Ateşin
alev kısmından yaratılan, her şekle girebilen, Allahü
teâlânın, Kur'ân-ı kerîmin
Zâriyât sûresi 56. âyetinde: "İnsanları ve cinleri ancak
beni bilip ibâdet etmeleri için yarattım" buyurarak varlığından
haber verdiği mahlûklardır.
Arabça'da;
cin, cinnet, cenan ve cenin gibi C ve N harflerinden meydana gelen kelimeler örtülü
anlamına gelmektedir. Cennet denilen yer; meyveler, çiçekler ve kokular
ile örtülü olduğundan bu ismi almıştır. Delilere mecnûn denilmesi de aklının örtülü
olduğu içindir. Geceye "Cünn-i leyl" denir. Çünkü karanlık,
gün ışığını örtmüştür. Cin denilen mahlûklar da gözümüzden örtülü olduğu için
cin denilmiştir. Cin kelimesi cinnî kelimesinin cem'idir (çoğuludur). Cin;
cinnîler demektir. Peri, Farsça'da cin demektir.
Mahlûklar,
yâni yaratıklar, görülen ve görülmeyen diye iki kısımdır. Ayrıca mekânsız,
madde olmayan varlıklar da bulunmaktadır. Bugünkü fen bilgilerine göre bütün
mahlûklar yüzbeş elementten meydana gelmişlerdir. Böylece, bütün mahlûklar
elementlerden yapılmış olup, enerji (kudret) taşırlar. Normal fizik şartlarında
katı ve sıvı hâlinde bulunan varklıklar ve renkli gazlar görüldüğü için,
bunlardan yapılmış cisimler görünür. Meselâ insanda katı maddeler ve su çok
bulunduğundan insan görünüyor. Ot ve hayvanlar da aynı şekildedir. Cinnîler,
havadan ve ateşten meydana gelmiştir. Ateşin alev kısmı görünmez. İçindeki katı
zerreler sıcakta ışıklandığı için parlak görünür. Cinnin görünmemesi bu
yüzdendir.
Alev
iki kısımdır: Biri zulmânî (görünmeyen); diğeri ise nûranîdir (bu da görünmez).
Birincisinden cin, ikincisinden de melekler yaratılmıştır. İnsanlar toprak
maddelerinden yaratıldığı hâlde, Allahü teâlâ
bu maddeleri organik ve organize hâle, et ve kemiğe çevirdiği gibi, meleklerde
ve cinde alev şekli değişerek onlara mahsus latîf, her şekle dönebilen bir hâle
gelmiştir.
Melekler
nûrânî cisimler olup, çeşitli şekillere girebilirler. Melek ile cin, yaratılış
bakımından birbirine yakındır. Meleklerin cinlere yakınlığı, insanın hayvanlara
olan yakınlığı gibidir. İnsanların üstün olanları, meleklerden kıymetli; cin de
hayvanlardan kıymetlidir. Melekler muhteremdir, kıymetlidir. Cin hakîrdir,
kıymetsizdir. Yaratılışta; meleklerde nûr, cinlerde ise alev kısmı fazladır.
İslâm âlimlerinin çoğu meleklere cisim demişlerdir; doğrusu da böyledir.
İslâm âlimleri söz birliğiyle bildirdiler ki, cinlerin varlığına inanmıyan îmânsız olur. Çünkü, cinlerin varlığını bildiren birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler vardır. Hakkında kesin nass (delil) bulunan bir hükmü inkâr etmek küfürdür. Eski felsefecilerin bir kısmı, Kaderiyye (yâni Mûtezile) fırkasının çoğu ile, hiçbir dinde olmıyanlar, cin ve şeytanlara inanmadı. Cin; zekî, dâhi insan, şeytanlar da kötü kimseler demektir dediler. Din kitaplarını okumayan ve İslâm âlimlerinin sözlerini bilmeyen elbette inanmaz. Fakat Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirildiği ve İslâm büyüklerinin kitapları ortada olduğu hâlde, Kur'ân-ı kerîme uyduklarını söyleyen Kaderiyye fırkasının cinne inanmaması şaşılacak şeydir. Hâlbuki cinnin var olması akla uymayan, yâni aklın kabûl etmeyeceği birşey değildir; çünkü her şey Allahü teâlânın kudreti dâiresindedir. Bugün fen adamları, akıl ve din sâhipleri, aklın imkânsız demediği şeyleri red etmeyip, kabûl ediyorlar. Kur'ân-ı kerîmde bildirilen şeylere kelimenin açık ve meşhûr mânâlarını vermek lâzımdır.
Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi aleyh) cinnin var olduğuna şu âyet-i kerîmeleri delil gösteriyor:
1- Zâriyât sûresinin 56. âyetinde meâlen; "İnsanları ve cinleri ancak, beni bilip, ibâdet etmeleri için yarattım" buyuruluyor.
2- Er-Rahmân sûresi 74. âyetinde meâlen; "Onlara (hûrîlere) kocalarından önce ne insan dokunmuştur ne de cin" buyurulmak sûretiyle cinlerin Cennet’e gireceği bildiriliyor.
3- Er-Rahmân sûresinin 31. âyetinde meâlen; "Yakında sizi hesâba çekeceğiz. Ey insanlar ve cinler" buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmedeki "Sekalân" insanlar ve cinler demektir. Resûl-i sekaleyn, müftîyüssekaleyn, gavsüssekaleyn, yâni insanların ve cinnin peygamberi, müftîsi, velîsi gibi isimler de cinnin varlığını bildirmektedir.
Kur'ân-ı kerîmde cinlerin var olduğunu haber veren başka âyet-i kerîmeler de vardır. "(Hesâb gününde) ey cin ve insan cemâati (denecek)! İçinizden size âyetlerimi nakleden, bugünün gelip çatacağını inzâr ile haber veren peygamberler gelmedi mi?" (En'âm sûresi: 130)
"Cân'ı (cinlerin babasını da) daha evvel şiddetli ateşten (şu'âlardan) yarattık..." (Hicr sûresi: 27)
"Allahü teâlâ insan ve cinlerin hepsini bir araya topladığı günde cinlere şöyle denilecek: "Ey cin cemâati! İnsanlardan bir çoğunu aldatarak kendinize bağladınız." (En'âm sûresi: 128)
"Ey cinler ve insanlar topluluğu! Gücünüz yeterse göklerin ve yerin etrâfından çıkıp gidin. (Kaçarak ölümden kurtulun.) Çıkıp kurtulamazsınız. Ancak bir kuvvetle, (fakat bu kuvvet nerede? Buna gücünüz yetmez)" (Rahmân sûresi: 33)
"(Semâ yarıldığı zaman herkes sîmâsından tanınacağı için) o gün ne insana ne cinne günahı sorulmayacak. (Suâl mahşerde olacak) (Rahmân sûresi: 39)
"... Andolsun ki Cehennem’i tamâmen insanlardan ve cinlerden dolduracağım." (Hûd sûresi: 119)
"Cinlerin babasını da dumansız bir ateşten yarattı." (Rahmân sûresi: 15)
"Hatırla ki, cinlerden (on kişiye yakın) bir grubu Kur'ân dinlemek üzere sana yollamıştık. Vaktâ ki Kur'ân'ın huzûruna vardılar. (Birbirlerine); "Susun, dinleyin" dediler. Sonra (Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından okunan Kur'ân) bitirildiği zaman da (cinler, Peygamber'e ve Kur'ân'a îmân getirerek) döndüler. (Hem îmâna dâvet, hem de îmân getirmiyenleri) korkutmak üzere kavimlerine gittiler. Şöyle dediler: "Ey kavmimiz! Hakîkaten bizler (Peygamber tarafından okunan) bir kitap dinledik ki, Mûsâ'dan sonra indirilmiş olup, kendinden öncekileri (semavî kitapları) tasdik eden, Hakk'a ve hakîkat yoluna ulaştırmaktadır. Ey kavmimiz! Allah'ın dâvetçisine icâbet edin. O'na îmân edin ki (Rabbiniz) bâzı günahlarınızı bağışlasın. Sizi acıklı bir azâbdan korusun." (Ahkâf sûresi: 29, 30, 31)
Kul-e'üzü ve Cin sûreleri de, cinnin varlığını açıkça haber vermektedir.
Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî sahîh hadîs-i şerîf kitaplarında, Alkame'den (radıyallahü anh) rivâyet edilir ki: "Ben ibn-i Mes'ûd'a (radıyallahü anh) sordum ve dedim ki; "Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) cinlerin geldiği gece, sizlerden birisi O'nun yanında bulundu mu? O da dedi ki: "Bizden kimse O'nun yanında bulunmadı. Ancak Mekke'de bir gece biz Peygamberimizle (sallallahü aleyhi ve sellem) beraberdik. Bir ara O’nu kaybettik. Kendisini vâdilerde ve tepelerde aradık. O gece çok kötü bir şekilde uyuduk. Sabah olunca gördük ki O, Hira tarafından geliyordu. Kendisine dedik ki: "Yâ Resûlallah sizi kaybettik, aradık ve bulamadık. Bunun için çok kötü bir gece geçirdik." O zaman Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bana cinlerden bir da'vetçi geldi. Onunla beraber gittim ve kendilerine Kur'ân okudum." İbn-i Mes'ûd (radıyallahü anh) dedi ki: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizi aldı ve götürdü. Onların izlerini ve ateşlerinin eserini gösterdi."
Yukarıda bildirilen kesin ve sarih deliller cinnin varlığını bildirmektedir. Cinnîn varlığı dînin açıkça bildirdiği birşey olduğundan, inanmayan müslümanlıkdan çıkar ve hiçbir ibâdeti kabûl olmaz.
Bâzı kimselerin, cinnîleri hayâl (illüzyon) sanarak yok demeleri kıymetsizdir. Korkudan göz önünde hâsıl olan hayâller elbette yoktur. Bu hayâlleri cin sanmak da cinden haberi olmamak demektir. Bir şeye yok diyebilmek için o şeyi tanımak, kavramak lâzımdır. Tanımadan "yok" demek akılsızlıktır. Bu gibilere ilim adamı demek de doğru değildir. Bütün peygamberlerin haber verdiği ve hele Peygamberlerin en üstününün (sallallahü aleyhi ve sellem) çeşitli zamanlarda bildirdiği bir bilgiye, akla, tecrübeye dayanmadan zan yolu ile çala kalem yok demek, ilim adamına aslâ yakışmaz. Cinne, meleklere, Cennet’e, Cehennem’e hattâ Allahü teâlâya inanmayanların biricik sözleri; "Kim gitmiş, kim görmüş, var olsalardı görürdük. Görülmeyen şeye inanmak aptallık olur" demeleridir. Onlar, gözün akla değil, aklın göze dayanarak hükme varmasını arzu ediyorlar. Hâlbuki akıl, duygu organları üstünde bir kuvvettir ve his edilen şeylerin doğrusunu, yanlışını ayıran bir hâkimdir. İnsanlar göze tâbi olsaydı ve insanlık şerefi, göz kuvvetiyle ölçülseydi; kedi, köpek ve farenin insandan daha şerefli, daha kıymetli olması lâzım gelirdi. Çünkü bu hayvanlar insanlardan fazla olarak karanlıkda da görürler. Bu durumda göremediğine inanmak istemiyen kimse, insanlığı, hayvanlardan aşağı düşürmektedir. Neticede his organları, aklın uşakları, âletleridir ve asıl kumandan ise hâkim olan akıldır. Akıl görülemiyen duyulamıyan şeyleri red etmediği gibi, yokluğu isbat edilemiyen ve anlaşılamıyan şeylere de kesinlikle yok demez. Bunlara yok demek akla uygun bir söz olmaz. İnanmıyan araştırıcıların pek çoğu ilmin gereği olarak, birçok mes'elelerde dâimâ ihtimâli gözetirler ve işin aksini düşünürler.
İnsanlar
ilk olarak topraktan yaratıldığı gibi cin de ateşin mâric denilen alev
kısmından yaratıldı. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Hicr sûresi 27. âyetinde meâlen; "Âdem'den
önce cinlerin babası Cân'ı ateşten yarattık" ve Rahmân sûresi
15. âyetinde de meâlen; "Cinleri (cinlerin babasını) de yalın bir
ateşten yarattı" buyurmak sûretiyle, cinlerin Âdem aleyhisselâmdan önce ateşten yaratıldığını
bildirmektedir. Cinlerin babasına Dûmâs yâhut Târnûs da denilirdi. Dehhâk (rahmetullahi aleyh) İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) naklederek şöyle bildiriyor: "Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmdan
evvel yeryüzünde cinlerin babası olan Cân'ı ve evlâdını yarattı.
Ebû
Ravk, İkrime'den o da, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü
anh) rivâyet etti ki: Allahü teâlâ
cinlerin babasını yaratınca, ona; "Benden iste bakalım" buyurdu. O
da; "Biz, görelim, lâkin görünmeyelim. Ölünce toprak altında kaybolalım.
Yaşlı olanımız gençleşsin" diye dilekte bulundu. Allahü teâlâ da dileğini kabûl buyurdu. Hakîkaten
onlar görürler, fakat görünmezler. Öldüklerinde toprak içinde kaybolurlar ve
yaşlıları bir sabî (çocuk) hâline gelinceye kadar ölmez.
Allahü teâlâ
cinleri yarattı ve onlara yeryüzünü îmâr etme işini verdi. Uzun müddet ibâdet
ettiler. Zamanla çoğaldılar. Allahü teâlâ
bunlara bir din gönderdi. Tâat ve ibâdete çağırdı. Muhyiddîn-i Arabî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre dörtbinyirmi
yıl geçtikten sonra inâd ve isyâna başladılar. Allahü
teâlâya karşı gelerek, kan döktüler, cinayet işlediler. Kibirlenip,
ibâdeti bıraktılar. Güçsüz olanlar ibâdet ve tâate devam ediyorlardı. Büyükleri
çeşitli cezâlarla helâk edildi. Allahü teâlâ
onlar üzerine dünyâ semâsında bulunan meleklerden bir ordu gönderdi. Yeryüzüne
inen melekler onların çoğunu öldürdüler; geride kalanlar adalarda, harâbelerde
saklandılar. Bulûğa erişmemiş olanları esir aldılar. Onlardan birisi Azâzil
(İblis) idi. İblis Cennet’te uzun müddet Allahü
teâlâya ibâdet etti ve meleklere va'z ve nasîhatte bulundu. Bir
zaman sonra, yeryüzünde vaktiyle helâk olan kavimden geride kalanlar çoğaldılar
ve yeryüzünü doldurdular. Ancak Allahü teâlâya
nasıl ibâdet edileceğini bilmezlerdi. Azâzil (İblis) bunları hak yoluna
çağırmak için Allahü teâlâdan izin
istedi. Allahü teâlâ kabûl buyurup, bir
kısım melekler ile beraber yeryüzüne gönderdi. O kavmi hak yola dâvet ettilerse
de çok az kimse itâat etti.
Azâzil,
Allahü teâlâdan izin alıp meleklerle
beraber o kavmin üzerine yürüdü. Çoğunu öldürdü. Geri kalanı etrâfa dağıldılar.
Azâzil yeryüzünü bunlardan temizleyince, Allahü
teâlâ yeryüzünün idâresini ona verdi. Yeryüzünde, yeryüzü semâsında
ve Cennet’teki melekler arasında Allahü teâlâya
uzun müddet ibâdet eden Azâzil, Âdem aleyhisselâmın
yaratılmasından sonra, kibir ve gurura kapılıp ona secde etmediği için, Allahü teâlânın rahmetinden ve Cennet’ten koğuldu.
Şeytan adını alıp Allahü teâlânın ebedî
düşmanı oldu.
1-
Cinler ateşin alev kısmından yaratılmışlardır. Şeytan da ateşten yaratılmıştır.
Cinde hava, şeytanda ateş fazladır. Allahü teâlâ
Rahmân sûresi 15. âyetinde meâlen; "Cinleri (cinlerin babasını) de yalın bir
ateşten yarattı." buyurmak sûretiyle bu husûsu bildirmektedir.
2-
Cinlerin de erkeği ve dişisi olup, evlenirler ve çoğalırlar. İnsanların
çoğalmaları meni ile olduğu gibi, cinlerin çoğalması da gaz (hava) iledir. Yâni
erkekden dişiye bir gaz geçerek bundan yavru hâsıl olur. Nâdir olmakla birlikte
insanların cinlerle evlendiği gerçektir. İnsan ile cinnin evlenmesi hayâl
iledir. Hakîkî evlenmek olmaz. Fakat âlimlerden çoğu hakîkî evlenmenin
olduğunu, gusl abdesti lâzım geldiğini hattâ Belkıs'ın insan ile cin arasında
hâsıl olduğunu, cinnin insan şekline girip evlendiğini söylemişlerdir.
Seyyid
Ömer (rahmetullahi aleyh) diyor ki: "Bana
bir cin kızı geldi. Benimle evlenmek istedi. Şemseddîn Hanefî'den sordum:
"Hanefî mezhebinde câiz değildir" dedi. Böyle söyledim. Beni aldı,
yer altına evlerine götürdü. Büyüklerine söyledi. Büyükleri; "Seyyid
Şemseddîn'in cevâbı başımızın üstündedir. Fakat cinnin insan ile evlenmesi
Şafiî mezhebinde câizdir. Biz Hanefî değiliz. Şâfiîyiz" dediler.
İnsanın
cin ile evlenmesinin câiz olduğu, cinnin insan kadınına tearruzunda gusl
abdestinin lüzumu, cin ile insan arasında hâsıl olan çocuğun nasıl olacağını
(Belkıs gibi) bildiren âlimlerimizin çeşitli yazıları vardır.
3- Cinlerin yemeleri, içmeleri ve evleri vardır.
Sahîh-i Buhârî ve Müslim'de bildirildi ki:
"Cinler, Resûlullah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) yemek istediler. "Üzerine Allah'ın
ismi zikr edilmiş her kemik ve her a'lâf artığı (tezek) sizin
yemeğinizdir." buyurdu. İbn-i Selâm bu hadîs-i şerîfin tefsîrinde şu husûsu ilâve
etti: "A'lâf artığı onlar için yemyeşil bir ot oluverir."
Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) bu sebepten kemik
ve tezekle istincâ edilmesini yasak etmiştir.
Câbir
bin Abdullah'dan (radıyallahü anh) rivâyet
edildi ki: Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yürüyorduk.
Bir yılan gelip yanında durdu. Ağzını açarak yaklaştı. Sanki ona birşey
fısıldıyordu. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Evet" buyurdu ve yılan
ayrılıp gitti. Bu husûsta Peygamber efendimizden
(sallallahü aleyhi ve sellem) suâl edince,
buyurdular ki: "O,
cinlerden bir kimsedir, bana şöyle dedi: "Ümmetine emr et de tezek ve
kemikle taharetlenmesinler. Çünkü Allahü teâlâ, bunları bize azık
kıldı."
4- Cinler de doğar, büyür ve ölürler: Cinler mükellef
olurlar. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmde Zâriyât
sûresi 56. âyetinde meâlen; "İnsanları ve cinleri ancak
beni bilip itâat ve ibâdet etmeleri için yarattım."
buyurulmakta ve onların dînî hükümlerle mükellef oldukları bildirilmektedir.
Kurtubî, tezkiresinde buyuruyor ki: "Cinnîn ölümü,
yerde gâib olmaktır. İhtiyârları gençleşmeyince ölmez, ölecekleri zaman da
çocukluk hâline döner ve yerde gâib olurlar."
5- Cinler; insan, hayvan, yılan, akrep, deve, sığır
kılığına bürünüp çeşitli şekiller alırlar. Hattâ katır ve merkep şekline
girdikleri, kuş sûretine bürünüp havada uçtukları görülmüştür. İnsan sûretine
de girerler.
Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî hazretleri buyurdu ki: "Bir zamanlar evime, cinlerden biri gelmeye
başladı. Bu cin bana doğru gelirken, vücûdumun bütün kılları diken diken
olurdu. O anda Allahü teâlânın ismini
söylemeye başlardım. Cenâb-ı Hakk'ın
ismini duyan cin, derhâl benden uzaklaşırdı. Hiç bir zaman ondan ne çekindim,
ne de korktum. Aksine, gece yolumu kestiği zaman, ona selâm vererek geçip
giderdim. İnsanın tabîatı cinden nefret ettiği hâlde, her gün onları göre göre
nefret etmez hâle geldim.
Kıtlık
olduğu günlerde, cinlerden bir grup evime yerleşmişti. Onlara dedim ki:
"Bu gösterdiğim ekmeklerden güzelce yiyiniz. Hiçbir müslümana sakın zarar
vermeyiniz." Onların da bana; "Baş üstüne, emirlerinizi dinleyip
itâat edeceğimize söz veriyoruz" dediklerini duyar idim. Cinlerden biri
keçi kılığına girip, geceleri bizim odaya girer, lâmbayı söndürür ve gürültü
çıkarırdı. Bu hâlden evdekiler korkuya düştüler. Çocukların korkmaması için,
bir gece sedirin altına saklanarak cinnin gelmesini bekledim. Tam önümden
geçerken, elimle bir ayağını yakaladım. Bağırmaya ve yardım istemeye başladı.
Bunun üzerine ona; "Ey keçi kılığına girmiş olan cin! Bir daha evime girip
çocuklarımı korkutmaya devam edecek misin, etmeyecek misin?" dedim. Tevbe
ederek, bir daha gelmeyeceğine söz verdi. Buna rağmen ayağını bırakmıyordum.
Ayağı elimde inceldi, inceldi bir kıl inceliğini aldıktan sonra avucumdan
çekilip gitti. Bu hâdiseden sonra o cin, evime bir daha gelmedi.
İnsan,
cinni ve şeytanları uyanık iken ve rüyâda görebilir. Çünkü onlar, her şekle
girebilir. Çok güzel sûretlere girerler. İhtilâma sebep olurlar. Her ne şekilde
olursa olsun, cinni gören kimse hep ona bakarsa, cin, şeklini değiştirmez ve
gözden kaçmaz. Ona sorup cevap alınabilir. Bir an başka tarafa bakılırsa hemen
asıl şekline girip gayb olur ve kendi şekliyle görünmez.
Ali
Havvâs buyurdu ki: "Allahü teâlâ
kullarından birisine cinleri göstermeyi murâd edince, o kimsenin gözünden
perdeyi kaldırır. O kimse cinleri görür. Allahü
teâlâ bâzan, cine, bize görünmesini emreder. Onları baş gözü ile
görürüz. Cinler bâzan kendi sûretlerinde, bâzan beşer (insan) sûretinde bâzan
da başka sûretlerde olurlar. Cinler, melekler gibi istedikleri şekle
girebilirler."
İnsanın
cin ile tanışması, arkadaş olması kıymetli birşey değildir. Zararlıdır, fâsık
insanla arkadaşlık etmek gibidir. Onlarla tanışan kimse fayda görmemiştir.
Onlarla tanışanlar kibirli olur. Cinlerin din bilgileri azdır. Kibirli
olduklarından birbirleri ile hep mücâdele, muhârebe ederler.
6-
Cinlerin mü'min olanları ve kâfir olanları vardır. İbâdet ederler, sadaka
verirler, iyi işlerine sevâb verilir. Mü'min olanları Cennet’e girecek ve Allahü teâlânın cemâlini göreceklerdir. Kâfir
olanları Cehennem’e gidecektir. Cehennemlik olanları, zemherîr denilen soğuk
Cehennem’de azâb göreceklerdir.
7-
Cinler en çok hamamlar, otluklar, mezbelelik gibi yerlerde bulunurlar.
8-
Cinden geçmiş, olmuş şeyleri sorup öğrenmek câizdir. Gelecekte olacak şeyleri
sormak câiz değildir. Geçmiş şeyleri görüp, işitip bilirler.
9-
Cinler insanoğlunun âlimlerine suâl sorup fetvâ alırlar. İnsanlara nasîhat
edip, şiirler söylerler, insanlara hastalık tedâvisi ve ilâç öğretirler. İnsanlardan
korkarlar ve itâat ederler.
Rivayet
edilir ki, fakîh Muhammed Hermel
el-Fahri isminde bir zât, Ebû Muhammed
el-Himyerî hazretlerinin bulunduğu beldeye geldi ve onun derslerine devam
etmeye başladı. Bu fakîh de yüksek âlimlerden idi. Birbirlerinden ilim
öğrenmeye, birbirlerinin ilimlerinden istifâde etmeye başladılar. Bir ara,
fakîh İbn-i Hermel, beyân ilmi okumak istediğini bildirdi. Ebû Muhammed Himyerî de kabûl etti. İbn-i Hermel'e
beyân dersi okutmaya başladı. Birgün ders esnâsında, başını yukarıya
kaldırdığında, bir yılanın başını uzatmış dersi dinlemekte olduğunu gördü. Ders
bittikten sonra, İbn-i Hermel'e bu gördüğü hâli bildirdi ve; "Bu gördüğün
cin tâifesinden fıkıh âlimi bir kimsedir. Bizden "Tenbih" ve
"Mühezzeb" kitaplarını okuyor. Senin okuduğun beyân derslerini de
dinlemek istiyor" buyurdu. İbn-i Hermel ise, kendisinden ders okuduğu
zâtın cinlere de ders vermekte olduğunu anlayıp, ona olan muhabbet ve bağlılığı
daha çok arttı.
Cinlere
de fetvâ vermesiyle meşhûr olan Ebüssu'ûd Efendi, Osmanlı Devleti'nde yetişmiş
en büyük şeyhülislâmlardan birisi idi. Eyyûb Sultân'da Yazılı Medrese adıyla
tanınan medresede bulunduğu sırada, bir defâsında cinler kendisinden fetvâ
sormak üzere gelmişlerdi. İçlerinden bâzısı suâllerini sorarken, diğerleri de
medresenin duvarlarına birşeyler yazmışlardı. Cinlerin bu duvarlara yazı
yazmaları sebebiyle, o medreseye "Yazılı Medrese" ismi verilmiştir.
Bu yazılar, yüzyıllarca muhâfaza edildikten sonra üzerlerine badana çekilmek
sûretiyle kapatılmıştır.
10-
Cinnîlerin sayısı insanların on katından fazladır. Şeytanların sayısı bu ikisinin
on katından fazladır. Meleklerin sayısı da, bu üçünün sayısının on katından
daha çoktur. Her insanın yanında kâfir bir cinnî vardır. Fakat melekler
insanları bunların kötülük yapmalarından korur.
11-
Cinler üç sınıftır. Birinci sınıfı rüzgâr ve hava gibidir. Bir kısmı yerdeki
böcek ve hayvancıklar gibidir. Bir kısmı da emirlerle ibâdetle vazifelidir.
Bunlara hesâb ve azâb vardır.
Cinler çeşitli zamanlarda sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma gelip Kur'ân-ı kerîm dinlemiş, çeşitli konularda suâller sormuş ve nasîhat dinlemişlerdir ve yine aynı şekilde Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyâyı teşrîflerini haber vermişlerdir.
Ebû Bekr el-Kureşî anlatıyor: Bâzı hadîs âlimleri, Ömer bin Abdurrahmân bin Avf'dan naklen rivâyet ettiler: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) doğduğu zaman, Ebû Kubeys ile el-Hacûn dağında bulunan cinler şöyle dediler: "Yemîn ederim ki, insanlardan hiçbir anne O'nun gibisini doğurmamıştır. İnsanların en hayırlısı Ahmed doğmuştur. Onun babası çok şerefli bir babadır."
İslâm âlimleri söz birliği ile bildirdiler ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hem insanların hem cinlerin peygamberidir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Cin sûresinde, cinlerin Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân-ı kerîm dinlediklerini ve O'na îmân ettiklerini haber vermiştir.
İbn-i İshâk rivâyet eder: Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) İslâmiyete dâvet için Tâif’e gitmişti. Sakif kabîlesinden ümîdini kesince, Tâif'den döndü. Mekke yolundaki bir hurmalıkta gecenin karanlığında kalkıp namaz kılmaya başladı. O anda cinlerden bir topluluk gelip okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinlediler. Onlar Yemen’de bulunan Nusaybin cinlerinden yedi kimse idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazı bitirince îmân ettiler. Kavimlerine anlatmak ve onları doğru yola çağırmak için ayrıldılar. Kavimlerine duyduklarını tebliğ ettiler.
Bu husûsu Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Ahkâf sûresi 29. âyetinde meâlen şöyle haber veriyor ve; "Hatırla o zamanı ki, cinlerden bir tâifeyi Kur'ân dinlemeleri için sana doğru çevirmiştik." buyuruyor.
Sahîh-i Müslim ve Buhârî'de Abdullah bin Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilir: "Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Eshâbından bir topluluk ile Ukaz panayırına gidiyordu. O târihte cinler semâdan haber almaktan men edilmiş, (haber almağa çıktıkça) üzerlerine şühüb (ateş parçaları) atılmağa başlanmış bulunuyordu. (Semâya doğru çıkıp koğulan) cinler, kavimlerine döndüklerinde, kendilerine; "Ne oluyorsunuz, neden hiçbir haber getirmiyorsunuz" dediler. Onlar da. "Ne yapalım. Semâdan haber almaktan men edildik. Üzerimize şühüb (ateş parçaları) atıldı" dediler. Bunun üzerine onlara: "Sizin haber almanıza mâni olan yeni bir hâdise vardır. Haydi doğuya ve batıya yayılın. Sizin haber almanıza mâni olan bu yeni şey ne imiş öğreniniz" denildi. Bunun üzerine Tihâme'ye doğru gitmekte olan cinlerden bir topluluk Ukaz yolunda Nahle denilen vadide Eshâbına sabah namazı kıldıran Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yanından geçtiler. Kur'ân okunduğunu duyunca dönüp dinlemeye başladılar. "Demek ki gökten haber sızdırmamıza engel olan buymuş" dediler; kavimlerine gidip durumu bildirdiler ve Cin sûresi 1. ve 2. âyetinde meâlen buyurulan; "Ey kavmimiz! Biz çok hoş Kur'ân-ı kerîm dinledik. Hidâyete erdiriyor. Biz de ona îmân ettik. Bundan böyle Rabbimize aslâ şirk koşmıyacagız." dediler. Allahü teâlâ Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kul ûhiye" diye başlayan Cin sûresini inzal buyurup, güzel ve mufassal bilgi verdi."
İbn-i Ebi'd-Dünyâ naklediyor: "Ebû İshak'ın anlattığına göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâbından bir kısım insanlarla yolculuğa çıkmışlardı. Yolda giderlerken iki yılan çarpıştılar. Biri diğerini öldürdü. Ölen yılanın kokusu ve güzelliği dikkatleri çekti. Eshâb-ı kirâmdan birisi kalkıp onu bir hırkaya sararak defnetti. Bir de ne görsünler. Bir topluluk kendilerine; "Esselâmü aleyküm. Siz şu anda Ömer isminde birini defnettiniz. Müslüman cinlerle kâfir cinler arasında savaş çıktı. Şu anda defnettiğiniz müslüman öldürüldü. O. Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûrunda müslüman olan cinlerdendir" diye seslendi.
Cin hey'eti, Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kere de Medîne-i münevverede iken gelmiştir. O toplantıda Zübeyr bin Avvâm da bulunmuş idi. Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anh) şöyle naklediyor: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi mescidinde sabah namazını kıldırdı. Namazdan sonra; "Bu gece hanginiz benimle cin hey'etinin yanına gidecek?" diye sordu. Hiç kimse bir şey söylemedi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözünü üç defâ tekrarladı. Sonra yanıma yaklaşıp elimden tuttu. Beraber yürümeye başladık. O kadar yürüdük ki Medîne-i münevverenin dağları, tepeleri arkamızda kaldı. Nihâyet açık bir yere indik. Gayet uzun boylu beyaz elbiseler giyinmiş kimseleri gördüm. Onları görünce korkudan titremeye başladım. Onlara yaklaşınca Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ayağının baş parmağıyla bir dâire çizip; "Bunun ortasında otur" buyurdu. Oturunca içimde hiçbir korku ve şüphe kalmadı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların arasına girip Kur'ân-ı kerîm okudu. Cinler sabah oluncaya kadar orada kaldılar. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yanıma gelip; "Haydi bana yetiş" buyurdu. Beraberce biraz yürüdükten sonra bana; "Nasıl, onların bulunduğu yerde birşey görebiliyor musun?" buyurdu.
"Evet gâyet kalabalık bir topluluk görüyorum" dedim. Bunun üzerine mübârek başını yere eğip biraz kemik ve tezek toplayıp onlara attı ve buyurdu ki: "İşte bunlar Nusaybin cinlerinden bir hey'et idi. Bana gelip Kur’ân-ı kerîm dinlediler ve benden azık istediler. Ben de onlara azık olarak bütün kemikleri ve tezekleri tahsis ettim."
Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) nakledilen bir hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); "Cinlerden bir ifrit (îmânsız olan cin) dün gece benim namazıma mâni olmak için geldi. Allahü teâlânın verdiği güçle onu kendimden uzaktaştırdım. Sabahleyin hepiniz göresiniz diye mescidin direklerinden birisine bağlamak istedim. Fakat kardeşim Süleymân'ın; "Rabbim beni bağışla, bana öyle bir hâkimiyet ver ki, benden sonra hiç kimse ona lâyık olmasın" duâsını hatırladım da onu perişân bir hâlde salıverdim." buyurdu.
Yukarıdaki rivâyetlerden anlaşıldığı üzere Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Resûl-üs-sekaleyn'dir. Yâni insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Gerek Mekke-i mükerremede ve Medîne-i münevverede gerekse bu ikisi hâricindeki yerlerde cinlerle görüşüp konuşmuş, cinler O'ndan Kur'ân-ı kerîm dinlemiş ve O'na îmân etmişlerdir. Cinlerin aralarındaki ihtilâflarını çözmüştür.
Cinler,
insanlardan birçok kimselerle değişik sûretlerde karşılaşıp konuşmuşlar; va'z,
nasîhat ve tavsiyelerde bulundukları gibi onlardan fetvâ ve nasîhat
dinlemişlerdir.
İbn-i
Ebî'd-Dünyâ naklediyor: Hadîs âlimlerinden bâzıları Sevde bin el-Esved'den, o
da Ebû Halîfe el-Abdi'den nakletti: Ebû Halîfe dedi ki: "Küçük bir oğlum
vardı. O vefât edince çok üzüldüm. Üzüntü ve kederimden gözüme uyku girmez
olmuştu. Bir defâsında yatağıma uzanmış oğlumu düşünüyordum. Evin bir
köşesinden; "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah ey Ebû Halîfe!" diye bir
ses işittim. Çok korktum. "Ve aleyküm selâm" diye cevap verdim. Sonra
Âl-i İmrân sûresinin son kısmını okumağa
başladı. "Allah
katındaki nîmetler ise iyi kimseler için daha hayırlıdır."
meâlindeki 198. âyet-i kerîmeyi sonuna kadar okuyup bitirdi.
Ey
Ebû Halîfe! diye seslendi. "Buyur" dedim. "Ne istiyorsun, herkes
ölecek de, senin oğlun mu yaşayacak? Allahü teâlânın
indinde sen Muhammed aleyhisselâmdan daha mı üstünsün? O, oğlu İbrâhim
öldüğü zaman sâdece "Kalb mahzûn olur, göz yaşarır"
buyurmuş ve şikâyette bulunmamıştır. Herkes ölürken senin oğlun mu yaşayacak? Allahü teâlânın işine ne karışıyorsun? Eğer ölüm
olmasaydı insanları yeryüzü almazdı. Cefâ olmasaydı sefânın kıymetini kim
bilecekti" dedi. Bunun üzerine "Kimsin sen?" dedim. "Senin
cin komşularından biriyim" diye cevap verdi.
Ebû
Bekr el-Kureşî der ki: Bâzı hadîs âlimleri Vehb bin Münebbih'den şöyle
naklettiler: "Hasen el-Basrî ile birlikte her yıl Hayf Mescidi’nde,
geceleyin herkes uyuduğunda, buluşurduk. Bizimle bâzı kimseler de bulunurdu.
Bir gece oturup konuşurken bir kuş yanıma gelip oturdu. Selâm verdi. Selâmını
aldım. Kendisine kim olduğunu sorunca; "Müslüman cinlerdenim" dedi.
"Buraya niçin geldin?" dedim. Bunun üzerine; "Sizin yanınızda
oturup sizden ilim tahsîl etmek kötü bir şey midir? Birçok işlerde biz sizinle
oluruz. Meselâ namazda, cihâdda, hasta ziyâretlerinde, cenâze merâsimlerinde,
hac ve umrede sizden ilim alırız ve Kur'ân-ı kerîm
dinleriz" dedi. "Peki sizce en makbûl cinler hangileridir?"
dedim. Hasen el-Basrî'yi işâret ederek; "Şu Şeyh'den ilim
öğrenenlerdir" dedi. Benim bu konuşmamı Hasen el-Basrî (radıyallahü anh) görünce dayanamadı ve; "Kiminle
konuşuyorsun?" diye sordu. "Bâzı arkadaşlarla konuşuyorum" diye
cevap verdim.
Ders
bitip ilim meclisi dağılınca, Hasen el-Basrî hazretleri bana işin içyüzünü
sordu. Ben de olup bitenleri anlatınca, bana; "Ne olur bunu insanlardan
hiç kimseye anlatma. Çünkü, yanlış tefsîr ederler de işi büsbütün çıkmaza
sokarlar. O cinle her sene buluşuyorduk. Bana suâl soruyor ben de bildiklerimi
ona haber veriyordum." dedi.
İbn-i
Sîrîn'in yanına gelen biri; "Size bir şey sormaya geldim" dedi. İbn-i
Sîrîn; "Buyur sor" dedi. O zât; "Peygamber
efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem)
bîat eden cinnîlerden acaba bugün sağ kalan var mıdır?" dedi. İbn-i Sîrîn;
"Doğrusu bana böyle bir şeyden suâl edileceğini zannetmiyordum. Bu husûsda
Ebû Recâ' el-Utâridî'nin malûmatı vardır" dedi. Kesir bin Abdurrahmân anlatır:
Biz Ebû Recâ' el-Utâridî'ye geldik ve Peygamberimize
(sallallahü aleyhi ve sellem) bîat eden
cinlerden hiç kalan var mı, biliyor musun?" diye sorduk. Buyurdu ki:
"Bu husûsla ilgili size şu bilgiyi vereyim. Gittiğim bir köşkün kapısını
hafifçe çaldım. Kapı açıldığı zaman, birden bir yılanın debelenip, kıvrılarak
öldüğünü gördüm. Sonra onu bir yere gömdüm. O zaman, görmediğim pekçok kişinin
"Esselâmü aleyküm" diye oraya gelip, selâm verdiğini işittim. Onlara
kimsiniz diye sordum. "Bizler cinleriz. Allah sana iyilikler versin. Senin
bizim yanımızda büyük yerin, mevkîin var" dediler. "Bu ne
sebeptendir?" diye sordum. "Senin defnettiğin yılan, Pegamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bîat eden cinlerin
sonuncusu idi" dediler. Ben o zaman yüzotuzbeş yaşındaydım."
Habîb'den
(radıyallahü anh) gelen rivâyete göre Sahîh-i
Müslim'de şöyle bildirildi. Âişe (radıyallahü anhâ)
evinde bir yılan gördü ve öldürülmesini emredince öldürdüler. Aynı gece onun Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur"ân-ı kerîm
dinlemeye gelen cin heyetinden olduğu söylenince, Hazret-i Âişe; Yemen'e adam
gönderip kırk köle aldırarak azâd eyledi.
Sahîh-i
Müslim'de rivâyet edildi. Bu rivâyette Ebü's-Sâib, Ebû Sa’îd-il-Hudrî'nin evine
gittiğini haber verdi. Dedi ki; "Ebû Sa'îd-il-Hudrî'yi namaz kılarken
gördüm. Oturarak namazını kılıncaya kadar onu bekledim. Derken evin bir
tarafında çatıdaki çubuklar arasında bir kıpırtı işittim. Baktım ve bir yılan
olduğunu gördüm. Hemen öldürmek için üzerine sıçradım. Fakat Ebû Sa'îd bana
otur diyerek işâret edince oturdum. Namazı bitirdikten sonra bir evi işâret
ederek; "Şu evi görüyor musun?" dedi. "Evet" cevâbını
verdim. Bu evde bizden yeni evlenmiş bir genç vardı. Resûlullah'la (sallallahü aleyhi
ve sellem) birlikte Hendek gazâsına çıktık. Bu genç günün ortasında Resûlullah’dan (sallallahü
aleyhi ve sellem) izin alarak evine dönüyordu. Bir gün yine ondan izin
aldı. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona; "Üzerine
silâhını al, çünkü, Kureyzâ yahudilerinin sana düşmanlık edeceğinden korkarım."
buyurdu. Genç de silâhını aldı ve evine dönünce, hanımının iki kapı arasında
ayakta durduğunu gördü. Kıskançlık gayreti kabaran genç hemen süngüsüyle onun
üzerine yürüdü. Hanımı ona; "Yapma! Süngünü çek, eve gir de beni dışarıya
çıkaran nedir? gör" dedi. O da içeri girince döşeğin üzerine kıvrılmış
yatan büyük bir yılan gördü. Hemen süngü ile yılana vurarak onu yere serdi ve
dışarı çıkarak süngüyü avluya dikti. Bu sırada yılan, gencin üzerine atıldı.
Yılanın mı yoksa gencin mi önce öldüğü bilinemedi. Biz hemen Resûlullah'a (sallallahü
aleyhi ve sellem) gelerek durumu anlattık ve; "Allah'a duâ et. Onu
bizim için diriltsin!" dedik. Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem);
"Arkadaşınız
için istiğfâr edin" buyurarak şunları ilâve etti: "O Medîne'deki
müslüman olan cinlerdendir. Onlardan birini görürseniz, kendisine üç defâ
ihtarda bulunun. Bundan sonra size tekrar görünecek olursa onu öldürün. Çünkü o
bir şeytandır." (Müslim. Kitâb-üs-Selâm-139)
Ebü'l-Kâsım
el-Kasrî şöyle anlattı: "İlk zamanlarda açlığa sabrederdim ve haftada bir
defâ yemek yerdim. Birgün cinlerden birisi gelip, bana selâm verdi. Selâmını
aldım, ama kendisini göremedim. Her gün gelip bana selâm verirdi. Birgün
kendisine; "Seni görmeyi istiyorum. Bana görünsen ne olur?" dedim.
Çok güzel yüzlü bir kimse olarak bana göründü. Kim olduğunu sordum.
"Müslüman olan cinnîlerdenim. Senin gibi, nefsinin arzularına muhâlefet
eden, açlığa sabreden, dînin emirlerine uymakta ve yasaklarından sakınmakta
gayretli olan birini gördüğümüz zaman kendisine muhabbet eder, selâm
veririz" dedi. Kendisiyle aramızda tam bir muhabbet ve dostluk hâsıl oldu.
Bana bâzı şeyler de öğretti. Birgün kendisine; "Gel! Mescide beraber gidelim"
dedim. "İnsanların bulundukları yerde seninle beraber bulunmamız münâsib
değildir. Çünkü, seninle aramızda bâzı konuşmalar olur. İnsanlar, senin
birisiyle konuştuğunu anlarlar. Fakat beni göremedikleri için senin hakkında
uygun olmayan şeyler söylerler. Senin için fitne olur" dedi. Ben de;
"En geri safta otururuz. Hiç kimse farketmez" dedim. Mescide girip
oturduk. Cin, "Bu insanları nasıl görüyorsun?" diye sordu.
"Bâzılarını uykuda, bâzılarını yarı uyanık ve bâzılarını da tam uyanık
görüyorum" dedim. "İnsanların herbirinin başları üzerinde duranları
görüyor musun?" dedi. "Hayır" dedim. Gözlerimi sığadı. Her
insanın başı üzerinde bir karga bulunduğunu gördüm. Kargalardan bâzıları,
üzerinde bulunduğu kimsenin gözlerini kanatları ile kapatmış idi. Bâzıları
sâdece duruyor ve bâzıları da üzerinde bulunduğu kimsenin gözünü, bâzan
kapatıyor, bâzan açıyordu. "Bu ne hâldir?" diye sordum. "Sen Kur'ân-ı kerîmde okumadın mı? Allahü teâlâ Zuhruf sûresi 36. âyet-i kerîmesinde;
"Her kim,
Rahmân'ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık bu, ona
arkadaştır." buyuruyor. İşte insanların başlarında gördüğün
şeyler, karga şeklinde şeytanlardır. İnsanların herbirini gafletleri miktarınca
istilâ etmiş, kaplamışlardır" dedi. O cin, bu şekilde bana gelir giderdi.
Birgün açlığım tahammül edilemez hâle geldi. Normal âdetime göre, yemek yememe
daha dört gün vardı. Yanımda bulunan ekmek kırıntılarından bir parça yeyince
açlığım yatıştı. Dostum olan o cin gelerek selâm verdi. Fakat bu sefer
görünmedi ve; "Biz, açlığa ve dînin emir ve yasaklarına uymaya devam
etmekteki sabrından dolayı sana dost olmuş idik. Fakat sen, o ekmek parçasını
yemekle sabrı terketmiş oldun" dedi. Ondan sonra da bir daha yanıma
gelmedi. Bilindiği gibi cinler çeşitli kılığa girerler. Ev yılanlarının cin
olma ihtimâli olduğu için, onlara üç defâ "İrci’ bi-iznillah" diyerek ihtar
etmeli. Gitmezse öldürmelidir. Yılan şeklindeki cinni hemen öldürmemek, onlara
saygı göstermek için değil, zararlarına sebep olmamak içindir.
İmâm-ı
Beyhekî "Delâil-ün-Nübüvve" kitabında ve İmâm-ı Kurtubî "Tezkire"
kitabında bildiriyor ki: Ebû Dücâne (radıyallahü anh)
buyurdu ki: "Yatıyordum. Değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi
gibi ses duydum ve şimşek gibi parıltı gördüm. Başımı kaldırınca odanın
ortasında siyah bir şeyin yükseldiğini farkedip elimle yokladım. Kirpi derisine
benziyordu. Yüzüme kıvılcım gibi şeyler atmağa başladı. Hemen Resûlullah'a (sallallahü
aleyhi ve sellem) gidip anlattım. Bana; "Yâ Ebâ Dücâne! Allahü teâlâ evine hayır ve bereket versin." buyurdu ve
kalem kâğıt istedi. Ali'ye (radıyallahü anh)
bir mektup yazdırdı. Mektubu alıp eve götürdüm. Başımın altına koyup uyudum.
Feryâd eden bir ses beni uyandırdı. "Yâ Ebâ Dücâne! Beni bu mektupla
yaktın. Senin sâhibin elbette bizden çok yüksektir. Bu mektubu bizim
karşımızdan kaldırmandan başka bizim için kurtuluş yoktur. Artık senin ve
komşularının evine gelemiyeceğiz. Bu mektubun bulunduğu yerlere
gelemeyiz." deyince, ona dedim ki: "Sâhibimden izin almadıkça bu mektubu
kaldırmam. Cin ağlaması ve feryâdından o gece, bana çok uzun geldi. Sabah
namazını mescidde kıldıktan sonra cinnin sözlerini anlattım. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem): "O mektubu kaldır. Yoksa mektubun acısını kıyâmete
kadar çekerler." buyurdular.
Kefevî'nin
"Mecmûa-tül-fevâid" kitabında ve Demîrî'nin
"Hayat-ül-hayevân" kitabının Kunfez maddesinde; "Bir kimse bu
mektubu yanında taşısa veya evinde bulundursa, bu kimseye, eve ve etrâfına cin
gelmez ve alışıp zarar veren cin de gider" denmektedir. Cin mektubu da
denilen bu mektup; "Hazînet-ül-esrâr" ve "Hayat-ül-hayevân"
adlı eserlerde yazılıdır. Ayrıca bu mektup Hakikat Kitâbevi tarafından
basdırılan "Teshîl-ül-menâfi" kitabının sonuna da alınmıştır. Bundan
başka; Ayet-el-kürsî, İhlâs, Mu'avvizeteyn ve Fâtiha'yı sık sık okumak da
insanı cinden muhâfaza eder.
Kâdı
Bedrüddîn Şiblî hazretleri "Âkâm-ül-mercân" adlı Arapça eserini
Cinn'e tahsis etmiştir. İslâm âlimleri, cinden kurtulmak için şu on çâreyi
bildirmişlerdir:
1-
E'ûzü Besmele ile Fatihâ sûresini okumalıdır.
2-
E'ûzü Besmele ile Mu'avvizeteyn'i (İki kul-e'ûzüyü) okumalıdır.
Tirmizî,
Ebû Sa’îd el-Hudrî’den (radıyallahü anh)
nakleder:
"Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) cinlerin ve insanların gözlerinin şerrine (nazara)
uğramıştı. Nihâyet Mu'avvizeteyn nâzil oldu. Onları okudu.
3-
E'ûzü Besmele ile Bakara sûresini okumalıdır.
4-
E'ûzü Besmele ile Ayet-el-kürsî'yi okumalıdır.
5-
E'ûzü Besmele ile Bakara sûresinin son âyetini okumalıdır.
6-
E'ûzü Besmele ile Hâ-mîm el-Mü'min sûresinin başından (Masîr) e kadar ve
Ayet-el-kürsî'yi okumalıdır.
Tirmizî,
Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) naklediyor. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem); "Her kim Âyet-el-kürsî ile birlikte Hâ-mim el-Mü'minûn
sûresinin evvelini (ileyhilmasir) e kadar sabahleyin okursa o iki âyet onu
akşama kadar, akşam okursa sabaha kadar muhâfaza eder"
buyurmuştur.
7-
"Lâ ilâhe illallahu vahdehü lâ şerîke leh lehül mülkü ve lehül hamdü ve
hüve alâ külli şey'in kadîr"i yüz kere okumalıdır. Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) nakledilen hadîs-i şerîfde Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki: "Her
kim "Lâ ilâhe illallahü vahdehü lâ şerîke leh Lehül mülkü ve lehül hamdü
ve hüve alâ külli şey’in kadîr"i yüz kere okursa on köle azâd etmiş gibi
olur. Ayrıca defterine yüz sevâb yazılır ve yüz günah silinir. Sonra akşama,
kadar o gün şeytan şerrinden emîn olur. Hiç kimse bunun kadar büyük bir sevâbla
gelemez. Ne var ki ondan daha fazla bir amel ile gelirse başka."
8-
Çok "Allah" demelidir.
9-
Hep abdestli bulunmalı, farzları ve sünnetleri hiç terk etmemelidir.
10-
Harama bakmaktan, çok konuşmaktan, çok yemekten ve kalabalıktan sakınmalıdır.
Cinnîlerin
insanlara olan zararlarına karşı tedbir alınması, cinnin zararına karşı
korunulması, insanların iyiliklerine karşı iyilik yaptıkları, kötülüğe karşı
kötülük ve zarar yaptıkları ve sârâ hastasının bedenine girip hastanın
hareketleri ve işlerinin cinnin hareketi ve işi olduğu, böyle hastanın tedâvisinde
cin ile sorgu, suâl, cevaplaşma olduğu, cinnin insanlarla alay ettikleri, insan
gibi nazarları değeceği, cinlerin harb ettikleri, Server-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem) Ümm-i Ma'bed'in
çadırında misâfir olduğunu Mekke ahâlisine haber vermeleri, geçmiş şeyleri
cinden sormanın câiz olduğu, ileride olacak şeyleri sormanın câiz olmadığı,
müezzinlerin ezânlarına kıyâmet günü cinnîlerin şâhid olacakları, Ebû Ubeyde ve
arkadaşları vefât edince cinnîlerin ağlayıp mâtem ettikleri, Ömer (radıyallahü anh) vefât ettiği zaman mersiye
okudukları, Osman (radıyallahü anh) şehîd
olunca ağlayıp inledikleri, Hazret-i Ali'nin şehîd olduğunu haber verdikleri,
Hüseyn (radıyallahü anh) şehîd olunca ağlayıp,
bağırdıkları ve başka sahâbîler şehîd olunca bildirdikleri, Ömer bin
Abdülazîz'in vefâtını haber verdikleri, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'nin ve İmâm-ı
Şafiî'nin vefâtlarında ağladıkları, cinnin insan kalbine vesvese getirdiği ve
daha pek çok meşhûr vak'a ve işler, kıymetli kitablarda yazılıdır. Bunların
hepsi cinnin varlığını göstermektedir. Mikrop şekline girip insan damarlarında
dolaştıkları gibi keçi, yılan ve kedi şekline girdikleri de çok görülmüştür.
--------------------------------------------------------
1)
Tefsîr-i Mazharî; cild-3, sh. 289, 435
2) Ebüssu'ûd Tefsîri; cild-1, sh. 449, 461, 474
3) Sahîh-i Buhârî muhtasarı; cild-9, sh. 60, 61,
cild-2, sh. 402, cild-10, sh. 46
4) Sahîh-i Müslim Tercümesi; cild-9, sh. 691,
Kitâb-üs-selâm hadîs:139
5) Râmûz-ül-ehâdis; sh. 20, 200, 278, 348, 376
6) Keşkül Risâlesi
7) Ravdat-üs-Safâ; sh. 72, 73, 74, 75
8) Meâric-ün-nübüvve Birinci kısım, sh. 9, 10, 11, 12
(Altıparmak Peygamberler Târihi)
9) Târihi Taberî; cild-1, sh. 41, 42, 43
10) Âkâm-ül-mercân (Kâdı Bedreddîn-i Şiblî)
11) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 703
12) Mir'âtı Kâinat
13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-1, sh. 263, 294,
cild-2, sh. 171 cild-3, sh. 227, cild-9, sh. 92, 167, cild-10, sh. 108, 272,
275, cild-13, sh. 194, 271, cild-14, sh. 15
14) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 237
15)
Künh-ül Ahbâr (Târih-i Âlî) sh. 268, 272
İbrânîce bir kelime olup, Abdullah (Allah'ın kulu) mânâsına gelen "İsrâil" kelimesi, hazret-i İbrâhim'in torunu ve hazret-i İshâk'ın oğlu olan hazret-i Yâ'kûb'a alem olmuştur. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin 93. ve Meryem sûresinin 59. âyet-i kerîmelerinde geçen İsrâil ismi, Yâ'kûb aleyhisselâmın ismidir. Birinci âyet-i kerîmenin meâli şöyledir: "Tevrât indirilmeden önce, İsrâil'in (yâni Yâ'kûb'un), kendisine haram kıldığı şeylerden başka, yiyeceğin her türlüsü, İsrâil oğulları için helâl idi. De ki: "Eğer sâdıklar iseniz Tevrât'ı getirin de onu okuyun." Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlü olarak şu hâdise zikredilmektedir: Yahudiler, Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) dediler ki: "Sen, İbrâhim'in tevhîd dîninde olduğunu iddia ediyorsun. Hâlbuki o senin gibi deve eti yemez, deve sütü içmezdi." Bunun üzerine cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmeyi inzal buyurmuştur.
İkinci âyet-i kerîmenin meâl-i âlîsi ise şöyledir: "İşte bunlar (yâni Meryem sûresinde Zekeriyyâ aleyhisselâmdan İdrîs aleyhisselâma kadar zikrolunan peygamberler), Allah'ın kendilerine nîmetler verdiği Peygamberlerden, Âdem'in zürriyetinden, Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrâhim ve İsrâil'in neslinden, hidâyete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir..."
Hazret-i Yâ'kûb'un oniki oğlu vardı. Bunlardan hazret-i Yûsuf'un Mısır'da vezirliği zamanında, diğer kardeşleri ile babaları hazret-i Yâ'kûb, beraberce Mısır'a gitmişlerdi. Bunların çocukları ve torunları, Mısır'da çoğalarak bir ümmet teşkil etmişler ve târihte bunlara Benî İsrâîl (İsrâîl oğulları) denilmiştir. Yûsuf aleyhisselâmın kıssası, Kur'ân-ı kerîmde, Yûsuf sûresinde uzunca beyân buyurulmuştur.
"Benû İsrâîl' ve "Benî İsrâîl" lafızları, muhtelif harf-i cerlerle, Kur'ân-ı kerîmde 41 yerde geçmektedir. Mevzû olarak ise 61 yerde zikredilmektedir.
Hadîs-i şerîf kitaplarında da İsrâîl oğullarıyla alâkalı müstakil bâblar bulunmaktadır. Meselâ "Sahîh-i Buhârî"de bulunan, bu konu, ile ilgili bir bâbın başlığı "Bâbü mâ zükire an benî İsrâîl" şeklinde olup, İsrâîl oğullarından nakl olunagelen ve nazar-ı itibâra alınabilecek garîbelerin beyânına dâir hadîsleri ihtivâ etmektedir.
Buhârî’nin Abdullah ibni Amr'dan (radıyallahü anh) rivâyetine göre, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Benim tarafımdan (tebliğ edilen Kur'ân'dan) bir âyet olsun (halka) ulaştırınız, (öğretiniz). Benî İsrâil’ (in ibretli kıssaların) dan da haber verebilirsiniz. Bunda (bunu haber vermekde) beis yoktur. Her kim de (benim söylemediğim bir şeyi söyledi diye) bile bile bana yalan isnâd ederse, o da Cehennem’deki yerini hazırlasın." Üç ana bölümden teşekkül eden bu hadîs-i şerîfin ikinci kısmında, benî İsrâil'in ibret almağa değer kıssalarından haber veriniz emri, haber verebilirsiniz mânâsındadır. Emir sîgası ibâhayâ mahmuldür. Bunun delili de hadîsde geçen; "Haber vermekte beis yoktur" cümlesidir. İslâmî tebligatın ilk zamanlarında, fitne ve fesada sebep olur endişesiyle Benî İsrâîl haberlerinin nakli, kitaplarının mütâlâa edilmesi men olunmuştu. Sonradan, dînî akideler, şer'i hükümler teessüs edip, istikrar bulunca, o mahzur kalkmış, Benî İsrâil vakıalarının nakli mubah kılınmıştır. Bu da ibret alınabilecek kıssalara münhasırdır. Yalan olduğu bilinen haberlerin nakli ise câiz değildir.
Burada belirtilmesi gereken bir husûs da şudur: Benî İsrâîl kıssalarının ifâde ettikleri hükümler, İslâmî umdelerle mukayese edilmemelidir. Bunların içinde, İslâmî umdelere uymayanlar da vardır ki, bunlar o ümmetlere, mahsus şeyler sayılmalıdır. İslâmiyetle ilgili şeyler sanılmamalıdır.
Benî İsrâil'e gelen peygamberlerden biri de Mûsâ aleyhisselâmdır. Hazret-i Mûsâ'nın (aleyhisselâm) şerîati (dînî hükümleri) ile hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) dînî hükümleri arasında bâzı farklılıklar vardır. Fakat bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri îmân esasları aynıdır.
İsrâiliyyât denilen rivâyetler, ya ehl-i kitâbın ağzından yâhut da onların ele geçen kitaplarından nakledilirdi. Bâzı rivâyetler, Tabiînden Ka'bü'l-Ahbâr ve Vehb bin Münebbih gibi zevâta kadar varmaktadır.
İsrâiliyyâtı rivâyet etmekte bir beis görülmemiştir. Zîrâ bu rivâyetler, nihâyet geçmiş kitaplarda şu söylenmiş, bu yazılmış demek olur, ayrıca, yukarıda "Sahîh-i Buhârî’de geçtiğini belirttiğimiz merfû bir hadîs-i şerîf delâletiyle de bu, mubah görülmüştür. Tirmizî’nin de "Sünen"inde; "Hasen, sahih bir hadîs" kaydiyle Abdullah bin Amr ibni'l-Âs'dan (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettiği bu hadîs-i şerîfde; "Benim tarafımdan bir âyet olsun tebliğ ediniz. Benî İsrâîl de şöyle diyor, böyle diyor diye rivâyet edebilirsiniz. Bunda beis yoktur. Benden rivâyet ederken her kim benim ağzımdan müteammiden (kasten) yalan uydurursa Cehennem’deki yerini hazırlasın" buyurulmuştur. Fakat İsrâiliyyât hakkındaki hükmü, tevakkufdan ibâret olduğu da kitaplarda kaydedilmektedir. Nitekim "Sahîh-i Buhârî" de, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) merfûan rivâyet edildiği üzere, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, ehl-i kitaptan bâzı kimselerin Tevrât'ı okuyup Arapça'ya tercüme ettikleri Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından duyulunca; "Ehl-i kitâbı tasdik de etmeyiniz, tekzib de. Onlara şu âyet-i kerîmeyi okuyarak cevap veriniz: "Ehl-i kitâba deyiniz ki, biz Allah'a ve bize inzal olunan Kitâb-ı kerîme îmân ettiğimiz gibi, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâ'kûb ve esbâta (torunlara) inzal olunan şeylere de; kezâlik Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve bütün peygamberlere Rableri tarafından indirilen kitaplara îmân ettik. Hiçbirini diğerlerinden ayırd etmeyiz. Allah'a mu'tî ve inkiyâd ediciyiz. (Biz Allah'a teslim olmuş müslümanlarız.)" (Bakara sûresi: 136)
Yukarıda verilen izâhattan anlaşılacağı üzere, İsrâiliyyât hakkında üç kademeli hüküm vardır:
1- İslâmî tebligatın ilk zamanlarında, fitne ve fesada sebep olur endişesiyle, Benî İsrâil haberlerinin nakli ve kitaplarının mütâlâa edilmesi men olunmuştur.
2- Ehl-i kitâbın söylemiş oldukları sözler hakkında tevakkuf emr edilmiş sözlerinin, müslümanlar tarafından tasdik de edilmemesi, tekzib de edilmemesi istenmiştir.
3- İslâmî akîdeler, şer’î hükümler teessüs edip istikrar bulunca, birinci maddede belirtilen mahzur ortadan kalkmış ve Benî İsrâîl vakıalarının nakli mubah kılınmıştır.
İsrâiliyyâtın naklini mübâh kılan hadîs-i şerîf, "Sahîh-i Buhârî" ve "Sünen-i Tirmizî"de zikredildiği gibi, Ahmed ibni Hanbel'in "Müsned"inde de yer almıştır.
Müslümanlara lâzım olan dînî bilgileri cem etmek maksadıyla "Riyâz-üs-Sâlihîn" ismiyle Arabî lisânıyla bir cildlik kıymetli bir eser yazan hadîs ve fıkıh âlimi İmâm-ı Nevevî (v. 676), kitabının "İlim" bölümünde, beşinci hadîs-i şerîf olarak bu hadîsi yazmaktadır. Şafiî âlimlerinden Muhammed bin Allan es-Sıddîkî (v.1057) "Riyâz-üs-Sâlihîn" kitabına yazdığı dört cildlik Arabî "Delîlü'l-Fâlihîn" isimli şerhinin son cildinde bu hadîs-i şerîfin mevzûmuzla ilgili kısmını îzâh ederken şöyle buyurmaktadır:
"...İsrâil oğullarından rivâyette bulununuz." İsrâîl, Yâ'kûb'un İbrânice ismi olup, mânâsı Abdullah yâni Allah'ın kulu demektir. "Rivâyet etmenizde beis yoktur." Âlimler dediler ki: Onlardan rivâyette sizin için bir beis yoktur. Çünkü, önceden Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından, onlardan rivâyette bulunmak ve kitaplarına bakmak yasaklanmıştı. Sonra bu konuda genişlik hâsıl oldu. "Beis yoktur" cümlesinin mânâsı şudur: Onlardan duyduğunuz acâib şeylerle kalplerinizi daraltmayınız, sıkılmayınız. Bu onlar için çok vâki olmuştur. "Beis yoktur" cümlesi hakkında şöyle de denilmiştir. Sizin onlardan rivâyet etmemenizde beis yoktur. Çünkü Peygamberimizin baştaki "Rivâyet ediniz" emri, vücûb gerektiren bir emir sîgasıdır. Bu cümle ile emrin vucûb ifâde etmediğine, emrin ibâha için olduğuna işâret vardır. Yâni onlardan rivâyeti terk etmenizde bir beis yoktur demektir. Yine bu cümle hakkında şu da söylenmiştir: Onların "...Sen ve Rabbin gidiniz ve harbediniz..." (Mâide sûresi: 24) ve "Bize bir ilâh yap" gibi bozuk sözlerini hikâye edene bir beis yoktur. Burada mânâ şudur da denilmiştir: Onlardan rivâyette, isnâdın ittisâli zor olduğundan dolayı, inkıtâlı veya inkıtâsız, kıssanın muttasıl olacağı herhangi bir sûrette rivâyet ediniz. Bu, İslâmî hükümlerin hilâfınadır. Çünkü, bu hükümlerde senedin muttasıl olması esastır. Zamân yakın olduğu için isnâd zor olmaz. Her hâl-ü kârda onlara yalan isnâdı ile rivâyet câiz olmaz. İmâm-ı Şafiî buyurmuştur ki: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), yalanı rivâyet etmeyi câiz görmez." O hâlde mânâ şöyledir: Onlardan yalan olduğunu bilmediğiniz şeyleri rivâyet ediniz. Fakat, doğru mu, yalan mı olduğunda tereddüt ettiğiniz şeyleri rivâyet etmenizde size bir beis yoktur. Bu; “Ehl-i kitâb, size rivâyette bulunduğu, konuştuğu zaman, onları tasdik de etmeyiniz, tekzib de etmeyiniz" hadîsinin nazîridir, benzeridir.."
Şâiî fıkıh ve hadîs âlimlerinden İmâm-ı Süyûtî'nin (v.911) "El-Câmi-us-Sagîr" isimli eserinde de yer alan bu hadîsin izâhı, adı geçen esere altı cildlik kıymetli bir şerh yazan büyük âlim Abdurraûf el-Münâvî'nin "Feyz-ül Kadir" isimli eserinin üçüncü cildinde şu şekilde yapılmaktadır:
"...Size İsrâîl oğullarından ulaşan acâib haberleri, benzerlerinin bu ümmette meydana gelmesi muhal de olsa rivâyet ediniz." Yâni bunlar, senedsiz de olsa rivâyet ediniz. Zîrâ, ahkâm-ı Muhammediyye'nin hilâfına, zaman uzamış olduğu için, onlardan rivâyette senedin ittisâlinde güçlük vardır. "Bunu onlardan rivâyette, üzerinize beis yoktur. Ancak yalan olduğu bilinen şey müstesnadır." Burada şöyle bir mânâ da bulunabilir: Onlardan rivâyet etmemenizde bir beis yoktur. "Rivâyet ediniz" şeklinde sâdır olan emrin vücûb için olduğu vehmini izâle etmek için Peygamberimiz ikinci cümleyi ziyâde etmiştir. Et-Tîbî demiştir ki: Burada, Peygamber efendimizin Benî İsrâil'den rivâyete izin vermesi ile, başka bir haberde onlardan rivâyette bulunmaktan ve kitaplarına bakmaktan nehy etmesi arasında tezât yoktur. Çünkü burada onların kıssalarını rivâyet etmeyi murâd buyurmuştur. Meselâ, onların tevbe olarak, kendilerini öldürmeleri gibi. Nehiy ile de şunu murâd etmiştir: Kendi şerîatiyle neshedilmiş (yürürlükten kaldırılmış) hükümlerle ameli yasaklamıştır. Yâhud da İslâm'ın bidâyetinde, dînî ahkâm ve İslâmî kâideler istikrar bulmadan önce bu nehiy vârid olmuştur. Fakat bunlar yerleşince, Benî İsrâil'den rivâyete izin vermiştir..." Hadîs-i şerîfin sonunda bunun Abdullah ibni Amr'dan, Ahmed ibni Hanbel, Buhârî ve Tirmizî tarafından rivâyet edildiğine ve sahîh olduğuna dâir rumuz da konulmuştur.
Bâzı kişilerce, mûteber bâzı tefsîrlerde İsrâiliyyât bulunduğu ifâde edilerek, câhil insanlar nazarında kıymetli tefsîrlerin değeri düşürülmektedir. Tefsîrde müctehid mertebesine yükselen kıymetli müfessirler, eserlerinde eğer İsrâiliyyâta yer vermiş iseler, câiz olduğu için bu işi yapmışlardır. Câiz olmasaydı yapmazlardı. Hukûkî bir mevzûda, tıbbî bir konuda, yâhut da ihtisas istiyen başka bir sahada nasıl mütehassıslara başvurma lüzûmunu duyuyorsak, dînî konularda da büyük İslâm âlimlerinin mûteber eserlerine başvurma mecbûriyetini duymalıyız. Aksi takdirde, dînî mes'eleler hakkında, çok yanlış hükümler verme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.
--------------------------------------------------------
1) Müslim; Kitâb-ül-fiten; No: 119, K. Zühd No: 72
2) Ebû Dâvûd; Melâhim; bâb, 14, 15
3) Buhârî; Kitâbül-enbiyâ, bâb 50
4) Tirmizî; Kitâb-ül-ilm, bâb, 13
5) İbni Mâce; Mukaddime, bâb, 5
6) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-3, sh. 39
7) Et Tefsîr vel-müfessirûn; cild-1, sh. 165
8) İsrâiliyyât vel-Mevdûât (Ebû Şühbe Mısır, 1973)
9) Makâlât-ı Kevserî; sh. 69
Yazılmış
veya basılmış ve bir kapak içinde biribirinden ayrılmıyacak şekilde hazırlanmış
kâğıtların hepsine birden verilen ad. Dînimizdeki mânâsı ise, Allahü teâlânın, bâzı peygamberlerine, melek ile
okutarak; bâzılarına levha üzerinde yazılı olarak; bâzılarına da meleksiz işittirerek
indirdiği kelâm-ı ilâhîsidir.
Dînimizde,
Allahü teâlânın indirdiği kitaplara
inanmak, îmânın altı esâsından üçüncüsüdür. Allahü
teâlânın kelâmı olan bu kitapların hepsi, ebedî ve ezelîdir ve
mahlûk değildir. Bunlar meleklerin ve peygamberlerin sözleri de değildir. Allahü teâlânın kelâm sıfatı, ebedî ve ezelîdir.
Yâni Allahü teâlâ, ezelden ebede, yâni
öndeki sonsuzdan sonraki sonsuza kadar bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün
emirleri ve bütün yasakları o bir sözdendir. Bunun gibi, bütün haberleri,
suâlleri, hep o bir sözden çıkmaktadır. Tevrât ve İncil kitapları o bir sözü
gösteriyor. Zebûr ve Kur'ân-ı kerîm de, o
söze işâret ediyor. Bunun gibi, diğer peygamberlere nâzil olan kitaplar ve
sahifeler, hep o bir sözün açılmasıdır. Ezel ve ebed, o sonsuzlukları ile
beraber, o makâmda bir an olunca, hattâ an demek bile sığmaz ise de, başka
kelime olmadığından an deniliyor, o anda bulunan söz de, elbette bir kelime,
hattâ harf, belki de bir noktadır. Nokta demek de, an demek gibi, başka kelime
bulunmadığı içindir. Yoksa nokta demek de, yerinde olmaz. Allahü teâlânın kendindeki ve sıfatlarındakı
genişlik ve darlık, bizim bildiğimiz ve alıştığımız gibi değildir. O,
mahlûkların sıfatı olan genişlik ve darlıktan münezzehtir, uzaktır. Harfli ve sesli
olmayan Allahü teâlânın kelâmı;
yazdığımız, zihinlerimizde tuttuğumuz ve söylediğimiz kelâm gibi olmayıp;
yazıda, sözde ve zihinde bulunmak gibi de değildir. Allahü
teâlânın ve sıfatlarının nasıl olduğu anlaşılmazsa da kelâmını
insanlar okur. Zihinlerde saklanır ve yazılır. Allahü
teâlânın kelâmının iki tarafı vardır. İnsanlarla beraber olunca,
mahlûk ve hâdisdir. O'nun kelâmı olduğu düşünülünce, kadîmdir, ebedîdir.
İnsanlar;
havanın çıkması ve sürtünmesi netîcesinde boğazlarındaki ses telleri, dil ve
damak ile konuşuyor, arzularını ses şeklinde çıkarıyorlar ve harflerle
yazıyorlar. Allahü teâlâ da ses zarları,
ağız, dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile harf ve ses içinde
kullarına göndermiştir. Emirlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydana
çıkarmıştır. Her iki kelâm da yâni harf ve ses içine sokulmadan evvelki kelâm-ı nefsîsi
ile harf ve ses içinde bulunan kelâm-ı lâfzîsi hep O'nun kelâmıdır. Her ikisine
de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lâfzî kelâmımızın ikisi de,
sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecâzî demek, yâni kelâm gibi demek
yanlıştır. Çünkü mecaz olan şeyler reddedilebilir. Allahü
teâlânın kelâm-ı lâfzîsini reddedip, buna, "Allah kelâmı
değildir" demek küfürdür. Evvelce gelen peygamberlere (aleyhisselâm) gönderilen kitaplar ve sahifeler de,
hep Allah kelâmıdır. O kitaplarda ve sahifelerde ve Kur'ân-ı
kerîmde bulunanların hepsi, ahkâm-ı ilâhîdir. Allahü
teâlâ her vakte uygun olan hükümleri, o zamanın insanlarına
göndermiş ve onları bunlardan mes'ûl tutmuştur.
Bir
insan, emir vermek veya yasak etmek veya bir şey sormak, bir haber vermek
istese, önce bunları zihinde düşünür, hazırlar. Zihninde bulunan bu mânâlara kelâm-ı nefsî
derler. Bu mânâlara Arapça, Farsça veya Türkçe denemez. Çeşitli dillerde
söylenmesi, bunların başka başka mânâlar almasına sebep olmaz. Bu mânâları
anlatan sözlere kelâm-ı
lâfzî denir. Kelâm-ı lâfzî, çeşitli dillerle anlatılabilir. Bundan anlaşılıyor
ki; kelâm-ı nefsî, başka sıfatlar gibi (meselâ ilim, irâde, görmek vb.) kelâm
sâhibinde bulunan, basit, değişmez, ayrı bir sıfattır. Kelâm-ı lâfzî ise,
kelâm-ı nefsîyi anlatan, insanın kulağına gelen ve söyleyenin ağzından çıkan
kelimeler topluluğudur. İşte Allahü teâlânın
kelâmı, hiç susmak olmayan, mahlûk olmayan ve zâtı ile bulunan, ezelî ve ebedî
bir kelâmdır. Sıfât-ı zâtiyyesinden ve ilim, irâde gibi, sıfât-ı
sübûtiyyelerinden başka olarak, başlı başına bir sıfattır.
Kelâm
sıfatı da basîttir; hiç değişmeyip, harfli ve sesli değildir. Emir, yasak,
haber vermek gibi ve Arabça, Farsça, İbrânice, Türkçe, Süryânice olmak gibi
başkalaşması, parçalanması yoktur. Böyle şekiller almaz ve yazılmaz. Zihin,
kulak ve dil gibi âletlere, vâsıtalara muhtâç değildir. Yalnız bunların
hepsinden, bilinen varlıklardan başka bir varlık olarak anlaşılabilir. Hangi
dil ile söylemek istense, söylenebilir.
Kelâm-ı
ilâhî çeşitli şeyleri bildirir. Kıssaları, yâni hâdiseleri bildirirse haber
olur. Böyle olmazsa, inşâ olur. Yapılması lâzım olan şeyleri
bildirirse, emir
olur. Yasakları bildirirse, nehy olur. Fakat kelâm-ı ilâhîde hiç değişiklik
ve çoğalmak olmaz. İnen kitapların ve sahifelerin hepsi, cenâb-ı Hakk'ın kelâm sıfatından bir yapraktır.
Kelâm sıfatından, yâni kelâm-ı nefsîdendirler. Arabî olunca, Kur'ân-ı kerîmdir. Harfli olup, yazılan, söylenen,
işitilen ve zihinde ezberlenen, nazm hâlinde indirilen vahye kelâm-ı lâfzî
ve Kur'ân
denir. Bu kelâm-ı lâfzî, kelâm-ı nefsîyi gösterdiği için, buna da kelâm-ı ilâhî
ve sıfat-ı ilâhî demek câizdir. Bu kelâm, bir çeşit ise de, şahıs bakımından
ayrılması ve parçalanması vardır. Hepsine Kur'ân-ı
kerîm denildiği gibi, parçalarına da Kur'ân denilir.
Kelâm-ı
nefsînin mahlûk olmadığını, kadîm olduğunu, doğru yolun âlimleri sözbirliği ile
söylemektedir. Kelâm-ı lâfzînin hâdis veya kadîm olmasında sözbirliği yoktur. Hâdis
olduğunu bildirenlerden bir kısmı; "Kelâm-ı lâfzînin hâdis olduğunu
söylememelidir; eğer hâdis denilirse, kelâm-ı nefsînin hâdis olduğu
anlaşılabilir" buyurdular. En iyi söz de budur. İnsanlar bir şeyi işâret
edeni işitince, zihinler hemen o şeyi hatırlar. Doğru yolun âlimleri sözbiriiği
ile; "Kelâm-ı lâfzî de, nefsî de, Allah kelâmıdır" dediler. Bu sözde,
mecaz yoluna sapanlar oldu ise de, kelâm-ı ilâhî olduğunda sözbirliği vardır.
"Kelâm-ı nefsî, Allah kelâmıdır" demek; "Allahü teâlânın kelâm sıfatıdır" demektir.
"Kelâm-ı lâfzî, Allah kelâmıdır" demek; "Allahü teâlâ onun hâlıkıdır" demektir. Yâni,
ses ve kelimelerin mahlûk olduğu bildirilmektedir.
Semâvî
kitapların bize bildirileni yüzdörttür. Bunlardan; on suhuf Âdem aleyhisselâma, elli suhuf Şîs (Şît) aleyhisselâma, otuz suhuf İdrîs aleyhisselâma, on suhufun da İbrâhim aleyhisselâma indirildiği meşhûrdur. Tevrât, Mûsâ aleyhisselâma; Zebûr, Dâvûd aleyhisselâma;
İncil, Îsâ aleyhisselâma ve Kur'ân-ı kerîm, Muhammed
aleyhissalâtü vesselâma nâzil olmuş, inmiştir.
Kitap,
forma ve fasikül mânâsına gelen suhuflardan, Âdem aleyhisselâma
on suhuf indirildi. Burada, oruç ile her gün bir vakit namaz kılmak, gusl
abdesti almak; leş, kan ve domuz eti yememek emr edildi. Îmân edilecek şeyler,
çeşitli dillerde lügatler bildirildi. Ayrıca çeşitli ilâçlar, san'atlar, fizik,
kimya, tıb, eczacılık, geometri ve matematik bilgileri öğretildi. Süryânice,
İbrânice ve Arabca olarak, kerpiç üstüne çok yazı yazıldı. Bâzı târihçilerin;
"Yazı, milâttan önce 4000 yılında Sümerler zamanında bulundu"
iddiası, daha eski devirlere âit belge bulunmaması veya bulunan arkeolojik
eserlerin Afrika ormanları içinde, yazıdan, kitaptan habersiz olarak yaşayan
insan topluluklarına âit olmasından kaynaklanmaktadır. İlmî olmaktan daha çok
siyâsî amaçlı olan bu iddialar, elimize bir noktası bile bozulup, tahrif
edilmeden ulaşan Allahü teâlânın kelâmı
ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) mûcizesi olan Kur'ân-ı kerîm tarafından çürütülmüştür.
Şît
aleyhisselâma gelen elli suhufda; Allahü teâlânın emirleri ve nehiyleri, hikmet,
matematik, kimyâ ve simyâ ilimleri bildirilmiş; çeşitli san'atlar hakkında
malûmatlar verilmiştir.
İdrîs
aleyhisselâma gelen otuz suhufda da; Allahü teâlânın emir ve nehiyleri; fizik, tıb ve
kimyâ bilgileri bildirildi. Eski Yunan filozoflarından Hermens ve daha sonra
gelen filozoflar, bu husûstaki bilgileri, İdrîs aleyhisselâmın
kitabından öğrendiler.
İbrâhim aleyhisselâma
da on suhuf indirildi. Nitekim Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem);
"Hak teâlâ İbrâhim aleyhisselâma on suhuf indirmiştir."
buyurdu. Bunun üzerine Ebû Zer (radıyallahü anh);
"Ey Allah'ın Resûlü! Bu suhufun içindekiler ne idi?" diye sorunca, Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem); "Onlar Allahü teâlânın kullarını
uyarmak için nümûne olacak sözlerdir. "Ey kendini beğenen mağrur pâdişâh!
Ben seni dünyâ mallarını bir araya toplamak üzere göndermedim. Seni ancak
mazlumun hakkını zâlimden alman için gönderdim. Mazlum, kâfir de olsa ben bunu
geri çevirmem, kabûl ederim"gibi hikmet dolu sözlerdir. Kezâ bu
sahifelerde şöyle uyarıcı örnek sözler vardır; "Akıllı bir kimse aklına
yenik düşmez. Böyle bir kimsenin saatleri olmalıdır. Bu saatlerden birinde
Rabbine münâcâtta bulunmalı, diğer bir saatte, Allahü
teâlânın kulları için yarattıklarını
düşünmelidir. Diğer bir saati nefsiyle hesaplaşarak geçirmelidir. Bir saatini
de yiyecek ve içecek ihtiyaçlarını helâlinden kazanmak için sarfetmelidir.
Akıllı bir kimse ancak üç şey üzerinde dolaşıp durmalıdır. Zamânında azığını
yemeli, hayatını bir düzene sokup güzelleştirmeli ve helâl yoldan lezzet almağa
çalışmalıdır. Kezâ akıllı bir kimse, yaşadığı sürece, iyiyi kötüden ayırmasını
bilmeli, şan ve şerefini korumaya düşkün olmalı, dilini kötü sözden
korumalıdır. İşte bütün bu örnek sözler, İbrâhim aleyhisselâma indirilen
suhuflarda bulunmaktadır." buyurdu.
Dört
büyük kitaptan birincisi olan Tevrât, Mûsâ aleyhısselâma,
Tûr Dağı’nda, bir defâda nâzil oldu. Tevrât’da bin sûre, her sûrede bin âyet
vardı. Getirip kavmine tebliğ ederek onları Allah'ın birliğine inandırmaya çalıştı.
İsrâil oğulları onun ilâhî telkinlerini bir türlü kavrayamadılar. Tevrât'a
inanıp ibâdet etmeye başladılarsa da çok geçmeden bozuldular ve onu
değiştirerek aslını yok ettiler. İsrâil oğulları yurtlarından çıkarıldılar.
Sonradan Talmûd
adını verdikleri kitabı yazdılar. Bugün yahudi ve hıristiyanların ellerinde
bulunan Ahd-i
Atik adlı kitap, sonradan uydurulan ve Tevrât olarak bilinen
Talmûd'dan başka bir şey değildir. Talmûd'un, Allahü
teâlânın kelâmı olup, hak ve doğru olan Tevrât ile bir alâkası yoktur.
Tevrât ve onu tahrif eden İsrâiloğulları hakkında hadîs-i
şerîf ve âyet-i kerîmelerde sık sık bahsedilir. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki, Tevrât'ı biz indirdik. Onda
bir hidâyet, bir nûr vardır." buyuruldu. (Mâide sûresi: 44)
"(Yahudilere) söyle ki: Mûsâ'nın insanlara bir nûr ve hidâyet olmak üzere getirdiği ve sizin de parça
parça kâğıtlar hâline koyup, işinize geleni gösterip açıkladığınız, fakat
çoğunu gizlediğiniz o kitabı (Tevrât'ı) kim indirdi"
(En'âm sûresi: 91)
"Artık elleriyle kitabı (Tevrât'ı) yazıp da, sonra onu az bir ücretle satabilmek için;
"Bu Allah katındandır" diyenlerin vay hâline!.."
buyuruldu. (Bakara sûresi: 79)
Allahü teâlâ,
Mûsâ aleyhisselâma Muhammed
aleyhisselâmın geleceğini haber verip meâlen buyurdu ki: "Azâbıma dilediğim kimseyi uğratırım. Merhametim, (dünyâda) her şeyi içine almıştır. O gün, merhametim; yalnız benden
korkarak kâfir olmaktan ve günah işlemekten kaçınanlara, zekâtını verenlere, Kur'ân-ı kerîme ve
Peygamberime inananlara mahsustur. Onlar, vasıflarını yanlarındaki Tevrât ve
İncil'de yazılı buldukları, Allah'ın Resûlü okuyup yazması olmıyan Muhammed'e (aleyhisselâm) uyanlardır.
O peygamber, onlara uygun olanları emreder ve fenâlıktan men eder. Temiz
şeyleri helâl ve murdar şeyleri haram kılar. Onların yüklerini indirir ve ağır
külfetleri hafifletir. Bu Peygambere inanan, O'nu sayan, O’nunla gönderilen
nûra uyanlar, işte onlar, sonsuz saâdete varacaklardır." (A'râf
sûresi: 156, 157)
Zebûr, Dâvûd aleyhisselâma
nâzil olan (gönderilen) kitabın adıdır. Tevrât’dan sonra gönderilmiştir. Dâvûd aleyhisselâm; Mûsâ'nın (aleyhisselâm)
dînini kuvvetlendirmek için Benî İsrâil'e gönderilen nebîlerden olduğu ve
insanları Hazret-i Mûsâ'nın dînine dâvet ettiği için, Tevrât'ın hükümlerini
yürürlükten kaldırmadı. Onu açıklayıp insanları Tevrât'ın hükümleri ile amel
etmeğe çağırırdı. Zebûr, vâz ve nasîhat şeklinde olup, Tevrât'ın hükümlerini
kuvvetlendirirdi.
İncil, Îsâ aleyhisselâma
gönderilen kitabın ismidir. İncil'de; Allahü teâlânın
birliği, Îsâ’nın (aleyhisselâm) Allah'ın kulu
ve peygamberi olduğu, âhır zamanda Ahmed isminde bir peygamberin geleceği
yazılı idi. Bolüs isminde bir yahudi, Îsevî görünüp, Îsâ'ya (aleyhisselâm) inanan havârîlerin arasına karıştı.
Îsâ'nın (aleyhisselâm) diri olarak göğe
çekilmesinden sonra, Bolüs'ün (Pavlos) ilk işi, semâdan gelen İncil'i yok etmek
oldu. Havârîlerden olan Barnabas, Îsâ'dan (aleyhisselâm)
görüp işittiklerini doğru olarak yazdı ise de; bozuk İncil kitaplarını her yere
yayan Bolüs, bunun çoğaltılmasına mâni oldu. Böylece birbirine benzemeyen
saçmalıklarla dolu pek çok İncil ortaya çıktı. Bugün Matta, Markos, Luka ve
Yuhannâ olmak üzere dört çeşit İncil vardır. Barnabas İncilinin dışında
bunların ortak özelliği; baba, oğul, rûhü'l-kudüs adıyla üç tanrıya (Teslîs'e)
yer vermeleri ve pek çok husûsun birbirine uymamasıdır.
Allahü teâlânın
indirdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur, yalan ve yanlış değildir. Hepsinde
âhır zamanda Muhammed aleyhisselâmın geleceği bildirilmiştir.
Kur'ân-ı kerîm
ve semâvî kitapların hepsi Allah kelâmıdır. O'nun sözüdür. Sözünü, İslâm
harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâm'a
gönderilmiştir. Buna, Kur'ân-ı kerîm
denmiştir. Bununla kullarına; emirlerini ve nehiylerini yâni yasaklarını
bildirmiştir.
Allahü teâlânın
son peygamberi, Muhammed aleyhisselâm; son kitabı da Kur'ân-ı kerîmdir. Kur'ân-ı
kerîme inanmak da îmânın şartlarındandır. Diğer bütün kitaplara
inanan bir kimse Kur'ân-ı kerîme
inanmasa, îmân etmiş olmaz ve küfürden kurtulamaz. Onun bir âyetinden bile
şüphe etmek, câiz değildir. Şüphe edenlerin, Allahü
teâlâyı seven, doğru din adamlarının (İslâm âlimlerinin) kitaplarını
okuyarak şüphesini gidermesi lâzımdır.
Kur'ân-ı kerîm,
Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) önce dünyâya gelen
milletlere, Allahü teâlâ tarafından
gönderilen kitaplardaki emirleri ve hükümleri de içinde topladığından, bütün
insanlara hitâb eden bir kitaptır. Yâni, Kur'ân-ı
kerîm dünyâdaki hıristiyan, yahudi, mecûsî vesâire gibi çeşitli
dinlere sapmış olan insanlara da, doğru yolu gösteren bir kitaptır.
Kur'ân-ı kerîm,
misli bulunmayan büyük bir kitaptır. İçinde en derin ilmî ve fennî bilgiler,
bütün dünyâda bugüne kadar yapılmış medenî kânunlara nümûne teşkil edecek ilmî
ve hukûkî esaslar, eski târihe âit bir çok bilinmeyen malûmat, insanlara
verilebilecek en büyük ahlâk esâsları, nasîhatlar, dünyâ ve âhıret hakkında en
mantıkî îzâhât ve bunlara benzer, o zamana kadar hiç bir kimsenin bilmediği,
bilemediği, tasavvur bile edemediği, husûslar vardır. Bunlar kimsenin
söyleyemeyeceği yüksek bir ifâde ile beyân edilmiştir.
Kur'ân-ı kerîm,
Allahü teâlânın kelâmıdır. Yâni, Kur'ân-ı kerîmdeki her söz ve her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize (sallallahü
aleyhi ve sellem) vahy yoluyla yâni, meleklerin büyüklerinden olan Cebrâil aleyhisselâm
vâsıtası ile bildirilmiştir. Peygamberimize
(sallallahü aleyhi ve sellem) kısım kısım
(parça parça) gelen Kur'ân-ı kerîmi Cebrâil aleyhisselâm
okumuş ve ezberletmiştir. Peygamberimiz,
(sallallahü aleyhi ve sellem) de Allahü teâlânın emirlerini alır almaz, kendileri
ezberlediği gibi yakınlarına da ezberletir ve vahy kâtiblerine de
yazdırırlardı. Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur'ân-ı
kerîm meydana gelmiştir. Dünyânın her tarafındaki bütün Kur’ân-ı kerîmler birbirlerinin aynıdır.
Aralarında bir harf ayrılığı bile bulunmamaktadır. Hâlbuki hıristiyanların
ellerindeki İnciller birbirlerini aslâ tutmamakta ve farklılıklar
göstermektedirler. Kur'ân-ı kerîmin her
âyetine (her cümlesine) inanmak şarttır. İçinden birisine inanmamak, insanın
îmânını gidererir. Îmânsız insanın âhıreti ise, hüsrândır.
Allahü teâlânın
emirleri münâkaşa edilemez. Herkesin kendi anlayışına göre mânâ vermesi, işine
geldiği şekilde anlaması câiz değildir. Kur'ân-ı
kerîmi en iyi anlayan yalnız Peygamberimizdir
(sallallahü aleyhi ve sellem). Peygamberimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem), Kur'ân-ı kerîmin
bizim anlamadığımız taraflarını, hadîs-i şerîfleri
ile açıklamıştır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kur'ân-ı
kerîmi tefsîr etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmdeki
âyetlerin mânâları çok geniştir. Onun için Kur'ân-ı
kerîmi kelime kelime tercüme etmekle tam mânası ifâde edilemez.
Ancak, her âyetin selâhiyetli büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh
edilmesi ile mânâsını öğrenmek mümkündür. İslâm âlimleri; "Bir mâni,
sıkıntı olmadıkça, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i
şerîflere, açıkça anlaşılan mânâları vermek lâzımdır. Bunlara
benzeyen başka mânâ vermek câiz değildir. Fakat, kelimelere, Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) zamanında Hicaz'da kullanılan mânâları vermek gerekir.
Zamânla değişip, bugün kullanılan mânâları vererek tercüme yapmak doğru
değildir" buyurmuşlardır. Müteşâbihât denilen âyet-î kerîmelerde ise
anlaşılamayan gizli mânâlar vardır. Bunların mânâsını, ancak Allahü teâlâ bilir ve kendilerine ilm-i ledünnî
verilen pek az seçilmiş büyük âlimler, kendilerine bildirildiği kadar
anlayabilir. Başka kimse anlayamaz. Onun için müteşâbih âyetlerin, Allah kelâmı
olduğuna îmân etmeli, mânâlarını araştırmamalıdır. Eş'ari mezhebindeki âlimler;
"Böyle âyetleri, kısaca veya geniş olarak te'vil etmek câiz olur"
dediler. Te'vîl;
kelimenin çeşitli mânâları arasından meşhûr olmayanı seçmek demektir. Meselâ; "Allah'ın eli
onların ellerinin üstündedir." âyet-i kerîmesi, Allahü teâlânın kelâmıdır. Kişi:"Allahü teâlâ, bununla ne demek istiyor ise, öylece
inandım" demelidir. "Bunun mânâsını ben anlayamam, ancak Allahü teâlâ bilir" demek, en iyi yoldur.
Yâhud; "Allahü teâlânın ilmi, bizim
ilmimiz gibi değildir, irâdesi bizim irâdemize benzemez. Bunun gibi, Allahü teâlânın eli de, kulların elleri gibi
değildir" demelidir.
Allahü teâlânın
indirdiği kitaplarda, bâzı âyetlerin yalnız okunması, yâhut yalnız mânâsı veya
ikisi birden Allahü teâlâ tarafından
değiştirilmiş yâni nesh edilmiştir. En son gelen Kur'ân-ı
kerîm, bütün kitapları nesh etmiş yâni hükümlerini yürürlükten
kaldırmıştır. Kur'ân-ı kerîmde, kıyâmete
kadar, hiç bir zaman; yanlışlık, unutulmak, ziyâde ve noksanlık olmaz.
Geçmişteki ve gelecekteki ilimlerin hepsi, bunda bulunduğu için, bütün
kitaplardan üstün ve kıymetlidir. Resûl-i ekrem
(sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin en
büyük mûcizesi, Kur'ân-ı kerîmdir. Bütün
insanlar ve cin bir araya gelip, Kur'ân-ı kerîmin
en kısa sûresi gibi bir söz söyliyebilmek için uğraşsalar, söyleyemezler. Arabistan'ın
belîğ, edîb, fasîh şâirleri bir araya geldi. Çok uğraşmalarına rağmen üç kısa
âyet gibi bir söz söyleyememişler ve karşı duramayıp şaşkına dönmüşlerdir. Allahü teâlâ, İslâm düşmanlarını, Kur'ân-ı kerîm karşısında âciz, mağlub etmektedir.
O'nun belâgatı, insan gücünün üstündedir. İnsanlar, O'nun gibi söylemekten âciz
kalmaktadır. Kur’ân-ı kerîmin âyetleri;
insanların nazmına, vezinli olmayan neşrine, kâfiyeli sözlerine benzemiyor.
Bununla beraber, Arabistan'daki edîblerin, beliğlerin sözlerinin yapı taşı olan
harflerle söylenmiştir.
Kur'ân-ı kerîm,
Allahü teâlânın insanlara en büyük
nîmetidir. Çünkü Kur'ân-ı kerîm, dünyâ ve
âhırette insanları saâdete ve felâkete götürecek yolları açıklamıştır.
--------------------------------------------------------
1)
El-İmân vel-İslâm (Mevlânâ Hâlidi Bağdâdî); sh. 24
2)
Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; cild-3, mektup 17
3)
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 55, 102, 674
4)
Herkese Lazım Olan Îmân; sh. 21,
281
5)
Cevap Veremedi; İstanbul 1987
6)
Rehber Ansiklopedisi; Kitap, İncil, Dâvûd (aleyhisselâm),
Tevrât, Kur'ân-ı kerîm maddeleri
7)
El-Kâmil fit târih; cild-1, sh. 124
Îmânın
altı şartından beşincisi. Kazâ ve kader, zekî insanların zihinlerinin en çok
takıldığı husûstur. Bu takıntılar, kazâ ve kaderi iyi anlamamaktan ileri
gelmektedir. Kaderin ne demek olduğu iyi anlaşılsa, hiç bir zekînin şüphesi
kalmaz ve îmânı kuvvetli olur.
İnsanlara
gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyânların hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir. Kader,
bir çokluğu ölçmek, hüküm ve emir demektir. Çokluk ve büyüklük mânâsına da
gelir. Allahü teâlânın, bir şeyin
varlığını dilemesine kader denilmiştir. Kaderin yâni varlığı dilenilen
şeyin var olmasına kazâ denir. Kazâ ve kader kelimeleri, birbirinin
yerine de kullanılır. Buna göre kazâ demek, ezelden ebede kadar yaratılmış ve
yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın
ezelde dilemesidir. Bütün bu eşyanın, kazâya uygun olarak, daha az ve daha çok
olmayarak yaratılmasına kader denir. Allahü
teâlâ, olacak her şeyi ezelde, sonsuz öncelerde biliyordu. İşte bu
bilgisine kazâ
ve kader denir. Eski Yunan felsefecileri buna inâyet-i ezeliyye dediler. Bu
varlıklar, o kazâdan meydana gelmiştir. Bu ilme uygun olarak, eşyanın var
olmasına da kazâ
ve kader denir.
"Kâmûs"
da, kazâ kelimesinde diyor ki: "Kazâ, kaderin husûsî bir kısmıdır. Kader,
anbara doldurulmuş buğday gibidir. Kazâ ise, onu ölçerek vermek gibidir.
Hazret-i Ömer Şam'a geldi. Şehirde vebâ hastalığı olduğunu işitince, şehre
girmedi. "Allahü teâlânın kazâsından
mı kaçıyorsun?" dediklerinde; "Allahü
teâlânın kazâsından, kaderine kaçıyorum" buyurdu ki, kader,
kazâ şeklini almadıkça değişebilir. (Kader, maaş bordrosu gibidir. Kazâ ise, bu
maaşın dağıtılmasıdır.) İbn-i Esîr dedi ki: Kazâ ve kader, birbirinden
ayrılmaz, çünkü, kader temel gibi, kazâ da üstündeki binâ gibidir. Kader
kelimesinde diyor ki: "Kader, Allahü teâlânın,
olacak şeyleri ezelde bilmesidir. Kazâ, kaderde bulunan şeyleri, zamanı gelince
yaratmasıdır."
Kazâ
ve kader bilgisi karışık olduğundan, okuyanlarda bir takım yanlış fikirler,
evhâm ve hayâller hâsıl olabilir. Bunun için, din büyüklerimiz, kazâ ve kaderi
çeşitli şekilde anlatmışlardır. Böylece okuyan ve dinleyenler, sözlerin
gelişine ve şekline göre, târiflerin birinden faydalanabilir ve şüpheye düşmekten
kurtulurlar. Bununla beraber İslâm âlimleri kazâ ve kader mevzûuna girmemeyi
tavsiye buyurmuşlardır.
Bu
husûsta büyük âlim İmâm-ı Begavî buyuruyor ki: "Kazâ, kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan
biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve şeriat sâhibi olan peygamberlerine
(aleyhimüsselâm) bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryâdır. Kimsenin, bu denize
dalması, kaderden konuşması câiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ, insanları yaratıyor. Bir kısmı şakî
olup Cehennem’de kalacak, bir kısmı da said olup Cennet’e gidecektir. Bir
kimse, hazret-i Ali'den kaderi sorduğunda; "Karanlık bir yoldur. Bu yolda
yürüme!" buyurdu. Tekrar sorunca; "Derin bir denizdir" buyurdu.
Tekrar sordu. Bu defâ; "Kader, Allahü teâlânın
sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı" buyurdu."
Kadere
îmân etmek için, iyi bilmeli ve inanmalıdır ki, Allahü
teâlâ, bir şeyi yaratacağını ezelde irâde etti, diledi ise, az veya
daha çok olmaksızın; dilediği gibi var olması lâzımdır. Olmasını dilediği
şeylerin var olmaması ve yokluğunu dilediği eşyanın var olması imkânsızdır.
Bütün
hayvanların, nebâtların, cansız varlıkların (katıların, sıvıların, gazların,
yıldızların, moleküllerin, atomların, elektronların, elektro-magnetik
dalgaların, kısaca her varlığın hareketi, fizik hâdiseleri, kimyâ tepkimeleri,
çekirdek reaksiyonları, enerji alış-verişleri, canlılardaki fizyolojik
faaliyetler) her şeyin olup olmaması, kulların iyi ve kötü işleri, dünyâda ve
âhırette, bunların cezâsını görmeleri yâni her şeyi, ezelde, Allahü teâlânın ilminde var idi. Bunların hepsini
ezelde biliyordu. Ezelden ebede kadar olacak, eşyayı, özellikleri, hareketleri,
hâdiseleri, ezelde bildiğine uygun olarak yaratmaktadır. İnsanların iyi ve
kötü, müslüman olmalarını, küfürlerini, istekli ve isteksiz bütün işlerini, Allahü teâlâ yaratmaktadır. Yaratan, yapan yalnız
O'dur. Sebeplerin meydana getirdiği her şeyi yaratan O'dur. Her şeyi bir sebep
ile yaratmaktadır.
Meselâ,
ateş yakıcıdır. Hâlbuki, yakan Allahü teâlâdır.
Ateşin, yakmakda hiç bir ilgisi yoktur. Fakat, âdeti bir şeye ateş
dokunmadıkça, yakmağı yaratmamasıdır. Ateş, tutuşma sıcaklığına kadar
ısıtmaktan başka bir şey yapmaz. Organik cisimlerin yapısında bulunan karbona,
hidrojene; oksijenle birleşmek ilgisi veren, elektron alış-verişlerini
sağlayan, ateş değildir. Doğruyu göremeyenler, bunları ateş yapıyor sanır.
Yakan, yanma tepkisini yapan, ateş değildir. Oksijen değildir. Isı da değildir.
Elektron alış-verişi de değildir. Yakan, yalnız Allahü
teâlâdır. Bunların hepsini, yanmak için sebep olarak yaratmışdır.
Bilgisi olmayan kimse, ateş yakıyor sanır. İlkokulu bitiren bir kimse, ateş
yakıyor sözünü beğenmez. Hava yakıyor der. Ortaokulu bitiren de, bunu kabûl
etmez. Havadaki oksijen yakıyor der. Liseyi bitiren, yakıcılık oksijene mahsus
değildir. Her elektron çeken element yakıcıdır der. Üniversiteli ise, madde ile
birlikde enerjiyi de hesâba katar. Görülüyor ki, ilim ilerledikçe, işin
içyüzüne yaklaşılmakda, sebep sanılan şeylerin arkasında, daha nice sebeplerin
bulunduğu anlaşılmakdadır. İlmin, fennin en yüksek derecesinde bulunan,
hakîkatleri tam gören peygamberler (aleyhimüsselâm) ve o büyüklerin izinde
giderek ilim deryâlarından damlalara kavuşan İslâm âlimleri bugün yakıcı, yapıcı
sanılan şeylerin, âciz, zavallı birer vâsıta ve mahlûk olduklarını hakîki
yapıcının, yaratıcının araya koyduğu sebepler olduklarını bildiriyor. Yakıcı, Allahü teâlâdır. Ateşsiz de yakar. Fakat ateş ile
yakmak âdetidir. Yakmak istemezse, İbrâhim aleyhisselâmı
yakmadığı gibi, ateş içinde de yakmaz. Onu çok sevdiği için, âdetini bozdu.
Nitekim ateşin yakmasını önleyen maddeler de yaratmışdır. Bu maddeleri, kimyâgerler
bulmaktadır.
Allahü teâlâ
dileseydi, her şeyi sebepsiz yaratırdı. Ateşsiz yakardı. Yemeden doyururdu.
Uçaksız uçurur, radyosuz, uzakdan duyururdu. Fakat lütf ile kullarına iyilik
ederek, her şeyi yaratmasını bir sebebe bağladı. Belirli şeyleri, belli
sebeplerle yaratmağı diledi. İşlerini, sebeplerin altında gizledi. Kudretini
sebepler altında sakladı. O'nun bir şeyi yaratmasını isteyen, o şeyin sebebine
yapışır, o şeye kavuşur. Lambayı yakmak isteyen, kibrit kullanır. Zeytinyağı
çıkarmak isteyen, baskı âleti kullanır. Başı ağrıyan, aspirin kullanır. Cennet’e
gidip, sonsuz nîmetlere kavuşmak isteyen, İslâmiyete uyar. Kendine tabanca
çeken ve zehir içen ölür. Terli iken su içen, hasta olur. Günah işleyen,
îmânını gideren de, Cehennem’e gider. Herkes hangi sebebe başvurursa, o sebebin
vâsıta kılındığı şeye kavuşur. Müslüman kitaplarını okuyan, müslümanlığı
öğrenir, sever, müslüman olur. Dinsizlerin arasında yaşayan, onların sözlerini
dinleyen, din câhili olur. Din câhillerinin çoğu îmânsız olur. İnsan hangi
yerin vâsıtasına binerse, oraya gider.
Allahü teâlâ,
işlerini sebeplerle yaratmamış olsaydı, kimse kimseye muhtâç olmazdı. Herkes,
her şeyi Allahü teâlâdan ister, hiç bir
şeye başvurmazdı. Böyle olunca, insanlar arasında, âmir, me'mur, işçi,
san'atkâr, talebe, hoca ve nice insanlık bağları kalmaz, dünyâ ve âhıretin
nizâmı bozulurdu. Güzel ile çirkin, iyi ile fenâ ve mutî ile âsî arasında fark
kalmazdı. İnsanların her işini, istekli ve isteksiz, bütün hareketlerini
yaratan O'dur. Kulların, ihtiyârî, yâni istekli hareketlerini, işlerini
yaratması için, kullarında irâde yaratmış, bu irâdelerini, dilemelerini, işleri
yaratmasına sebep kılmışdır.
Allahü teâlânın,
kul irâde etmeden yaratması câiz ise de, ihtiyârî olan işleri yaratmağa,
kulların irâdelerini sebep kılmıştır. İrâde-i cüz’iyyemizin sebep olması da, Allahü teâlânın irâdesi iledir. Nitekim Allahü teâlâ Dehr (İnsan) sûresinin 30. âyet-i
kerîmesinde meâlen; "Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini arzu
edersiniz" buyurmuştur. Kul, bir iş yapmak irâde edince, Allahü teâlâ da onu irâde ederse, yaratır. Kul
irâde etmezse ihtiyârî olan o işi yaratmaz. Şu hâlde; kul, irâde-i cüz'iyyesini
ibâdete sarf ederse, Allahü teâlâ
ibâdeti; günahlara sarf ederse, günahları yaratır. O zaman kul, âhırette azâb
görür.
Yukarıdaki
âyet-i kerîmenin mânâsını, Ebû Mansûr-i Mâtüridî (rahmetullahi
aleyh) şöyle açıklıyor: "İhtiyârî işleriniz, yalnız sizin
irâdenizle olmaz. Sizin irâdenizden sonra, Allahü
teâlâ da, o işi irâde ederse yaratır." Görülüyor ki, işi
yapmakda kullar müstakil değildir.
Demek
ki, kul her istediğini yapamaz. İstemedikleri de olabilir. Kulun, her istediğini
yapması, her istemediğinin olmaması, kulluk değildir. Ulûhiyyete kalkışmakdır. Allahü teâlâ, lutfederek, ihsân ederek, acıyarak
kullarına muhtâç oldukları kadar ve emirlere, yasaklara uyabilecek kadar kuvvet
ve kudret, yâni enerji vermiştir. Meselâ, sıhhati ve parası olan kimse, ömründe
bir kere hacca gidebilir. Gökde Ramazân hilâlini görünce, her sene bir ay oruç
tutabilir. Yirmidört saatte, farz olan beş vakit namazı kılabilir. Nisâb
miktarı malı, parası olan; bir hicrî sene sonra, bunun kırkda bir mikdarı altın
ve gümüşü ayırıp müslümanlara zekât verebilir. Görülüyor ki, insan kendi
istekli işlerini, isterse yapar, istemezse, yapmaz. Allahü
teâlânın büyüklüğü, buradan da anlaşılmaktadır.
Kulların
istekli hareketleri, iki şeyden meydana gelmektedir: Birincisi, kulun irâde ve
kudreti iledir. Bunun için, kulun hareketlerine "Kesb etmek" denir.
Kesb, insanın sıfatıdır. İkincisi, Allahü teâlânın
yaratması, var etmesi iledir. Allahü teâlânın
emirler, yasaklar koyması, sevâblar vermesi ve azâblar yapması, insanda kesb
bulunduğu içindir. Sâffât sûresinin 96. âyet-i kerîmesinin meâl-i âlîsi; "Allahü teâlâ, sizi yarattı ve işlerinizi de yarattı" dır.
Bu âyet-i kerîme, insanlarda kesb, yâni hareketlerinde irâde-i cüz'iyye
bulunduğunu göstermekte ve cebr olmadığını açıkça isbat etmektedir. Bunun için "İnsanın
işi" denilmektedir. İnsanın işinde, meselâ, "Ali vurdu,
kırdı" denir. Ayrıca, her şeyin kazâ ve kaderle yaratıldığını belli
etmektedir.
İnsanın
bir işi yapıp yapmamağa gücü yetmesine kudret; yapmayı veya yapmamayı istemeye irâde
yâni dilemek; bir işi kabûl etmeye, karşı gelmemeye de rızâ yâni beğenmek denir. Tesirli
olmayarak bir araya gelmelerine kesb; tesir etmek ve etmemek şart olmazsa
ihtiyâr adı verilir. İnsanın ihtiyârî hareketi, dört şeyle meydana gelmektedir:
1- O işi tasavvur etmek, hatırlamak. 2- O şeyden şevk duymak. 3- İrâde-i
cüz'iyyeyi kullanmak, yâni harekete başlamak. 4- Hareketin meydana gelmesi.
Birinci ve ikinciyi Allahü teâlâ yaratıyor.
Çünkü, tasavvur ile şevk, var olan şeyler olup, yaratılmağa muhtâçdır. İrâde-i
cüz'iyye, kuldandır. Hareketi yaratan, Allahü teâlâdır.
Kuldan, irâdenin meydana gelmesi de, tasavvur ve şevkin yaratılması ile olur.
Meselâ, bir kimse, sadaka vermeyi ve sevâbını tasavvur etse, kendisinde şevk
veya nefret hâsıl olur. Buna göre, irâde eder veya etmez. Şevk, irâde demek
değildir. Nefret de, irâdeyi kullanmamak değildir.
Her
ihtiyâr edenin, hâlık (yaratıcı) olması lâzım gelmez. Bunun gibi her irâde
edilen şeyden, râzı olmak lâzım gelmez. İhtiyâr ve kesb, birlikde bulunabilir.
İhtiyâr, halk ile de birlikde bulunabilir. Bunun için, Allahü teâlâya hâlık ve muhtar denir. Kula, kâsib ve muhtar
denir. İnsan bir şeyi yapmayı veya terk etmeyi irâde eder ve kuvvetini
kullanır. Sonra Allahü teâlâ da bunu
irâde eder ve kudretini kullanırsa, bu şey yâni bu iş olur. İlk ikisine kesb,
son ikisine halk
denir.
Kulun
yaptığı işi, Allahü teâlâ beğenirse tâat
olur. Bunun için insana âhırette sevâb verilir. Bir tâat yapılırken, sevâb
kazanmak niyet edilirse, kurbet olur. Beğenmezse ma’siyyet, yâni günah olur. Âhırette
itâb
veya ikâb
olunur. Mekruh işleyen veya müekked sünneti özürsüz terk etmeyi âdet edinen,
itâb olunur, azarlanır. Farzı terk eden veya haram işleyen tevbesiz ölür ve
şefâate, atfa kavuşmazsa, ikâb olunur, yanar. İnsanda irâde ve kudret, yâni
kesb bulunduğuna inanmayan mürted olur, yâni İslâmiyetten çıkar.
Ezeldeki,
yâni sonsuz öncelerdeki takdir; "Filân kimse, kendi isteği ile filân işi
yapacaktır" şeklindedir. Görülüyor ki, ezeldeki takdîr, insanda ihtiyâr,
yâni seçmek hakkı bulunmadığını değil, ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir.
Ezeldeki takdir, insanlarda ihtiyâr bulunmadığını gösterseydi, Hak teâlânın da, her gün yarattıklarında,
yaptıklarında ihtiyârsız olması, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünkü Allahü teâlâ da, her şeyi, ezeldeki takdîre uygun
olarak yaratmaktadır. Allahü teâlâ
muhtardır; diler, seçer; dilediğini ve seçdiğini yaratır.
Kader,
Allahü teâlânın ezelî ilmi ile sonradan
olacak şeyleri bilmesidir. Yoksa, Allahü teâlâ
öyle bildiği için, sonradan olacak şeyler öylece olmak mecbûriyetindedir
şeklinde değildir. Bu husûsta Ehl-i sünnet mezhebi, Mûtezile ile Cebriyye
arasındadır. Ehl-i sünnete göre, insan kendi işlerinin hâlıkı olmadığı gibi, bu
işleri yapmaya mecbûr da değildir. İslâmiyette ve semâvî olan bütün dinlerde
her şey, her iş Allahü teâlânın takdiri
ve irâdesi ile hâsıl oluyor. Fakat, insan bir işin ezelde nasıl takdir
edildiğini bilemediği için, Allahü teâlânın
emrine uyarak çalışması lâzımdır. Kazâ ve kader, insanın çalışmasına mâni
değildir. İnsanlar, kazâ ve kaderi, bir işi yapmadan önce değil, yapdıktan
sonra düşünmelidir. Hadîd sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Dünyâda
olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdir
edilmişdir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için
üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden
mağrur olmayasınız. Allahü
teâlâ kibirlileri, bencilleri sevmez"
buyuruluyor. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, kazâ ve kadere îmân eden bir
kimse, hiç bir zaman ye'se, ümidsizliğe düşmez ve şımarmaz. Kazâ ve kadere
inanmak, insanın çalışmasına mâni olmaz aksine teşvik eder. "Çalışınız!
Herkes, kendisi için takdir edilmiş olan şeylere sürüklenir." hadîs-i şerîfi de
insanın çalışmasının, kazâ ve kaderin nasıl olduğunu göstereceğini; çalışmak
ile kazâ ve kader arasında sıkı bir bağlılık bulunduğunu bildirmektedir.
Kazâ
ve kadere inanmak ve bütün hayırları ve şerleri cenâb-ı
Hak'dan bilmek, müslümanlar için nasıl vazife ise; hayırlı işleri
yapmak ve şer olan, fenâ işlerden kaçınmaya çalışmak da, vazifedir. Allahü teâlânın, bir şeyin nasıl olacağını,
olmadan evvel bilmesi ve o bilgisine göre takdir ve irâde buyurması, insanlara
cebr etmek olmaz. Çünkü, kulların irâde ve ihtiyârlarını nasıl kullanacağını da
ezelde biliyordu. Bu bilmesi ve takdir etmesi, kulların arzularına, irâdelerine
zıt değildir. Cenâb-ı Hakk'ın ezelde
bilmesi, işlerin olup olmamasına tesir etmez, "İlim, malûma tâbidir"
sözü de, ilmin işlere tesir etmeyeceğini anlatmak için söylenmiştir.
İrâde
ile yapılan işleri yapmak arzusunu, Allahü teâlânın
yaratması da, cebr olmaz. O arzuyu Allahü teâlâ
yaratır ise de, kazanan insandır. Allahü teâlânın
irâdesi, birşeyi yalnız yaratıp yaratmamaya mahsus olmayıp, her ikisine de
şâmil olduğu gibi, insanın irâdesi de böyledir. İşi yapmayı ve yapmamayı irâde
edebiliriz. Yâni yapmayı dilediğimiz zaman, yapmamayı da isteyebiliriz. Bir işi
yaparken, hiç kimse, bu işi yapmamak elimde değildi diyemez.
İnsanın
bir işi yapmasına ilk sebep, onun kendi irâde ve ihtiyârıdır. Kulun kendi
arzusu ile yapdığı bir işi, Allahü teâlâ
ezelde takdir etmiş ise de, o insanın irâdesi ve ihtiyârı da, ezelî ve belki
takdirden önce ilm-i ilâhîdedir. Böylece ezeldeki takdir, kulun irâde ve
ihtiyârına yardım etmiş olur. Kul kendi kendine bir şey yapamıyacağı, her şeyi Allahü teâlânın yaratması lâzım geleceği için,
onun bir işe olan irâdesini cenâb-ı Hak,
kendi takdiri ile yaptırmakdadır. Ehl-i sünnet; "Cenâb-ı Hak, sizin
ve vücûda getirdiğiniz işlerinizin hâlıkıdır" âyet-i kerîmesine
uygun olarak; "Kulların her hareketi, her işi, cenâb-ı
Hakk'ın halk ve îcâd etmesi, kuvvet verip yaptırması ile hâsıl
oluyor" diyor. Cenâb-ı Hakk'ın
yaratması, insan irâde ve ihtiyârını kullandıktan sonra oluyor.
İlm-i
ilâhînin, kulların ilmine benzemeyip, hep doğru çıkması lâzımdır. İlm-i
ilâhînin hep doğru çıkması, Cebriyyeyi ve dalâlet yâni sapıklık yolunda
olanları şaşırtmış, ilm-i ilâhînin, kulların işlerine hâkim ve müessir olduğunu
sanmışlardır. İlm-i îlâhinin hiç şaşmaması ilimlikden çıkarak cebre dönmesine
sebep olmaz. Talebesinin imtihânında kazanamıyacağını önceden bilen hocanın
bilgisi, imtihânda başarı gösteremeyen talebesi için cebr ve zulm değildir. Allahü teâlâ, ileride olacak her şeyi ezelde
biliyor. Her şeyin bu bilgiye uygun olması, insanın irâde ve ihtiyârının
yokluğunu göstermez. Çünkü, Allahü teâlâ
kendi yaratacaklarını da, ezelde bildiğinden elbette bu bilgisine uygun
yaratacaktır. Bu O'nun irâde ve ihtiyârının yokluğunu göstermiyeceği gibi,
insanların irâde ve ihtiyârını inkâr etmek de doğru değildir.
Düşünce
ve hareketlerinde hür olan insanlar irâde sâhibidir. Fakat, düşünceleri ve
işleri, bir sebebe bağlıdır. Bu sebepler insanı hür olmaktan çıkarmaz. Çünkü,
sebepler olmadan da, irâde sâhibidirler ve sebepsiz olarak da irâde eder ve yaparlar.
Sebepler varken, insan istemezse, iş olmaz. İnsan bir işi yapıp yapmamayı irâde
etmeden önce, zihninde düşünür, muhakeme eder. Hangi taraf ağır gelirse, onu
irâde eder. Bir satıcı en çok para veren müşteriye satar. Müşteri, malı
satıcıdan cebren alamaz. Satıcı çok para veren adama satmaya mecbûr gibidir.
Biri çıkıp da az para verene satamazsın diyerek kızdırırsa başka düşünceler ve
yeni tartışmalarla, buna satmaya da mecbûr olabilir.
Allahü teâlâ,
gönderdiği dinler ile, insanlara iyi ve kötü işleri ve bunlara karşılık olan
nîmetlerini ve azâblarını bildirerek, kulların irâdelerine sebepler
hazırlamakla beraber, insanların zihinlerinde, onları iyi ve kötü yollara sevk
edebilen ve birbiri ile tartışmakda, çekişmekte bulunan sebepler, düşünceler de
yaratmıştır. Allahü teâlânın bildirdiği
ve zihinde yarattığı sebeplerin çatışmasından, iyilik tarafı ağır basarsa, iyi
tarafı irâde eder. Meselâ bir memur, iyi çalışmasını îcâb ettiren kânun ve
nizâmları bilirken, kânuna uymazsa, meselâ rüşvet alırsa, vicdanında kânunun
yasağına karşı ağır basan bir sebep, bu yolsuzluğu yapmaya onu zorlamıştır.
Yapılmayacak bir işe, dayanamamış, yapmışdır. Para teklif edilmesi ve Allahü teâlânın zihinde yarattığı para sevgisi,
rüşvet almak irâde ve ihtiyârına mecbûr etmiş ise de kânun bunu iyi karşılamaz.
Hükümet
kânunları gibi, din ve ahlâk kânunlarını koyarak, onlara uymayı sıkı sıkıya
emreden Allahü teâlânın, öte yandan hep
kötülük isteyen nefs-i emmâreyi insanlarda yaratması; hükümetin, memuru tecrübe
için el altından rüşvet göndermesine, memurun da, yaman bir imtihân geçirdiğini
anlayıp dikkatli ve uyanık olmasına benzer.
Kader
değişmez. Kazâ, kadere uygun olarak meydana gelir. Kazâ, hergün çok değişip,
sonunda kadere uygun olunca yaratılır. Kazâ-i mu'allâk şeklinde, yaratılacağı
Levh-i mahfûzda yazılmış olan bir şey, kulun iyi ameli ile değişip yaratılmaz.
İmâm-ı
Gazâlî, "İhyâu ulûmiddîn" kitabında buyurdu ki: "Kazâ-ı
mu'allâk, Levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel yapıp, duâsı kabûl
olursa, o kazâ değişir." Hadîs-i şerîfde
buyuruldu ki: "Kader,
tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken
korur." Duânın belâyı def etmesi de, kazâ ve kaderdendir.
Kalkanın oka siper olduğu gibi; su, yerden otun yetişmesine (ve havadaki
oksijen gazının, canlının hücrelerindeki gıda maddelerini yakıp harâret meydana
gelmesine) sebep olduğu gibi, duâ da, Allahü teâlânın
merhametinin gelmesine sebepdir. Bir hadîs-i
şerîfde; "Kazâ-i mu'allâkı, hiç bir şey değiştiremez; yalnız duâ
değiştirir ve ömrü, yalnız, ihsân, iyilik arttırır." buyuruldu.
Allahü teâlânın takdirinin, yâni kaderin,
Levh-i mahfûzda yazılması kazâdır. Bir kimseye takdir edilen belâ, kazâ-i
mu'allâk ise,yâni, o kimsenin duâ etmesi de, takdir edilmiş ise, duâ eder,
kabûl olunca, belâyı önler. Ecel-i kazâ'yı da, iyilik etmek geciktirir.
Dâvûd
aleyhisselâmın yanına iki kişi gelip,
birbirinden şikâyet etti. Dinleyip, karar verip giderken, Azrâil aleyhisselâm gelip; "Bu iki kişiden birincisinin
eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti, fakat
ölmedi." dedi. Dâvûd aleyhisselâm sebebini
sorunca; "İkincisinin bir akrabâsı vardı. Buna dargın idi. Gidip, onun
gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allahü teâlâ,
buna yirmi yıl ömür takdir buyurdu" dedi. Emâlî kasîdesi altmışikinci
beytinde; "Öldürülen kimsenin eceli münkatı' değildir" yâni, o anda,
ömrü ortadan kesilmiş değildir der. "Kâmûs" mütercimi Ahmed Âsım
Efendi, bu beyti şerh ederken diyor ki: "Ehl-i sünnete göre, öldürülen kimsenin,
o anda eceli gelmiştir. Ömrü ortadan kesilmemiştir. Herkesin eceli bir
tanedir."
Doktor
ve ilâç bulmak da, takdire bağlıdır. Allahü teâlâ,
takdirine göre sebepleri yaratmaktadır. Çok eskiden bilindiği gibi, bir yeri
kesilen insanın eceli gelmedi ise, damarı bağlanır, ilâç verilir, ölmez. Eceli
gelmiş ise, damarı bağlıyacak biri bulunamaz, kanı akar, mikrop kapar, ölür.
Yürek adelesi bozuk olan ağır hastaya, ölmek üzere olan bir başkasının sağlam
yüreği takılıp takılmaması da, ecelin gelip gelmemesine bağlıdır. Kalbin
değiştirilmesi de hastayı muhakkak iyi yapmamakta ve bir çoklarının ölmesine
sebep olmaktadır.
--------------------------------------------------------
1)
Tefsir-i Mazharî
2)
Tefsîr-i Begavî
3)
Tefsîr-i Şeyhzâde
4)
Şerh-i Akâid; sh. 112
5)
El-Kavl-ül-fasl; sh. 98
6)
Nuhbet-ül-leâlî; sh. 99
7)
Mektûbât-ı Rabbânî; cild-1, m. 217, 286
8)
Mektûbât-ı Ma'sûmiyye; cild-1, m. 83
9)
Tarîk-ün necât; sh. 82
10)
Nûr-ül-Îslâm; sh. 236
11)
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 667
12)
Fâideli Bilgiler; sh. 224
13)
Rehber Ansiklopedisi; Kazâ ve kader, Ecel maddeleri
14)
Herkese Lâzım Olan Îmân; sh. 52
15)
Şerh-i Makâsıd, cild-2, sh. 142