Kalbe
gelen tesirleri inceleyerek, iyilerini kötülerinden ayıran kuvvet. Lügatte;
kalb, diyet, sığınak, idrâk merkezi, hâfıza, kale, iyiyi kötüden ayırabilme
kâbiliyeti, düşünme ve anlama hâssası, zihin, anlayış, idrâk, zekâ, düşünme, hatır,
görüş, tedbir gibi mânâlara gelir. İstilâhda ise akıl; kalbe gelen tesirleri
inceliyerek, iyilerini kötülerinden ayıran bir kuvvettir. Akıl, mahlûkât
(varlıklar) içinde en önce yaratılan varlıklardandır.
"Riyâd-ün-nâsıhîn"
kitabında buyuruluyor ki: "Akıl, insanın gönlüne yerleştirilmiş bir
nûrdur. Buna sâhip olan insan, akılla karşısındaki şeyleri anlıyabilir. İnsan
akıllı olduğundan, emirleri yapmak ve yasak edilenlerden sakınmakla
emrolunmuştur. İnsan aklıyla doğru ve yanlışı ayırır, iyi veya kötü amel (sevâb
veya günah) işler ve bu amelleri için hesâba çekilir. İdrâk (anlama) kuvveti
olan akıl, insanların şahsiyetlerinin ve tabîatlerinin başka başka olması gibi
şahıslarda değişik olarak bulunur. Bâzı kimselerin aklının çok ve kuvvetli
olmasına karşılık bâzılarınınki de zayıf ve azdır. Fakat; hemen hemen her
insanda, fayda ve zararı, İslâmiyetin iyiliğini, ona uyanın dünyâ ve âhıret
saâdetine kavuşacağını anlayacak kadar akıl vardır.
Bâzı
âlimler; "Akıl, kişinin, sözünün ve işinin doğru olmasıdır"
demişlerdir. Ayrıca; "Sözleri, işleri ve hareketleri karışık olan
bunaktır, yâni aklı yok denecek kadar azdır. O kimsede bâzan doğruluk ve bâzan
yanılma çok olur" demişlerdir.
Yine
"Riyâd-ün-nâsıhîn" kitabında diyor ki: "Allahü teâlâ meleklere akıl verdi, şehvet vermedi.
Hayvanlara şehvet verdi, akıl vermedi. İnsana ise; hem aklı hem şehveti
verdi." İmâm-ı Gazâlî hazretleri ise "İhyâu ulûmiddîn"
kitabında: "Akıl ile şehvet birbirinden tamâmen ayrı ve birbirine zıt olan
iki varlıktır. Aralarındaki ayrılık gece ile gündüz gibidir. Birbirlerini kabûl
etmezler. Karşılaştıkları vakit aralarında savaş başlar. Galip olan taraf
diğerini ezer" buyurmaktadır.
Aklı,
şehvetine gâlip ve hâkim olan insan çok yükselir. Meleklerden de üstün olur.
Aklı şehvetine mağlûb ve esir olan ise alçalarak hayvanlardan daha aşağı
derecelere düşer.
"Hulâsat-ül-hakâik"
kitabında diyor ki: "Akıl, ıkâl kelimesinden alınmıştır. Ikâl, devenin
kaçıp gitmemesi için dizlerini birbirine bağlayan dizbağına, kösteğe verilen isimdir.
Ikâl, deveyi kaçıp gitmekten koruduğu gibi, akıl da insanı uygunsuz işler
yapmaktan korur."
Süfyân
bin Uyeyne (rahmetullahi aleyh); "Akıllı
kimse, iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce alan, kötüyü görünce
reddedendir" buyurmuştur. Tabiînin büyüklerinden Vehb bin Münebbih
hazretleri; "Muhammed aleyhisselâmı hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, önce gelenlerin ve
sonra geleceklerin hepsinin aklı, Resûlullah'ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) aklı yanında,
dünyâdaki kum tanelerinin hepsine göre tek bir kum tanesi gibidir"
buyurmuştur.
Hazret-i
Ali buyurdu ki: "Akıl öyle bir ağaçtır ki, kökü takvâ, dalı hayâ ve
meyvesi verâdır. Akıl ağacının kökü olan takvâ; insanı, fıkha, zühde ve Allahü teâlânın gayrisinden yüz çevirip, yalnız
O'na yönelmeye dâvet eder. Akıl ağacının dalı olan hayâ ise; insanı, doğru
sözlü olmaya, çok iyilik yapmaya ve şüpheli olan şeyleri terk etmeye sevkeder.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "İslâmiyet akla tâbi olmayı emir, nefse
tâbi olmayı da yasak ediyor. Çünkü, tabîatı îcâbı akıl, İslâmiyete uymayı, nefs
ise, uymamayı, emr ve teşvik ederler. Akıl yaratılmasaydı, insan hep nefsine
uyar, felâketlere sürüklenirdi. Bununla beraber nefsin yaratılmasında da
hikmetler vardır. Nefs olmasaydı, insan yaşamasında, üremesinde ve medenî hayat
için çalışmasında kusur ederdi. Böylece nefs ile cihâd sevâbından mahrûm
kalırdı."
"Berîka"
kitabındaki hadîs-i şerîflerde
buyuruldu ki:"Aklın
alâmeti, nefse sâhip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları
hazırlamaktır. Ahmaklığın alâmeti de nefse uyup, Allah'dan af ve merhamet
beklemektir."
"Aklı olan kimse,
nefsine uymaz ve ibâdet yapar. Ahmak olan nefsine uyar, sonra Allah'ın
rahmetini bekler."
"Riyâd-ün-nâsihîn"deki
bir hadîs-i şerîfde Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) Ebû Zer'e (radıyallahü anh)
buyurdu ki: "Allahü teâlânın haram eylediklerinden kaçın ve emrettiklerini yerine
getir ki akıllı olasın."
"İhyâu
ulümiddîn" kitabında bildirilen hadîs-i
şerîflerde buyuruldu ki:
"İnsanın, akıl gibi
yüksek iktisâbı (kazancı) olamaz. Akıl,
sâhibini iyiliğe ulaştırır, fenâlıktan alıkor. Aklı kemâle ermedikçe insanın
dîni müstakîm (dosdoğru) ve îmânı tamam olmaz"
"İnsan, güzel ahlâkı
sebebiyle, gündüzleri oruç tutan ve geceleri ibâdetle geçirenlerin derecesine
ulaşır. Fakat aklı tamam olmadıkça ahlâkı güzelleşmez. Aklı olgunlaşınca îmânı
kemâle erer. Rabbine itâat ve düşmanı olan şeytana isyân eder."
Hazret-i
Âişe birgün Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem); "Yâ Resûlallah!
İnsanlar dünyâda ne ile üstünlük kazanırlar?" diye suâl ettiğinde "Akıl
ile" diye cevap verdi. Âişe (radıyallahü
anhâ); "Herkesin kıymeti, ameli ile ölçülmez mi?" deyince,
Resûl aleyhisselâm; "Yâ Âişe! İnsanlar akıllarının aldığından
fazla bir şey yapabilirler mi? Allahü teâlânın kendilerine ihsân ettiği
akılları nisbetinde amel ederler. Ondan sonra da amellerine göre
mükâfatlandırılırlar" buyurdu.
İbn-i
Abbâs'ın (radıyallahü anhümâ) bildirdiği bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: "Her şeyin
bir âleti, bir hazırlık istidâdı vardır. Mü’minin âleti, akıldır. Her şeyin bir
bineği vardır. Kişinin bineği aklıdır. Her şeyin bir direği vardır. Dînin
direği akıldır. Her kavmin bir dayanağı vardır, ibâdetin dayanağı akıldır. Her
kavmi bir çağıran (davet eden) vardır. Âbidleri ibâdete dâvet eden de akıldır..."
Seyyid
Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri "Seâdet-i Ebediyye" kitabında bulunan
bir mektubunda buyuruyor ki: "Akıl, bir kuvve-i derrâkedir. Yâni anlayıcı
bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmak için
yaratılmıştır. Akıl, sâdece, insan, melek ve cinlerde vardır. Çünkü, mahlûkât
içerisinde, hakkı bâtıl ile karıştırabilecek olanlar yalnız bunlardır. Allahü teâlânın kendisinde ve O'na âid bilgilerde,
hakkın bâtıl ile karıştırılması olamıyacağından, o bilgilerde, akıl yalnız
başına sened olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde hakkı bâtıl ile karıştırmak
mümkün olduğundan, kullar arasındaki bilgilerde aklın işe karışması doğru olur.
Allahü teâlâya âid bilgilerde hakkı bâtıl
ile karışdırmak istidâdı olmadığından, akıl; o bilgilerde ileri gidemez.
Rubûbiyyet, yaratıcılık, her bakımdan bir olmak ister. Orada, ayrılık gayrılık
olamaz. Bundan dolayı, orada aklın işi yoktur.
Akıl,
bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya âid
bilgilerde, kıyâs (ölçmek) olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde, kıyâs olup, doğru
kıyâs etti ise sevâb kazanır. Yanlış kıyâs etti ise af olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde kıyâs olsa, şâhid
ile gâibe istidlal (bilinmiyeni, bilinene benzeterek anlamağa çalışmak) lâzım
olur. Yâni, anlaşılmıyan şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak olur. Akıl ve ilim
adamlarının hepsi, şâhidden gâibe istidlalin bozuk bir yol olduğunu, sözbirliği
ile bildirmektedir. Akıl, yalnız, Allahü teâlânın
varlığını isbât etmekde biraz iş görür. Bu bilgi, derin ve güçtür. Önce, aklın
müşekkik mi, mütevâtî mi olduğunu bilmek gerekir.
Mütevâtî; bir cins içinde bulunan fertlerin
hepsinde eşit mikdarda bulunan sıfat demektir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları
gibi. İnsanlık, en yüksek insan ile en aşağı bir insanda müsâvîdir (eşittir).
Meselâ bir peygamberin ve bir kâfirin insanlığı müsâvîdir. İnsanlık peygamberde
daha çok, daha kuvvetli değildir. Bir nebînin insanlığı ile bir kâfirin
insanlığı arasında fark yoktur. Cemşid gibi meşhûr bir pâdişâh ile, bir köy
çobanının insanlığı aynıdır. Yâni Cemşid'deki insanlık, çobandaki insanlıktan
üstün değildir. İnsanlık bakımından ikisi de aynıdır.
Müşekkik ise bir cins içindeki fertlerin
hepsinde müsâvî miktarda bulunmayan sıfattır. İlim gibi. İlim, âlimlerin
bâzısında çok, bâzısında azdır. Büyük bir fen adamı da olan bir İslâm âliminin
ilmi, bir köy hocasındaki ilimden elbette daha çoktur ve daha geniş, daha
parlaktır. O hâlde, din bilgilerinde, hangi âlimin bilgisine güvenilir? Elbette,
en büyük ve ilmi çok ve fen kollarında tetkik ve tecrübe sâhibi olan âlimin
ilmine daha çok güvenilir. Bunun üstünde, başka bir âlim bulunursa, elbette ona
daha çok îtimâd edilir.
Akıl,
insanlık gibi mütevâtî midir, yoksa ilim gibi müşekkik midir? Elbette
müşekkiktir. Yâni, nev'inin, yâni kendilerinde akıl bulunan insan, cin ve melek
sınıflarının bütün fertlerinde müsâvî (eşit) olarak bulunmaz. O hâlde, en
yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece farkı vardır.
Akıl,
başlıca iki kısımdır: Selîm akıl, sakîm akıl. Bunların her ikisi de
akıldır. Tam selîm akıl, hiç yanılmaz; pişman olacak hiç bir harekette bulunmaz
ve düşündüğü şeylerde aslâ hatâ etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işleri yapar.
Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. Böyle akıl ancak peygamberlerde
"aleyhimüssalâtü vesselâm" bulunur. Peygamberler selîm akıl sâhibi
olduklarından her başladıkları işte muvaffak olmuşlardır; pişman olacak, zarar
görecek birşey yapmamışlardır. Eshâb-ı kirâmın, Tabiîn ve Tebe-i tabiînin, din
imâmlarının (rahmetullahi aleyhim) akılları da
bunların akıllarına yakın olup, ahkâm-ı İslâmiyye'ye uygun akıllardır. Onun
için, bunların zamanında, İslâmiyet genişledi. Müslümanlar çoğaldı. Târihi iyi
anlayan, bunu pek iyi görür.
Sakîm
akıllar; selîm akılların aksi, tam tersi olan akıllardır. Düşündükleri şeylerde
ve yaptıkları işlerde yanılarak, üzüntüye, pişmanlığa, zarara, sıkıntıya sebep
olur.
Bu
iki kısım akıl arasında, çok çeşitli dereceler vardır. Şunu da bildirelim ki,
mü’minlerin, dînî ve dünyevî aklı olduğu gibi kâfirlerin de, dînî ve dünyevî
aklı vardır. Kâfirin dünyâ işlerine eren aklı, âhıret işlerine eren aklına
nisbetle üstündür. Mü'minin âhıret işlerini anlayan aklı ise dünyâ işlerini
anlayan aklından daha üstündür. Fakat, bu hâl devamlı değildir. Dünyâ geçer,
biter. Geçici işlere yarayan akıl, devamlı olan, bitmeyen işlere yarayan
akıldan daha kıymetli olamaz.
Akıl
ile zekâyı birbirine karıştırmamalıdır. Zekâ, sebep ile netîce arasındaki
bağlılıkları bulmaya, benzeyiş ve ayrılışları anlamaya yarayan şeydir. Zekâ
için çeşitli târifler yapılmış olup, bâzıları şöyledir:
"Zekâ;
yeni îcâb ve vaziyetlere, zihnin en iyi şekilde uymasıdır."
"Zekâ;
düşünceyi, hayatın yeni şartlarına uydurmaktır."
"Zekâ;
problem, mes'ele çözmek kuvvetidir."
Bu
târifler gösteriyor ki, zekâ; sevk-i tabiîden, yâni içgüdüden yukarı,
akıldan aşağı, bir şuur basamağıdır. Aklın tatbikcisi gibi olan zekâ, akıldan
önce teşekkül etmektedir. Akıl sâhipleri, teorik yollar ve kâideler ortaya
koyar. Zekî kimse, bunların pratiğe tatbikini sağlar. Fakat, aklı az ise, akıl
sâhiplerinden öğrendiklerini kullanmakla kalıp, zarurî ve küllî prensiplere,
kendiliğinden ulaşamaz. Yâni, zihni iyi işlemez ve istidlalleri doğru yapamaz. Zekâ,
düşünebilmek kuvvetidir. Fakat, düşüncelerin doğru olması için, akıl lâzımdır.
Zekî insan, düşüncelerinin doğru olabilmesi için, birtakım prensiplere
muhtâçtır. Bu prensipleri idâre eden akıldır. O hâlde, her zekî kimseyi akıllı
sanmak doğru olamaz. Zekî bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akıllılardan
öğrendiği usûlleri, yeni harb şartlarına uydurarak, kıtaları fethedebilir.
Fakat, aklı az ise, bir hatâ ile, başarıları, felâkete döner.
Bir
arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki
arslanlardan, onbin kat daha korkunç olurdu. Akılsız, inançsız kimse de,
kuvvetinin ve zekâsının çokluğu kadar, cemiyetlere büyük tehlike olur.
Netîce
olarak; her işte ve hele dînî işlerde akla güvenilemiyeceği, bu işlerin akıl
ile ölçülemeyeceği meydana çıkar.
Din
işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü, akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı,
birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selîm olmayan aklı bâzan doğruyu bulur,
bâzan da yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, değil din
işlerinde, mütehassıs olduğu dünyâ işlerinde bile çok hatâ eder. Çok yanılan
bir akla nasıl güvenilebilir? Devamlı, sonsuz âhıret işlerinde, nasıl olur da
akla uyulur?
İnsanların
şekil ve ahlâkları başka başka olduğu gibi, akıl, tabîat ve ilimleri de ayrı
ayrıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına hiç de uygun
gelmeyebilir. Birinin tabîatine uygun olan bir şey, başkasının tabîatine
uymayabilir. O hâlde, din işlerinde, akıl; tam bir ölçü, doğru bir senet
olamaz. Ancak, akıl ile din birlikte, tam bir vesîka ve doğru bir ölçü olur.
Bunun için İslâm âlimleri; "Dînini ve îmânını; insan düşüncelerinin
netîcelerine bağlama ve akıl ile inceleyerek varılan sonuçlara uydurma!"
buyurmuşlardır.
Evet,
akıl hüccettir, doğru yolu gösterir. Fakat, bunu selîm olan akıl yapabilir, her
akıl yapamaz.
Demek
oluyor ki, selîm olmayan akılların, yanılmalarından dolayı bir hakîkati kabûl
etmemeleri, uygun bulmamaları, birşey ifâde etmez. Selîm olan akıllar, yâni
peygamberlerin "aleyhimüsselâm" ve vârislerinin akılları, din
hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür.
İslâmiyetin her hükmü, bu akıllar için, pek meydanda, aşikâr ve apaçıktır.
Sened ve isbâta lüzum olmadığı gibi, tenbîhe ve haber vermeğe de gerek
yoktur."
Hindistan'da
yaşamış İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülazîz-i Dehlevî (rahmetullahi aleyh) Fârisî olarak yazdığı
"Tefsîr-i Azîzî"de Fatihâ sûresini açıklarken, "Sırat-ı
müstekîm"i de uzunca bildirmiştir. Burada buyuruyor ki: "...Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan,
insanlarda, saâdeti felâketten, doğruyu eğriden ve fâideliyi zararlıdan
ayırabilen bir kuvvet de yarattı. Bu çok kıymetli kuvvet, akıldır. Şaşmayan,
yanılmayan akla akl-ı
selîm denir. Akl-ı selîm sâhibi olan kimse nefsine uymaz. İslâm
dînine uyar. Aklı dinlemeyen kimse ise nefsine uyar.
Allahü teâlâ,
bütün insanlara, îmân etmelerini emretti. İnsanlar arasından dilediklerine
merhamet edip, bunların akla uyarak îmân etmelerini nasîb eyledi. Bu kullarının
kalblerini îmân ile doldurdu. Akıllarına uymayıp, Allahü
teâlânın dâvetini kabûl etmiyenlerden, dilediklerini kendi taşkın,
azgın hâllerinde bıraktı. Dilediklerini de yine ihsân ederek, dilediği zaman
hidâyete kavuşturdu ve kalblerini îmân ile doldurdu. Kendi hâllerinde bıraktığı
kullarından, gafletten uyanarak doğru yolu arayanlara da, merhamet ederek, hidâyete
kavuşturacağını vâd etmektedir.
İmâm-ı
Gazâlî hazretleri, "El-Munkızü anid-dalâl" adlı kitabında buyuruyor
ki: "Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde
olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile
anlaşılan şeyleri anlamayacağı gibi, aklın da, peygamberlik makâmında anlaşılan
şeyleri ölçmesi mümkün değildir. Bunların doğru ve yanlış olduğuna karar
veremez. "Akıl, doğruyu, iyiyi bulmaya yarayan bir âlet ise de, yalnız
başına bulamaz, noksandır.
Nakil
yolu ile anlaşılan, yâni peygamberlerin "aleyhimüsselâm" söyledikleri
şeyleri, akıl ile araştırmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı yokuşa
çıkarmak için zorlamağa benzer. Bu durumda at yokuşa sürülür ve kamçılanırsa,
çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar; yâhut, alışmış olduğu yola kavuşmak
için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar. Sonunda eşyalar harâb olur.
Akıl da, ulaşamadığı ve anlıyamadığı âhıret bilgilerini çözmeğe zorlanırsa, ya
yıkılıp, insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünyâ işlerine
benzetmeğe kalkışarak yanılır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvveti ile
anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan
şeyleri birbirleri ile ölçerek iyilerini kötülerinden ayırmağa yarayan, bir
mi'yâr, bir ölçü âletidir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara
eremiyeceğinden, şaşırıp hayrete düşer. O hâlde peygamberlerin bildirdikleri
şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Görülüyor ki,
peygamberlere (aleyhimüsselâm) tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzumdur ve
aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve
üstünde bulunan sözlerini, akla danışmağa kalkışmak, akla aykırı bir iş olur.
Böyle bir davranış, gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervasızca
yürümeğe ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer. (Bu
da her an uçuruma, girdaba düşmeye sebep olur.) Nitekim, felsefeciler ve
tecrübeleri, hayâlleri ile îzâha kalkışan maddeciler; akılları dışında bulunan
mes'elelerin çoğunda yanılmışlar, bir yandan bâzı hakîkatleri meydana
çıkarmalarının yanında, bir taraftan da, insanların saâdet-i ebediyyeye
kavuşmalarına mâni olmuşlardır. Tecrübelerin dışına taşmayan akıl sâhipleri, bu
acıklı hâli, her zaman görmüş ve haber vermişlerdir.
İslâm
dîninde aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat akla uymayan bir şey de yoktur.
Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın
beğenip, beğenmediği şeyler ve O'na ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesinde
olsaydı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, binlerce peygamberin
gönderilmesine lüzum kalmazdı. Böylece insanlar, dünyâ ve âhıret saâdetini
kendileri görüp bulabilirdi ve Allahü teâlâ,
(hâşâ) peygamberleri boş yere ve lüzumsuz göndermiş olurdu. Hiç bir aklın,
âhıret bilgilerini bulamıyacağı ve çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda dünyânın her tarafına,
peygamber göndermiş ve en son, kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün
dünyâya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Bütün peygamberler, akıl
ile bulunacak dünyâ işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup
fâidelenmek için çalışmağı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünyâ işlerinden
her birinin, insanları ebedî saâdete ve felâkete nasıl sürükleyebileceklerini
anlatmışlar ve Allahü teâlânın beğendiği
ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. O hâlde, insâf etmeli ki, Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini
meydana çıkaran, bugünkü teknik bilgilerinden ve tecrübelerden haberi olmayan
ve İslâm büyüklerinin kitaplarını okuyup anlamak şöyle dursun, bunların
isimlerini bile işitmemiş olduğu sözlerinden anlaşılan bir câhilin, tam olmayan
aklı ile, ortaya attığı bir düşünce, nasıl olur da, Allah'ın Peygamberinin (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerinden üstün
tutulur? Peygamberimiz kitaplarda
yazılı ilim, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adâlet ve bütün saâdet kollarını kavrayan
ve bindörtyüz seneden beri dünyânın her tarafında gelmiş geçmiş ilim tecrübe ve
akıl sâhiplerini hürmet ve hayranlıkta bırakan ve hiç birisinde kimse
tarafından bir kusur ve hatâ bulunamamış olan emirleri ve sözleri, câhil bir
kimsenin sözü ile lekelenemez. Bundan daha büyük bir bedbahtlık ve zavallılık
olamaz. Tam akıl, şaşmayan, yanılmayan akıldır. Etrâfa düşünceler savuran bu
kimse, değil aklın erişemiyeceği şeylerde, belki kendi günlük işlerinde, hiç
yanılmadığını iddia edebilir mi? Böyle bir iddiaya, başkaları inanır mı? Değil
bir insan, bugün en akıllı tanınan hıristiyanların, kendi aralarında, en
akıllıları olarak seçtikleri mebusları, bütün akılları ile, bütün ilimleri ile,
başbaşa vererek, yaptıkları kânunları, az zaman sonra, yine kendileri
beğenmeyip değiştiriyor. Yeryüzünde hiç bozulmayan ve değiştirilemiyecek bir
şey vardır. O da Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmi ve Resûlullah’ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîfleri, yâni mübârek sözleridir.
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmin bir çok yerinde,
kâfirleri, akıllarını kullanmadıkları, yerleri, gökleri ve kendilerini
inceleyerek düşünmedikleri ve böylece îmâna kavuşmadıkları için azarlamakta ve
aşağılamaktadır.
Allahü teâlâ
çok ihsân sâhibi ve pek merhametli olduğundan, akıl nîmetini verdiğinden başka,
ayrıca peygamberler göndererek, hangi şeylerin iyi, hangi şeylerin fenâ
olduklarını ve nefsin bütün arzularının kötü olduğunu bildirdi. Akıl,
peygamberlerin iyi dedikleri şeyleri, nefsin isteklerinden ayırıp, kalbe
bildirir. Kalb bunu dinlerse, insan saâdete kavuşur. Şu hâlde insan, aklına
uyarsa, yâni aklın gösterdiği bir lüzum olan, peygamberlerin bildirdiklerine
uyarsa saâdete kavuşur.
Peygamberlik
makâmı aklın ve düşüncenin dışındadır, üstündedir. Aklın eremiyeceği,
anlayamayacağı pek çok şeyler vardır. Bunlar ancak peygamberlik makâmında
anlaşılır. Her şey akıl ile anlaşılabilseydi peygamberler (aleyhimüsselâm)
gönderilmezdi. Âhıret azâbları, peygamberler gönderilerek bildirilmezdi. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin 15. âyetinde meâlen; "Biz
peygamber göndererek bildirmeden önce azâb yapıcı değiliz."
buyurdu. Akıl çok şeyi anlarsa da, herşeyi anlaması mümkün değildir. Anlaması
da, kusursuz ve tam olmaz. Çok şeyleri, peygamberler bildirdikten sonra
anlamaktadır. Peygamberlerin gelmesi ile, insanların özür ve bahaneleri
önlenmiştir. Nisâ sûresinin 164. âyetinde meâlen; "Peygamberleri, müjde vermek için ve
korkutmak için gönderdim. Böylece, insanların Allahü teâlâya özür,
bahane yapmaları önlendi." buyurdu. Akıl, dünyâ işlerinde bile
çok kere yanılmaktadır. Bunu bilmeyen yoktur. Din bilgilerini, böyle bir akıl
ile tartmağa kalkışmak doğru olmadığı gibi; akıl ile inceleyip, akla uygun olup
olmamasına bakmak da aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek ve peygamberlik
makâmına inanmamak olur. Hâlbuki önce, peygambere inanmak, Allah'ın peygamberi
olduğunu tasdik etmek lâzımdır. Böylece, O’nun bildirdiklerinin hepsinin doğru
olduğu kabûl edildiği gibi, şüphelerden kurtuluş nasîb olur. Dînin temeli,
peygambere inanmaktır. Bu da peygamberin Allah tarafından gönderildiğini, hep
doğru söylediğini aklın kabûl etmesidir. Akıl bu temel bilgiyi kabûl edince,
peygamberin bildirdiklerinin hepsini kabûl etmiş olur. Peygamberin Allah
tarafından gönderildiğini, Allah'ın bildirdiklerini haber verdiğini kabûl
etmemiş olan bir akla din bilgilerinden bahsetmek ve inandırmaya çalışmak çok
zordur.
Kalbde
tam îmân hâsıl olması için en yakın yol, Allahü teâlâyı
hatırlamaktır. Ra'd sûresinin 30. âyetinde meâlen: "İyi biliniz ki, kalbler, Allahü teâlânın zikri ile itmînâna, rahata kavuşur."
buyruldu. Yâni, tam îmâna kavuşur. Düşünerek, akıl ile ölçerek, bu yüksek
makâma kavuşmak çok güçtür. Şu önemli husûsa çok dikkat etmelidir. Peygamberin
Allah tarafından gönderildiğini ve hep doğru söylediğini uzun uzun düşünüp
kabûl ve tasdik ettikten sonra, O'nun yolunda, izinde bulunan, her şeyde O'na
uyan bir kimse; her şeyi düşünerek yapmış ve hepsinde akla uymuş olur.
Peygamberin her sözüne uyması, akla uymak olur. İnsanın aklı, bir şeyin var
olduğunu anlar, kabûl ederse, o şeyden meydana gelen ve o şeyi meydana getiren
parçaların da var olduklarını anlamış, kabûl etmiş demektir. Bu parçaların
herbirlnin var olduklarını ayrı ayrı inceleyip, düşünüp anlamasına lüzum
yoktur. O şeyin varolduğunu inceleyip kabûl ettiği için, o parçaların hepsini
inceleyerek kabûl etmiş sayılır.
Aklın
târifinden İslâm âlimlerinin îzâhlarına göre şu netîce çıkmaktadır: Aklı
olmayan deli ve bunu kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun iş yapmamak sefâhettir.
Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyan ona güvenerek aklın ermediği
şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın
ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur'ân-ı kerîmin
ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, İslâm âlimleridir. O
hâlde, İslâmiyette felsefe olmadığı gibi İslâm felsefesi, İslâm filozofu da
yoktur. Felsefenin üstünde İslâmî ilimler, felsefecilerin üstünde de İslâm
âlimleri vardır.
Akıl,
göz; İslâm bilgileri de ışık gibidir. Yâni insanın aklı, gözü gibi zayıf
yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme organımızdan faydalanmamız
için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nûru
olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, yerlerden kaçamaz,
faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmıyan veya gözü bozuk olan, güneşten
faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmağa hakları yoktur.
Akıl
da, yalnız başına mânevîyâtı ve faydalı, zararlı şeyleri anlayamaz. Allahü teâlâ, akıldan faydalanmak için,
peygamberleri, din ışığını yarattı. Peygamberler, dünyâda ve âhırette rahat
etmek yolunu bildirmeseydi, akıl doğruyu bulamaz, işe yaramazdı. İnsanlar
tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdı. İslâmiyete uymayan veya aklı az olan
kimseler ve milletler, peygamberlerden faydalanamaz. Dünyâda ve âhırette
tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vâsıtaları, mevki, rütbe ve para ne
kadar bol olursa olsun, peygamberlerin gösterdiği yolda gitmedikçe, hiç bir
fert, hiç bir cemiyet mes'ûd olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler
huzûrsuzluktan içleri kan ağlamaktadır. Dünyâda da âhırette de rahata ve
saâdete erenler, sâdece peygamberlere uyanlardır. Onların gönülleri dâima huzûr
içindedir.
Ehl-i
sünnet âlimleri, İslâmiyetin bildirdiklerini, akıl ersin ermesin, isbât
ettiler. Bu bilgilerden hiç birine, akıl ermediği için, karşı gelmediler.
Böylece; kabir azâbına, burada Münker ve Nekir denilen iki meleğin soracakları
suâllere, Sırat köprüsüne, kıyâmetteki terâziye îtirâzsız hemen inandılar.
Akıl, ermediği için, olmaz demediler. Çünkü bu büyükler, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i
şerîflere uydular. Aklı bu iki temel kaynağa bağladılar.
Anlıyabildiklerini anlattılar; anlayamadıklarına, olduğu gibi öylece inandılar.
Anlamadıklarına; eski Yunan felsefecileri gibi yapmayıp, aklımız ermediği için
anlıyamadık dediler. Yunan felsefecileri aklın erdiği şeylere inanıp,
akıllarının ermediklerine, anlıyamadıklarına inanmadılar. Peygamberlerin
(aleyhimüsselâm) gönderilmeleri, Allahü teâlânın
beğendiği şeylerden bir çoğuna aklın ermemesi sebebiyledir. Onlar bunu
bilemediler. Akıl hüccet olmasına rağmen tam hüccet değildir. Peygamberlerin
gönderilmeleri ile tam hüccet olmuştur. Yâni, o büyüklerin gönderilmeleri ile,
akıl her şeyi öğrenebilmiştir. Allahü teâlâ,
İsrâ sûresinin 15. âyetinde; "Biz, peygamber göndermedikçe, azâb yapıcı değiliz."
buyurdu.
Akıl,
insan için çok kıymetli bir nîmet, Allahü teâlânın
büyük bir ihsânıdır. "Berîka" kitabında buyuruluyor ki: "Cebrâil aleyhisselâm,
aklı, hayâyı ve îmânı Âdem aleyhisselâma
getirdi ve dedi ki: "Yâ Âdem! Allahü teâlâ
hazretleri selâm etti ve sana getirdiğim şu üç hediyenin birini kabûl etsin
buyurdu." Âdem aleyhısselâm aklı kabûl
eyledi ve Cebrâil aleyhisselâm, îmân ile hayâya; "Siz
gidin"deyince, îmân dedi ki: "Allahü teâlâ
hazretleri bana akıl nerede ise, sen de orada ol! diye emreyledi." Ondan
sonra hayâ da aynı şekilde, Allah tarafından emrolunanı beyân ederek, her
ikisi, akıl ile beraber Âdem aleyhisselâmda
kaldılar. Buradan açıkça anlaşılıyor ki, Allahü
teâlâ kime akıl verirse, hayâ ile îmân onunla beraberdir. Aklı
olmayanın hayâsı ve îmânı yoktur.
İslâm
âlimleri buyurdular ki: Müslümanların bilmesi, öğrenmesi lâzım olan bilgilere Ulûm-i İslâmiyye
yâni müslümanlık bilgileri denir. Bu bilgiler naklî ilimler ve aklî ilimler
olmak üzere başlıca iki kısma ayrılır.
Naklî ilimler; Edille-i şer'iyye denilen dört ana
kaynaktan çıkmış olan bilgiler olup, bunlara din bilgileri de denir.
Aklî ilimler ise, matematik, mantık ve tecrübî
bilgilerdir. Bunlar; his organları ile duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe
ve hesâb edilerek elde edilir. Bu bilgiler, din bilgilerinin anlaşılmasına ve
onların tatbik edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzumludurlar. Bunlar, zamanla
artar, değişir, gelişip ilerler.
Nakil
yolu ile gelen bilgiler çok yüksek olup, aklın, insan gücünün ve dimağının
üstündedir. Bunlar, hiç bir zaman, kimse tarafından değiştirilemez. Dinde
reform olmaz sözünün mânâsı budur. İslâmiyet, akıl ile elde edilen bilgileri
yasaklamamış, sınırlamamıstır. Ancak aklî bilgilerin, nakil bilgileri ile
birlikte öğrenilmesini ve sonuçlarının dîne uygun, insanlara faydalı olarak
kullanılmasını; zulüm, işkence ve felâket vâsıtası yapılmamasını emretmiştir.
Akıl ilimleri, İslâm bilgilerinin bir kısmı olup İslâmiyete lâzımdırlar,
İslâmiyet bunları men etmez, emreder.
Akılla
alâkalı olarak hadîs-i şeriflerde buyruldu ki:
"Allahü teâlâ aklı yarattığında, ona gel buyurdu. O da geldi. Sonra git buyurdu.
O da gitti. Sonra otur buyurdu. O da oturdu. Sonra konuş buyurdu. O da konuştu.
Sonra sus buyurdu. O da sustu. Sonra da buyurdu ki: Bana, senden sevgili ve
daha kerîm olan bir mahlûk yaratmadım. Seninle tanınırım. Seninle hamd
edilirim. Seninle itâat olunurum. Seninle alırım, seninle veririm. Seni hesâba
çeker, muhâtab ederim, Sevâb sana, cezâ da sana. Sana en büyük ikram da
sabırdır."
"Âhırette sizi
kurtaracak olan aklınızdır. Akıllı insan, Allah'a itâat eden insandır."
"Allah'ın ilk
yarattığı şey akıldır. Allahü teâlâ akla şöyle hitâb etti:
İzzet ve celâlim hakkı için senden daha kıymetli bir mahlûk yaratmadım. Seninle
insanları muhâfaza eder, seninle verir, seninle sevâb kazandırır ve seninle
cezâlandırırım."
"Kıyâmet günü
insanlar, akılları nisbetinde Allahü teâlâya yakın olurlar."
"Akıl, sâhibini
hidâyete erdirir, felâketten kurtarır. Kişinin aklı tamam olmadıkça îmânı tamam
olmaz. Dini de müstekîm (doğru) olamaz''
"Aklı olmayan, güzel
ahlâka sâhip olamaz."
"Her şeyin bir
direği vardır. Mü’minin direği ise akıldır. Kişinin ibâdeti aklı
nisbetindedir."
"İnsanın bineği,
dînin direği, âbidlerin hedefi, mü'minin sermâyesi akıldır."
"Allah indinde en
sevimliniz, akılca en üstün olanınızdır."
"Sizin akılca en
üstününüz, Allahü teâlâdan en çok
korkanınızdır."
"Akıllı kimse,
Allaha îmân edip, peygamberleri tasdik eden ve ibâdetini yapandır."
--------------------------------------------------------
1)
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1177
2)
Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 150
3)
İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-3, sh. 96, cild-5, sh. 368
4)
İhyâu ulûmiddîn; cild-1, 1. kitap, 7. bâb
5)
Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî; cild-1, m. 219, 260, 266, cild-2, m. 43, cild-3, m.
11, 16, 22, 36, 43, 44, 90, 111, 113
6)
Mektûbât-ı Ma’sûmiyye; cild-1, m. 220, cild-3, m. 87, 173
7)
Riyâd-ün-nâsıhîn
8)
Ma'rifetnâme
9)
Müfîd-ül-ilm; sh. 49