ü’iddet:
Hazırlanmıştır" kelimesi, Cennet ve Cehennem’in hâlen yaratılmış ve mevcut
olduğunu bildirmektedir.
Allahü teâlâya, peygamberlere, Cennet ve
Cehennem’e, meleklere inanmıyanlar; eski insanlar câhil imiş, tabîat kuvvetleri
karşısında âciz, zavallı kalarak, hayâlî şeylere inanmışlar. Uydurdukları
şeylere tapınarak, yalvararak, küçüklüklerini göstermişler. Hâlbuki, bugün atom
asrındayız. Tabîate hâkim olup istediğimizi yapıyoruz. Tabîat kuvvetleri
hâricinde bir şey yoktur. Cennet, Cehennem, cin, melek, eski insanların
uydurduğu şeylerdir. Gidip gören var mı? Görülmeyen, tecrübe edilmeyen şeylere
inanılır mı?" diyorlar. İnanmıyanların bu sözleri, târihten haberleri
olmadığını gösteriyor. Târih boyunca, her asırda gelen câhiller, kendilerini
akıllı, bilgili, eski insanları câhil sanmışlar, Âdem aleyhisselâmdan
beri, her asırda gönderilen dinleri, eski câhillerin sözleri diyerek bozmuşlar
ve inkâr etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmin
bir çok yerinde, kâfirlerin böyle sözleri bildirilmekte ve cevap verilmektedir.
Meselâ Mü'minûn sûresinin 30. âyet-i kerîmesinden sonra meâlen buyuruluyor ki: "Nûh'a
(aleyhisselâm) inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra
yarattığımız insanlara, içlerinden peygamber gönderdik. Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek O'ndan başkası yoktur.
O'nun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemiyenlerden, öldükten sonra tekrar
dirilmeğe inanmayanlardan, dünyâ nîmetlerini bol bol vermiş olduğumuz bir çoğu,
bu peygamber sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi birçok şeye muhtâç olan
birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber size, ölüp
kemikleriniz çürüyüp toz toprak olduktan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız
diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyâdadır. Cennet, Cehennem
hep buradadır. Bu dünyâ böyle gelmiş böyle gider, öldükten sonra bir daha
dirilmek yoktur, dediler."
Kıyâmet günü vardır. O gün, elbette gelecektir. O gün,
gökler parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yeryüzü ve dağlar, parçalanarak yok
olacakdır. Kur'ân-ı kerîm, bunları haber
veriyor ve müslümanların bütün fırkaları, buna inanıyor. Buna inanmayan îmânsız
olur. Kıyâmette, bütün mahlûklar, yok olup, tekrar yaratılacak, herkes mezârdan
kalkacak. Allahü teâlâ çürümüş toz olmuş
kemikleri yine diriltecektir. O gün, terâzî kurulacak, herkesin hesâb
defterleri uçarak, iyilere sağ taraflarından, kötülere sol taraflarından
gelecektir. Cehennem üzerindeki Sırat köprüsünden geçilecek, iyiler geçip Cennet’e
gidecek; Cehennemlikler de Cehennem’e düşecektir. Bu bildirdiklerimiz,
olmayacak şeyler değildir. Muhbir-i sâdık yâni Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) haber verdiği
için hemen kabûl etmek, inanmak lâzımdır. Hayâle kapılarak şüpheye
düşmemelidir. Allahü teâlâ Haşr sûresi 7.
âyetinde; "Resûlümün
getirdiklerini alınız!" yâni, her söylediğine inanınız!
buyuruyor. Kıyâmet günü Allahü teâlânın
izni ile iyiler, kötülere şefâat edecek, araya gireceklerdir. Peygamberimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem); "Şefâatim, ümmetimden günahı büyük olanlaradır"
buyuruyor. Kâfirler, hesâbdan sonra Cehennem’e girecek, Cehennem’de ve azâbda
ebedî kalacaklardır. Mü'minler, Cennet’te ve Cennet nîmetlerinde sonsuz
kalacaklardır. Günahı, sevâbından çok olan mü'minlerin, Cehennem’e girip, günahlarına
karşılık, bir müddet azâb görmeleri câiz ise de, bunlar, Cehennem’de sonsuz
kalmayacaklardır. Kalbinde zerre kadar îmân olan bir kimse, Cehennem’de sonsuz
kalmayacak, rahmet-i ilâhiyeye kavuşarak Cennet’e girecektir.
Mü'minler Cennet’e girince burada sonsuz kalacaklar ve
hiç çıkmayacaklardır. Bunun gibi inanmıyanlar da Cehennem’e girince sonsuz
kalacaklar, ebedî olarak âzâb çekeceklerdir. Kalbinde zerre kadar îmânı
bulunanı günahlarının çokluğu sebebi ile Cehennem’e soksalar da, günahları
kadar azâb edip, sonunda Cehennem’den çıkarırlar ve onun yüzünü siyah
yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri ise siyah yapılır. Mü'minleri Cehennem’de zincire
bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalplerindeki zerre kadar
îmânın hürmeti, kıymeti belli olur.
Cennet’e girmek ancak Allahü teâlânın fadlı, ihsânı ve rahmeti iledir. Sâlih ameller, derecenin yükselmesine sebeptir, ammâ Cennet’e girmeğe sebep değildir. Hadîs-i şerîfde; "Sizden birinizi ameli kurtarmaz" buyuruldu. Eshâb-ı kirâmdan biri suâl edip; "Yâ Resûlallah! Sizin ameliniz de böyle midir?" dedi. "Benim amelim de böyledir. Lâkin Allahü teâlâ beni rahmetine daldırıp, büyük ihsân ve kemâller verdi" buyurdu. Bununla son peygamberlik, büyük vilâyet ve diğer güzel huy ve hasletlere işâret eyledi.
Cennet, bu dünyâda iken Allahü teâlânın gönderdiği peygamberlere inananlara, onların bildirdiklerine uygun yaşıyan ve doğru yolda yürüyenlere mükâfat, iyilik, nîmet ve ihsân yeri olarak Allahü teâlâ tarafından yaratılmış ve hazırlanmıştır. Cennet’e; Âdem aleyhisselâmdan kıyâmete kadar gelip geçen insanlar içinden Allahü teâlânın râzı olduğu kimseler girecektir. Bunun için insanların kendi zamanlarındaki peygambere ve getirdiği dîne inanarak bu inançlarına uygun bir dünyâ hayatı geçirmeleri ve son nefeslerinde îmân ile vefât etmeleri lâzımdır. Son peygamber Muhammed aleyhisselâmın gelmesi ve İslâm dînini bütün İnsanlara tebliğ etmesinden sonra kıyâmete kadar gelecek insanların O'na ve O'nun bildirdiklerine îmân etmeleri şarttır. Allahü teâlânın rızâsına ve Cennet’teki en yüksek derecelere kavuşmak; ancak hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiklerine şeksiz şüphesiz îmân etmekle ve her husûsta O'na tam uymakla mümkün olur.
Câbir bin Abdullah (radıyallahü anh) bildirdi ki: "Ben Resûlullah'dan işittim. Şöyle buyurdu: "Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayarak kavuşan kimse, Cennet’e; O'na ortak koşan kimse de Cehennem’e girer." Lokman sûresi 13. âyet-i kerîmede meâlen; "Hani Lokman, oğluna öğüt verirken şöyle demişti: "Oğulcağızım, Allahü teâlâya ortak koşma. Çünkü şirk, elbette büyük bir zulümdür" buyurulmuştur.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) bir köylünün gelerek; "Yâ Resûlallah! Bana öyle bir iş göster ki onu işlediğim zaman Cennet’e gireyim" dediğini; Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) da ona; "Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayarak Allahü teâlâya ibâdet edersin, farz kılınmış namazı dosdoğru kılarsın, zekâtı verirsin ve Ramazân orucunu tutarsın" buyurduğunu, gelen köylünün de; "Nefsim yed-i kudretinde bulunan Allah'a yemîn ederim ki, ebedî olarak bunun üzerine ne bir şey arttırırım ve ne de ondan eksiltme yaparım" dediğini, dönüp giderken de Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâbına; "Cennet ehlinden bir kimseye bakmak isteyen işte bu zâta baksın" buyurduğunu haber vermiştir.
Ubâde bin Sâmit (radıyallahü anh) bildirdi: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: "Herkim, eşsiz, ortaksız bir tek Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın O'nun kulu olduğuna, Îsâ aleyhisselâmın Allahü teâlânın hazret-i Meryem'e ilkâ ettiği kelimesi ve kendinden bir rûh olduğuna, Cennet’in ve Cehennem’in bir hakîkat olduğuna îmân ederse, Cennet’in sekiz kapısının hangisinden dilerse Allahü teâlâ onu oradan Cennet’e koyacaktır."
İbn-i Şümâse el-Mehrî anlatır: "Ölüm hastalığında iken Amr ibni Âs'ın (radıyallahü anh) yanına geldik. O, uzun süre ağladı ve yüzünü duvardan tarafa çevirdi. Oğlu Abdullah; "Babacığım! Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) sizi şununla müjdelemedi mi?" demeye başladı. İbn-i Şümâse der ki: Bunun üzerine Amr (radıyallahü anh) yüzünü bize döndürdü ve şunları söyledi: "Muhakkak ki (âhıret için) hazırladığım şeylerin en fazîletlisi "La ilâhe illallah ve enne Muhammeden Resûlullah" şehâdetidir. Ben üç hâl üzere bulunmuşumdur (ömrüm üç devreye ayrılır). Bir vakitler Resûlullah'a benim kadar kinli kimse yoktu. Onu öldürmüş olmaklığım kadar beni sevindirecek bir şey de yoktu. Eğer ben bu hâl üzere ölmüş olsaydım muhakkak Cehennem ehlinden olacaktım. Sonraki hâlim şu ki, Allahü teâlâ, dînine muhabbeti kalbime koyduğu zaman, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) geldim. "Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Elinizi uzatınız size bî'at edeyim" dedim. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek sağ elini uzattı. Ben de elimi çektim. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Ey Amr neyin var?" buyurdu. Ben de bir şartım var yâ Resûlallah dedim. "Şartın nedir?" buyurdu. "Mağfiret olunmaklığım" dedim. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "İslâm, kendinden önceki günahları yok eder" buyurdu. Bundan sonra bana hiçbir şey, Resûlullah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) daha sevgili olmadı. Bu hâl üzere ölseydim Cennet ehlinden olmamı kuvvetle ümid ederdim. Şimdi ise bundan sonra hâlimin ne olacağını bilmiyorum" buyurdu.
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Mu'az bin Cebel'i (radıyallahü anh) Yemen'e vâli olarak gönderdiği zaman, kendisine; "Eğer ehl-i kitap (hıristiyan ve yahudiler) sana Cennet’in anahtarlarından sorarlarsa onlara; "Cennet’in anahtarı "Lâ ilâhe illallah" kelimesidir diye cevap ver." buyurdu.
Vehb bin Münebbih'e; "Cennet’in anahtarı; Lâ ilâhe illallah kelime-i tevhîdi değil midir?" diye soruldu. O da; "Evet, Lâ ilâhe illallah kelimesi Cennet’in anahtarıdır. Fakat muhakkak ki her anahtarın dişleri vardır; dişli anahtar getirirsen uyduğu kapıyı sana açar. Eğer dişleri bulunan bir anahtar getiremezsen o anahtar sana kapıyı açmaz. Anahtarın dişleri ise Allahü teâlâyı tevhîd olan "Lâ ilâhe illallah" kelimesi ile Allah'ın emrine itâat edip, yasak ettiklerinden kaçınmaktır."
Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için îmânın ve ibâdetlerin sûretlerini, görünüşlerini, hakîkî ve doğru olarak kabûl buyuruyor. Böyle kullarını Cennet’e koyacağını vâd ediyor ve müjdeliyor. Cennet'i ve Cennet’te olan kullarını Allahü teâlâ sever. Onlardan râzıdır. Allahü teâlâ, sonsuz ihsân sâhibi olduğu için, yalnız kalbin tasdik etmesini, inanmasını îmân olarak kabûl buyurmuştur. Nefsin iz'ânını, inanmasını istememiştir. Böyle olmakla beraber, Cennet’in de hem sûreti ve hakîkati vardır. Dünyâda dînimizin yalnız sûretine kavuşanlar, Cennet’in de yalnız sûretine kavuşacaklar, yalnız onun zevkini, tadını alacaklardır. Dünyâda dînimizin hakîkatine kavuşanlar, Cennet’in de hakîkatine kavuşacaklardır.
Cennet’in yalnız sûretine ve yalnız hakîkatine kavuşanlar, aynı nîmetlerden meselâ aynı meyveden yedikleri hâlde, başka başka lezzet duyacaklardır. Resûlullah'ın zevceleri, mü’minlerin anneleri olup Cennet'te Resûlullah'ın yanında bulunacaklar, aynı meyveyi yiyecekler ise de, başka başka tad alacaklardır. Duydukları lezzet, hep aynı olsa idi, mü'minlerin annelerinin, bütün insanlardan daha üstün olmaları lâzım gelirdi. Bunun gibi daha üstün olan kimsenin zevcesinin de, başkalarından üstün olması lâzım gelirdi. Çünkü zevceler, Cennet’te, zevclerinin yanında bulunacaklardır. Dînimizin sûretine uyanlar, âhırette azâbdan kurtulacak, sonsuz seâdete kavuşacaktır.
Enes bin Mâlikin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerifde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cennet hoşa gitmeyen şeylerle; Cehennem de şehvetlerle sarılmıştır." Âlimlerin beyânına göre bu hâdis-i şerîf Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) fasîh, bedî’, cevâmiul-kelim (az söz ile çok mânâ ifâde eden) sözlerindendir. Cennet’e ancak hoşa gitmeyen şeyleri yapmakla, Cehennem’e de şehvetler sebebi ile varılır. Bunlar Cennetle Cehennem’i sarmış, perde arkasında bırakmıştır. Dünyâda hoşa gitmeyen şeylere göğüs gerip uzak kalanlar Cennet’e girecek, şehvetlerine kapılıp günah işleyenler de Cehennem’e gidecektir. Buradaki hoşa gitmeyen şeylerden maksat yapması nefse ağır gelen şeylerdir. İbâdetlere devam, onların güçlüklerine katlanmak, öfkeyi yenerek affetmek, sadaka vermek, kötülük yapana iyilikte bulunmak, nefsin arzularına sabırla karşı gelmek gibi şeyler de buna dâhildir.
Şehvetlerden murâd ise: Zina, içki, gıybet gibi haram olan şeyleri yapmaktır. Yiyip içmek gibi mübâh olan şehvetler buna dâhil değildir. Onlarda da ifrât (aşırı) dereceye varmak ise uygun değildir.
Allahü teâlâ
Al-i İmrân sûresinin 195. âyetinde meâlen; "Dinlerini korumak için hicret edenlerin, yurtlarından
çıkarılanların, benim yolumda işkenceye, hakârete, ziyâna uğrayanların,
muhârebe edenlerin ve öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğim. Onları,
altından nehirler akan Cennetlere koyacağım" buyurdu.
Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Muhâcirler,
müslümanların evveli, insanları hidâyete ulaştıran ve onlara, Rablerine
kavuşturan yolu gösterenlerdir. Allahü teâlâya yemîn ederim ki kıyâmet
günü muhâcirler omuzlarında silâhları olduğu hâlde gelirler. Cennet’in kapısını
çalarlar. Cennet’in bekçisi Hazene; "Siz kimsiniz?" der. Onlar da;
"Biz muhâcirleriz" derler. Hazene tekrar; "Sizin hesâbınız
görüldü mü?" diye sorar. Bunun üzerine muhâcirler dizleri üzerine çökerler
ve ellerini kaldırarak; "Yâ Rabbî! Senin yolunda vatanımızı,
çocuklarımızı, mallarımızı, âilelerimizi terk ettikten sonra tekrar hesap mı
vereceğiz?" diye yüksek sesle ağlarlar. Bu esnâda Allahü teâlâ, onlara mahsus olmak üzere, üzerlerine zeberced ve yâkuttan
yapılmış kanatlar takar ve bu kanatları ile uçarak Cennet’e girerler."
"Şehîdler Cennet’teki
nîmetleri görünce; Keşke Allah'ın bize neler ikrâm ettiğini, kardeşlerimiz de
bilselerdi de cihâddan çekinmeseler, çarpışmaktan korkup düşmandan yüz
çevirmeselerdi, derler."
Bir
zât, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna geldi ve;
"Yâ Resûlallah! Kıyâmet gününde Allahü teâlânın
(arşın gölgesinde) oturttuğu kimselerden bana haber ver" dedi. Resûl-i ekrem (sallallahü
aleyhi ve sellem); "Onlar (Rablerinin azâbından) korkan,
alçakgönüllü, mütevazı ve Allahü teâlâyı çok çok zikreden
kimselerdir" buyurdu. O zât; "Ey Allah'ın Resûlü!
İnsanların Cennet’e girecek olanlarının ilki onlar mıdır?" diye sordu. Resûlullah efendimiz; "Hayır, Cennet’e girmesi bakımından
insanların ilki muhâcirlerin fakirleridir. Onlar Cennet’e girerken insanların
önlerine geçerler sonra Cennet’ten bir melek gelip yanlarına vararak;
"Hesap vermeye dönünüz" der. Onlar da; "Hangi şey üzerine hesap
vereceğiz? Vallahi bizim dünyâda aldığımız veya verdiğimiz hiç bir malımız
yoktu. Biz idâreciler de değildik ki adâlet veya zulüm edelim. Fakat biz bir
kavim idik ki bize Allah'ın emri geldi ve ölüm gelinceye kadar O'na ibâdet
ettik" derler. Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Muhâcirlerin
fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce Cennet’e girecekler."
Âhıretin
yarım günü, beşyüz dünyâ senesidir. Çünkü, Allahü
teâlânın bildirdiği bir gün, bin dünyâ senesi kadar zamandır. Böyle
olduğu Hac sûresinde açıkça bildirilmiştir. Niçin bu kadar zaman olduğunu ancak
Allahü teâlâ bilir. Sonra âhırette, dünyâda
bulunan gece, gündüz, ay, sene de yoktur. Cennet’e erken girecekleri bildirilen
fakirler, dînimize uyan ve sabreden fakirlerdir. Dînimize uymak, dînimizin emrettiklerini
yapmak ve yasak ettiklerinden sakınmak demektir. Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem);
"Şüphesiz
ki Allahü teâlâ kıyâmet gününde; "Kullarım nerededir?" buyurur.
Melekler; "Ey Rabbimiz onlar kimlerdir" diye sorarlar. Allahü teâlâ da; "Sabreden, kazâ ve kaderime râzı olan fakirlerdir.
Onları Cennet’e koyunuz" buyurur. Müteakiben fakirler Cennet’e girip
yerler ve içerler. Zenginler de hesap başında kararsızlık ve sallantı içinde
bocalayıp dururlar." buyurmuştur.
"Cennet’e
ilk girecek olan zümrenin yüzleri ayın öndördüncü gecesinde olan bedir yâni
dolunay gibi parlak olacaktır. Onların ardı sıra girecek olanların yüzleri ise
gökyüzündeki en keskin ışıklı büyük yıldızın parlaklığı gibidir."
Ebû
Hüreyre’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Bana Cennet’e
girenlerin ve Cehennem’e gidenlerin ilk üçü arz olundu. Cennet’e giren ilk üç
kişi; 1) Şehîd, 2) Rabbine ibâdeti güzel yapan, efendisine de itâat eden bir
köle, 3) Âilesi çok olan, buna rağmen kötü iş ve sözden uzak duran nâmuslu bir
adam. Cehennem’e giren ilk üçe gelince; 1- Zâlim sultân, 2- Malı olup zekâtını
vermeyen zengin, 3- Allahü
teâlâya isyân eden fakir."
"Şüphesiz Cennetlikler
kendilerinden üstün olan köşk sâhiplerini sizin doğu ve batı ufkunda kavuşmakta
olan parlak yıldızı gördüğünüz gibi görürler. Çünkü aralarında fark
vardır." Eshâb-ı
kirâm; "Yâ Resûlallah! Bunlar peygamberlerin yerleridir. Başkaları onlara
ulaşamaz" dediler. Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bilâkis,
nefsim yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, onlar,
Allah'a îmân ve peygamberleri tasdik eden bâzı kimselerdir."
Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Bir kimse Allahü teâlâya îmân edip namazını kılar, zekâtını verir, Ramazân orucunu
tutarsa, Allahü teâlâ ona Cennet’i ihsân eder." Evliyânın
büyüklerinden Abdüla'lâ, sohbetlerinde boş şey konuşmazdı. Buyurdu ki:
"İnsanlar bir araya gelseler ve Allahü teâlâdan,
Cennet’ten ve Cehennem’den konuşmadan ayrılsalar melekler derler ki: "Ey
insanlar büyük gaflet içindesiniz." Yine buyurdu ki: "Cennet ve
Cehennem, âdemoğlundan bir şeyler duymak için ona yaklaşırlar. Şâyet insan Cennet’i
isterse, Cennet; "Yâ Rabbî! Onu istediğine kavuştur" der. Şâyet
Cehennem’den Allah'a sığınırsa Cehennem de: "Yâ Rabbî! Onu ateşten
muhâfaza et" diye duâ ederler.
"Ümmetimden Cennet’e
ilk girenlerin yüzleri mehtaplı bir gecede görünen ay gibidir. Bunlardan sonra
girenlerin yüzü, gökte aydınlığı fazla olan yıldızlar gibidir. Bundan
sonrakiler, durumlarına göredir. Cennet’te büyük ve küçük abdest bozmak yoktur.
Cennet’tekiler, tükürmezler, balgam çıkarmazlar, Tarakları altındandır.
Buhurdanlıklarında öd ağacı tüter. Terleri misk gibi kokar. Boyları hep bir
hizadadır. Hepsinin boyu Âdem aleyhisselâmın boyu gibidir.
"Kim Allah'a şirk,
ortak koşarsa Allahü teâlâ onu Cehennem’e atar. Her
kim Allah'a şirk koşmadığı hâlde vefât ederse Allahü teâlâ onu Cennet’ine sokar."
Ubâde
bin Sâmit'in bildirdiği hadîs-i şerîfde
buyuruldu ki: "Kıyâmet
günü herkesin hesâbı görüldükten, Cennet ehli Cennet’e ve Cehennem ehli
Cehennem’e yerleştirildikten sonra, Allahü teâlâ meleklere, Cehennem’den iki
kişi çıkarıp getirmelerini emreder ve meleklerin getirdiği iki kişiye;
"Yerleriniz nasıldır?" diye suâl eder. Onlar; "Yâ Rabbî!
Yerimizden daha zor yer yoktur" derler. Allahü teâlâ;
"Bunlar sizin işlediğiniz hatâların bedelidir. Ben aslâ kimseye zulmetmem.
Şimdi siz yerlerinize dönünüz." buyurur. Bunun üzerine o iki kişiden
birisi koşarak, diğeri de bir adım atıp geri dönerek yürürler. Allahü teâlâ meleklere bu kimselerin tekrar huzûra getirilmesini
emreder. Bunlar tekrar huzûra getirilince, Allahü teâlâ koşarak
gidene, böyle gitmesinin sebebini sorar. O kimse; "Yâ Rabbî! Her şeyi daha
iyi bilen sensin. Ben dünyâda iken senin emirlerine uymakta gevşek davrandığım
için Cehennem’i hak ettim. Emrine tekrar muhâlefet etmemek için;
"Yerlerinize dönünüz" emrinden sonra, yerime gitmek için koşmaya
başladım." dedi. Allahü
teâlâ ikinci kimseye de; "Niçin bir adım
atıp, sonra geri dönüp bakardın?" diye suâl eder. O kimse de; "Yâ
Rabbî! Sen her şeyi en iyi bilensin; Cehennem’den çıkardıktan sonra tekrar
Cehennem’e göndermezsin zannettim. Onun için her adımda, dönüp dönüp bakdım."
diye cevap verince, Allahü
teâlâ; "Ben kulumun zannettiği gibiyim. Bu
iki kulumu da Cennet’e götürün" diye emreder ve her ikisi de Cennet’e
girer."
Hammâd
bin Seleme'nin (radıyallahü anh) rivâvet ettiği
hadîs-i şerîfde, Peygamberimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allahü teâlâ Cennet ehlinden bir kimseye;
"Senin yerin nasıldır?" diye suâl eder. O kimse; "Yâ Rabbî benim
yerim, çok güzeldir" der. Allahü teâlâ; "Benden ne
istersin?" buyurur. O kimse; "Yâ Rabbî! Ben, on defâ dünyâya dönüp
senin rızâ-i şerîfin için on defâ şehîd olmak istiyorum. Çünkü ben, şimdi,
şehîd olanların yüksek derecelerini görüyorum ve onlara imreniyorum" der.
Allahü teâlâ Cehennem ehlinden
birisine; "Yerin nasıldır?" diye suâl eder. O kimse; "Yâ Rabbî!
Benim yerim en şiddetli azâbların olduğu yerdir" der. Allahü teâlâ ona buyurur ki: "Yeryüzünün bir kısmı senin için altın olsa,
o altınları ne yapardın." O kimse; "Yâ Rabbî! O altınların hepsini
kendime fidye verir ve bu azâbdan kurtulurdum" der. Allahü teâlâ da; "Hayır, yalan söylüyorsun. Çünkü dünyâda iken bu azâbdan
korunman için senden daha az şey istedim, sen ise vermedin. Onun için burada
azâbda kal." buyurur.
Hazret-i
Zeyd bin Eslem'in rivâyet ettiğine göre, fakirler aralarında birini seçip,
temsilci olarak, Peygamber efendimizin
(sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna
gönderdiler. O da gidip Peygamber efendimize
(sallallahü aleyhi ve sellem); "Beni size
fakirler gönderdi." dedi. Peygamber
efendimiz; "Sana ve seni gönderenlere merhâbâ. Onlar benim
sevdiğim kimselerdir" buyurdu. Gelen kimse şöyle arzetti:
"Yâ Resûlallah! Zenginler malları bulunduğu için hac yapıyorlar. Hayır ve
hasenâtta bulunuyorlar. Biz ise bunları yapamıyoruz, Bunun için biz,
mükâfatımızın az olacağını tahmin ediyoruz. Beni size gönderen fakirler bizim
hâlimiz nasıl olacak? diyorlar." Bunun üzerine Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki: "Fakirlere
benden bildirin. Kavuşacakları mükâfatları düşünerek hâllerine sabreden
fakirlerin, zenginlerde bulunmayan üç hasletleri vardır. 1- Kendilerine Cennet’te
öyle köşkler verilir ki, insanlar, dünyâda yıldızlara baktığı gibi o köşklere
bakarlar. Bu köşkler, tâhir olan peygamberler, şehîdler ve mü'minler içindir.
2- Fakirler zenginlerden yarım gün önce Cennet’e girer. (Âhıretin
bir günü, dünyânın bin yılı kadardır. Yarım gün, beşyüz sene eder.) 3- Zenginin
"Sübhânallahi vel-hamdü lillâhi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber"
deyip ve onbin dirhem de sadaka verip kavuştuğu sevâba fakir olanlar yalnız
başına bunu söyledikleri zaman kavuşurlar. Diğer hayırlı işlerde de durum
aynıdır."
Hadîs-i şerîfde
buyruldu ki: "Cennet
ehlinin kimler olduğunu size bildireyim mi? Halk tarafından hor görülüp hiç
sayılan bir zayıf ve mütevazı olan mü’mindir ki, Allahü teâlâya
yemîn ederse muhakkak Allahü
teâlâ, onun yemînini yerine getirir. Size
Cehennem ehlini haber vereyim mi? Onlar da katı yürekli kaba ve kurularak
yürüyen iri yarı ve kibirli kimselerdir." Al-i İmrân sûresinin
129 ve 136. âyet-i kerîmelerinde ise; "Göklerde ve yerde olan şeylerin hepsi Allah'ındır.
Kullarından dilediğini bağışlar ve dilediğine azâb eder. Allahü teâlâ çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir. Allahü teâlâdan korkun ki, âhıret azâbından kurtulasınız. Kâfirler için
hazırlanan ateşten korkun. Allahü teâlâ ve Peygamber'e itâat edin ki
merhamet olunasınız. Rabbinizin mağfiretine ve genişliği yâni eni göklerle yer
kadar olan Cennet’e koşun. O Cennet takvâ, sâhipleri için hazırlanmıştır.
(O takvâ sâhipleri) bollukta ve darlıkta harcayıp yediren, öfkelerini yenen ve
insanların kusurlarını bağışlayanlardır. Allahü teâlâ iyilik
edenleri sever. Ve bir günah işledikleri veya nefslerine zulüm ettikleri zaman
Allah'ı anarak hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler (ki günahları
Allahü teâlâdan başka kim
bağışlayabilir?), hem de yaptıkları günaha bile ısrâr etmemiş olanlar
(var ya) işte
onların mükâfatı, Rablerinden bir mağfiret ve ağaçları altında ırmaklar akan Cennetlerdir.
Orada ebedî olarak kalacaklardır. Şu işleri yapanların mükâfatı ne güzeldir.
Sizden önce bir takım vak'alar geçti. Onun için yeryüzünde dolaşın da peygamberleri
yalanlayanların akıbetlerinin nasıl olduğuna bakın, ibret alın. İşte Kur'ân-ı kerîmde olan bu kıssalar (vak'alar) bütün insanlar
için hak sözü açıklama ve Allahü teâlâdan korkanlar için de bir
nasîhattir."
Hadîs-i şerîflerde
buyuruldu ki: "Ümmetimden
iki kişi Allahü teâlânın huzûruna çıkar. Birisi; "Allah’ım bundan hakkımı al
ve bana ver" der. Allahü
teâlâ ona; "Hakkını ver" buyurur. O
da; "Yâ Rabbî! Bir iyiliğim kalmadı, ne vereyim?" der. Allahü teâlâ hak sâhibine; "Ne yapacaksın? Bunun iyilikten hiç bir
şeyi kalmadı" buyurur. Hak sâhibi; "Bari günahlarımı alsın yâ
Rabbî" der. (Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) sonra da
ağlayarak) Gün
öyle büyük bir gündür ki, o günde başkalarının günahlarını yüklenmek şöyle dursun,
insan kendi günahının yükünden kurtulmağa muhtâç olduğu bir gündür.
(Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) devam ederek) Allahü teâlâ hak sâhibine; "Başını kaldır, gözünü aç ve Cennet’in
şu muhteşem köşklerine bak" buyurur. Hak sâhibi; "Yâ Rabbî! Cennet’te
gümüşten şehirler, inci ve pırlantalarla işlenmiş altından köşkler görüyorum.
Bunlar hangi şehîd, hangi sıddîk veya hangi peygamberindir" diye sorar. Allahü teâlâ; "İşte o gördüğün göz kamaştırıcı köşkler bedellerini
ödeyenler içindir" buyurur. Hak sâhibi; "Yâ Rabbî! Bunların
bedellerini kim ödeyebilir ki?" der. Allahü teâlâ;
"Sen ödeyebilirsin" buyurur. O da; "Neyim var ki ben bunları
nasıl alabilirim?" der. Allahü teâlâ; "Hakkını bu kardeşine
bağışlamakla, bunlara mâlik olursun" buyurur. Hak sâhibi; "Hakkımı
bağışladım yâ Rabbî" deyince, Allahü teâlâ; "Haydi arkadaşının
elinden tutup, beraberce Cennet’e giriniz" buyurur, (Sonra Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle devam etti) Allah'tan korkun ve aralarınızı düzeltmeğe çalışın. Zirâ Allahü teâlâ kıyâmet gününde sizin aranızı düzeltir."
"Herşeyin bir
anahtarı vardır. Cennet’in anahtarı da fakir ve miskinleri sevmektir. Fakir ve
miskinler sabırları sebebiyle kıyâmet günü Allahü teâlâya yakın bulunacaklardır!"
"Cömertlik, Cennet’te
bir ağaçtır. Cömert olan kimse onun bir dalını yakalamıştır. O dal onu Cennet’e
götürmeden bırakmaz. Cimrilik de Cehennem’de bir ağaçtır. Cimri de ağacın bir
dalına yapışmıştır. O dal o kimseyi Cehennem’e götürmeden bırakmaz."
Ebû
Ümâme Bâhilî (radıyallahü anh), Resûlullah'ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurduğunu bildirdi: "Cennet kapısının üzerinde karzın (borç
vermenin)
onsekiz, sadakanın on sevâbı vardır diye yazılı olduğunu gördüm. Cebrâil aleyhisselâma, borç vermenin sevâbının niçin daha çok
olduğunu sordum. Cebrâil aleyhisselâm; "Borcu, muhtâç olmayan istemez. Fakat sadaka
çoğu zaman ehli olmayana verilir" dedi."
Ebû
Dahdâh (radıyallahü anh), Resûlullah'a gelip; "Yâ Resûlallah! Anam
ve babam sana fedâ olsun. Allahü teâlâ, Bakara
sûresi 245. âyetinde meâlen; "Allahü teâlâya ihlâsla karz-ı hâsen
verecek kimdir?" buyurarak bizden karz (borç) istiyor. Hâlbuki
O'nun borca ihtiyâcı yoktur" dedi. Resûlullah
da (sallallahü aleyhi ve sellem); "Allahü teâlâ bununla sizi Cennet’e sokmak istiyor"
buyurdu. "Eğer ben Rabbime borç verirsem, yâni O'nun rızâsı için sadaka
verirsem bunun karşılığının Cennet’te, bana verileceğini üzerinize alır
mısınız?" dedikte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Evet sadakayı tasadduk eden herkese
karşılığı Cennet’te verilir" buyurdu. Ebû Dahdâh; "Hanımım
Ümm-i Dahdâh benimle olur mu?" dedi. "Olur" buyurdu. "Oğlum Dahdâh da
benimle olur mu?" dedi. "Olur" buyurdu. "Yâ Resûlallah!
Mübârek elini bana ver" dedi. Resûlullah
elini uzattı. Elini tutup: "Benim iki hurma bahçem vardır. Biri aşağıda
diğeri yukarıdadır. Allahü teâlâya yemîn
ederim ki, bu iki bahçeden başka bir şeye mâlik değilim. Her iki bahçeyi de
Rabbime karz (borç) verdim" dedi. Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem); "Bahçenin
birini Allah için ver, birini çoluk-çocuğun için sen sakla" buyurdu.
Ebû Dahdâh; "Yâ Resûlallah! Şâhid ol ki iyi olan bahçemi Rabbime borç
verdim. Etrafı duvarla çevrilidir. İçinde altıyüz hurma ağacı vardır"
dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allahü teâlâ buna
karşılık sana Cennet’i versin" buyurdu. Sonra Ebû Dahdâh o
bahçeye gitti. Hanımı Ümm-i Dahdâh'ın yanına vardı. Çocukları da orada idiler.
Hurma ağaçlarının etrâfında dolaşıyorlardı. "Bu bahçeden çıkın. Ben bunu
Rabbime borç verdim" dedi. Ümm-i Dahdâh; "Kârlısın. Allahü teâlâ satışını bereketli eylesin"
dedi. Sonra Ümm-i Dahdâh çocuklarının yanına gidip, ağızlarındaki yemekte
oldukları hurmaları ağızlarından çıkardı. Kucaklarında, ceplerinde olanları da
bıraktırdı ve diğer bahçeye gittiler.
Hangi
amellerin insanı Cennet’e götüreceği husûsunda, Peygamber
efendimiz bâzı hadîs-i şerîflerde
şöyle buyurdular:
"Cennet seneden
seneye Ramazân-ı şerîfin gelmesi ile süslenir. Ramazân'ın ilk gecesi olunca
arşın altından "Mesîre" isminde bir rüzgâr eser, Cennet ağaçlarının
yapraklarını birbirine vurur. Cennet kapısının halkalarını sallar. Bunlardan,
hiç bir zaman hiç bir kimsenin duymadığı çok güzel sesler duyulur. Cennet
hûrileri köşklere çıkarlar. Burçlar arasında dururlar. Sonra; "Allahü teâlâdan bizi isteyecek kimse yok mudur?" derler. Sonra (Cennet meleklerinin reisi olan
Rıdvân'a);
"Ey Rıdvân bu hangi gecedir!" derler. Rıdvân; "Evet bu gece
Ramazân-ı şerîfin ilk gecesidir, Allahü teâlâ Muhammed ümmetinden, oruç tutanlar için Cennet kapılarını bu gece
açar" der. Allahü
teâlâ da; "Ey Rıdvân, Cennet kapılarını
aç. Ey Mâlik (Cehennem meleklerinin reisi) Cehennem kapılarını Muhammed ümmetinden oruç tutanlara kapa! Ey Cebrâil! Yeryüzüne in. Şeytanları bağla, zincire vur. Denizlere
sür. Habîbimin ümmetinin oruçlarını bozmasınlar" buyurur ve bir münâdînin,
Ramazân-ı şerîfin her gecesinde isteyen yok mudur, vereyim. Mağfiret dileyen
yok mu, mağfiret edeyim. Tevbe eden yok mu, tevbesini kabûl edeyim" diye
nidâ etmesini buyurur."
"Her kim Ramazân
orucunu tutar, haramdan ve iftirâdan kaçınırsa, Allahü teâlâ ondan râzı olur ve ona Cennetleri vâcib kılar."
"Cennet; Kur'ân-ı kerîm okuyan, açları doyuran, dilini muhâfaza eden, Ramazân-ı şerîf de
oruç tutan dört kimseyi şiddetle arzular."
"Eğer Allahü teâlâ göklerin ve yerin konuşmalarına izin vermiş olsaydı, muhakkak
onlar, Ramazân-ı şerîf orucunu tutan kimseyi Cennetle müjdelerlerdi."
Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem), Âişe vâlidemize (radıyallahü anhâ); “Yâ Âişe! Cennet’in kapısını çalmaya devam
et" buyurdu. Âişe vâlidemiz (radıyallahü
anhâ); "Ne ile ve nasıl devam edeyim yâ Resûlallah" diye
sorunca, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); "Oruçla" diye cevap verdiler.
Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem); "Gözleri
Allah korkusundan ağlayan kimseye Allahü teâlâ Cehennem’i haram kılar ve
onu Cennet’e sokar. Cennet’te onun için iki bostan (iki bahçe) vardır"
buyurdu ve Rahmân sûresi kırkaltıncı âyet-i kerîmeyi meâlen; "Kıyâmet
gününde hesap için Allahü
teâlânın huzûrunda duracağından korkarak, O'na
muhâlefeti terkeden ve O’na itâate yönelen kimse için, iki Cennet vardır"
okudu.
Resûlullah efendimiz
hadîs-i şerîflerde buyurdu ki: "Ümmetimden,
bir kardeşinin ihtiyâcını giderip onu sevindiren kimse, beni sevindirmiş olur.
Kim beni sevindirirse Allahü
teâlâyı sevindirmiş olur. Kim Allahü teâlâyı sevindirirse Allahü teâlâ onu Cennet’e koyar."
"Kim Cennet için
ağlarsa Cennet’e girer. Kim dünyâ için ağlarsa Cehennem’e girer. İnsanlar onun
âhıret için ağladığını sanırlar. Hâlbuki dünyâ için ağlamaktadır."
"Cennet’in yüksek
derecelerine kavuşmak isteyen, saygısızlık yapana yumuşak davransın, zulmedeni
affetsin, malını esirgeyene ihsânda bulunsun. Kendisini aramayan, sormayan
ahbabını, akrabâsını gözetsin."
"Kim bir kimseyi
Allah için sever ve; "Ben seni Allah için seviyorum" derse, ikisi de Cennet’e
girer. Allah için seven kimse, sevdiği kimseden derece bakımından daha yüksektir."
"Birbirinize selâm
veriniz! Birbirinize yiyecek ikrâm ediniz! Akrabânızın haklarını gözetiniz!
Gece, herkes uyurken namaz kılınız. Bunları yaparak selâmetle Cennet’e
giriniz."
"Ey
Allah'ın Resûlü! Cennet’e girmeme vesîle olacak birşeyler söyler misiniz?"
diye soran bir sahâbîye, Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem); "Hoş sözlü
olmak, selâm vermek ve yemek yedirmek" buyurdu.
"Cennet’e girmek
isteyen uzun emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü
unutturmasın. Haram işlemekte Allah'tan hayâ etsin."
"İnsanların Cennet’e
girmelerine en çok yardımcı olan; takvâ, Allah korkusu ve güzel ahlâktır."
Allahü teâlâ
arş ve kürsî altında, yedi kat göklerin üstünde, arşın nûru ile birbirinden
yüksek sekiz Cennet yaratmıştır. Birincisi; Dâr-ül Cinân, beyaz incidendir.
İkincisi; Dâr-üs-Selâm,
kırmızı yâkuttandır. Üçüncüsü; Cennet-ül-Me'vâ, yeşil zeberceddendir.
Dördüncüsü; Cennet-ül-Huld,
kırmızı ve sarı mercandandır. Beşincisi; Cennet-ün Naîm, beyaz gümüştendir. Altıncısı; Cennet-ül-Firdevs,
kırmızı altındandır. Yedincisi; Cennet-ül-Adn, büyük beyaz incidendir.
Sekizincisi; Dâr-ül-Karâr,
kırmızı altındandır.
Alimlerimiz
Cennetlerin adedi üzerine kat’î bir rakam vermemektedirler. Cennetlerin adedi
yedidir diyenler olduğu gibi sekizdir diyenler de vardır.
Cennetlerin en üstününün Adn Cennet’i olduğu bildirilmektedir. Adn Cennet’i bütün Cennetlerin ortasındadır. Adn Cennet’inin içinde bir de Vesîle Cennet’i vardır. Bu Cennet, Adn Cennet’inin en güzel yeridir. Ve bu Vesîle Cennet’i, Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) makâmıdır. İmâm-ı Taberânî'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde; Adn Cennet’ine sâdece peygamberlerin, sıddîkların ve şehîdlerin gireceği bildirilmektedir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde çeşitli âyet-i kerîmelerde Adn Cennet’inden haber verdi. Saf sûresi 12. âyet-i kerîmede meâlen; "Ve Adn Cennetlerindeki çok güzel saraylara sokar", "Beyyine sûresi 8. âyet-i kerîmede meâlen; "Onların Rableri nezdindeki mükâfaatı Adn Cennetleridir", Meryem sûresinin 61. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Allah'ın kullarına gıyâben vâd buyurduğu Adn Cennetlerine gireceklerdir", Tâhâ sûresinin 76. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Adn Cennetleri vardır ki altlarından ırmaklar akar. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar." Sâd sûresinin 50. âyetinde meâlen; "Adn Cennetleri, onlar için bütün kapılar tastamam açılmıştır" buyuruldu. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allahü teâlâ Adn ismindeki Cennet’i şu kimseler için hazırladı ki, günah işleyecekleri zaman, Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünüp, O'ndan hayâ ederek günahtan kaçınırlar."
Dünyâda hiçbir menfaat ve karşılık beklemeden, yalnız Allah rızâsı için sevişenlere, Adn Cennet’inde kırmızı yâkuttan bir direk üzerinde makâmlar vardır. O direğin kalınlığı binlerce yıllık mesâfedir. Üzerinde binlerce binâ ve her binâda bir köşk vardır. O, Allah için sevişenlerin alınlarında; "Bunlar, dünyâda Allah için sevişenlerdir" diye yazılıdır. Bunlardan birisi kendi köşkünde, Cennet ehline göründüğünde, güneşin ışığı yeryüzünün evlerini aydınlattığı gibi, onun nûrunun şuâ ve ziyâsı Cennet’tekilerin köşk ve saraylarını pür nûr ve ziyâdar eder, aydınlatır. Cennet’tekiler onun yüzüne bakıp, onu tanırlar ve "Şu kimse, Allah için sevişenlerdendir" derler ve onun yüzünü, ondordüncü gecedeki ayın nûru gibi görürler.
Cennetler birbiri üstünde değildir. Yanyanadırlar. Hepsinden yüksek Cennet-i Adn, hepsinin ortasında Cennet-i Firdevs olup, böyle sıralanmışlardır.
Allahü teâlâ Fâtır sûresi 33. ve 34. âyetlerinde meâlen buyurdu ki: "Îmân ehli, Adn isminde Cennetlere girerler. Orada altın bilezikler ve inci ile süslenecekler. Elbiseleri de orada ipektir. Ehl-i Cennet, bu nîmetleri görünce derler ki: "Geçim ve âkıbet derdini bizden gideren Allah'a hamd olsun. Gerçekten Rabbimiz günahlarımızı setredici ve kullarının amellerine mükâfatını bol vericidir."
Allahü teâlâ
Mü’minûn sûresinin başından, 11. âyet-i kerîmesine kadar meâlen; "Mü'minler
seâdete ermişlerdir, onlar namazda huşû içindedirler; boş sözlerden yüz
çevirirler; zekâtlarını verirler; eşleri ve câriyeleri dışında mahrem yerlerini
herkesten korurlar. Böylece onlar kınanmazlar. O hâlde kim bunların ötesini
(zevcesinden ve câriyesinden başkasıyla şehvetini yerine getirmeyi) isterse, şüphe yok
ki onlar haddi aşanlardır. Onlar emânetleri ve ahidlerini (gerek
kendi aralarındaki ahidlerini, gerek cenâb-ı Hakk'a
karşı olan vazifelerini) yerine getirirler. Namazlarına riâyet ederler. İşte onlar
ebedî kalacakları Firdevs Cennet’ine vâris olan mîrasçılardır."
Kehf
sûresinin 107. âyetinde meâlen; "Hakîkaten îmân edip de iyi amel ve harekette
bulunanlar (var ya), onların konakları da Firdevs Cennetleridir." buyuruldu.
Hazret-i
Enes'den (radıyallahü anh) şöyle rivâyet
edildi. "Hârise ibni Sürâka'nın annesi, Resûlullah'a
(sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; "Yâ
Nebîyyallah! Hârise'nin hâlinden bana haber verir misin? Onu, Bedir günü
serseri bir ok dokunarak öldürmüştü. Eğer oğlum Cennet’te ise (bu acıya)
sabrederim, değilse ona gücüm yettiği kadar ağlamaya çalışırım" demişti. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) cevâben; "Ey Hârise'nin anası, sana şanlı bir haber vereyim: Cennet’te
birçok yüksek dereceler vardır. Oğlun muhakkak bunlardan Firdevs-i âlâya
erişti" buyurdu.
Bunun
üzerine o şefkâtli anne sevinçle; "İyi, çok iyi, yâ Hârise! Ne mutlu sana"
diyerek dönüp gitmiştir. Bedir günü Ensâr'dan ilk şehîd olan Hârise, annesine
çok bağlı ve son derece saygılı idi.
İmâm-ı
Gazâlî hazretleri bu husûsta bir şâirden şunları nakleder: "Ey bekâsı
olmayan dünyâyı kucaklamak için gece-gündüz seferlerde dolaşan insan! Firdevs Cennet’inde,
nîmetlere kavuşmak için, dünyâlıktan herhangi bir şeyi terk ettin mi? Firdevs Cennet’inde
olmak istersen, Cehennem’den korunmak gerekir."
Îsâ
aleyhisselâm buyurdu ki: "Dünyâda alçak
gönüllü olanlara müjdeler olsun; kıyâmet günü onlar kürsî sâhipleridir. Dünyâda
ara bulup barıştıranlara müjdeler olsun; kıyâmette Firdevs Cennet’ine onlar
vâris olacaklardır. Dünyâda kalbini temizleyenlere müjdeler olsun; kıyâmet günü
Allahü teâlânın cemâline onlar
bakacaklardır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de: "Cennet’te yukarıya doğru birbirlerinin
üstünde bulunmak sûretiyle yüz derece ve mertebe vardır. Genişlikleri de çok
fazladır. Firdevs, makâm bakımından en âlâsıdır. Cennet’in dört nehri olan bal,
süt, su, şarap (Cennet şarabı) Firdevs'den akar ve o Firdevs'in üstünde arş-ı âlâ vardır.
Öyle ise Allahü teâlâdan istediğiniz zaman, Firdevs'i isteyiniz"
buyurdu.
Vâkıa
sûresinin 33. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ne tükenir ne de yasak edilir",
Beyyine sûresinin 8. âyet-i kerîmesinde de meâlen; "Orada ebedî kalıcıdırlar",
Furkân sûresinin 15. âyet-i kerîmesinde ise; "De ki: "Bu mu hayırlı, yoksa
müttekîlere vâd olunan ebedîlik Cennet’i mi?" ki bu, onlar için bir
mükâfat, bir mercîdir (dönüş yeridir.)" buyuruldu.
İmâm-ı
Gazâlî hazretleri buyurdu ki: "Yâ Rabbî! İrtidâdı kabûl etmeyen îmânı,
tükenmeyen nîmetleri, Huld Cennet’inde Muhammed
aleyhisselâma arkadaşlığı senden isterim."
Allahü teâlâ, Yûnus sûresinin 9. âyet-i kerîmesinde; "Îmân edip de güzel hareketlerde bulunanları, onların Rabbi, îmânları sebebiyle, kendilerine altlarından ırmaklar akan o nîmet dolu Cennetlere erdirir", Lokman sûresinin sekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; "Hakîkat, îmân edip de güzel güzel amel (ve hareket) lerde bulunanlar (yok mu?) Naîm Cennetleri onlarındır" buyurdu.
Sâffât sûresinin 43. Vâkıa sûresinin 11. ve 12. Şuarâ sûresinin 8. âyetlerinde de Naîm Cennetleri bildirildi.
Allahü teâlâ
Secde sûresinin 19. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Îmân edip de güzel güzel hareketlerde bulunanlar
için, yapmış oldukları iyi amellere karşılık konak olmak üzere Me'vâ Cennetleri
vardır" buyurdu.
Selâmet
yurdu, yâni Cennet
demektir. Cennet ehli her çeşit elem ve âfetten emîndirler. Cennet bekçileri, Cennet’tekilere;
"Selâm,
kurtuluş, emniyet sizin üzerinize olsun. Temiz oldunuz" derler.
Cennet’tekilerin kavuştuğu en şerefli ikrâm, Yâsîn sûresinde bildirildiği gibi,
Hak teâlânın rü'yet zamanlarında onlara
selâm vermesidir. Bu yönden de Cennet, Dâr-üs-selâm olmaktadır. Allahü teâlâ, Yûnus sûresinin 25. âyet-i
kerîmesinde meâlen; "Allah, selâm evine" (Cennet’e) çağırır ve o kimi
dilerse onu doğru yola iletir" buyurdu.
İbrâhim
sûresinin 23. âyetinde meâlen; "Îmân edip de sâlih ameller (güzel işler ve
ibâdetler)
yapanlar, Rablerinin izniyle içerisinde devamlı kalmak üzere, altlarından
ırmaklar akan Cennetlere sokulacaktır. Onların orada tahıyyeleri selâmdır"
buyuruldu.
Hicr
sûresinin 46. âyetinde meâlen: "Selâmetle; korkusuz korkusuz girin oraya." buyuruldu.
Nahl
sûresi 32. âyetinde meâlen; "Bunlar, meleklerin pâk ve âsûde olarak canlarını
alacakları kimselerdir. Selâm (ve selâmet) size işlemekte devam ettiğiniz (İyi
hareketlerin, amellerin) karşılığı olmak üzere girin Cennet’e derler" buyuruldu.
Meryem sûresinin
62. âyetinde meâlen; "Orada (Cennet’te) boş söz işitmezler, ancak
(meleklerden veya birbirlerinden) selâm işitirler. Orada, sabah-akşam rızıkları da
(ayaklarına gelecektir)" buyuruldu.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîminde, mü'min kullarına Cennet’i vâdetti ve içindeki nîmetlerden uzun uzun ve tekrar tekrar bahsetti. Allahü teâlâ Cennet nîmetlerini; dünyâda insanların çok zevk aldıkları, sevdikleri, neşelendikleri, sevmekten, bakmaktan doyup usanmadıkları, yemek ve içmekten bıkmadıkları, en yüksek zevk veren şeylere benzeterek zihinlere yerleştirmektedir. Allahü teâlânın bu şekilde maddî zevkleri misâl vererek Cennet’in nîmetlerini bildirmesi, insanların onu kolayca anlayabilmeleri içindir.
Âhıret işleri, hiçbir bakımdan dünyâ işlerine benzemez. Yok olmak için yaratılan bu dünyâ, yok olacaktır. Âhıret, sonsuz kalmak için ve sonsuz kalacak şekilde yaratıldı. Sonsuz kalacak şey ile yok olacak şey arasında ne kadar fark varsa, dünyâ ile ahıret yapısı ve işleri arasında da o kadar fark vardır. Yalnız isimleri, anlatılması benzemektedir.
Cennet ve içindekiler dünyâdaki gibi değildir. Dünyâ, hikmet âlemi olup her işi tedricîdir. Âhıret ise kudret âlemi olup işleri açık ve peşindir. Dünyâ aşağı olup taş ve topraktan ibârettir. İçindeki nîmetler de toprak, su, hava ve ateşten meydana gelmiştir. Dünyâda su, topraktan çıkar ve yağmur yağmasından olur. Süt ise hayvandan elde edilir. O da bunu bitkilerden alır. Balı yapan da arı dediğimiz küçük bir hayvandır. Onun da esâsı bitkiler, çiçeklerdir. Dünyâdaki şeyler hep buna benzer. Amma Cennet hayatı böyle değildir. Oradaki su, yalnız Allahü teâlânın kudreti ile olur ve olmuştur. Süt de hayvandan elde edilmeyip yalnız Allahü teâlânın yaratması ile var olur. Bal da böyledir.
Cennet’te tahtlar üzerinde oturan kimse, dolaşmak ve bir yerden bir yere gitmek istediğinde taht onu dilediği yere götürür. İsterse tahtı yerinde bırakır kendisi yaya olarak dilediği yere gidebilir. Dünyâ böyle değildir. Çünkü dünyâda insan ancak yüzünü çevirdiği yöne doğru yürüyebilir, gidebilir. Cennet’te her yönüyle yürüyebilir.
Cennet’teki bütün nîmetler ve çeşitli meyveler, dünyâdaki hiç bir nîmet ve meyveye benzemez. Cennet’teki nîmetlerin isimlerini, meyvelerini, nûrlarının miktarını, hakîkatini bulunduğu hâl üzere insanlar anlayamazlar. Ama cenâb-ı Hak kendi ihsânıyla onları, dünyâdakiler anlasın ve ısınsın diye bâzı isimlerle bildirdi. Böylece dünyâda insanlar kendi aralarında bunlardan söz ederken anlaşabilsinler diye bir takım benzetmeler yapıldı. Oradaki meyvelerden söz edildi. Tâ ki anlaşılması kolay olsun. Çünkü mânâ yönünde yapılan benzetmeler ve isimlendirmeler çok farklıdır. Yâni dünyâ nîmetleri ile Cennet nîmetleri mânâ ve hakîkat yönünden çok farklıdırlar, benzetme yapılamaz. Meselâ Cennet’te üzüm vardır. Onu dünyâ üzümü gibi sanıyoruz. Ama Firdevs Cennet’indeki üzümden bir tane çıkarılsa da onun altındaki Cennet ehline gösterilse, onun nûruyla meşgûl olup kendi Cennetlerini unutmaya başlarlar. Ondan sonra gelen Cennet’ten bir tane üzüm çıkarılıp onu tâkip eden Cennet ehline gösterilse, ikinci Cennet ehline olan hâl, üçüncü Cennet ehline de vâki olur. Böylece yedi kat göklere ve yedi kat yerlere sıra ile gösterilse aynı hâl meydana gelir. O nîmetlerden biri çıkarılıp (madde âlemine getirilse) güneşin, ayın ve yıldızların ışığı kararır, sâdece o nîmetin nûru kalır.
Cennet’teki
ağaçlar, bitkiler ve çiçekler dünyâdaki gibi, çekirdek ve tohumdan büyümüş
değildir. Cennet’teki diğer işler ve şeyler de böyledir. Cennet’ten bir tas süt
alıp dünyâdaki sütün yanına konsa ve insanlara gösterilseler, insanlar bunların
her ikisi de süttür derler. Lâkin dünyâ sütü, o sütün yanında sert, kaba ve
tatsız olup, kıymetsiz derecesine düşer. Cennet’in toprağı misktir. Güzel
kokusu Cennet’i doldurmuştur. Duvarlarının bir tuğlası altın biri gümüştendir.
Çakıl taşları inci ve cevâhir ve yâkuttandır. Ağaçları, kökten dallarına kadar
hâlis gümüştendir. Dalları altındandır. Yaprakları yeşil zeberceddendir.
Cennet
ağaçlarının çoğu "Tûbâ" ağacıdır ki kökü sidrede, dal ve yaprakları
bütün Cennet köşklerinin içine yayılmıştır. Tıpkı çok yüksekte olan güneş
ziyâsının dünyâ evlerine girişi gibi. Cennet ehli, bu ağacın çeşitli
meyvelerinden her an lezzet almaktadır. Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde; "Muhakkak Cennet’te Tûbâ denilen bir ağaç
vardır ki, idmanlı, sür'âtli koşan bir ata binen mâhir bir süvâri, onun
gölgesini (etrafını) yüz sene gitse, onun
sahasını geçemez", başka bir hadîsinde; "Bir süvâri yüz sene o ağacın gölgesinde
gezer de dallarının yayıldığı sahayı kat edemez" buyurmuşdur.
Cennet
ağaçlarının bâzısı altın, bâzısı gümüş, bâzısı yâkut, bâzısı da zeberceddendir.
Budakları da böyledir. Yaprakları, sizden birinizin dünyâda gördüğü kumaşların
en güzeli gibidir. Meyvesi kaymaktan yumuşak, baldan tatlıdır. Her ağacın
uzunluğu beşyüz yıllık, kökünün kalınlığı yetmiş yıllık mesâfe miktarıdır.
Cennet ehlinden bir kimse, Cennet ağaçlarına bakınca, o ağacın gövde, dal ve
yapraklarını ve meyvelerini sonuna varıncaya kadar görür. Her ağaçta yetmişbin
çeşit meyve vardır. Her birinin renk ve tadı diğerinden başkadır. Cennet
ehlinden biri, bir meyve arzu ettiğinde, o meyvenin bulunduğu dal, ne kadar
uzakta olsa da o kimsenin meyveyi alması için eğilir. Eğer meyveyi eliyle
almazsa, ağzını açar ve meyve ağzına düşer. O ağaçtan bir meyve koparıldığında,
Allahü teâlâ onun yerine, ondan daha
güzel, daha üstün ve daha güzel kokulusunu yaratır. O kimse, o ağaçtan
kendisine yetecek kadar alıp aynı dal yine eski yerine gider. Cennet’te bâzı
ağaçlar da vardır ki, ipek, hulle ve sündüs adı verilen nice dîbâlar ve eşsiz
süsler onlardan meydana gelir. Ayrıca Cennet ağaçlarının bâzılarının
tomurcuklarından misk ve kâfur saçılır.
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde Rahmân sûresinin 52.
âyetinde meâlen; "O iki Cennet’te iki türlü meyve vardır" buyurdu.
Âlimler dediler ki: "Ağaçlarında iki çeşit meyve olur. Tatlı olup acı
olmazlar. Hattâ İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anhümâ)
bildirilir ki acı ve tatlı ağaçların hepsi Cennet’te vardır. Fakat hepsi
tatlıdır. Âlimlerden bâzısı dediler ki: "Her ağaçta meyvenin yaşı ve
kurusu birlikte bulunur." Rahmân sûresinin 46. âyetinde meâlen; "Allahü teâlâdan korkanlar için âhırette iki Cennet, vardır"
buyuruldu. Bu âyet-i kerîme hakkında İbn-i Abbâs (radıyallahü
anhümâ), Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle bildirir: "Bu iki
Cennet büyük bostanlar, bahçelerdir. Herbiri yüz yıllık yoldur. Her bostanın
ortasında nûrdan bir saray vardır. O bahçelerde türlü türlü nîmetler ve yeşil
bitkiler bulunur. Hiç bozulmazlar. Bir hâl üzere dururlar. Çeşitli yemiş veren
ağaçlar vardır." Bu sûrenin 48. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde;
"O iki Cennet ağaçlarının dalları vardır. Her birinin ayrı meyvesi olur.
Dalları altında büyük gölgeler, yeşil çimenler, renk renk çiçekler bulunur. Yüz
yapraklı gül, yediveren gülü, sünbül, fesleğen, karanfil ve daha sayısız
çiçekler vardır. Bu iki Cennet’ten başka aynı sûrenin 62. âyetinde meâlen; "O Allah'dan
korkanların bulunduğu Cennet’in aşağısında iki Cennet daha vardır" ve
Allahü teâlâ bunlar hakkında aynı sûrenin
64. âyetinde meâlen; "Bu Cennetlerin bağ ve bostanları, gül bahçeleri öyle
süslü, öyle yeşil olup ve altından ağaçlar ve yeşil zebercedden yaprakları ve
diğer yeşil nûrdan çimenler ile süslenmiştir ki bakanlara yemyeşil
görünür" şeklinde haber vermiştir.
Ebû
Hüreyre (radıyallahü anh) bildiriyor ki: "Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allahü teâlânın merhametiyle Cehennem’den
kurtulup Cennet’e giren kimse, Cennet ağacına bakarak kökünün altın, dalı ve
budaklarının beyaz gümüşden ve yapraklarının insanoğlunun dünyâda gördüğü
emsalsiz giyeceklerden güzel; meyvelerinin kaymaktan yumuşak, baldan tatlı ve
misk kokusundan üstün olduğunu görünce, şaşar kalır."
Allahü teâlâ,
hadîs-i kudsîde âzametiyle Cennet nîmetlerinin özünü ve bu nîmete kavuşanı
şöyle bildirdi: "Ey
Âdemoğlu! Sen dünyâya ne kadar rağbet ve iltifât ediyorsun. O fânidir.
Nimetleri ve hayatı geçicidir. Bana itâat eden kullarım için sekiz Cennet
hazırladım. Kapıları da sekiz tanedir. Her bir Cennet’te za’ferândan yetmişbin
bahçe; her bir bahçede inci ve mercandan yetmişbin belde; her belde içinde
kırmızı yâkuttan yetmişbin kasr (köşk); her köşkte zebercedden yetmişbin dâr (ev); her evde sarı
altından yetmişbin oda vardır ve her odanın içinde ipekli kumaştan yetmişbin
yatak döşenmiştir. Her yatak üzerinde bir hûri kızı ve her hûrinin önünde sarı
altından bir sini; her sinide renkli cevherlerden yetmişbin tabak; her tabakta
ayrı bir yemek bulunmaktadır. Biri su, biri
süt, biri şarap ve biri bal olmak üzere her köşk altından da dört nehir akar.
Her bir nehrin kenarında yetmişbin çeşit meyvesi ve yetmişbin renkte yaprağı
olan yetmişbin ağaç vardır. Her ağaç üzerinde yetmişbin cins kuş olup, her kuş,
beni yetmişbin çeşit ses ile tesbîh eder. Benim itâatli kullarıma bunlardan
başka her bir saatte gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin hatırına
gelmediği yetmişbin hediye bahş ederim. Cennet’imde bulunanların elbiseleri
yetmiş kat hulledir. Çok ince ve nâzik olan bu elbiseler birbirlerine engel
olmayıp, altındaki elbiselerin renkleri ile karışıp görünürler. Cennet’ime
girenler bir daha çıkmaz, ölmez ve ihtiyârlamazlar. Üzülme, korkma, ağlama ve
hastalanmaları yoktur. Namaz kılmadıkları gibi, oruç tutmazlar ve kadınlar
hayız görmezler. Halâya gitmeyip gülsuyu gibi ter dökerler. Benim rızâmı ve Cennet’imi
isteyen, dünyâda aza kanâat edip, onun fâni, geçici lezzetlerini terk etsin.
Habîb'ime uyarak O'nu sevsin ve yolundan gitsin."
Allahü teâlâ
Muhammed sûresinin 15. âyet-i
kerîmesinde meâlen; "Allahü teâlâya karşı gelmekten
sakınanlara vâd edilen Cennet’te temiz ve saf sudan ve tadı bozulmayan sütten
içenlere zevk veren şarabtan ve süzme baldan ırmaklar bulunmaktadır. Onlara
orada her çeşit meyve ve Rablerinden mağfiret vardır" buyurmuştur.
Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cennet ırmakları
misk dağlarının yâhut da misk tepelerinin altından çıkar."
"Muhakkak Cennet’te;
su, bal, süt ve şarap denizi vardır. Sonra yarılıp nehirler akar."
Cennet
ırmakları, dünyâ ırmakları gibi çukurdan değil, yer üstünden akarlar. Cennet’tekilerin
canlarının istedikleri yöne aktıkları gibi; yanlarında akmalarını dilerlerse,
onlarla akıp giderler. Bu ırmaklar yüksek ve dallı ağaçlar altından ve
arasından akarlar. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cennet’te
su, bal, süt ve şarap olmak üzere dört deniz vardır. Bunlardan ırmaklar
ayrılıp, Cennet ehlinin derece ve makâmlarına göre akarlar."
Her derecenin yanında bu dört ırmak bulunur. Bu ırmaklarda kızıl yâkuttan,
yeşil zebercedden ufak taşlar vardır. Toprağı beyaz kâfurdan ve miskten olup
ırmakların etrâfı za'ferândan yapılmıştır.
Cennet’te
pınarlar vardır: Biri kâfurdandır. Nitekim Kur'ân-ı
kerîmde İnsan sûresinin 5. âyetinde meâlen: "Sâlih ve itâatkâr olan mü'minler,
âhırette kâfur katılmış dolu bir kâseden içerler.", 6. âyetinde
de; "O
kâfur bir pınar, bir çeşmedir ki Allahü teâlânın seçilmiş kulları ondan
içerler ve o pınarı diledikleri yere akıtırlar" buyuruldu.
Biri
de selsebil'dir.
Nitekim Kur'ân-ı kerîmde İnsan sûresinin
18. âyetinde meâlen; "O Cennet’teki pınarlardan birinin adı
Selsebil'dir" buyuruldu. Katâde (radıyallahü
anh) buyurdu ki: "Selsebil, onu diledikleri yere götürürler
demektir."
Biri
de tesnîmdir,
Mutaffifîn sûresinin 27. ve 28. âyetlerinde meâlen; "O hâlis şaraba tesnîm çeşmesinden karıştırılır. Tesnîm öyle bir çeşmedir
ki, onu karışıksız içenler, bârigâh-i ilâhînin mukarrebleridir" buyuruluyor.
Bu pınar, yüksek yerden çağlayarak aktığından tesnîm adı verildi.
Biri
de lezzetli şarabdır. Rahmân sûresinin 60. âyet-i kerîmesinde tefsîr âlimleri
buyurdular ki: "Bu iki pınar, fıskiye şeklinde yerden sür'atle
çıkarlar." İbn-i Mes'ûd (radıyallahü anh);
"Onlar misk ve kâfur şerbetleridir" buyurdu. Enes (radıyallahü anh); "Cennet’tekilerin ev ve
saraylarına bu iki pınardan fıskiye gibi misk ve anber akar" buyurdu.
Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), haşr meydanında Kevser havuzu olduğu gibi Cennet’te de vardır. Cennet’in içinde bulunan Kevser havuzu asıldır. Dışarda bulunan Kevser havuzuna buradan akar. Hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Kevser, Cennet’te büyük bir ırmaktır, kenarları altından yapılmış, yatağı inci ve yâkuttandır. Toprağı misk olup, çok güzel kokar. Suyu baldan tatlı ve kardan beyazdır" buyurmuştur.
Nehirlerin çevresi, meyveli ağaçlarla dolu ve süslüdür. Bu ağaçların dalları kurumaz, yaprakları dökülüp çürümez, meyveleri hiçbir zaman tükenmez. Birbirinden güzel ve üstün olan sekiz Cennet’te akan daha nice nehirler vardır. Kevser Nehri'ni cenâb-ı Hak sevgilisi Muhammed aleyhisselâma vermiştir. Bu nehrin kaynağı arşın altındadır, oradan Sidre'ye gelerek Firdevs Cennet’ine dökülür. Yaydan atılmış ok gibi sür'atle Firdevs-i âlâ ile diğer Cennetlerden akar durur. Rengi sütten beyaz, tadı baldan tatlı, kokusu anberden hoştur. Ondan içen tadını hiç unutamaz. Muhammed aleyhisselâm Cennet’e girmeden evvel, ümmetiyle mahşer meydanındaki Kevser'den içeceklerdir.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Kevser sûresinin 1. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Muhakkak biz (Azîmüşşân) sana Kevser'i verdik" buyurdu. Böylece Kevser'in Muhammed aleyhisselâma Cennet’te verildiği ifâde edildi. Muhammed aleyhisselâm bu âyet nâzil olduğunda, Kevser'i şöyle beyân buyurdu: "Kevser bir nehirdir ki, onu bana Rabbim Cennet’te verdi. Onda pekçok hayır vardır." Bâzı hadîs-i şerîflerde havuz tâbiri kullanıldı: "Kevser Havuzu'nun bir kenarı bir aylık yol kadardır. Kenarlarının uzunluğu eşit kare şeklindedir. Suyu sütten beyaz, kokusu miskden daha güzeldir. Bardakları da gökteki yıldızlardan daha çoktur. Ondan bir içen bir daha susamaz." Başka bir hadis-i şerîfde buyuruldu ki: "Cennet’te bir ırmak gördüm, kıyılarında içi oyulmuş inciden yapılmış köşkler vardır. Elimi suya attım elime hâlis misk geçti. Bu nedir diye sordum. Allahü teâlânın sana hediye ettiği Kevser'dir dediler. Irmağın suları sütten beyaz baldan tatlıydı, içinde yeşil renkli kuşlar yüzmekteydi. Onların etinden yiyen ve bu ırmağın suyundan içenler, Allahü teâlânın rızâsını kazananlardır."
Enes’in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde; "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir defâ başını eğdi, sonra gülümseyerek mübârek başını kaldırdı ve; "Kevser sûresi bana nâzil oldu" buyurdu. Sonra devamla: "Kevser nedir, bilir misiniz? O, Cennet’te bir nehirdir. Rabbim (c.c) onu bana vâd etti. Onda büyük hayırlar vardır. Ayrıca onun toplandığı bir havuz vardır. Kıyâmet günü, ümmetim ona uğrar ve ondan içerler. Onun bardakları gök yıldızlarının sayısı kadardır."
"Cebrâil aleyhisselâm ile Cennet’te gezerken bir nehir ile karşılaştık. "Bu nedir?" diye Cebrâil'den sordum. Cebrâil; "Bu, Rabbinin sana verdiği Kevser'dir" dedi ve eli ile suya vurdu. Bir de baktık ki nehrin yatağı yâni toprağı misktendir."
Ebû Zer (radıyallahü anh) diyor ki: "Resûl-i ekreme, Kevser Havuzu'nun bardaklarından sorduğumuzda buyurdular ki: "Allahü teâlâya yemîn ederim ki onun bardakları, bulutsuz karanlık gecedeki yıldızların sayısından çoktur. Ondan içen bir daha susamaz."
Semûre'nin (radıyallahü anh) rivâyetine göre Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); "Her peygamberin havuzu var ve her peygamber, havuzuna fazla insanların gelmesiyle övünür. Benim havuzuma geleceklerin daha çok olacağını umarım, ümmetime ondan su veririm içerler" buyurdu. Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem) o günde ümmetinizi bilir misiniz?" diye sordular. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Bilirim. Nişanları vardır. Diğer ümmetlerden onunla belli olursunuz" buyurdu. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm); "Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! O nişânlar nedir?" diye sorunca, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Elleriniz ve ayaklarınız abdest suyundan ak (nurlu) olur. Ondan belli olursunuz. Benim minberim o havuzun üzerinde olur" buyurdu.
İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) buyurdu ki: "Kıyâmet günü Ebû Bekr Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osman-ı Zinnûreyn, Aliyy-ül-Murtazâ buraya gelsinler diye bir ses gelir. Hep birlikte gelirler. Hazret-i Osman'a, kimi dilersen Kevser havuzu'ndan içir" buyurulur.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ömrünün sonlarına doğru Eshâb-ı kirâmına buyurdu ki: "Ben şimdi önden gidiyorum. Siz de ardımdan geleceksiniz. Uğrak yeriniz havuzdur. Havuzum çok geniştir. Kevser havuzundan oraya su dökülür. Onun suyu sütten beyaz, kaymaktan yumuşak ve baldan tatlıdır. Buradan içen bir daha susamaz. Bu ırmağın çakılları inci, yatağı ise misktendir. Yarın Mevkıfde (yâni kıyâmette mahşerî kalabalık olarak beklenilen yerde); "Ondan içmeyenler bütün hayırlardan mahrûmdurlar" denecektir. Yarın bana gelmeği arzu eden, bugün elini ve dilini lüzumsuz şeylerden çeksin" buyurdu.
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde Tevbe
sûresinin 72. âyetinde meâlen; "Allah, mü'min erkeklere de, mü'min kadınlara da
kendileri, içinde ebedî kalıcı olmak üzere altından ırmaklar akan Adn Cennetleri'ni
ve çok güzel meskenleri vâdetti. Allah'ın bir rıdvânı (rızâsı) ise daha
büyüktür. İşte bu, en büyük seâdettir" buyurdu.
"O, sizin günahlarınızı
yarlığar, sizi altlarından ırmaklar akan Cennetlere ve Adn Cennetleri'ndeki çok
güzel saraylara sokar. İşte bu en büyük kurtuluş (seâdet)dir."
Bir
hadîs-i şerîfde Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim İhlâs sûresini onbir defâ okursa, onun için Cennet’te
bir saray yaptırılır. Yirmi defâ okuyan için iki saray binâ edilir. Her kim
otuz defâ okursa onun için Cennet’te üç saray yaptırılır"
buyurdu. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh);
"Yâ Resûlallah o takdirde saraylarımız çoğalır" dedi. Resûlullah da: "Allahü teâlâ lütfunu
bundan daha bol ihsân eder" buyurdu. Yine hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: "Aziz ve
Celîl olan Allahü
teâlâ bir kulunun, evlâdının rûhunu aldığı
zaman meleklere hitâben; "Kulum ne söyledi?" diye sorar. Melekler;
"O (kul) sana hamdetti ve istircâ eyledi (înnâ lillâh ve
innâ ileyhi râcîûn) der. Yâni "Biz (dünyâda) Allah'ın teslim
olmuş kullarıyız ve biz (âhrrette) ancak O'na dönücüleriz" meâlindeki âyetini
okudu" derler. Allahü
teâlâ da: "Ona Cennet’te bir köşk yapınız
ve hamd evi adını veriniz" buyurur."
Cennet’te
yâkuttan, inciden, zebercedden ve altından saraylar ve köşkler vardır.
İçlerinde sündüs, istebrak ve ipeklerden minderler, döşekler ve yastıklar
vardır. Altından ve kristal gibi nûrdan ve hâlis gümüşten kulpsuz maşrapalar,
bardaklar ve kâseler ile sahanlar ve tabaklar vardır. Onların bâzısı altından,
kimisi de nûrdandır. Nitekim Gâşiye sûresinin 13. âyetinde meâlen; "Cennet’te
yüksek sedirler ve tahtlar vardır" buyuruldu. Vâkıa sûresinin
16. âyetinin tefsîrinde, tefsîr âlimleri bildiriyorlar ki: "Cennet’tekiler;
yâkut, cevâhir, inci ve zeberced ile süslü tahtlar üzerinde birbirlerine karşı
oturup konuşurlar. Sündüs, istebrak ve ipek kumaşlardan minderler, döşekler ve
yastıklar vardır. Bunlar şimdiki hâlde döşenmiş yayılmıştır. Rahmân sûresi 54.
âyetinde meâlen;
"Cennet’tekiler, altı kalın ipekli olan döşek ve minderlere
dayanırlar" buyuruldu. Hadîs-i
şerîflerde; "O yaygıların üzeri ışık saçan nûrdur", "Cennet’te
mü'minler için yüksek ve latîf köşkler vardır. Bunlar içi boş tek bir inciden
yapılmıştır" buyuruldu. Sebe' sûresinin 37. âyet-i kerîmesi
sonunda meâlen; "Onlar
Cennet gurfelerinde emîndirler" buyuruluyor. Gurfe;
çardak, odalar demektir. Bunlar öyle yüksek köşklerdir ki, oradan her yer
görülür. Bir hadîs-i şerîfde; "İnsan, Cennet’te,
her biri ayrı ayrı süslü yetmiş koltuk yastığa dayanır" buyuruldu.
Kimi parçalanmamış kırmızı yâkuttan olup, üzerinde yeşil zebercedden inciler ve
cevherler ile süslenmiş, kimi altından olup yâkut, zümrüt, elmas ve la'l ile
bezenmiş, kimi yekpâre cevâhirden ve zümrüt, mercan ve sarı yâkut ile işlenmiş
altındandır. İşte böyle yapılmış köşklerde ve sofalarda birbirlerinden yüksek
yataklar ve döşekler vardır. Cennet’te öyle yerler öyle makâmlar vardır ki,
onlara uyûn
denir. Bunlar yayla gibi yerlerde ve deniz kenarlarında, güzel, geniş bahçeler
içinde, ırmakların yanında, köşkler ve çadırlar ve her tarafı seyreden yüksek
makâmlardır. Hadîs-i şerîfde; "Cennet’tekiler,
çardak ve cihannümâ (her yeri seyreden) makâmlarının sâhiplerini, sizin yerden yıldızları
gördüğünüz gibi yüksek görür" buyuruldu.
Peygamberimize
vahiy gelmesinden sonra idi. Müşrik Araplar, Resûlullah'a
(sallallahü aleyhi ve sellem) pek düşmandılar.
Hazret-i Hadîce, Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) devamlı koruyup
aramaktaydı. Peygamberimiz
dışarıdayken, O'nu aramaya çıkmıştı. Cebrâil
aleyhisselâm insan kıyafetinde Hazret-i
Hadîce'ye göründü. Hazret-i Hadîce, ona Peygamberimizi
sormak istediyse de düşmanlardan olma ihtimâlini hesâba katarak sormayıp, geri
eve döndü. Peygamberimizi evde
görünce, hâdiseyi anlattı. Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Senin
gördüğün ve beni sormak istediğin o zâtın kim olduğunu biliyor musun? Cebrâil aleyhisselâm idi. O, selâmını sana bildirmemi söyledi. Şunu
da sana bildirmemi söyledi ki, Cennet’te senin için incilerden yapılmış bir
köşk hazırlanmıştır. Tabî orada böyle üzüntülü, sıkıntılı, zahmetli ve külfetli
şeyler bulunmayacaktır."
"Cennet’te öyle
köşkler vardır ki içinde bulunanlar dışındakini, dışındakiler de içindekileri
görür. Bunlar sözü hoş, selâmı çok olanlara, yemeği çok yedirip oruca devam
edenlere ve gece namaz kılanlara verilir."
Cennetlik
olanların en aşağısı, on dünyâ kadar yâni on dünyâ miktarı nîmet ve mertebelere
kavuşur. Bir hadîs-i şerîfde Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem); "Cennet’tekilerin en aşağı mertebede olanının seksenbin
hizmetçisi vardır" buyurdu. Bunlar gılmânlardır. Allahü teâlâ onları Cennet’tekilere hizmet için
yaratmıştır. İnsan olmayıp başka çeşit mahlûklardır. Nûrdan yaratılmış
gençlerdir. Bir rivâyette, bu gılmânlar türlü libâslar (elbiseler) giyinirler.
Vildân
ve gılmân ile ilgili olarak Kur'ân-ı kerîmin
çeşitli âyet-i kerîmelerinde şöyle buyuruldu:
"Ehl-i Cennet’in
içtikleri şaraptan, başları ağrımaz ve akıllarına halel gelmez. Onlara hizmet
eden vildân, istedikleri ve arzu ettikleri kuş etlerini getirirler. Onlar da
istedikleri kadar yerler."
(Vâkıa sûresi: 19-21)
"Ehl-i Cennet’e,
ellerinde altından büyük çanaklar ve küçük kâselerle hizmetçiler tavâf ederler.
Cennet ehlinin her istedikleri şeylerle gözlerinin lezzet alacağı güzellikler
vardır" (Zuhruf
sûresi: 71)
"Sen o vildânları
görünce, onları Cennet’e saçılmış inci zannedersin." (İnsan sûresi: 21)
"Cennet ehline âit
olan vildânlar, hizmet için onların etrâfında dönerler, emirlerini beklerler.
Bunlar şeffaflıkta ve berraklıkta sedef içinde saklı inci gibidirler." (Tûr sûresi: 34) Bu âyet-i kerîme
nâzil olduğunda Eshâb-ı kirâmdan biri; "Yâ Resûlallah! Hizmet eden
hizmetçiler böyle olursa, bunların efendileri nasıl olur?" deyince, Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem); "Efendilerin, hizmetçiler üzerine fazîleti; ayın
ondördünde diğer yıldızlar üzerine fazîleti (parlaklığı) gibidir"
buyurdu.
Güler
yüzlü ve tatlı dilli olan vildânlar Cennet’te oturanlara hizmette en ufak bir
şeyde bile kusur etmezler.
Vildâna
gılmân
da derler. Veya Cennet’te gılmânlar vardır. Cennet hûrileri vardır. Hûr;
gözünün akı son derece ak, karası da son derece siyah ve büyük gözlü demektir.
Cennet kızları olan hûrîler de pek fazla latîf ve sevgilidirler. Yüzleri ak,
saçları ve gözleri ise kara nûrdandır.
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde Tûr sûresinin 24.
âyetinde meâlen; "Sıra sıra dizilmiş tahtlara yaslananlar olarak, biz onlara şahin
gözlü ve yüzleri gâyet güzel hûrileri eş yaptık."
"Oralarda gözünü,
yalnız eşlerine hasretmiş öyle dilberler vardır ki, bunlardan evvel ne bir
insan, ne bir cin, aslâ kendilerine dokunmamışlardır." (Rahmân sûresi: 56)
"Orada saklı inci
timsalleri gibi şahin gözlü hûriler de vardır." (Vâkıa sûresi: 22-23)
"Şüphe yok ki
müttekîler (şirkten
ve fenâlıktan sakınanlar), emîn bir makâmda, Cennetlerde ve pınar başlarındadırlar.
İnce ve kalın atlaslar, sırmalı kumaşlar giyerek, karşı karşıya oturup sohbet
ederler. Hem onları iri iri gözlü, tertemiz hûrilerle evlendiririz." (Duhân
sûresi: 51-54). Bir hadîs-i şerîfde Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Cennet hûrilerinden bir kadın, yer halkına baksa, hiç
şüphesiz o, Cennetle yer arasındaki fezâyı aydınlatır va orayı güzel bir koku
doldurur. Yine muhakkaktır ki, o kadının başörtüsü bile, dünyâdaki herşeyden
kıymetli ve değerlidir."
Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Muhakkak hûr-i înlerin Cennet’te bir toplantı yerleri
vardır ki, onlar (orada toplanırlar ve) halkın mislini işitmedikleri
(güzel) şarkılarını
terennüm ederek şöyle derler; "Bizler ebedîyiz, fâni değiliz. Bizler
nîmetlere ermişleriz. Fakir olmayız, sıkıntı görmeyiz. Bizler
(Rabbimizden ve eşlerimizden) râzıyız, aslâ darılmayız ve kızmayız. (Cennetlerde)
bizim için olan
ve biz kendileri için bulunduğumuz erkeklere ne mutlu!" derler."
Mâlik
bin Dînâr anlatır: "Benim her gece bir dersim vardı. Onu okurdum. Bir gece
okumadan uyuya kaldım. Rü'yamda mevcut güzelliklerin en güzeli bir kız yanıma
geldi. Elinde de yazılmış bir kâğıt parçası vardı. Bana; "Sen güzel
okuyabilir misin?" diye sordu. Ben de; "Evet güzel okurum"
dedim. Bunun üzerine yazıyı bana verdi. İçinde şu yazılı idi: "Uyku seni,
hiç ölüm olmayan ve ebedî yaşıyacağın mevkîi (yeri) talep etmekten meşgûl etti.
Cennet’teki çadırlardan ve çadırların içinde güzel hûrilerle beraber olmaktan
uzak etti. Uykudan uyan! Muhakkak Kur'ân-ı kerîm
okuyup teheccüd kılmak, uyumaktan daha hayırlıdır."
Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Gücü yettiği
(yapmak istediğini yapabileceği) hâlde, hiddetini (öfkesini) yenen kimseyi, kıyâmet günü Allahü teâlâ çağırır ve bütün mahlûkâtın gözü önünde hûrilerden
beğendiğini almasını ona emreder."
Yine
Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem); "Üç şey vardır ki, mü'min olduğu hâlde bunları yapan ve
bunlar ile gelen kimse, (kıyâmet günü) hangi kapıdan isterse Cennet’e girer ve
istediği kadar hûrilerden kendisine verilir. Bunlar bilinmeyen, şâhidi olmayan
ve unutulmuş borcu ödeyenler, her namazı müteakip on İhlâs sûresini okuyanlar
ve kâtilini affedenlerdir." buyurdu.
Cennet’te yüksek derecelere kavuşanlar; müslümanlara selâm verenler, fakirlerin ihtiyaçlarını giderenler, geceleyin herkes uykuda iken namaz kılanlar, cemâat ile namaz kılmak için yaya yürüyenler, sünnet üzere mükemmel abdest alanlar, mescidlerde namaz kıldıktan sonra, sonraki namaz vaktini gözetenlerdir.
Cennet’te bulunanlar yüzyirmi saf olur. Seksen safı Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden, kırk safı diğer ümmetlerden olur. Nitekim hadîs-i şerîfde; "Cennet’tekiler yüzyirmi saf olur. Sizler o saflardan seksen saf olursunuz" buyuruldu. Cennet’te derecelerin yükselmesi için şefâat vardır. Allahü teâlâ Tûr sûresinin 21. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Kendileri mü’min olup, evlâdları da îmânda kendilerine uyanların evlâdlarını onlara ilhak ederiz. Yâni aynı derecede olurlar. Amellerinden birşey eksiltmeyiz, Fadl-ı ilâhî ile evlâdlarının dereceleri onlara ulaşır." buyurdu.
Abdullah ibni Abbâs (radıyallahü anhümâ) buyurdu ki: "Mü'min Cennet’e girince; annesini, babasını ve çocuklarını sorup; "Mertebeleri nerededir?" der. Cevâbında, "Senin ulaştığın mertebeye onlar erişemediler" buyurulur. Bunun üzerine; "Ben, kendim ve onlar için amel ettim. Onlara şefâat ederim" der. Allahü teâlâ emredip; "Akrabâsı onun derecesine çıkarılsın" buyurur. Allahü teâlânın fadlı ile o dereceye kavuşurlar. Tefsîr âlimleri buyurdular ki: Büyük ve küçük çocuk, babaları ve anneleri ile, babalar da çocukları ile beraber olup dereceleri eşit olur. Böylece dâima birbirleri ile görüşürler, sevinç ve sürûr içinde olurlar. İlmi ile amel eden âlimlerin, sıddîkların, velîlerin ve şehîdlerin çocukları ile seyyidler için çok yüksek mertebeler vardır. Peygamberler ve âlimler, Cennet’te olanlara derecelerinin yükselmesi için şefâat ederler.
Allahü teâlâ Zümer sûresi 20. âyetinde meâlen; "Fakat Rablerinden korkanlara, üzerlerinde (başka başka) üst üste binâ edilmiş konaklar, altlarından ırmaklar akan yüksek (Cennet) menzilleri vardır. Bu, Allah'ın vâdidir. Allah vâdindan dönmez" buyurdu.
İbn-i
Abbâs'ın (radıyallahü anh) bildirdiğine göre; Cennet’in
herbiri altından olan, cevherlerle süslü sekiz kapısı vardır. Birinci kapı
üzerinde; "Lâ
ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" yazılıdır. O
kapı, peygamberler, şehîdler ve cömertlere aittir. İkinci kapı, abdestini doğru alıp,
hakkıyla namazını kılanlar içindir. Üçüncü kapı, kendilerini her türlü kötülükten
koruyup temizleyenlerindir. Dördüncü kapı, iyiliği emredip, kötülükten
sakındıranlara aittir. Beşinci kapı, kendisini nefsinin arzu ve
istekleri peşinde koşmaktan koruyanlar içindir. Altıncı kapı, haccını ve umresini
hakkıyla yapanlar içindir. Yedinci kapı, mücâhidler içindir. Sekizinci kapı
ise, müttekîler için olup, onlar gözlerini harama bakmaktan korumuşlar ve
hayırlı işler yapmışlardır. Ana-baba, yakın akrabâ ve komşu haklarına çok
dikkat etmişlerdir.
Allahü teâlâ
Zümer sûresinin 73. âyetinde meâlen buyurdu ki: "Rablerinden korkan (mü'minler)
nihâyet Cennet’in
kapılarına varıp, önlerine açılınca, Cennet’in bekçileri
(karşılayıp):
"Sizlere selâm olsun. Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin
buraya" derler." Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse, abdest alır ve abdest alışı
mükemmel olur, yâni hakkıyla yapar, sonra; "Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve
eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh" derse, muhakkak olarak o kimseye Cennet’in
sekiz kapısı açılır ve kendisi hangisinden isterse içeriye girer."
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir başka hadîs-i şerîfinde; "Her kim Allah yolunda çift sadaka
verirse, Cennet kapılarında; "Ey Allah'ın kulu, bu kapı daha
hayırlıdır" diye çağırılır. Çok namaz kılan kimse de namaz kapısından
çağrılır. Cihâd halkından olan kimse de cihâd kapısından dâvet edilir. Çok sadaka
veren zümreden olanlar da sadaka kapısından çağırılırlar. Oruç ehlinden olanlar
da reyyân kapısından dâvet edilirler." buyurdu. Bunun üzerine
Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh); "Ey
Allah'ın Resûlü, bir kimsenin bu kapıların hepsinden dâvet olunması mümkün
müdür? Bir kişi bu kapıların hepsinden dâvet edilir mi?" diye sordu. Resûl-i ekrem efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Evet, bir kişi o kapıların hepsinden
dâvet olunur ve senin o insanlardan olmanı ümid ederim" buyurdu.
Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i
şerîfinde; "Muhakkak
Cennet’te bir kapı vardır ki ona duhâ (kuşluk) kapısı denilir. Kıyâmet günü olunca bir
münâdî; "Kuşluk namazına devam edenler nerededir? Burası sizin kapınızdır.
İşte buradan Cennet’e giriniz" diye nidâ edecektir" buyurdu.
Hadîs-i şerîfde
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Muhakkak ki
ümmetimden yetmişbin yâhut da yediyüzbin kişi (hesapsız olarak ilk) Cennet’e
gireceklerdir. Bunlar birbirine tutunmuşlar, bâzısı da bâzısının ellerini
tutmuştur. Bu ilk zümrenin sondakileri Cennet’e girinceye kadar öndekileri
girmezler (ve bir saf hâlinde hepsi birden girerler). Bunların yüzleri
Bedr gecesindeki ayın parlaklığı gibidir."
Cennet
melekleri vardır. Bütün Cennetlerin hâzini ve hâkimi insan şeklinde çok güzel
bir melek olan Rıdvân olup, Cennet’teki meleklerin hepsinin büyüğüdür. Allahü teâlâ Rıdvân'a; "Ey Rıdvân! Benim
kullarıma Cennet yemeği ve içeceği verin" buyurur. Cennet melekleri
inciden, yâkuttan kaplar ve altından çanaklarla çeşit çeşit ateşte pişmemiş
yiyecekler getirirler. Cennet ehli o yemeklerden yerler. Allahü teâlâ; "Ey Rıdvân! Benim kullarıma
şerbetler içir" buyurur. Cennet gılmânları gelirler, içlerinde çeşit çeşit
içecekler olan inciden ve cevherden kadehler getirirler. Sonra Allahü teâlâ; "Merhâbâ benim hâs kullarım!
Niye benden korkar, benden ümid eder ve bana müştâk olursunuz? Ey Rıdvân! Benim
kullarıma hil'atlar giydir" buyurur. Rıdvân nidâ eder ve yetmiş türlü
hil'at gelip ehl-i Cennet’e giydirilir. Gözlerin görmediği, kulakların
işitmediği, gönüllerden geçmeyen nîmetler verilir. Sonra arş-ı âlânın altında
bir rüzgâr eser. Ona mesîre derler. Onların üzerine misk-i ezfer, yâni
hâlis misk yağdırır ve bir buluttan da gülsuyu yağar. Sonra hûrîler gelirler. Allahü teâlâ; "Ey Rıdvân! Kullarıma söyle bu
makâm, "Makâm-ı sıdk"tır. Her ne isterlerse vereyim. Dünyâda vâd
eyledim" buyurur. Mü'minlerde; "Yâ Rabbî! Verilmedik hiç birşey
kalmadı, hepsi verildi. Yalnız Hak teâlânın
Cemâl-i şerîfini görmek isteriz" derler.
Mü'minler
için husûsî olarak tâyin edilen rahmet melekleri, mücevherli eğerlerle süslü
Buraklar getirip, Hak teâlânın selâm ve
dâvetini tebliğ ve tebşir ederler. Mü’minler de Buraklara binip Adn Cennet’ine
çıkarlar. Hak teâlânın misâfirhanesine
varıp ikrâm ve izzetlerini görürler. Çeşitli nîmetlerini yiyip selâm ve
kelâmını işiterek erişilmez ve noksansız olan Cemâlini bilinmeyen ve
anlaşılmayan bir şekilde baş gözü ile görürler ve kendilerinden geçip Cennet
nîmetlerini unuturlar.
Sebe'
sûresinin 37. âyetinde de meâlen; "Ancak îmân edip de iyi ve güzel amel işleyen
kimselerin, işte onların yaptıkları (iyi amellere) karşılık mükâfatları
kat kattır ve onlar (Cennet’in) yüksek makâmlarında güven içindedirler." Furkân
sûresinin 75. âyetinde meâlen; "İşte onlar, bütün zorluklara sabrettiklerinden ötürü Cennet’in
en yüksek makâm ve menzilleriyle mükâfâtlandırılacaklardır ve orada onlar
sağlık ve selâm ile karşılanacaklardır" buyuruldu. Resûl-i ekrem (sallallahü
aleyhi ve sellem) efendimiz; "Cennet ahâlisi, Cennet’te kendilerinden yükseklerdeki (gurfeler
ahâlisi denilen) bir takım köşklerin
sâhiplerini (aralarındaki mesâfe farkından dolayı) güçlükle
görebileceklerdir. Nasıl ki (dünyâda gündüz) doğu batı ufkunda kalan parlak iri yıldızı, kendileri ile yıldız
arasındaki mesâfe uzaklığından dolayı, dikkatle bakanlar görebilirler"
buyurdu. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm):
"Yâ Resûlallah! O yüksek konak ve köşkler, peygamberlerin menzilleri
midir? Başkaları oraya erişemezler mi?" dediler. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem); "Evet o köşkler peygamberlerin mevkileri ve
makâmlarıdır. Fakat peygamberlerden başkaları da ulaştırılır. Hayatım elinde
olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, (o, peygamberlerden
başkaları) öyle
kişilerdir ki onlar Allah’a îmân etmiş ve gönderilen peygamberleri de tasdik
etmiş olanlardır" buyurdu. Resûl-i
ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlânın; "İşte onlar bütün zorluklara karşı
sabrettiklerinden dolayı Cennet’in en yüksek makâm ve menzilleriyle
mükâfatlandırılacaklardır." kelâmı ve "Onlar (Cennet’in) en yüksek
menzillerinde güven içindedirler" kelâmının mânâsı
husûsunda; "Gurfe yâni köşkler kırmızı
yâkuttan, yâhut yeşil zebercedden, yâhut da beyaz inciden olup, hiçbir kırık,
ek, bitişmek ve kusur yoktur. Muhakkak ki Cennet halkı, Cennet’ten, (dünyâda)
semânın doğu
veya batı ufkunda kalan parlak yıldızı, aralarındaki mesâfe uzaklığından dolayı
dikkatle bakarak seçip görebildiğimiz gibi, köşkleri, konakları, güçlükle
görebilirler. Muhakkak ki Ebû Bekr ile Ömer onların en fazîletlisidir"
buyurdu. İbn-i Mes'ûd'dan rivâyet olunan hadîs-i
şerîfde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Dünyâda Allah için sevişenler, muhakkak (Cennet’te)
kırmızı
yâkuttan başında yetmişbin köşk bulunan bir direk (bir kule) üzerinde
olacaklar. Güneşin dünyâyı aydınlatması gibi köşkte oturanların güzelliği,
Cennet halkını aydınlatır ve ziyâlandırır. Cennet ahâlisinin bir kısmı
diğerlerine; "Gidelim de Allah için birbirini sevenlere bakıp
seyredelim" derler. Bu yüksek menzillerin ahâlisi onlara yukardan bakınca
güzellikleri Cennet halkını ısıtır (sanki güneşin dünyâ ahâlisini
ısıttığı gibi).
O gurfe ehlinin
üzerinde ince atlastan elbiseler olup yüzlerine, işte onlar Allah için
birbirini sevenlerdir, diye yazılmıştır." Yine hadîs-i şerîfde Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem); "Cennet’te
yüksek katların halkı Cennet ahâlisine bakıp onları seyreder. Yüksek
menzillerin halkından bir kimse yukardan baktığı zaman yüzünün ziyâsı ile
Cennet parıldar. Bunun üzerine Cennet halkı, "Bu nûr nedir?" diye
sorarlar. Tâat ve doğruluk ehli, yüksek katlardaki iyiler halkından bir kimse
yukardan baktı diye cevap verirler." Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfde Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem); "Muhakkak Cennet’te
öyle menziller var ki, içerisinden dışarısı, dışarısından da içerisi görülür."
buyurdu. Bunun üzerine orada bulunanlardan bir kimse Resûl-i ekremin huzûrunda ayağa kalkarak; "O Cennet
kimin içindir, yâ Resûlallah?" diye sordu. Resûlullah
da; "Sözü
yumuşak olan, fakirlere yemek yediren, Oruçları tutmağa devam eden ve insanlar
uykuda iken geceleyin namaz kılan kimseler içindir" buyurdu.
Ebû Nu'aym'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde
de ilâve olarak, bir kimse; "Ey Allah’ın Resûlü buna kim muktedir
olabilir?" diye sordu. Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ümmetimin
buna gücü yeter. Buna gücü yetecek olan kimseyi size haber vereyim mi? Her kim
müslüman kardeşine kavuşur da ona selâm verirse o selâmı yaymış olur. Herkim
âilesine, ev halkına doyuruncaya kadar yemek yedirirse, o,
(fakirlere) yemek
yedirmiş olur. Herkim Ramazân orucundan başka her aydan üçgün oruç tutarsa o da
oruca devam etmiş olur. Yatsı namazını cemâatle kılan kimse de, insanlar uykuda
iken namaz kılmış olur." Başka bir hadîs-i
şerîfde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); ''Muhakkak Cennet’te öyle köşkler vardır ki ne
üzerinde kapağı, ne de altında direği
vardır" buyurdu. "Yâ Resûlallah! Ahâlisi oraya nasıl
girer" diye sorulunca, Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem); "Ahâlisi oraya kuşlar gibi girerler" buyurdu.
"Ey Allah'ın Resûlü, orası kimin içindir?" diye sorulunca, Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem); "Hastalar, ağrı, belâ ve meşakkat çeken ahâli
içindir" buyurdu. Hadîs-i şerîfde;
"Kıyâmet gününde muhakkak peygamberler ve
şehîdlerden olmayan bâzı kimseler (mahşer yerine) getirilir. Fakat
onlara Allah'ın ihsân ettiği menzillerden dolayı kendilerine peygamberler ile
şehîdler gıbta ederler ve onlar nûrdan kürsîler üzerinde bulunurlar"
buyuruldu. "Yâ Resûlallah onlar kimlerdir?" diye sorulunca, Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem); "Onlar Allah'ı insanlara sevdiren, insanları da Allah'a
sevdiren ve yeryüzünde nasîhat edip dolaşan kimselerdir." buyurdu.
Bunun üzerine bir zât: "Ey Allah'ın Resûlü, onlar Allah'ı insanlara
sevdirirler. Fakat insanları Allah'a nasıl sevdirirler?" diye sordu. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) cevâben; "Onlar
insanlara iyiliği emredip kötülükten nehyederler. İnsanlar da bu
nasîhatçılara itâat ettikleri zaman, Allahü teâlâ da kendilerini sever" buyurdu.
Kur'ân-ı kerîmde, Bakara sûresinin 152.
âyet-i kerîmesinde meâlen; "Öyle ise siz beni (itaatle, ibâdetle) anın, ben de sizi
(sevâb ve mağfiret ile) anayım" buyuruldu.
İmâm-ı
Buhârî'nin (rahmetullahi aleyh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde Resûl-i
ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki: "Muhakkak
ki ben, Cehennem ehlinin Cehennem’den en son çıkacak ve Cennet ehlinin de Cennet’e
en son girecek olanını bilip duruyorum. Bu öyle bir kimse ki Cehennem’den
emekliye emekliye çıkar. Allahü teâlâ ona; "Git, Cennet’e
gir" buyurur. O kimse, Cennet’e varır. Ona öyle gelir ki Cennet
dopdoludur. Yâni herkes kendine âit yerlerini almıştır. Dönüp; "Yâ Rabbî! Cennet’i
dopdolu buldum" der. Hak teâlâ yine ona; "Git, Cennet’e
gir" buyurur ve böyle üç defâ tekrarlanır. Her gidişinde Cennet ona
dopdolu gösterilir. Sonunda Allahü teâlâ ona; "Git, Cennet’e
gir, dünyâ kadar ve dünyânın on misli kadar yer senindir" buyurur. Her Cennet’in
bir kapısı vardır. Eni ve uzunluğu yüz yıllık yoldur ve her kapının tek parça
sarı altından olan iki kanadı vardır. Rengârenk çeşitli mücevherle
süslenmiştir. Birinci Cennet’in kapısı üzerinde; "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" yazılıdır. Diğer
kapıları üzerinde: "Ene lâ ü'azzibü men kâle lâ ilâhe illallah"
(Ben, Lâ ilâhe illallah diyene azâb etmem) yazılıdır."
Cehennem’e girmesi hüküm olunanlar cezâlarını bulunca, meydanda yalnız iyiler ve Cennetlikler kalır. Aralarındaki haklar ve diğer husûslar düzeltildikten ve helâl edildikten sonra, kimsenin kimsede zerre kadar hakkı kalmayınca, Allahü teâlânın emri ile Cennet’e doğru sevk olunurlar. Hadîs-i şerîfde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Cennetlikler, bedenlerinde kıl olmadığı hâlde, otuzüç yaşında olarak Cennet’e girerler." buyurdu. Küçükken ölenler de, böyle olup, otuzüç yaşında kalırlar. Gözlerinde kudretten sürme olup, çok güzel bir görünüşleri vardır. Nitekim hadîs-i şerîfde; "Herkesten önce Cennet’e girenlerin yüzleri, ondördüncü gecedeki ay gibi parlar." buyuruldu. Bunlar hesapsız Cennet’e girenlerdir. Bir başka hadîs-i şerîfde; "Hesapsız Cennet’e girenlerin yüzleri ondördüncü gecedeki ay gibi parlar. Bunlardan sonra gelenlerin yüzleri gökteki büyük yıldızlar gibidir." buyuruldu.
Cennet hullelerini ve kaftanlarını giyip Buraklara binerler. Kitle kitle Cennet’e yaklaşırlar. Karşılamak için Cennet’ten hâdimler ve gılmânlar gelir. Herbirine Allahü teâlâ size, şöyle şöyle sonsuz nîmetler, mülkler ve saâdetler ihsân eyledi. İstediğiniz her şey yanınızda olur. Bakınca içinizi açacak manzaralar ve hediyeler bulunur diye müjde verirler. Cennet’in kokusunu beşyüz yıllık yoldan duyarlar; sevinç, neş'e ve sürûr içinde, yüzlerinden nûr saçarak Cennet kapılarına yaklaşırlar. Hazret-i Ali anlatır: "Cennet ehli, Cennet kapılarına yaklaştıklarında, kapının dışında, kapıya yakın yerde, bir güzel ağaca rastlarlar. Bu ağacın altından iki ırmak akar. Birinden yıkanıp temizlendiklerinde, sürûr, nîmet ve sevinç içindedirler. Taze bir hâl alıp nûrânî bir sîmâya sâhip olmanın yanında baştan ayağa kadar nûra gömülürler. Bu hâl ve parlaklık, onlardan bir daha gitmez. Sonra öbür ırmaktan içerler. İçlerindeki fazlalıklar, kalplerindeki kötü huylar ve diğer bozuk düşüncelerin hepsi yok olur. Onları melekler karşılayıp selâm verirler. Kur'ân-ı kerîmde Zümer sûresinin 73. âyetinde; "Şirkten, küfürden sakınan mü'minler, mahşerde hesapları bittikten sonra, kitle kitle Cennet’e gönderilirler." buyuruldu. Kimi hesâba çekilmeden, kimi kısa, kimi de uzun süren bir hesaptan sonra Cennet’e sevk olunurlar. Onlar Cennet’e gelince, Cennet’in kapıları onlara açılmıştır. Hadîs-i şerîfde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); "Ümmetimin Cennet’e girdiği kapının genişliği atlı kimsenin üç günde alacağı mesâfe kadar olur." buyurdu. Kapıları açık bulmalarının hikmeti sonsuz saâdete kavuşanların kapıda beklememesidir. Nitekim zevk ve neş'e olan evde kapılar kapatılmaz.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben Cennet’e girmeden, hiç bir peygamber; ümmetim girmeden de, hiç bir ümmet giremez." Muhammed aleyhisselâm ümmetinden en önce Cennet’e girecekler, Eshâb-ı kirâmdan olan ve hesapsız Cennet’e giren yetmişbin mübârek kimse olup, sonra herkes derecesine göre, önce veya sonra girerler. Zümer sûresinin 73. âyetinde meâlen; "Cennet melekleri onlara; "Ey Cennetlikler, selâmet sizin üzerinize olsun, siz günahdan temizlendiniz. Devamlı kalmak üzere Cennet’e giriniz" derler" buyuruldu. Cennet’tekiler kendilerine vâd olunan nîmetleri, saâdetleri, mukaddes bağlar ve bahçeleri, yüksek, süslü sarayları gördükleri zaman, sevinç ve konuşma zevkinden ötürü şöyle dediklerini Allahü teâlâ; Zümer sûresinin 74. âyetinde meâlen; "Dünyâda bize kitap ve peygamberler gönderip, îmân ve tâat üzere tevfik buyuran Allahü teâlâya hamd olsun ki, böyle Cennetleri bize vâd eyledi. Vâdini yerine getirip, Cennet toprağına bizi mâlik eyledi. Cennet’te dilediğimiz yüksek yerlere, bahçelere çıkar, misk, anber ve kâfurdan kırlarda ve yüksek dağlarda, serin ırmak kenarlarında yapılan köşk ve saraylarda dolaşır, otururuz. Nereye gitmek istesek gideriz derler" şeklinde bildiriyor. Allahü teâlâ bu nîmetleri bizzat kendisi medh ediyor ve aynı âyet-i kerîmenin sonunda meâlen; "Dünyâda hâlis îmân ve sâlih amel eden kullarımın kavuştukları büyük ecirler ve sonsuz Cennet ne güzeldir" buyurdu. Allahü teâlânın "Ne güzeldir" buyurduğu yere gidebilmek büyük saâdet ve bulunmaz devlettir. Fâtır sûresinin 32. ve 33. âyetlerinde bunların hâllerine temasla meâlen; "Cennet’te bulunanlar derler ki: "Allahü teâlâya hamd ve senâ olsun ki, bizim üzüntü ve elemimizi yok etti. Rabbimiz günahlarımızı çok bağışlayıcıdır. Geçici bir zamandaki az bir amele çok ve sonsuz sevâb, nîmet vericidir. Öyle büyük Allah'dır ki, fadlıyla bizi sonsuz Cennet saraylarına koydu. Cennet’te bize zorluk ve meşakkat olmaz. Yorgunluk ve gevşeklik de gelmez." buyuruyor.
Bütün bu şereflere nâil olmak isteyenin beş şeye devam etmesi gerekir. Bu beş şeyden birincisi; kendisini bütün günahlardan menetmesidir. Allahü teâlâ, Nâziât sûresinin 40. ve 41. âyetlerinde meâlen; "Kim ki Rabbinin âzametinden korkarak kendisini günahlardan menederse, işte Cennet, onun varacağı yerin tâ kendisidir" buyurdu.
İkincisi; dünyâ malından ihtiyaç miktarına râzı olup, onunla yetinmektir. Zîrâ Cennet’in değeri ihtiyaç miktarı dünyâlığa râzı olmaktır.
Üçüncüsü; ibâdet ve tâatleri, şiddetli istek ve arzu ile edâ etmek ve her bir ibâdeti ihlâs ile yapmaktır. Zîrâ umulur ki, o bir tâat, kişinin mağfiretine ve Cennet’e girmesine sebep olabilir. Allahü teâlâ Zuhrûf sûresinin 72. âyetinde meâlen; "İşte bu, sizin yapmakta olduğunuz iyi amel ve hareketleriniz sâyesinde mîrasçı kılındığınız Cennet’tir." Vâkıa sûresinin 24. âyetinde meâlen; "İşledikleri iyi amel ve hareketlere mükâfat olarak." buyurdu.
Dördüncüsü; sâlihlerle hayır ehlini sevmek, onlarla haşir neşir olmak ve onların meclislerinde bulunmaktır. Zîrâ onlardan biri mağfirete kavuşunca, arkadaşlarına ve din kardeşlerine şefâatçi olur. Nitekim Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Din kardeşlerinizi çoğaltınız. Zîrâ kıyâmet günü her bir kardeşin şefâat etme hakkı vardır."
Beşincisi; çok duâ etmek, kendisine Cennet’i nasîb etmesini ve ömrünün sonunu hayırla bitirmesini şânı yüce Allahü teâlâdan istemektir.
Alimlerden biri buyurdu ki: "Sâlih amellerdeki sevâb açıkça bilindiği hâlde nefsânî arzulara meyletmek bir cehâlettir. Sevâbı bilindikten sonra iyi ameller işleme husûsunda gayret göstermemek âcizliktir. Şüphesiz ki Cennet’te bir rahatlık vardır; bu rahatlığa ancak dünyâda Allah için rahat yüzü görmeyenler kavuşur. Orada zenginlik de vardır. Fakat bu, dünyâ hayatında lüzumsuz şeyleri terkedip, meşru kazançlarla ve ihtiyaç mikdarı ile yetinenler içindir." Bir defâsında evliyâdan İbrâhim bin Edhem hazretleri hamama girmek istediğinde, hamam sâhibi; "Ücretsiz girilmez" diyerek ona mâni olmak istedi. Bunun üzerine İbrâhim bin Edhem şiddetle ağladı ve şöyle dedi: "Yâ Rabbî! Ücretsiz olarak şeytanların evine girmeme bile izin verilmiyor. Ya nebîlerle sıddîkların evine (Cennet’e) nasıl girebilirim?"
Enes bin Mâlik'ten rivâyet edilen hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim ki, Allahü teâlâdan üç defâ Cennet isterse, Cennet şöyle der: "Allah’ım onu Cennetlik yap." Kim de Allahü teâlâdan üç defâ kendisini Cehennem’den kurtarmasını niyâz ederse, Cehennem de şöyle der: "Allah’ım onu Cehennem’den kurtar."
Resûl-i ekrem efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem); "Yâ Resûlallah! Cennet ahâlisi hiç uyur mu?" diye soruldu. Resûl-i kibriyâ da; "Hayır uyumazlar. Çünkü, uyku ölümün kardeşidir. Cennet’te ise, ölüm yoktur" buyurdu.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Nisâ sûresinin 69. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Kim Allah'a, Peygambere itâat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nîmetler verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar." buyurarak, Cennet ehlini bildirdi. Resûlullah da (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfinde; Cennet’tekilerin hâllerini şöyle haber verdi: "Allahü teâlâ Cennet’tekilere; "Ey Cennet ehli!" buyurur. Cennet’tekiler de; "Emret! Yâ Rabbî, her iyilik senin yed'inde, kudretindedir" derler. Allahü teâlâ; "Siz benden râzı mısınız?" buyurur. Onlar; "Nasıl râzı olmayalım ki, mahlûkâttan kimseye vermediğin Cennet ve saâdeti, sayısız nîmetleri, sonsuz zevk ve lezzetleri bize verdin" derler. Allahü teâlâ; "Size verdiklerimden daha büyüğünü vereyim mi?" buyurur. Onlar; "Yâ Rabbî! Bunlardan üstün ve büyük ne vardır?" derler. Allahü teâlâ; "Ben rızâmı size helâl ederim ve bundan sonra size ebedî gadab etmem, her an rızâmda olursunuz" buyurur.
Duhân sûresinin 51'den 57. âyetlerine kadar meâlen buyuruldu ki: "Muhakkak ki takvâ sâhibi olanlar (her türlü) kederden emîn bir yerde, bahçelerde ve pınarların başındadırlar. Sündüs ve istebraktan (işlemeli ve kalın) elbiseler giyerek karşı karşıya gelirler. İşte mü’minlerin Cennet’teki yeri böyledir. Hem onları iri gözlü, beyaz yüzlü hûrilerle de eşlendirdik. Orada emîn oldukları hâlde, her türlü yemişi isterler ve getirtirler. Orada, ilk ölümden (dünyâdaki ölümden) başka ölüm tadmazlar. Allah onları Cehennem azâbından korumuştur. (Bütün bunlar kendilerine) Allah'tan bir kerem ve ihsân olarak verilmiştir. İşte bu en büyük saâdettir."
Cennet ehli; rahat, emîn, bütün âfetlerden uzak, sevinç ve neşe içinde nîmetler dolu bir yerde olurlar. Cennet ehli güzel giyinirler. Oturdukları meclislerde sohbetin edebine riâyetle, karşı karşıya otururlar. Ehl-i Cennet’in nâil olacakları nîmetlerin esâsı ve büyüklerinin birincisi mesken, ikincisi elbise, üçüncüsü meclislerde mukâbil olarak sohbet ve ünsiyet etmek, dördüncüsü güzel zevcelerdir. İnsanın en ziyâde sevdiği nîmetlerin esâsı bunlardır. Cennet ehli, her zaman ve her yerde istediklerini mevcût ve hazır bulurlar. Cennet meyvelerinde şişkinlik yapmak ve sıkıntı vermek gibi şeyler olmaz. Cennet meyvelerinde ağrı vermek ve mideyi bozmak gibi şeyler yoktur. Cennet ehli dünyâda gördükleri ölümden başka ölüm tatmazlar. Zirâ Cennet hayatı ebedîdir.
Dehr sûresi 5. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Dünyâda sâlih amel işleyen iyi kimseler, Cennet’te katığı kâfur olan (şarab) dolu bir kadehten içerler." buyuruldu. Cennet ehli içi şarapla dolu bir kâseden şarab içerler ki o şarap kâfurla karışmış olduğundan, kokusu kâfur kokusuna benzer, gâyet soğuk ve tatlı olur. Fakat Cennet şaraplarında baş ağrısı vermek, vücûdu zedelemek gibi endişeler olmamakla beraber, akıl gibi bir nîmeti izâle eden (yok eden) sekr, uyuşturuculuk, karın ağrıtmak, ağız kokutmak, baş döndürmek yoktur. O şarab, gâyet sâfi, hâlis ve berrak olduğu gibi içinde tabîate kerih gelecek, mîzâcı bozacak bir şey bulunmaz. O şarabın nefisliği sebebiyle ağzı mühürlü ve mührü miskü anberdir. İçen misk râyihasını duyar. Zîrâ Cennet yiyecek ve içecekleri yalnız lezzetten ibâret olup, îmân ehline hiç zararı olmaz.
Cennet halkı Cennet’e yerleştikten sonra, dünyâda dost olanlar birbirlerini görüp konuşmak arzu ederler. Bu sırada her ikisinin de üzerlerinde oturdukları tahtlar harekete geçer biri gider ve diğeri gelirken yolda buluşur, sohbet ederler. "Falan gün falan yerde yaptıklarımızı hatırlar mısın?" şeklinde konuşur. "Orada duâ ettikde, Allahü teâlâ bizleri mağfiret etti" derler.
Allahü teâlâyı
mü'minler Cennet’te nasıl olduğu bilinmeyen bir görme ile göreceklerdir. Nasıl
olduğu bilinmeyeni, anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir
görmek olur. Belki gören de, nasıl olduğu bilinmeyen bir hâl alır ve öyle
görür. Bu bir muamma, bir bilmecedir ki bu dünyâda, evliyânın büyüklerinden
seçilmişlere bildirilmiştir. Bu derin güç mes'ele, herkese gizli iken bunlara
hakîkat olmuştur. Bunu Ehl-i sünnetten başka, ne mü'minlerin fırkaları, ne de
inanmıyanların bir ferdi anlıyamamışdır. Bu büyüklerden başkası, Allahü teâlâ görülemez demiştir. Bunlar
bilmedikleri şeyleri, gördükleri şeylere benzeterek düşündükleri için
yanılmıştır. Böyle benzemelerin, ölçmelerin bozuk netîce vereceği meydandadır.
Bugün birçok kimse de bu yanlış ölçü ve benzetmekten dolayı îmânlarını gayb
edip ebedî felâkete sürükleniyor. Bu gibi derin mes'elelerde îmân şerefine
kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselâmın sünnetine (yâni getirdiği dîne,
İslâmiyete) uymak ile nasîb olur. Allahü teâlâyı
Cennet’te görmeğe inanmak şerefinden mahrûm olanlar, bu saâdete kavuşmakla
nasıl şereflenebilir? "İnkâr eden, mahrûm kalır" sözü meşhûrdur. Cennet’te
olup da görmemek uygun değildir. Çünkü İslâmiyet, Cennet’te olanların hepsi
görecektir diyor. Bir kısmı görecek, bir kısmı görmeyecek demiyor.
Allahü teâlâyı
mü’minler Cennet’te, cihetsiz olarak, karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu
anlaşılmayarak ve ihâtasız, yâni bir şekilde olmayarak göreceklerdir. Allahü teâlâyı âhırette görmeğe inanırız. Nasıl
görüleceğini düşünmeyiz. Çünkü O'nu görmeği akıl anlıyamaz. Buna inanmaktan
başka çâre yoktur.
Cennet
de, her şey gibi, Allahü teâlânın
mahlûkudur. Allahü teâlâ mahlûklarının
hiç birisine girmez, birinde bulunmaz. Fakat mahlûklarının bâzısında O'nun
nûrları zuhûr eder. Bâzısında ise o kâbiliyet yoktur. Ayna karşısındaki
cisimlerin görünüşleri zuhûr ediyor. Taşta toprakta ise etmiyor. Allahü teâlâ her mahlûkuna aynı nisbette ise de
mahlûklar birbirlerinin aynı değildir. Allahü teâlâ,
dünyâda görülemez. Bu âlem, onu görmek nîmetine kavuşmağa elverişli değildir.
Dünyâda görülür diyen yalancıdır, iftirâcıdır. Doğruyu anlıyamamıştır. Bu
dünyâda bu nîmet nasîb olsaydı herkesten önce Mûsâ aleyhisselâm
görürdü. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrâcda bu devletle
şereflendi ise de, bu; dünyâda değildi. Cennet’e girdi ve orada gördü. Yâni
âhırette görmüş oldu. Dünyâda görmedi. Dünyâda iken, dünyâdan çıkıp âhırete
karıştı ve gördü.
Cennet’teki
bu görmeği anlatmak mümkün değildir. Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde Kıyâme sûresinin 22 ve
23. âyetlerinde meâlen; "Yüzler o gün ter-ü tâzedir. Rablerine
bakacaklardır", Mutaffifîn sûresinin 15. âyet-i kerîmesinde; "Hayır, onlar
îmân etmezler. Şüphesiz ki onlar o gün Rablerini görmekten kat'iyyen
mahrûmdurlar." buyuruldu. Bu âyet-i kerîme hakkında, İmâm-ı
Şafiî ve İmâm-ı Mâlik hazretleri buyurdular ki: "Bu âyet-i kerîme,
mü'mînlerin Cemâl-i ilâhiyi göreceklerine bir delildir."
Cerîr
bin Abdullah el-Becelî (radıyallahü anh) diyor
ki: "Resûl-i ekremin huzûrunda
bulunmakla şereflenmiştik. Ay, tam ondördünde idi. Resûl-i
ekrem aya bakarak; "Siz Rabbinizi şu ayı görür gibi, görünüşünde bir leke
olmadığı gibi görürsünüz. Gücünüz yetiyorsa sabah ve ikindi namazlarına devam
edin" buyurdu ve meâlen; "Güneş doğmadan evvel ve batmadan evvel Rabbini hamd
ile tesbîh et." âyetini okudular."
Cennet
ehli, nîmetler içinde iken bir ses duyulur. Bu sesi Cennet’in yüksek ve alçak,
yakın ve uzağında olanların hepsi işitir. Derki: "Ey Cennet ehli! Hepiniz
makâm ve yerlerinizden memnun musunuz?" Hepsi birden, evet diyerek râzı ve
memnun olduklarını bildirirler. Allahü teâlâya
yemîn ederiz ki, bize iyi yerleri ihsân eyledi. Bulunduğumuz yerlerin
değişmesini istemeyiz. Yâ Rabbî, senin nidânı işittik, ona doğru sözle cevap
verdik; yâ Rabbî, mübârek cemâline bakmak isteriz, bize kendini göster. Çünkü
senin yüksek katında en üstün sevâbımız ve büyük mükâfat ve karşılığımız,
mübârek cemâline bakmaktır derler.
Bu
hâlde Allahü teâlâ, Dârüsselâm adındaki Cennet’e,
süslen ve kullarımın beni görmelerine hazırlan diye emreder. Dârüsselâm,
Allahü teâlânın emrine uyarak süslenir ve
görecek olanlar için hazırlanır. Allahü teâlâ
meleklerden birine, kullarıma söyle, gelip beni görsünler buyurur. Allahü teâlânın bu yüksek emri üzerine, o melek, Allahü teâlânın katından ayrılıp yüksek ve tatlı
bir sesle seslenir ve der ki: "Ey Cennet ehli ve ey Allahü teâlânın sevgili kulları, Rabbinizi görünüz."
Bu sesi Cennet’te bulunanların yüksekleri ve aşağıları işitip, hep birden
bineklerine atlayıp, beyaz misk ve sarı za'ferândan yüksek bir tepenin üstüne
çıkarlar. Orada kapının yanında selâm verirler. Selâmlarında; "Esselâmü
aleynâ min Rabbinâ" diyerek, izin isterler. Kendilerine Allahü teâlâ tarafından izin çıkınca,
Dârüsselâm'ın kapısından girmek isterler. Bu hâlde Arş'ın altından Mesîre
adında bir rüzgâr esip, misk ve za'ferân tepeleri üzerinden geçerek, kaldırmış
olduğu misk ve za'ferânı cenâb-ı Hakk'ı
göreceklerin üzerlerine saçıp, onların elbise, baş ve boyunlarını güzel
kokularla kokulu yapar. Bu hâl ile Dârüsselâm'a girer. Arş ve Kürsî'ye
bakarlar. Henüz tecellî olmadan ve üzerlerine bir nûr parlamadan;
"Sübhâneke Rabbenâ, kuddûsün Rabbül-melâiketi verrûh, tebârekte ve
teâleyte emâ nenzuru vecheke" diyerek, Allahü
teâlâyı tesbîh ve takdîs ile cemâlini kendilerine göstermesi için
yalvarırlar.
Bu
durumda, Allahü teâlâ nûrdan perdelere;
"Çekiliniz" diye emredince, birbiri arkasında olan nûr perdeleri
kalkar. Hattâ yetmiş perde kalkar. Her perde, bir sonrakinden nûr bakımından
yetmiş kat kuvvetlidir. Bu hâlde Allahü teâlâ
onlara tecellî eyler. Onlar Hakk'ın dilediği kadar secdeye kapanırlar. Secdede;
"Sübhâne lekel hamdü vettesbîhu ebeden." (Bizi Cehennem’den kurtarıp Cennet’e
koydun. Cennet ne güzel yerdir. Senden tamâmen râzıyız, sen de bizden râzı ol)
derler. Hamd, tesbîh ve takdîs ederler. Allahü teâlânın
kendilerinden râzı olmasını isterler. Bu hâlde Allahü
teâlâ onlara; "Kullarım, ben sizden her hâlinizle râzıyım. Şu
an amel zamanı değildir. Ancak cemâlimi görmek, ondan lezzet almak ve
nîmetlerin zamanıdır. İhsân ve yüz gösterme zamanıdır. İstediğinizi dileyin
vereyim. Temenninizi arzedin ki, fazlasını ihsân edeyim" buyurur.
Cennet
ehli, o zaman tekbir ile başlarını secdeden kaldırırlar. O'nu görürler. Fakat Allahü teâlânın nûrunun çokluğundan, O'na
bakamazlar. Bu durumda Allahü teâlâ
onlara; "Merhâbâ ey kullarım, ey asfiyâm (seçilmişlerim) ey ahbâbım, ey
evliyâm, ey seçkin kullarım" buyurur ve onları neşelendirir.
Allahü teâlâ,
Cennet’tekilere hitâben; "Geliniz, makâmlarınıza oturunuz"
buyurduğunda, önce resûller gelip minberler üzerine otururlar. Sonra nebîler
gelir, kürsîler üzerinde otururlar. Sonra sâlihler gelip, kıymetli örtüler
üzerine otururlar.
Bu
hâlde onlara, inci ve yâkutla süslü yetmiş türlü renkle renklendirilmiş nûrdan
sofralar kurulur. Allahü teâlâ, o
sofraların hizmetçilerine, onları yediriniz buyurur. Onlara ziyâfet için konan
her sofra üzerinde, inci ve yâkuttan yetmişbin tabak vardır. Her tabakta yetmiş
çeşit yiyecek vardır.
Allahü teâlâ;
"Ey kullarım, yiyiniz" buyurur. Onlar da, Allahü
teâlânın dilediği mikdarda yerler. Birbirlerine, bizim esas
makâmımızdaki yiyecekler, bu yiyeceklerin yanında rü'yâ gibi kalır derler. Allahü teâlâ hizmet edenlere, kullarıma su veriniz
diye emreder. Sofrada hizmet görenler, onlara Cennet şarâbı getirirler. Cennet
ehli ondan içip, birbirlerine, bizim makâmımızdaki şarablarımız, bunların
yanında rüyâ gibidir derler.
Allahü teâlâ,
yine sofrada hizmet edenlere kullarıma meyveler ikrâm ediniz buyurur. Hizmet
görenler meyve getirirler. O meyveleri yedikleri zaman, yine birbirlerine,
bizim kaldığımız yerdeki meyveler, bunların yanında rüyâ gibidir derler.
Allahü teâlâ
onlara, kullarımı yedirip içirdiniz ve onlara meyve verdiniz. Şimdi hulleler
giydiriniz buyurur. Hizmetçiler, hulleler giydirirler. Yine birbirlerine, şu
giydiğimiz hullelerin yanında, kendi makâmımızda giydiklerimiz rüyâ gibi kalır
derler.
Hulleleri
ile kürsîleri üzerinde otururlarken, Allahü teâlâ
onlara Arş'ın altından bir rüzgâr gönderir. O rüzgâra Mesîre denir. O rüzgâr onlara
Arş'ın altından, kardan beyaz, misk ve kâfur getirir. Onların elbise, yaka ve
başlarını çok güzel kokutur. Sonra önlerindeki sofraları üzerlerinde yemekler olduğu
hâlde kaldırırlar. Allahü teâlâ onlara
hitâben; "Şu anda benden dilediğinizi isteyiniz vereyim, arzunuzu beyân
edin, fazlasını ihsân edeyim" buyurduğunda, hepsi birden; "Ey
Rabbimiz, senden istediğimiz, ancak, zâtının bizden râzı olmasıdır"
derler. Allahü teâlâ; "Ey kullarım,
ben sizden râzıyım" buyurur.
Bu
durumda Cennet’tekilerin hepsi Sübhânallah ve Allahü ekber deyip, secdeye
vardıklarında, Allahü teâlâ, kullarım,
başlarınızı secdeden kaldırınız, bugün amel günü değildir. Bugün cemâlime
bakınız, nîmetlerime kavuşmanız, sevinç ve lezzet içinde olmanız îcâbeden
gündür buyurur. Bu hâlde, Rablerinin nûruyla, yüzleri nûrlanmış ve parlamış
olup, başlarını secdeden kaldırırlar.
Allahü teâlâ
onlara; "Menzil ve makâmlarınıza dönünüz" buyurmasıyla, oradan ayrılıp
giderlerken, hizmetçilerini, binekleri hazırlamış bekler vaziyette bulurlar.
Sonra bineklerine binerler. Onlardan isteyen, köşklerine kadar cemâat ve
cem'iyyetle beraber gider. Sonra diğerleri de, bu şekilde diledikleri
köşklerine giderler. Bunlardan biri köşküne vardığında, zevcesi onu güler yüz
ve tatlı sözle karşılayıp; "Şu anda bana, şimdiye kadar sende görmediğim
bir güzellik, nûr, koku, elbise, hulle ve süsle geldin" der.
Bu
anda Allahü teâlânın katından bir melek
yüksek sesle; "Ey Cennet ehli! Bunun gibi size, her zaman sonsuz nîmetler
verilecektir" diye seslenir.
--------------------------------------------------------
1)
Tefsîr-i Taberî
2)
Tefsîr-i Kurtubî
3)
Tefsîr-i Kebîr
4)
Tefsîr-i Mazharî
5)
Garâib-ül-Kur'ân
6)
Hâşiyetü Şeyhzâde ale'l-Beydâvî
7)
Şihâb Hâşiyesi
8)
Rûh-ül-Beyân
9)
Keşşaf Tefsîri
10)
Cemel Hâşîyesi
11)
Tefsîr-i Ebüssu’ûd
12)
Râmûz-ul Ehâdîs şerhi; cild-2, sh. 175, cild-3, sh. 677, 699, cild-4, sh. 652
13)
Buhârî
14)
Müslim
15)
Feth-ül-Bârî; cild-6, sh. 207, 226
16)
Gunyet-üt-tâlibîn; sh. 161, 173
17)
Şerh-u Mevâkıf (Seyyid Şerif Cürcânî); cild-3, sh. 230, 231
18)
İhyâu ulûmiddîn
19)
Künh-ül-ahbâr; cild-1, sh. 70, 294
20)
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 25, 26, 29, 56, 57, 65, 94, 103, 315, 929
21)
Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 208, 210
22)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi
23)
Tezkire-i Kurtubî; sh. 139, 174