Herşeyi yoktan vâreden, varlığı muhakkak lâzım olan hakîkî mâbud. Her varlığın yaratanı, sâhibi, hâkimi O'dur. O'nun hâkimi, âmiri, üstü yoktur.
Dînimizde, Allahü teâlânın vâcib-ül-vücûd ve hakîki mâbud ve bütün varlıkların yaratıcısı olduğuna inanmak îmânın ilk şartıdır. Allahü teâlâya îmân; "Dünyâ âleminde ve âhıret âleminde bulunan her şeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır" diye kesin inanmaktır. Her maddeyi, atomları, molekülleri, elementleri, bileşikleri, organik cisimleri, hücreleri, hayatı, ölümü, her olayı, her reaksiyonu, her çeşit kuvveti, enerji çeşitlerini, hareketleri, kânunları, rûhları, melekleri, canlı cansız her varı yoktan var eden ve hepsini, her an varlıkta durduran yalnız O'dur. Âlemlerde olan her şeyi, hiç biri yok iken, bir anda yarattığı gibi, her zaman, birbirlerinden de var etmektedir. Kıyâmet zamanı gelince, her şeyi bir anda yine yok edecektir. "Her varlığın yaratanı, sâhibi, hâkimi O'dur. O'nun hâkimi, âmiri, üstünü yoktur" diyerek inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat, O'nundur. O'nda, hiç bir kusur, hiç bir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veya başkasına faydalı olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla beraber, her işinde, hikmetler, faydalar, lütûflar, ihsânlar vardır.
Kullarına iyi olanı, faydalı olanı vermeğe, kimisine sevâb, kimisine azâb yapmağa mecbûr değildir. Asîlerin, günah işleyenlerin hepsini Cennet’e koysa, fadlına, ihsânına yakışır. İtâat, ibâdet edenlerin hepsini Cehennem’e atsa, adâletine uygun olur. Fakat, müslümanları ve ibâdet edenleri Cennet’e sokacağını, bunlara sonsuz nîmetler, iyilikler vereceğini, kâfirleri ise, Cehennem’de sonsuz azâbda bırakacağını dilemiş ve bildirmiştir. O, sözünden dönmez. Bütün canlılar îmân edip, itâat etseler O'na hiç bir faydası olmaz. Bütün âlem kâfir olsa, azgın, taşkın olsa, karşı gelse, O'na hiçbir zarar vermez. Kul, bir şey yapmak dileyince, O da isterse, yaratır. Kullarının her hareketini, her şeyi yaratan O'dur. O dilemezse, yaratmazsa, hiç bir şey hareket edemez. O dilemezse, kimse kâfir olamaz. Kimse isyân edemez. Küfrü, günahları, diler ise de, bunlardan râzı değildir. O'nun işine, kimse karışamaz. "Niçin böyle yaptı? Şöyle yapsaydı." demeğe, sebebini sormağa kimsenin gücü ve hakkı yoktur. Şirkten, küfürden başka, herhangi büyük günahı işleyip, tevbesiz ölen kimseyi, dilerse affeder. Küçük bir günah için dilerse azâb eder. Kâfir, mürted olarak ölenleri hiç affetmiyeceğini, bunlara sonsuz azâb edeceğini bildirmiştir.
Allahü teâlâyı, dünyâda baş gözü ile görmek câizdir. Fakat, kimse görmemiştir. Kıyâmet günü, mahşer yerinde, kâfirlere ve günahı olan mü'minlere, kahr ve celâl ile; sâlih olan mü'minlere ise, lütf ve cemâl ile görünecektir. Mü'minler, erkek olsun, kadın olsun Cennet’te cemâl sıfatı ile görecektir. Melekler de görecektir. Kâfirler, bundan mahrûm kalacaklardır. Cinnîlerin de mahrûm kalacaklarını bildiren haber kuvvetlidir. Hadîs-i şerîfde; "Kıyâmet günü Rabbinizi, ondördüncü ayı gördüğünüz gibi görürsünüz!" buyruldu. Allahü teâlâ dünyâda anlaşılamadan bilineceği gibi, âhırette de anlaşılamadan görülecektir. Allahü teâlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Çünkü, Allahü teâlânın işleri akıl ile anlaşılamaz. Dünyâ işlerine benzemez. Fizik ve kimya bilgileri ile ölçülemez. Allahü teâlânın ciheti, karşıda bulunması yoktur. Allahü teâlâ, madde olmadığı gibi, cisim de değildir. Element değildir. Karışım, bileşik değildir. Sayılı değildir, ölçülmez. Hesâb edilmez. O'nda değişiklik olmaz. Mekânlı olmayıp, bir yerde değildir. Zamânlı değildir. Öncesi-sonrası, önü-arkası, altı-üstü, sağı-solu yoktur. Bunun için insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, O'nun hiç bir şeyini anlayamaz. O'nun nasıl görüleceğini de kavrayamaz. El, ayak, cihet, yer ve bunlar gibi, Allahü teâlâya lâyık olmayan kelimelerin, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde bulunması, bizim anladığımız ve öğrendiğimiz, bugün kullanılan mânâlarda değildir. Böyle âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere müteşâbihât denir. Bunlara inanmalı, ne ve nasıl olduklarını anlamağa kalkışmamalıdır. Yâhud bunlar, kısaca veya uzun olarak, te'vil olunur. Yâni, Allahü teâlâya yakışacak mânâ verilir. Meselâ, el kelimesi, kudret, enerji demek olur.
Allahü teâlâ üzerinden, gece gündüz ve zaman geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda, hiç bir bakımdan, hiç bir değişiklik olmayacağı için, "Geçmişte, gelecekte şöyledir, böyledir" denemez. Allahü teâlâ, hiç bir şeye hulûl etmez. Hiç bir şeyle birleşmez. Allahü teâlânın zıddı, tersi, benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur. Her zaman, herkes ile hâzır ve her şeyi muhît ve nâzırdır. Herkese şah damarından daha yakındır. Fakat, hâzır olması, ihâta etmesi, beraber ve yakın olması, bizim anladığımız gibi değildir. O'nun yakınlığı, âlimlerin ilmi, fen adamlarının zekâsı ve evliyânın keşf ve şühûdü ile anlaşılamaz. Bunların iç yüzünü, insan aklı kavrayamaz. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir, hiç birinde değişiklik, başkalaşmak olmaz.
Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir. Yâni, İslâmiyette bildirilen isimleri söylemek câiz olup, bunlardan başkasını söylemek câiz değildir. Meselâ Allahü teâlâya âlim denir. Fakat, âlim demek olan fakîh denmez. Çünkü İslâmiyet, Allahü teâlâya "fakîh" dememiştir. Bunun gibi, Allah adı yerine, tanrı demek câiz değildir. Çünkü tanrı, ilâh, mâbud demektir. Meselâ, "Hindlilerin tanrıları öküzdür" denilmektedir. "Birdir Allah, O'ndan başka tanrı yok" denilebilir. Başka dillerdeki Dieu, Gott ve God kelimeleri de, ilâh, mâbud mânâsına kullanılabilir. "Allah" adı yerine kullanılamaz.
Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. "Binbir ismi var" diye meşhûrdur. Yâni, isimlerinden binbir tanesini insanlara bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâmın dîninde, bunlardan doksan dokuzu bildirilmiştir. Bunlara "Esmâ-i hüsnâ" denir.
Bütün
varlıkların her organının, her hücresinin yaratıcısı, yoktan var edicisi,
yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyde, Allahü teâlânın yüksek zâtının hakîkatini kimse
bilemez. Akla hayâle gelenlerin hepsinden uzaktır. Hiç biri o değildir. Ancak Kur'ân-ı kerîmde, bizzat kendisinin, açıkladığı
sıfatlarını, isimlerini ezberleyip, ulûhiyetini, büyüklüğünü bunlarla tasdik ve
ikrâr etmelidir. Âkıl ve bâliğ olan kadın ve erkek her müslümanın, Allahü teâlânın zâtî ve sübûtî sıfatlarını doğru olarak
öğrenip inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür
olmayıp büyük günahtır.
Bunların
hepsi altıdır. Bu altı sıfatın hiç biri, varlıkların hiç birinde yoktur. Yalnız
Allahü teâlâya mahsusturlar. Bunların
sonradan yaratılan varlıklara hiç bir sûrette bağlantıları da yoktur. Bunlar:
1- Vücûd: Allahü
teâlâ vardır. Varlığı ezelîdir. Vâcibül-vücûddur. Yâni varlığı hep
lâzımdır.
2- Kıdem: Allahü
teâlânın evveli yoktur. Ezelîdir.
3- Beka: Allahü
teâlânın sonu yoktur. Ebedîdir. Hiç yok olmaz. Ortağı olmak muhal
olduğu gibi, zât ve sıfatları için de yokluk muhaldir.
4- Vahdâniyyet: Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve
işlerinde ortağı yoktur.
5- Muhâlefetün-lil
Havadis: Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında hiç bir
mahlûkâtın zât ve sıfatlarına benzemez.
6- Kıyâm bi-nefsihî: Allahü
teâlâ, zâtı ile kâimdir. Durmak için biryere muhtâç değildir. Zîrâ,
her ihtiyaçtan münezzehtir. Bu kâinatı yokluktan varlığa getirmeden önce, zâtı
nasıl ise sonsuz olarak, hep öyledir.
Bunların hepsi sekiz tanedir. Bu sıfatlar, Allahü teâlânın varlığını göstermekte, zâtında, sıfatlarında ve işlerinde kemâl, üstünlük bulunduğunu ve hiçbir kusur, karışıklık ve değişiklik olmadığını bildirmektedir.
1- Hayat; Allahü teâlâ diridir. Hayatı, yarattıklarının hayatına benzemeyip, zâtına lâyık ve ona mahsustur. Bu hayat, ezelî ve ebedîdir.
2- İlim: Allahü teâlâ herşeyi bilir. Bilmesi, yarattığı varlıkların bilmesi gibi değildir. Bilmesinde değişiklik olmaz. Ezelî ve ebedîdir.
3- Sem': Allahü teâlâ işitir. Vâsıtasız, ortamsız işitir. Kulların işitmesine benzemez. Bu sıfatı da, her sıfatı gibi ezelî ve ebedîdir.
4- Basar: Allahü teâlâ görür. Aletsiz ve şartsız olarak gizli ve âşikâr olan herşeyi görür.
5- İrâde: Allahü teâlânın dilemesi vardır. Dilediğini yaratır. Her şey, O'nun dilemesi ile olur. İrâdesine engel olacak hiç bir kuvvet yoktur.
6- Kudret: Allahü teâlânın gücü yeticidir. Hiç bir şey O'na güç gelmez.
7- Kelâm: Allahü teâlâ söyleyicidir. Söylemesi âlet, harfler, sesler ve dil ile değildir. Kur'ân-ı kerîm, O'nun kelâmıdır.
8- Tekvin: Allahü teâlâ yaratıcıdır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. Her şeyi O yaratır.
Allahü teâlânın sıfatları da, zâtı gibi, ezelîdir, ebedîdir. Yâni sonsuz olarak vardırlar. Mukaddestirler. Mahlûkların sıfatları gibi değildirler. Akıl ile, zan ile ve dünyâdakilere benzetilerek anlaşılamazlar. Allahü teâlâ, bu sıfatlarından birer nümûne, insanlara ihsân buyurmuştur. Bunları görerek, Allahü teâlânın sıfatları biraz anlaşılabilir. İnsan, Allahü teâlâyı anlayamayacağı için, Allahü teâlâyı düşünmek, anlamağa kalkışmak câiz değildir.
Allahü teâlânın sekiz sıfat-ı sübûtiyesi, zâtının aynı da değildir, gayrı da değildir. Yâni sıfatları, kendisi değildir. Kendisinden başka da değildir.
Allahü teâlânın sekiz sıfatından her biri basîttir, bir hâldedir. Hiç birinde, hiç bir değişiklik olmaz. Fakat mahlûklara te'alluk bakımından her biri çoktur. Bir sıfatın mahlûklara te'alluku, etkisi bakımından çok olması, bunun basît olmasına zarar vermez. O, bunun gibi, Allahü teâlâ, bu kadar çeşitli mahlûkları yarattı ve hepsini, her ân, yok olmaktan korumaktadır. Fakat O, yine birdir. O'nda değişiklik olmaz. Her mahlûk, her an, her bakımdan O'na muhtâçtır. O, hiç kimseye muhtâç değildir.
Tabîattaki
varlıklar his organları ile tanınmaktadır. Duygu organlarına etki eden şeylere varlık
denir. Varlıkların beş duygu organına yaptıkları etkilere, tesirlere özellik veya sıfat
denir. Varlıklar, birbirlerinden, özellikleri ile ayırt edilmektedir. Işık,
ses, su, hava, cam, birer varlık, yâni mevcûddur. Ağırlığı ve hacmi olan yâni boşlukta
yer kaplayan varlıklara cevher veya madde denir. Maddeler birbirlerinden, sıfatları,
hâssaları ile ayırt edilirler. Hava, su, taş, cam, ayrı birer maddedir. Işık, ses
ise, madde değildir. Çünkü ışık ve ses, yer kaplamaz ve ağırlıkları yoktur. Her
varlık, enerji
yâni kudret
taşımaktadır. Yâni, iş yapabilir. Her madde, katı, sıvı ve gaz olmak üzere üç
hâlde bulunabilir. Katı maddelerin şekli vardır. Sıvı ve gaz hâlindeki
maddelerin, kendilerine mahsûs belli şekilleri yoktur. Bunlar, bulundukları
kabın şeklini alırlar. Maddenin şekil almış hâline cisim denir. Maddeler hep
cisim hâlinde bulunur.
Bütün
cisimler, meselâ dağlar, denizler, her türlü bitki ve hayvanlar, bilinen yüzbeş
elementten meydana gelmektedir. Canlı, cansız her cismin yapı taşı, hep bu yüzbeş
elementtir. Bütün cisimler, bu yüzbeş elementten birinin veya birkaçının
atomlarının bir araya gelmesinden hâsıl olmaktadır. Hava, toprak, su, ısı,
ışık, elektrik ve mikroplar, bileşik cisimlerin parçalanmalarına veya
cisimlerin birleşmelerine sebep oluyorlar. Sebepsiz hiç bir değişiklik olmaz.
Bu değişmelerde, elementler, yâni bu varlıkların yapı taşları, cisimden cisme
yer değiştiriyor veya bir cisimden ayrılarak serbest hâle geçiyorlar.
Cisimlerin yok olduklarını görüyoruz. Gördüğümüze göre hüküm ederek
aldanıyoruz. Çünkü; "Yok oluyor ve var oluyor" dediğimiz bu görünüş,
maddelerin değişmelerinden başka bir şey değildir. Bir cismin, meselâ mezârdaki
ölünün yok olması, yeni cisimlerin, meselâ suyun, gazların ve toprak
maddelerinin var olmaları şeklinde oluyor. Bir değişmede, var olan yeni
maddeler, duygu organlarımıza etki etmezlerse, bunların meydana geldiklerini
anlayamıyoruz. Bunun için, değişikliğe uğrayan birinci maddeye "Yok
oldu" diyoruz.
Yüzbeş
elementten her birinin şekillerinin diğerine benzemediği ve her elementte fizik
ve kimya olayı olduğu görülmektedir. Bir element, bir bileşiğin yapısına
katılınca, iyon hâline geçer. Yâni, atomları elektron verir veya alır. Böylece,
bu elementin çeşitli fizik ve kimya özellikleri değişir. Her elementin
atomları, bir çekirdekle, elektron denilen çeşitli miktarlarda, daha
küçük parçalardan yapılmıştır. Çekirdek, atomun ortasındadır. Hidrojenden
başka, bütün atomların çekirdekleri, proton ve nötron denilen taneciklerden
yapılmıştır. Protonlar, pozitif elektrik yüklüdür. Nötronlar, elektrik yükü
taşımazlar. Elektronlar, negatif elektrik tanecikleridirler ve çekirdek
etrâfında dönerler. Elektronlar, her an yörüngelerinde döndükleri gibi,
yörüngelerini de değiştirmektedirler.
Atomların
çekirdeklerinde de, değişmeler, parçalanmalar olduğu, radyoaktif denilen elementlerden
anlaşılmaktadır. Çekirdeklerin bu parçalanmasında, bir elementin başka elemente
döndüğü, maddelerin yok olarak enerji (kudret) hâline döndüğü de anlaşılmış, bu
değişme Einstein (Aynştayn) tarafından hesâb bile edilmiştir. Demek ki, bileşik
cisimlerde olduğu gibi, elementler de, hep değişmekte, bir hâlden başka hâle
dönmektedir. Canlı cansız her madde değişmekte, yâni eskisi yok olup, yenisi
var olmaktadır. Bugün, var olan her canlı, (her bitki, her hayvan) önce yoktu.
Başka canlılar vardı. Bir zaman sonra da, şimdiki canlılardan hiç biri
kalmayacak, başka canlılar var olacaktır. Cansız varlıkların da hepsi böyledir.
Canlı cansız her varlık, meselâ bir element olan demir veya birkaç cisim
karışımı olan taş, kemik, bütün maddeler, bütün zerreler hep değişmektedirler.
Yâni eskileri yok olmakta ve başkaları var olmaktadır. Var olan madde ile, yok
olan maddenin özellikleri birbirine benziyorsa, insan bu değişikliği
anlayamıyor, maddeyi hep var sanıyor. Sinemada, hareket eden film şeridinde,
objektif önüne, her an başka resimler gelip gitmekte iken seyircilerin bunu
anlamayıp, aynı resmin perdede hareket ettiğini sanmaları gibidir. Kâğıd yanıp
kül olunca bu değişikliği anladığımız için, "Kâğıd yok oldu, kül var
oldu" diyoruz. Buz eriyince; "Buz yok oldu, su var oldu"
diyoruz.
İşte
bütün bu hâdiseler ve bütün varlıklar, Allahü teâlânın
varlığına alâmet olduğu, O'nun varlığını gösterdiği için, mahlûkların hepsine
âlem denir. Varlıkların bir cinsten olanlarına da birer âlem denir. Meselâ
insanlar âlemi, melekler âlemi, hayvanlar âlemi, cansız madde âlemi gibi. Yâhud
her bir cisim, bir âlemdir. Âlem, yâni her şey hâdisdir, yâni mahlûktur. Yâni, yok
iken, sonradan var olmuşlardır. Her zaman, birbirlerinden de var olmaktadırlar.
Cisimlerin maddesi de, sıfatları da, hâdisdir ve hepsini Allahü teâlâ yaratmıştır.
İslâm
âlimleri, maddelerin ve sıfatlarının hâdis olduğunu birkaç yoldan isbât
etmektedirler. Birinci yol, maddeler ve bütün zerreleri hep değişmektedir.
Değişmekte olan şey, kadîm olamaz, hâdis olması lâzımdır. Çünkü her maddenin,
kendinden öncekinden meydana gelmesi işi, sonsuz öncelere kadar gidemez. Bu
değişmelerin bir başlangıcı olması, yâni ilk maddelerin, yoktan var edilmiş
olmaları lâzımdır. Yoktan var edilmiş olan ilk maddeler bulunmasaydı, yâni
sonraki maddenin kendinden önceki maddeden hâsıl olması işi sonsuz öncelere
gitseydi, maddelerin birbirlerinden meydana gelmelerinin bir başlangıcı olmazdı
ve bugün hiç bir maddenin var olmaması lâzım gelirdi. Maddelerin var olmaları
ve birbirlerinden hâsıl olmaları, yoktan var edilmiş olan ilk maddelerden üremiş
olduklarını göstermektedir.
Ayrıca,
gökten düşen bir taşa; "Sonsuzdan geldi" denemez. Çünkü, sonsuz,
başlangıcı, ucu yok demektir. Sonsuzdan gelmek, yoktan gelmek olur. Sonsuzdan
geldiği düşünülen şeyin, gelmemesi lâzım olur. Gelen bir şeye; "Sonsuzdan
geldi" demek, akla, fenne uymayan câhilce bir söz olur. Bunun gibi, insanların
birbirlerinden üremeleri, sonsuz öncelerden gelemez. Yoktan yaratılan bir
insandan başlıyarak üremeleri lâzımdır. "Yoktan var edilmiş olan ilk insan
olmayıp, insanların birbirlerinden üremeleri, sonsuz öncelerden
gelmektedir" denirse, hiçbir insanın varolmaması lâzım olur. Her varlık
için de böyledir. Maddelerin, cisimlerin birbirlerinden hâsıl olmaları için;
"Böyle gelmiş böyle gider. Yoktan var edilmiş ilk maddeler yoktur"
demek, akla ve fenne uymayan, câhilce sözdür. Değişmek, sonsuz olmayı değil,
yoktan yaratılmış olmayı, yâni vâcib-ül-vücûd olmağı değil, mümkin-ül-vücûd olmağı
göstermektedir.
"Bu
âlemi yaratanın kendisi ve sıfatları kadîmdir, ezelîdir. Yaratmak sıfatı kadîm
olduğundan bu âlemin de kadîm olması lâzım gelmez mi?" denirse: cevap olarak
denir ki:
Kadîm
olan yaratıcının, maddeleri, zerreleri, çeşitli sebeplerle değiştirdiği, yâni
yok edip, bunların yerine başkalarını yaratmakta olduğu, her zaman görülüyor.
Kadîm olan yaratıcı, irâde ettiği, dilediği zaman, yâni her zaman maddeleri birbirlerinden
yaratmaktadır. Âlemleri, her maddeyi, her zerreyi sebeplerle yarattığı gibi,
irâde ettiği zaman, sebepsiz, vâsıtasız olarak, yoktan da yaratır.
Âlemlerin
hâdis olduğuna inanan, fânî olduklarına, yâni tekrar yok olacaklarına da
inanır. Yok iken, sonradan yaratılmış olan varlıkların yine yok olabilecekleri
meydandadır. Bir çok varlıkların yok oldukları, yâni duygu organlarına etki
etmeyecek hâle döndükleri, şimdi de görülüyor.
Müslüman
olmak için, maddelerin ve cisimlerin, yâni her varlığın, yoktan var edilmiş
olduklarına ve tekrar yok olacaklarına inanmak lâzımdır. Cisimlerin yok iken
sonradan var olduklarını ve tekrar yok olduklarını yâni şekillerinin ve
özelliklerinin kalmadığını görüyoruz. Cisimler yok olunca maddeleri kalıyor ise
de, bu maddelerin de ezelî olmadıklarını, çok öncelerde, Allahü teâlâ tarafından yaratılmış olduklarını ve
kıyâmet gününde hepsini tekrar yok edeceğini yukarıda bildirdik. Zamânımızın
fen bilgileri, buna inanmağa mâni değildir. İnanmamak, fenne iftirâ etmek ve
İslâm düşmanı olmak demektir. İslâmiyet, fen bilgilerini reddetmiyor. Din
bilgilerini öğrenmemeyi ve ibâdet vazifelerini yapmamayı reddediyor. Fen
bilgileri de, İslâmiyeti inkâr etmemektedir.
Âlem,
hâdis olunca, bunun yoktan yaratanı vardır. Çünkü hiç bir olayın kendiliğinden
olması mümkün değildir. Bu yaratan vâcib-ül-vücûddur. Yâni, yok iken sonradan var
olmuş değildir. Hep var olması lâzımdır. Var olması için hiç bir şeye muhtâç
değildir. Hep var olması lâzım olmasa mümkin-ül-vücûd olur. Âlemler gibi hadis, yâni
mahlûk olur. Mahlûk başka bir mahlûkun değişmesinden veya
yoktan var edilir. Onu da yaratan lâzım olur. Böylece sonsuz yaratanlar lâzım
olur. Mahlûklardaki değişmelerin sonsuz olamayacağı yukarıda bildirildiği gibi
düşünülürse, yaratıcıların da sonsuz olamayacağı, yaratmanın birinci bir
yaratıcıdan başlayacağı anlaşılır. Çünkü yaratıcıların birbirlerini yaratmaları
sonsuz olarak gider denince, hiç bir yaratıcının bulunmaması lâzım olur. İşte,
yaratılmış olmayan birinci ve ilk yaratıcı, mahlûkların tek yaratıcısıdır.
O'ndan önce ve sonra, başka bir yaratıcı yoktur. Yaratıcı yaratılmaz. O, hep
vardır. Bir an yok olsa, her mahlûk yok olur. Vâcib-ül-vücûd hiç bir bakımdan
hiç bir şeye muhtâç değildir. Yerleri, gökleri, atomları, canlıları, düzenli,
hesaplı bir şekilde yaratanın kudretinin, kuvvetinin sonsuz olması, bilici
olması, dilediğini hemen yapması, bir olması, onda hiç değişiklik olmaması
lâzımdır. Kuvveti sonsuz ve âlim olmasa, böyle düzenli, hesaplı bir şekilde
mahlûkları yaratamaz. Bu yaratıcı birden çok olursa, bir şeyin yaratılmasında,
istekleri uymayınca, istediği yapılmayanlar yaratıcı olamazlar ve yaratılan
şeyler karma-karışık olur.
Yaratıcıda
hiç değişiklik olmaz. Şimdi nasılsa, âlemi yaratmadan önce de öyle idi. Her
şeyi yoktan yaratmış olduğu gibi, her zaman da, şimdi de, her şeyi
yaratmaktadır. Çünkü değişmek, mahlûk olmayı, yoktan yaratılmış olmayı
gösterir. O'nun hep var olduğunu, yok olmayacağını yukarıda bildirdik. Bunun
için, O'nda hiç değişiklik olmaz. Mahlûklar ilk yaratılmalarında O'na muhtâç
oldukları gibi, her an da muhtâçtırlar. Her şeyi yaratan, her değişikliği yapan
yalnız O'dur. Düzenli olmaları için ve insanların yaşıyabilmeleri ve medenî
olabilmeleri için, her şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Sebepleri O yarattığı
gibi, sebeplerin tesir etmelerini, iş yapabilmelerini de O yaratmaktadır.
İnsanlar sebeplerin maddelere tesir etmelerine vâsıta olmaktadır.
Aç
olunca, bir şey yemek, hasta olunca ilâç almak, mum yakmak için kibriti çakmak,
hidrojen elde etmek için çinko üzerine bir miktar asit dökmek, çimento yapmak
için kireç taşı ile kili karıştırıp ısıtmak, süt elde etmek için ineği
beslemek, elektrik elde etmek için hidroelektrik santralı kurmak, her çeşit
fabrika yapmak, sebepleri kullanarak, yeni şeyler yaratmasına vâsıta olmaktır. İnsanın,
irâdesi ve kuvveti de Allahü teâlânın
yarattığı birer sebeptir. İnsanlar da Allahü teâlânın
yaratmasına vâsıta olmaktadır. Allahü teâlâ,
böyle yaratmak istiyor. Görüldüğü gibi; "İnsan bir şey yarattı"
demek, akla ve dîne uymayan câhilce, bir sözdür.
İnsan
daha çocukken etrâfında gördüğü eşyanın nereden ve nasıl meydana geldiğini
araştırmağa başlar. Çocuk geliştikçe, üzerinde yaşamakta olduğu bu dünyânın
nasıl muazzam bir eser olduğunu anlayarak hayretten hayrete düşer. Hele yüksek
tahsilini yaparak, her gün etrâfta görülen bütün bu eşya ve mahlûkların
inceliklerini öğrenmeğe başlayınca, hayreti hayranlığa dönüşür. İnsanların,
büyük bir sür'at ile fezâda tek başına dönmekte olan, içerisi ateş dolu,
toparlak (iki kutbu biraz basık) bir küre üzerinde, sırf yerçekimi kuvveti ile
kalabilerek yaşaması ne büyük bir mûcizedir. Yâ etrâfımızdaki dağlar, taşlar,
denizler, canlı varlıklar, nebâtlar nasıl bir büyük kudret sâyesinde meydana
gelebilmekte, gelişmekte ve türlü türlü özellikler göstermektedir. Hayvanların
bir kısmı toprak üstünde yürürken, bir kısmı havada uçar ve bir kısmı su içinde
yaşar. Üzerimize ışıklarını gönderen güneş, düşünebileceğimiz en yüksek harâreti
sağlar ve nebâtların yetişmesini, bâzılarının içinde ise, kimyevî değişiklikler
yaparak, un, şeker ve daha nice maddelerin meydana gelmesini te’min eder.
Hâlbuki yer küresinin, kâinat içinde ufacık bir varlık olduğu bilinmektedir.
Güneş etrâfında dönen gezegenlerden meydana gelen ve içinde dünyâmızın da
bulunduğu güneş sistemi, kâinat (evren) içinde bulunan ve sayısı bilinmeyen pek
çok sistemlerden biridir. Kâinatın kuvvet ve gücünü izâh için bir küçük misâl
verelim: İnsanların en son elde ettikleri muazzam enerji kaynağı, atomları
parçalayarak veya birleştirerek meydana çıkardıkları atom enerjisidir. Hâlbuki,
insanların "En büyük enerji kaynağı" saydıkları atom bombasının
enerjisi, büyük yer sarsıntılarından ortaya çıkan enerji ile karşılaştırılacak
olursa, bu enerjinin, onbinlerce atom bombası enerjisinden daha fazla olduğu
görülür.
İnsan,
kendi vücûdunun ne muazzam bir fabrika ve laboratuvar olduğunun farkına varmaz.
Hâlbuki, yalnız nefes alıp vermek bile çok büyük bir kimyâ hâdisesidir. Havadan
alınan oksijen, vücûtta yakıldıktan sonra, karbondioksit hâlinde dışarı
çıkarılır.
Sindirim
(hazım) sistemi ise, sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan gıda maddeleri ve
içecekler, mîde ve bağırsaklarda parçalanıp öğütüldükten sonra, vücûda faydalı
kısmı, ince bağırsaklarda süzülerek kana karışmakta ve posası dışarı
atılmaktadır. Bu muazzam hâdise, otomatik olarak büyük bir intizam ile
yapılmakta, vücûd bir fabrika gibi işlemektedir.
İnsanın
vücûdunda türlü türlü ve çok karışık formüllü maddeler îmâl eden, türlü türlü kimyasal
reaksiyonlar meydana getiren, analiz yapan, tedâvi eden, tasfiye eden,
zehirleri yok eden, yaraları onaran, türlü maddeleri süzen, enerji veren
tertibat olduğu gibi, mükemmel bir elektrik ağı, mânivela tertibatı, elektronik
bilgisayar, haber verme te'sisâtı, optik, ses alma, basınç yapma ve ayarlama
tertibatı, mikroplarla mücâdele ve onları yok etme sistemi mevcûttur. Kalb ise
hiç durmadan işleyen muazzam bir pompadır. Eskiden, Avrupalılar; "Bir
insanın vücûdunda bol su, biraz kalsiyum, biraz fosfor ve biraz da inorganik ve
organik maddeler vardır. Onun için; "Bir insan vücûdunun kıymeti, beş-on
liradan ibârettir" derlerdi." Bugün, Amerika üniversitelerinde
yapılan hesâblar, insanın vücûdunda durmadan meydana gelen çok sayıda kıymetli
hormon ve enzimlerle bir çok organik preparatların en azından milyonlarca dolar
kıymetinde olduğunu meydana koymuştur. Hele, bir Amerikan profesörünün dediği
gibi; "Otomatik olarak, böyle kıymetli maddeleri muntazaman meydana
getiren bir tertibat yapmağa kalkacak olursak, dünyâda bulunan bütün paralar
bunu yapmağa kâfi gelmez." Hâlbuki, insanda bütün bu maddî mükemmeliyyet
yanında; anlama, düşünme, ezberleme, hatırlama, hüküm ve karar verme gibi çok
muazzam, mânevi kudretler de bulunmaktadır. Bu kudretlerin kıymetini ölçmek,
insanlar için imkânsızdır. Demek ki, insanın bedeni yanında birde rûhu
mevcuddur. Beden ölür, rûh ölmez.
Hayvanlar
âlemine dikkat ile bakacak olursak, yaratıcının büyük kudreti, insanı büsbütün
hayrete düşürür. Bâzı canlı varlıklar o kadar küçüktür ki, bunlar ancak
mikroskop altında görülebilir. Bâzılarının görülebilmesi için (meselâ virüsleri
incelemek için) bir milyon defâ büyülten elektronik ultra mikroskoplara ihtiyaç
vardır.
En
büyük yapay iplik fabrikalarının çeşitli modern makinalarla yaptığı ipeğin
randımanı, küçücük bir ipek böceğinin yaptığı ipeğin randımanının çok
altındadır. Eğer minimini Ağustos böceğinin boyu, bizim ses çıkarmak için
kullandığımız araçlar kadar büyütülmüş olsa, yapılan ince hesâblara göre
çıkaracağı sesle camlar kırılır, duvarlar yıkılırdı. Bunun gibi, eğer bir ateş
böceği, büyük bir sokak lâmbası kadar büyütülmüş olsa, bütün bir mahalleyi
gündüz gibi aydınlatabilirdi. Böyle akıl almaz derecede mükemmel ve muazzam
eserler karşısında hayran olmamak kabil midir? Bunlar yaratıcının ne kadar
büyük, ne kadar kudretli olduğunu göstermeğe yetmez mi? O hâlde, ancak pek ufak
bir parçasını gördüğümüz bu evrenin bir yaratıcısı, bunu kurabilen ve tam
olarak anlamaya aklımızın yeterli olmadığı pek muazzam bir kudret sâhibi
vardır. Bu yaratıcının hiç değişmemesi ve sonsuz var olması gerekir. İşte, bu
yaratıcıya Allah
diyoruz. İslâmiyette ilk esas, Allah'ın varlığını kabûl etmektir.
Etrâfımıza
iyice baktığımız zaman ve târihi okuduğumuz zaman, cisimlerin yok olduklarını,
başka cisimlerin meydana geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler
yok olmuşlar, binâlar, şehirler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydana
gelecek. Fen bilgimize göre, bu muazzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır.
Allah'a inanmayanlar; "Bunları tabîat yapıyor. Her şeyi tabîat kuvvetleri
yaratıyor" diyorlar. Bunlara deriz ki: "Bir otomobilin parçaları,
tabîat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan
soldan çarpan dalgaların tesiri ile bir araya yığılan çöp kümesi gibi mi bir
araya yığılmışlardır? Otomobil, tabîat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket
etmektedir?" Bize gülerek, "Hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl
ile, hesâb ile, plân ile, birçok kimsenin titizlikle çalışarak yaptıkları bir
san'at eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik
kâidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir" demez mi? Tabîattaki
her varlık da, böyle bir san'at eseridir. Bir yaprak parçası, muazzam bir
fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlayabildiği
ince san'atların birer sergisidir. Bugün "Fennin buluşları,
başarıları" diye öğündüklerimiz, tabîattaki bu güzel san'atlardan
birkaçını görebilmek ve taklîd edebilmektir. İslâm'a karşı olanların
kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz bilgini Darwin bile;
"Gözün yapısındaki san'at inceliğini düşündükçe, hayretimden tepem atacak
gibi oluyor" demiştir. Bir otomobilin tabîat kuvvetleri ile, tesâdüfen
meydana geleceğini kabûl etmeyen kimse, baştan başa bir san'at eseri olan bu âlemi
tabîat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, plânlı, ilimli, sonsuz
kuvvetli bir yaratıcının yaptığına inanmaz mı? "Tabîat yaratmıştır. Tesâdüfen
var olmuştur" demek, câhillik, ahmaklık değil midir?
Allahü teâlânın,
sayamıyacağımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde yarattığı varlıklara "tesâdüfen
olmuştur" diyenlerin sözleri câhilcedir ve fen bilimlerine aykırıdır.
Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım.
Bunları elimizle torbadan birer birer ve sıra ile, yâni önce bir numaralı,
sonra iki numaralı ve nihâyet on numaralı olacak şekilde çıkarmağa çalışalım.
Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış taşların
hemen hepsini torbaya atalım ve yeniden, bir numaradan başlamak üzere,
çıkarmağa çalışalım. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda çıkarabilme
ihtimâli on milyarda birdir. On adet taşın bir sıra dâhilinde dizilme ihtimâli
bu kadar az olursa, kâinattaki sayısız düzenin tesâdüfen meydana gelmesine
imkân ve ihtimâl yoktur.
Daktilo
ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişi güzel, meselâ
beş kere bassa, elde edilen beş harfli kelimenin, türkçe veya başka bir dilde
bir mânâ ifâde etmesi acaba ne derece mümkündür? Eğer, gelişi güzel tuşlara
basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, mânâsı olan bir cümle yazılabilecek mi
idi? Kaldı ki, böyle rastgele tuşlara basmakla bir sahîfe yazı veya kitap
teşkil edilse, sahîfenin ve kitabın, tesâdüfen belli bir konusu bulunacağını
zanneden kimseye akıllı denilebilir mi?
Cisimler
yok oluyor, bunlardan başka cisimler meydana geliyor. Ancak, son kimya
bilgilerine göre, yüzbeş madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor.
Radyoaktif hâdiseler elementlerin ve hattâ atomların da yok olduklarını,
maddenin enerjiye döndüğünü haber vermektedir. Hattâ, Einstein (Aynştayn)
adındaki Alman fizikçisi, bu tehavvülün (değişmenin) matematik formülünü ortaya
koymuştur.
Cisimlerin
durmadan tehavvül etmeleri (değişmeleri), birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz
olarak gelmiş değildir. "Böyle gelmiş, böyle gider" denilemez. Bu
değişmelerin bir başlangıcı vardır. "Değişmelerin başlangıcı vardır"
demek; "Maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır" demektir.
"Hiç bir şey yok iken, hepsi yoktan yaratılmıştır" demektir. İlk,
birinci olarak maddeler yoktan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl
olmaları sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lâzımdı.
Çünkü âlemin sonsuz öncelerde var olabilmesi için bunu meydana getiren
maddelerin daha önce var olmaları, bunların da var olabilmeleri için,
başkalarının bunlardan önce var olmaları lâzımdı. Sonrakinin var olması,
öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var
olmayacaktır. "Sonsuz önce" demek; "Bir başlangıç yok" demektir.
"Sonsuz öncelerde var olmak" demek "ilk, yâni başlangıç olan bir
varlık yok" demektir. İlk, birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da
olamaz. Her şeyin her zaman yok olması lâzım gelir. Her birinin var olması
için, bir öncekinin var olması lâzım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi
olamaz. Hepsinin yok olmaları lâzım olur.
Âlemin
şimdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmediğini, yoktan var edilmiş bir ilk
varlığın bulunduğunu göstermekte olduğu anlaşıldı. Âlemin yoktan var edilmiş
olduğuna, o ilk mahlûktan hâsıl ola ola, bugünkü âlemin varlığına inanmak îcâb
eder.
Âlemi
yoktan var eden bir yaratıcının bulunması ve bu yaratıcının hep var olması, hiç
değişmeden, sonsuz varolması lâzım gelir. Her şeyi yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. O'ndan başka yaratıcı yoktur.
Fakat Allahü teâlâ âdet-i ilâhîsine uygun
olarak, her şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Böylece madde âlemine ve sosyal
hayata düzen vermektedir. Sebepsiz yaratsaydı, âlemdeki bu nizâm, bu düzen
olmazdı. Mikroplar hastalığa, bulutlar yağmura, güneş hayata, katalizörler
birçok kimya reaksiyonlarının hızlanmasına ve hayvanlar, bitkisel maddelerin
et, süt, bal hâline gelmelerine, yapraklar organik maddelerin sentezine sebep
oldukları gibi, insanlar da, uçak, otomobil, ilâç, elektrik motorlarının ve
daha nice şeylerin yapılmasına sebep olmaktadır. Bütün bu sebeplere tesir eden
kuvvet, Allahü teâlâdır. İnsanlara fazla
olarak akıl ve irâde de vermiştir. Sebeplere, vâsıtalara, yaratıcı demek doğru
olamaz.
Allahü teâlâ
zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep vardır
ve hep var olacaktır. Varlığının önünde ve sonunda da yokluk olamaz. Çünkü
O'nun varlığı lâzımdır, yâni Vâcib-ül-vücûddur. O makâmda, yokluk olamaz. Allahü teâlâ birdir. Yâni şerîki, benzeri yoktur.
Vâcib-ül vücud olmakta, ulûhiyete ve ibâdet olunmağa hakkı olmakta ortağı
yoktur. Ortağı olmak için, Allahü teâlânın
kâfi olmaması ve müstakil olmaması lâzımdır. Bunlar ise kusurdur, noksanlıktır.
Varlık ve ulûhiyet için noksanlık olamaz. O kâfidir, müstakildir. Yâni kendi
kendinedir. O hâlde şerîke, ortağa lüzum yoktur. Lüzumsuz olmak ise, bir
kusurdur ve vücûba ve ulûhiyete yakışmaz. Görülüyor ki, şerîki olduğunu
düşünmek, ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor. Yâni ortak
bulunmasını düşünmek, ortak bulunmayacağını meydana çıkarıyor. Şu hâlde Allahü teâlânın şerîki, ortağı, benzeri yoktur.
Yâni birdir.
Müslüman,
ilk olarak Allah'ın varlığını, büyüklüğünü, birliğini, doğmadığını,
doğurulmadığını, dâim ve değişmez olduğunu bütün kalbi ile kabûl eder. Bu
inanış, İslâm'ın ilk şartıdır.
Allahü teâlâdan
korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek,
ibâdetlerin en makbûlüdür. Allahü teâlâdan
korkmak ve O'nu sevmek, bir bilgi işi olmakla beraber, aynı zamanda, bir
çalışma, bir gayret işidir. Herkes kolaylıkla bunları elde edemiyor. Allahü teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir.
Korku ve haşyet verir. Bunu herkese nasîb etmiyor. Nâsîb ettiği kulunu seviyor
demektir. Çok kimse, uzun gayret, telkinler, çalışmalar sonunda bu mertebeye
erişiyor.
Allahü teâlâdan
korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pek
çok sebep vardır. Dünyâda insanın başına gelen felâketleri düşünelim:
Hastalanmak, yaralanmak, vücûdun bir parçasından mahrûm olmak, aç kalmak, susuz
kalmak, fakir olmak, akıldan mahrûm olmak, çoluk ve çocuğunun başına felâketler
gelmek, yangınlar, zelzele... gibi mahlûklar vâsıtasıyla veya doğrudan doğruya cenâb-ı Hak tarafından insanlara takdir edilen
felâketler, elemler hepsi O'ndan gelmektedir. Dünyâdaki elemler nihâyet
geçicidir. Âhıretteki ise, ebedîdir. Oradaki azâb, bitmeyen bir azâbdır. Yâhud,
îmânla âhırete intikâl etmiş günahkâr bir müslüman ise, cenâb-ı Hakk'ın irâde ettiği kadar, azâb
görecektir. Âhıret azâbı, kabre girildiği andan îtibâren başlayacaktır. Bütün
bunlar, cenâb-ı Hak'tan korkmak için,
yeter derecede sebepler değil midir? Cenâb-ı Hakk'ı
sevmek için de, sebepler pek çoktur. Evvelâ, müslüman olarak dünyâya gelmek,
yâni, bir müslüman ananın ve bir müslüman babanın evlâdı olarak dünyâya gelmek,
bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek, Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek için tek başına
en büyük sebeptir. Meselâ, hıristiyan olarak dünyâya gelmiş olsaydık, artık
müslümanlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor veya imkansız olurdu. Hıristiyan
topluluğu içinde yaşar ve âhırete îmânsız olarak giderdik. Zamânımızda müslüman
olarak doğmak da kâfi değildir. Müslümanlığı sevmiş, elinden geldiği kadar
müslümanlık yolunda yürümeğe gayret etmiş bir âilenin çocuğu olmak da ayrı bir
tâlihtir. İsmi, Ahmed veya Hatice olup da, müslümanlık îcâblarını yapmayan,
hattâ müslümanlığı hor gören, nice sözde müslümanlar var. Akıl ve iz'ân sâhibi
olmak, iyi ve kötüyü anlayabilmek bir tahsil ve anlayış seviyesinde bulunmak
da, Allahü teâlânın en büyük
nîmetlerindendir. Bundan başka, insan haklarını tanıyan bir hükümetin ferdi
olarak yaşamak, sıhhatte olmak, fakir olmamak gibi binlerce nîmet, hep cenâb-ı Hakk'ın lütûf ve ihsânıdır. Bu saydığımız
nîmetlerden mahrûm olan milyonlarca insanın, milyonlarca müslümanın bulunduğunu
düşünürsek, cenâb-ı Hakk'ı nasıl sevip,
şükretmemiz lâzım geldiği kolayca anlaşılır.
Bizi
yoktan var eden ve her nîmeti gönderen Allahü teâlâya
ibâdet etmemiz lâzım ve zarurîdir. Bu husûsta İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) bir mektubunda buyurdu ki: İyice
düşünmeli, anlamalıdır ki, herkese her nîmeti gönderen, yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi var eden, ancak O'dur.
Her varlığı, her ân varlıkta durduran hep O'dur. Kullardaki üstün ve iyi
sıfatlar, O'nun lütfu ve ihsânıdır. Hayatımız, aklımız, bilgimiz, gücümüz,
görmemiz, işitmemiz, söyliyebilmemiz, hep O'ndandır. Saymakla bitirilemeyen
çeşitli nîmetleri, iyilikleri gönderen; insanları güçlüklerden, sıkıntılardan
kurtaran, duâları kabûl eden, dertleri, belâları gideren O'dur.
Rızkları
yaratan, ulaştıran yalnız O'dur. İhsânı o kadar boldur ki, günah işleyenlerin
rızkını kesmiyor. Günahları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen
yasaklarından sakınmayan azgınları, herkese rezîl ve rüsvây etmiyor ve nâmus
perdelerini yırtmıyor. Affı ve merhameti o kadar çoktur ki, cezâyı ve azâbı hak
edenlere azâb vermekte acele etmiyor. Nimetlerini, ihsânlarını, dostlarına ve
düşmanlarına saçıyor. Kimseden bir şey esirgemiyor. Bütün nîmetlerinin en
üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saâdet ve kurtuluş yolunu
gösteriyor. Yoldan sapmamak, Cennet’e girmek için teşvik buyuruyor. Cennet’teki
sonsuz nîmetlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi rızâsına, sevgisine
kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine uymamızı emrediyor. İşte, Allahü teâlânın nîmetleri güneş gibi meydandadır.
Başkalarından gelen iyilikler, yine O’ndan gelmektedir. Başkalarını vâsıta
kılan, onlara iyilik yapmak isteğini veren, onlara iyilik yapabilecek gücü,
kuvveti veren, yine O’dur. Bunun için, her yerden, herkesden gelen nîmetleri
gönderen hep O'dur. O'ndan başkasından iyilik, ihsân beklemek emânetçiden,
emânet olarak bir şey istemeğe ve fakirden sadaka istemeğe benzer. Bu
sözlerimizin, yerinde ve doğru olduğunu, câhil olanlar da, âlimler gibi, kalın
kafalılar da, zekî, keskin görüşlü olanlar gibi bilir. Çünkü anlatılanlar,
meydanda olup, düşünmeğe bile lüzum görülmeyen bilgilerdir.
İnsanın,
bu nîmetleri gönderen Allahü teâlâya,
gücü yettiği kadar şükretmesi, insanlık vazifesidir. Aklın emrettiği bir
vazife, bir borçtur. Fakat, Allahü teâlâya
yapılması gerekli bu şükrü yerine getirebilmek, kolay bir iş değildir. Çünkü
insanlar, yok iken sonradan yaratılmış, zayıf, muhtâç, ayıplı ve kusurludur. Allahü teâlâ ise, hep var, sonsuz vardır.
Ayıplardan ve kusurlardan uzaktır. Bütün üstünlüklerin sâhibidir. İnsanların Allahü teâlâya hiç bir bakımdan benzerlikleri,
yakınlıkları yoktur. Böyle aşağı kullar, öyle bir yüce Allah'ın şânına
yakışacak bir şükür yapabilir mi? Saygı ve şükür sandıklarımız, beğenilmeyen,
bayağı şeyler olabilir. Bunun içindir ki, insanlar, kendi kusurlu akılları,
kısa görüşleri ile Allahü teâlâya karşı
şükür, saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükür etmeye, saygı göstermeye yarayan
vazifeler, Allahü teâlâ tarafından
bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir.
İşte,
insanların Allahü teâlâya karşı, kalb,
dil ve beden ile yapmaları ve inanmaları lazım olan şükür borcu, kulluk vazifeleri, Allahü
teâlâ tarafından bildirilmiş ve O'nun sevgili Peygamberi tarafından
ortaya konmuştur. Allahü teâlânın
gösterdiği ve emrettiği kulluk vazifelerine İslâmiyet denir. Allahü
teâlâya şükür, O'nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu
yola uymayan, bunun dışında kalan hiç bir şükrü ve ibâdeti, Allahü teâlâ kabûl etmez, beğenmez. Çünkü
insanların, iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyet, bunları
beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir.
Aklı
olan kimselerin, Allahü teâlâya şükür
etmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır. O'nun yoluna İslâmiyet
denir. Muhammed aleyhisselâma uyan kimseye müslüman denir.
Allahü teâlâya şükretmeğe, yâni Muhammed aleyhisselâma
uymağa, ibâdet
etmek denir. İslâmiyet iki kısımdır:
1-
Kalb ile îtikâd edilmesi, inanılması lâzım olanlar. Bunlara usûl-i dîn denir.
2-
Beden ile ve kalb ile yapılacak ibâdetler. Bunlara fürû-i dîn denir.
Îmân
ve îtikâd aynıdır. Bunları anlatan geniş ve derin ilme ilm-i kelâm denir. Kelâm ilmi âlimleri, çok büyük
insanlardır ve kelâm kitapları pek çoktur. Bu kitaplara akâid kitabı da denir. Amel edilecek, yâni kalb
ile ve beden ile yapılacak ve sakınılacak şeylere, ahkâm-ı şer'iyye denir. Beden ile
yapılacak ahkâm-ı şer'iyyeyi bildiren ilme ilm-i
fıkh denir. Dört
mezhebin kelâm kitapları aynı olup, fıkıh kitapları başka başkadır. Halk için,
yânî yüksek din ilimlerini tahsil etmemiş olanlar için yazılmış olan ve
herkesin bilmesi ve yapması gereken kelâm (yâni îmân), ahlâk ve fıkıh
bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara ilm-i
hâl kitapları denir. Dînini bilen seven ve kayıran mübârek
insanların ilm-i hâl kitaplarını alıp; çoluğuna ve çocuğuna öğretmek her
müslümanın birinci vazifesidir.
--------------------------------------------------------
1)
Tefsîr-i Mazharî; cild-10, sh. 329
2)
Fıkh-ül-ekber (İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İstanbul 1970)
3) El-Kavl-ül-fasl (Muhyiddîn Muhammed, İstanbul 1984)
4) Kitâb-üt-tevhîd (İmâm-ı Mâtürîdî, Beyrut 1970)
5) Akâid-i Nesefî (Necmeddîn Ebû Hafs Ömer, İstanbul
1980)
6)
Nuhbet-ül-leâlî (Muhammed bin Süleymân Hâlebî, İstanbul 1985)
7) El-Îmân vel-İslâm (Hâlid-i Bağdâdî, İstanbul 1985)
8) Şerh-i Mevâkıf (Seyyid Şerif Cürcânî, İstanbul 1266)
9) Âmentü Şerhi
(Kâdı-zâde, İstanbul 1232)
10) Şerh-ül-mekâsıd (Sadeddîn Teftâzânî, İstanbul 1305)
11) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; cild-2, mektup 9,
cild-3, mektup, 17
12) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 349, 404, 723, 1005
13) Herkese Lâzım Olan Îmân; sh. 5, 15, 63, 71
14) Şerh-i Akâid (Teftâzânî, İstanbul 1980)
15) El-Merâh-ül-meâlî (Âsım Efendi, İstanbul 1304)
16) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 189