Hendek
gazâsından sonra, İslâm Devleti'nin gücünü çevredeki kabîlelerin bir kısmı
kabûl ettiler. Artık müslümanlarla dost geçinmenin, hattâ müslüman olmanın en
isabetli yol olacağını düşünmeye başladılar. Bâzıları, Peygamber efendimizin huzûruna gelip, müslüman
olmakla şereflendiler.
Âlemlerin
efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, dîn-i
İslâmın yayılması için, Eshâbından birlikler teşkil ederek, çevre kabîleleri
İslâm’a dâvete gönderdi. Bâzı kabîlelere bizzat kendileri gittiler.
Dûmet-ül-Cendel halkı gibi kabîleler, yapılan nasîhatlerı kabûl edip müslüman
oldular. Gatafanlılar, Lıhyânoğulları gibi kabîleler de İslâm askeriyle
karşılaşmaktan korkup kaçtılar. Böylece civar kabîlelere gözdağı verilmiş oldu.
Hicretin
altıncı senesinde, müthiş bir kıtlık olmuş, gökten tek damla düşmemişti. Bu
sebeple yerde ot bitmemiş, insanlar ve hayvanlar açlık sıkıntısına düşmüşlerdi.
Ramazân-ı şerîf ayının bir Cumâ günü sevgili
Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Duâ buyursanız da, Allahü teâlâ yağmur ihsân eylese!..."
diyerek, murâdlarını bildirdiler. Peygamber
efendimiz, Eshâbıyla sahraya çıkıp, ezân okunmadan ve kamet
getirmeden iki rekat namaz kıldılar. Peygamber
efendimiz, mübârek ridâsını ters çevirip tekbir getirdiler. Sonra
mübârek ellerini, yenlerinin arasından mübârek koltuk altları görününceye kadar
kaldırıp; “Ey
Allah'ım! bize yağmur ihsân eyle!..." diye duâ etmeye
başladılar. Eshâb-ı kirâm da; "Âmin! Âmin!" diyordu. O anda gökyüzü
gâyet berrak olup, bir bulut yoktu. Resûl-i
ekrem efendimiz duâ ederken, bir rüzgâr esmeye başladı ve gökyüzünü
bulutların kapladığı görüldü. Sonra ince ince bir yağmur başladı. Âlemlerin
efendisi bu defâ; “Allah’ım! Bu yağmuru bardaktan boşanırcasına yağdır ve
hakkımızda hayırlı eyle!" diyerek duâ ettiler. O anda bardakdan
boşanırcasına, yağmur yağmaya başladı. Peygamber
efendimiz ve Eshâb-ı kirâmın elbiselerinde, ıslanmadık yer kalmadı.
Eve varıncaya kadar, sular her tarafı göl hâline getirdi. Herkes, sulara
dalarak yürüyordu. Yağmur devam ediyordu. O gün, ertesi gün... ertesi gün...
bir sonraki Cumâ vaktinde Eshâb-ı kirâm; "Yâ Resûlallah! Evlerimiz yağmur
sularından yıkılmaya, hayvanlarımız da boğulmaya başladı. Allahü teâlâya duâ eyleseniz de yağmur
kesilse!..." dediler. Sevgili Peygamberimiz,
gülümsediler ve mübârek ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bu yağmuru mezralara, ağaç biten yerlere,
vâdilere gönder!" diyerek duâ ettiler. O anda, bir hafta
müddetle yağan yağmur durdu ve duâ edilen yerler ıslanmaya başladı.
Hicretin
altıncı senesinin Zilkâde ayı idi. Bir gece Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz rüyâsında,
Eshâb-ı kirâm ile Mekke-i mükerremeye gidip Kâbe-i muazzamayı tavâf
ettiklerini, bir kısmının saçlarını kısalttıklarını, bir kısmının da
kazıttıklarını gördü. Resûlullah efendimiz,
bu rüyâsını Eshâbına anlattığında, onlar pek ziyâde heyecanlandılar. Hicretten
bu yana, doğup büyüdükleri, acı tatlı hâtıralarla dolu, o güzel yurtları olan
Mekke'ye gideceklerdi. Beş vakit namazda yönlerini döndükleri ve hasretini
çektikleri mukaddes Kâbe'yi ziyâret edip tavâfta bulunacaklardı. Bu ne güzel
bir müjde idi... Eshâb-ı kirâm, sevgili
Peygamberimizin; “Siz, muhakkak Mescid-i Haram'a gireceksiniz!"
müjdesini alır almaz, hemen hazırlıklara başladı.
Habîb-i ekrem
efendimiz, hazırlıklarını bitirdikten sonra, Abdullah bin Ümm-i Mektûm'u,
Medîne'de vekil bıraktı. Zilkâde ayının birinci Pazartesi günü, Kusvâ ismindeki
devesine bindi. Hazırlanan bindörtyüz Eshâbı ile birlikte, Medîne'de kalanlarla
vedalaştılar. Umreye niyet ederek, Mukaddes belde Mekke'ye doğru yürüdüler.
Yanlarına yolcu silâhı olan kılıçlarını ve kesmek üzerede yetmiş deve
almışlardı. Kâfileye ikiyüz atlı ve dört hanım sahâbi katılmıştı. Hanımlardan
biri, sevgili Peygamberimizin
mübârek, mutâhhar zevcesi hazret-i-Ümmü Seleme idi.
Zü'l-Huleyfe
denilen mîkât yerine geldiklerinde, ihrâma girdiler, öğle namazını kıldılar.
Sonra, kesilecek develerin kulaklarını işâretleyip, boyunlarına ip bağladılar.
Naciye-tübnü Cündüb Eslemî’ye (radıyallahü anh),
yardımcılar verilerek, develerin başında vazifelendirildi. Abbâd bin Bişr,
yirmi kişilik bir süvâri birliğine kumandan tâyin edilerek ileri keşfe
gönderildi. Büşr bin Süfyân, Mekke'ye haberci gönderildi.
İhrâm
elbisesini giyen sevgili Peygamberimiz
ve kahraman Eshâb, beyazlara bürünmüş bir hâlde, Allahü
teâlâya hamd ve şânının yüceliğini tasdik etmeye ve yalvarmaya
başladılar; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyk! Lâ şerîke leke Lebbeyk!
İnnel hamde ven-ni’mete leke vel-mülke lâ şerîke lek!" Bu mübârek telbiye
ile yer gök inliyor, Zü'l-Huleyfe, nûranî bir havaya bürünüyordu. Herkes
heyecanlanmış, bir an önce Mekke'ye varmak için Zü'l-Huleyfe'den ayrılmışlardı.
Yolda,
hazret-i Ömer ile Sa'd bin Ubâde hazretleri, Habîb-i
ekrem efendimize yaklaşıp; "Yâ Resûlallah! Seninle harp hâlinde
bulunan kimselerin üzerine silâhsız olarak mı gideceğiz? Kureyşlilerin size
saldırıp, mübârek vücûdunuza bir zarar eriştirmelerinden korkarız!..."
diyerek, endişelerini belirttiler. İki cihânın serveri, onlara; “Ben, umreye niyet
ettim. Bu hâlde iken silâh taşımak istemem" buyurdular.
Yolculuk
sâkin geçiyordu. Yol üzerindeki çeşitli kabîlelere uğranıyor, Peygamber efendimiz, onları İslâm’a dâvet
ediyordu. Bir kısmı kabûl etmekten çekiniyor, bir kısmı hediyeler
gönderiyorlardı. Bu şekilde yolun yarısını geçmişler, Usfân'ın arkasında Gadîr-ül-Eştât
denilen mevkîe gelmişlerdi. Burada, daha önce Mekkelilere haber gönderilmek
üzere vazifelendirilen Büşr bin Süfyân hazretleri, Kureyşlilerle görüşüp geri
dönmüştü. Peygamber efendimize,
gördüklerini şöyle anlattı: "Yâ Resûlallah! Kureyşliler, senin geldiğini
haber almışlar. Korkularından etrâftaki kabîlelere ziyâfetler çekerek, onların
yardımlarını istemişler. İkiyüz kişilik bir süvâri birliğini keşf için size
doğru yola çıkardılar. Etrâftaki kabîleler, bu isteği kabûl edip Beldah
mevkîinde birleştiler. Pek çok askerî yığınak yaptılar ve sizi Mekke'ye
sokmamak üzere yemîn ettiler." Bu habere, Âlemlerin efendisi çok müteessir
oldular ve; “Kureyş
helâk oldu. Zâten harp onları yiyip bitirmiştir... Kureyş müşrikleri,
kendilerinde bir kuvvet mi var zannediyor? Vallahi Allahü teâlânın, yaymak için beni gönderdiği bu dîni, hâkim ve üstün
kılıncaya, başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışmaktan aslâ geri
durmayacağım!" buyurdu. Sonra kahraman Eshâbına dönerek, bu
konudaki rey ve görüşlerini sordu. Bütün benliği ile Resûlullah'a kendilerini adamış olan şanlı Eshâb; "Allahü teâlâve Resûlü daha iyi bilir. Canımız sana
fedâ olsun yâ Resûlallah! Biz, Beytullah'ı tavâf etmek niyetiyle yola çıkmış
bulunuyoruz. Ne bir kimseyi öldürmek, ne de çarpışmak için geldik. Ancak,
Kâbe'yi ziyâret etmemizi engellemek isterlerse, muhakkak onlarla çarpışır,
hedefimize ulaşırız!..." dediler.
Eshâb-ı
kirâmın bu kararlı hâli, sevgili Peygamberimizin
hoşuna gitti. Buyurdular ki: “Haydi, öyle ise Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile
yürüyünüz!..." Sahâbîler, Peygamber
efendimizin etrâfında; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk!..."
diyerek telbiye ve; "Allahü ekber! Allahü ekber!..." diyerek tekbir
getirerek Mekke'ye doğru ilerlemeye başladılar.
Bir öğle
vaktinde Bilâl-i Habeşî (radıyallahü anh),
sesinin bütün güzelliği ile ezân-ı şerîfi okuyarak, namaz vaktinin girdiğini
bildirmişti. Bu sırada, ikiyüz kişilik Kureyş süvâri birliği oraya yetişmiş,
Mekke ile sahâbîlerin arasına girerek, hücûma hazır vaziyette durmuştu. Buna
rağmen, Âlemlerin efendisi yüce Eshâbı ile saf olup namaza durdular. Sevgili Peygamberimizin arkasında binbeşyüz
civarındaki Eshâbının saf hâlinde hareketsiz kıyamda duruşları, rükûya
eğilmeleri, görülmeye değer bir manzara idi. Hele, hep birlikte secdeye
gitmeleri, heybetli bir dağın eğilip, doğrulmasına benziyordu. Onların, Allahü teâlânın huzûrunda şerefli alınlarını
toprağa sürerek tevâzû göstermeleri, Kureyş süvârilerinden bâzılarının
kalblerine İslâmın muhabbetini düşürdü. Eshâb, selâm verip namazdan
çıktıklarında, Kureyş süvâri komutanının; "Müslümanların bu hâllerinden
istifâde ederek baskın yapsaydık, onların çoğunu öldürürdük!... Onlar namazda
iken niçin saldırmadık?" diye hayıflandığı, sonra da; "Merâk
etmeyiniz. Nasıl olsa, canlarından ve çocuklarından da sevgili olan bir namaza
daha duracaklardır!..." diyerek, bu defâ fırsatı kaçırmayacaklarını
arkadaşlarına bildirdi.
Onların bu
sözlerini Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâm
ile vahiy göndererek Peygamber efendimize
bildirdi.
Gelen
âyet-i kerîmede buyruluyordu ki: “(Ey Habîbim!) Sen de içlerinde bulunup, (düşman
karşısında) onlara
(Eshâbına) namaz kıldıracağın zaman (onları iki kısma ayır), bir kısmı
seninle birlikte (namazda, diğeri de düşman karşısında) dursun.
Silahlarını yanlarına alsınlar. Seninle namazda olup, bir rekat kılanlar
(namazı bozacak amellerden sakınarak) düşman karşısına gitsinler. Bundan sonra, henüz namazını
kılmamış olan diğer kısmı gelip, ikinci rekatı seninle kılsınlar ve onlar da
zırhlarını, koruyucu aletlerini ve silâhlarını yanlarına alsınlar.
(Teşehhüdü seninle okusunlar. Sen selâm verince, onlar selâm vermeden düşman
karşısına gitsinler. Önce bir rekat kılmış olanlar geri gelip, kendi başlarına
bir rekat daha kılarak selâm versinler. İkinci rekatı imâmla kılmış olanlar da
tekrar gelip, bir rekat daha kılarak namazı tamamlayıp selâm versinler.) Kâfirler arzu
ederler ki, silâh ve eşyalarınızdan gâfil bulunasınız da size ansızın bir
baskın yapalar... Eğer size, yağmurdan bir eziyet olursa, yahut hasta bulunursanız,
silâhlarınızı koymanızda üzerinize bir vebal yoktur. Fakat yine bütün ihtiyat
tedbirlerini alın. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ kâfirlere, hor ve hakîr
edici bir azâb hazırlamıştır." (Nisâ sûresi: 102)
İkindi
vaktinde, hazret-i Bilâl ezân okuduğunda, Kureyş süvârileri yine Mekke ile
Eshâb-ı kirâmın arasında hücûma hazır olarak durdular. Peygamber efendimiz, Eshâbına âyet-i kerîmede
belirtildiği gibi namazlarını kıldırdı.
Müslümanların
bu tedbirli namaz kılışlarına, müşrikler hayret ettiler. Allahü teâlâ, onların kalblerine korku verdi.
Herhangi bir harekette bulunmaya cesâret edemediler. Mekke'ye haber götürmek
üzere oradan ayrıldılar. Peygamber efendimiz
ve Eshâbı da buradan Hudeybiye denilen mevkie doğru harekete geçtiler.
Mukaddes
Mekke hudûduna geldiklerinde, Resûlullah
sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin devesi
Kusvâ, zâhirî hiç bir sebep yok iken çöküverdi. Kaldırmak için çok uğraştılar
fakat kalkmadı. Bunun üzerine, Kâinatın sultânı efendimiz buyurdular ki; “Onun böyle bir
çökme huyu yoktur. Fakat, bir zamanlar (Ebrehe'nin) fili(ni)
Mekke'ye
girmekten tutup alıkoyan Allahü teâlâ, şimdi de Kusvâ'yı tutup
alıkoydu. Varlığım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn
ederim ki, Kureyş, Allahü
teâlânın, Harem dâhilinde yapılmasını haram
ettiği (çarpışmayı ve kan akıtmayı terk etmek gibi) şeylerden
hangisini benden isterlerse istesinler, onların bu isteklerini muhakkak yerine
getireceğim!" Bundan sonra Kusvâ'yı kaldırmak istediler. Deve
sıçrayıp kalktı. Harem hududlarından içeri girmedi, tam hudud üzerinde bulunan
Hudeybiye mevkîinde durdu. Peygamber efendimiz
Eshâb-ı kirâmla, suyu az olan bu yerde konakladılar.
Resûl-i ekrem
sallallahü aleyhi ve sellem, çadırını mübârek
Mekke hudûdunun dışına kurdurdu. Eshâbıyla burada beklemeye başladılar. Vakit
girince, namazları, Mekke-i mükerreme hudûdu içinde kılıyorlardı. Kuyularda
içecek ve kullanacak su kalmamıştı. Sâdece Peygamber
efendimizin ibriğinde vardı. Güç durumda kalan sahâbîler;
"Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Yanımızda, yalnız sizin
ibriğinizde su var. Mahvolduk!." dediler. Âlemlerin efendisi; “Ben, sizin
aranızda iken, siz mahvolmazsınız" buyurdular. Sonra “Bismillah"
diyerek, mübârek elini ibriğin üzerine koydular. Sonra kaldırıp; “Alınız!..." buyurduğunda,
mübârek parmaklarının arasından, çeşme gibi, sular akmaya başladı. Eshâb-ı
kirâm; kana kana su içtiler, abdest aldılar, bütün kırbalarını doldurdular at
ve develerini suladılar. Eshâbını gülümseyerek seyreden merhamet deryâsı sevgili Peygamberimiz, Allahü teâlâya hamd ettiler.
O gün,
orada hazır bulunan hazret-i Câbir bin Abdullah; "Biz, binbeşyüz kişi
idik. Eğer yüzbin kişi dahî olsaydık, o su, hepimize yeterdi" buyurdu.
Hayret
ilen barmağın dişler kim etse istimâ,
Barmağından
verdiği şiddet günü Ensâra su.
Resûl-i ekrem efendimiz, Hudeybiye'de iken öteden beri müslümanlarla dost olan Huzâa kabîlesinin reîsi Büdeyl, huzûra gelip, Kureyş ordusunun çevre kabîlelerinin de katılmasıyla Hudeybiye'de konduklarını, orduları dağılıncaya kadar çarpışmaya yemîn ettiklerini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Biz, buraya hiç kimse ile çarpışmak için gelmiş değiliz. Ancak Umre yapmak, Kâbe-i muazzamayı tavâf ve ziyâret etmek için gelmiş bulunuyoruz. Buna rağmen bizi, kim Beytullah'ı ziyâretten alıkoymaya kalkarsa, onunla çarpışırız. Şüphesiz ki, harpler Kureyş'i ziyâdesiyle yıpratmış, güçsüz hâle getirmiş ve pek çok zararlara uğratmıştır. Şâyet onlar arzu ederlerse, kendilerine bir mütâreke müddeti tâyin edeyim. Bu müddet için de, benim tarafımdan emniyet içinde bulunsunlar. Onlar, benimle diğer kabîleler arasına girmesinler. Beni, onlarla başbaşa bıraksınlar. Eğer ben, o kabîlelere gâlip gelir de, cenâb-ı Hak da onlara hidâyet ihsân edip müslüman olurlarsa, Kureyş müşrikleri isterlerse, onlar gibi müslüman olabilirler. Şâyet ben, zannettikleri gibi, diğer topluluklara gâlip gelemezsem, o zaman kendileri de rahata kavuşmuş, kuvvet kazanmış olurlar. Eğer, Kureyş müşrikleri bunları kabûl etmez de benimle çarpışmaya kalkarlarsa, varlığım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, yaymaya çalıştığım bu din uğrunda, başım gövdemden ayrılıncaya kadar onlarla çarpışacağım. O zaman Allahü teâlâ da, bana yardım edeceği hakkındaki vâdini şüphesiz yerine getirecektir!" buyurdu. Huzâa kabîlesinin reîsi Büdeyl, Peygamber efendimizin buyurduklarını Kureyş ordugâhına ulaştırmak üzere yola çıktı.
Müşrikler, Büdeyl'den, Resûlullah efendimizin buyurduklarını dinledikten sonra, ileri gelen adamlarından Urve bin Mes’ûd'u, görüşmek üzere Peygamber efendimize gönderdiler. Urve, Kureyş'in hiç kimseyi Mekke'ye sokmamak üzere kesin kararlı olduğunu bildirince, Habîb-i ekrem efendimiz; “Ey Urve! Allah için söyle! Şu kurbanlık develerin kurban edilmelerine, şu Kâbe-i muazzamayı ziyâret ve tavâfa mâni olunur mu?" buyurduktan sonra, Huzâa kabîle reîsine söylediklerini Urve'ye de anlattılar.
Urve, bir taraftan Peygamber efendimizi dinlerken, bir taraftan da Eshâb-ı kirâmın hâl ve hareketlerine, birbirlerine ve Âlemlerin efendisine olan davranışlarına, saygı ve hürmetlerine dikkat ediyordu. Sevgili Peygamberimizin teklifini dinledikten sonra kalktı, Kureyşîlere bunu anlatmak üzere yürüdü. Onların yanına varıp; "Ey Kureyş topluluğu! Benim Kayser, Necâşî, Kisrâ gibi bir çok hükümdârların huzûrlarına elçi olarak gittiğimi bilirsiniz. Yemîn ederim ki, ben, şimdiye kadar, müslümanların, Muhammed'e gösterdikleri hürmet ve saygının hiç bir hükümdâra yapıldığını görmedim. Sahâbîlerinden hiç biri, ondan izin almadıkça konuşmuyor, başından bir kıl düşse, kapıp bereketlenmek için koyunlarında saklıyorlar. Aldığı abdest suyunu, birbirleriyle kapışırcasına paylaşıyorlar. Yanında konuşurlarken, seslerini duyulmayacak kadar kısıyorlar. O'na olan hürmetlerinden, yüzüne bakamıyor ve gözlerini önlerine indiriyorlar. O, Eshâbına bir işâret verse veya bir emirde bulunsa, can behâsına da olsa, yerine getirmeye çalışıyorlar.
Ey Kureyş cemâati! Elinizi ne kadar kılıçlarınıza atsanız, bütün çârelere başvursanız onlar, Peygamberlerinin bir kılını bile size teslim etmezler. Hattâ her hangi bir zararın erişmesine ve O'na kimsenin el sürmesine bile meydan vermezler. Durum budur. Bundan sonrasını iyi düşünün! Hal böyle iken, Muhammed bize iyi bir mütâreke teklif ediyor, bundan faydalanın!" dedi. Kureyşli müşrikler, bu sözleri kabûl etmeyip, Urve'ye kaba davrandılar ve onu darılttılar.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Kureyş karargâhından bir haber gelmeyince, Hırâş bin Ümeyye'yi (radıyallahü anh), tekliflerini tekrar etmek üzere elçi olarak gönderdiler. Müşrikler, İslâm elçisine çok kaba davrandılar. Devesini kesip yediler, kendisini öldürmek için üzerine yürüdüler. Ellerinden zor kurtulan Hırâş bin Ümeyye, Peygamber efendimizin huzûruna gelip durumu anlatınca, elçisine yapılan bu hakârete çok üzüldüler. Bu sırada müşrik karargâhından Ahâbiş kabîlesinin reîsi Huleys göründü. Peygamber efendimize doğru geliyordu. Müşrikler, elçi olarak onu vazifelendirmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz Huleys'in geldiğini görünce; “Bu gelen, kurbana saygı gösteren, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmeye ve ibâdet yapmaya özenen bir kavimdendir. (Ey Eshâbım!) Kurbanlık develeri ona doğru sürünüz de görsün!" buyurdu. Eshâb-ı kirâm, kurbanlık develeri ona doğru salıverdiler ve; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk!" diye telbiye getirdiler. Huleys, boyunları bağlı, kulakları işâretli olan kurbanlıkları görünce, uzun uzun baktı. Gözleri doluktu ve; "Müslümanların, Kâbe'yi tavâf ve ziyâretten başka hiç bir niyetleri yok. Onları, bundan men etmek ne kadar kötü bir harekettir! Kâbe'nin Rabbine yemîn ederim ki, Kureyşliler, bu yanlış hareketlerinden dolayı helâk olacaklardır!" demekten kendini alamadı. Bu sözleri işiten Âlemlerin efendisi; “Evet öyledir, ey Kinâne oğullarına mensup olan kardeş" buyurdu. Huleys, utancından Resûlullah efendimizin huzûruna gelemediği gibi, mübârek yüzüne dahî bakamadı. Geri Kureyş karargâhına döndü. Gördüklerini anlatıp; "Sizin, O'nu, Kâbe'yi ziyâretten men etmenizi doğru bulmuyorum" diye fikrini açıkça söyledi. Kureyş müşrikleri çok sinirlendiler ve Huleys'i câhillikle suçladılar.
Müşrikler, bu defâ gaddarlığı ile nam salmış Mikrez bin Hafs'ı elçi gönderdiler. O da cevâbını alarak geri döndü. Mikrez’in elçiliğinden sonra müşrikler, müslumanların âni bir baskın yapmasından korkuya kapıldılar.
Peygamber efendimiz, işi yarıda bırakmak istemiyor ve Kureyşlilerce itibarlı olan bir Eshâbını göndermek istiyordu. Netîcede hazret-i Osman'ın gönderilmesine karar verildi. Sevgili Peygamberimiz, Osman bin Affân'a (radıyallahü anh); “Biz buraya hiç kimse ile çarpışmak için gelmedik. Sâdece Kâbe-i muazzamayı tavâf ve ziyâret etmek için gelmiş bulunuyoruz. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesip döneceğiz, diye söyle" ve “Onları İslâm’a dâvet et!" buyurdular. Ayrıca, Mekke'de bulunan müslümanlara, Mekke'nin yakın bir zamanda fethedileceğini müjdelemesini de tembih ettiler.
Hazret-i Osman, müşriklerin yanına gidip, Peygamber efendimizin buyurduklarını aynen anlattı. Onlar, hazret-i Osman'ın teklifine de olumsuz cevap verdiler. İstediği takdirde sâdece kendisinin Beytullah'ı tavâf edebileceğini söylediler. Hazret-i Osman ise; "Resûl aleyhisselâm, Beytullah'ı tavâf etmedikçe, ben de etmem!" buyurdu. Buna çok kızan müşrikler, onu alıkoydular. Bu haber, Eshâba; "Osman şehîd edildi!" şeklinde ulaştı. Durumu Peygamber efendimize bildirdiklerinde çok üzüldüler ve; “Bu haber doğru ise, bu kavimle çarpışmadıkça buradan ayrılmayacağız" buyurdular. Sonra orada bulunan Semûre ismindeki ağacın altına oturup; “Allahü teâlâ, bana bî’at etmenizi emretti" buyurarak, Eshâbını bî’ate dâvet etti. Kahraman Eshâb, elini, Peygamber efendimizin mübârek eli üzerine koyarak; "Allahü teâlâ, sana zafer ihsân edinceye kadar, önünde çarpışa çarpışa fethi gerçekleştirmek, veya bu uğurda şehîd olmak üzere bî'at ettik!" diye söz verdiler. Peygamber efendimiz, bir elini, diğer elinin üzerine koyarak orada bulunmayan hazret-i Osman namına kendi kendine bîat etti. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi veselfem efendimiz, Eshâbının bu bî'atına çok memnun olup; “Ağaç altında, gerçekten bî'at edenlerden hiç biri, Cehennem’e girmeyecektir" buyurdu. Bu bî’ate, Bî'at-ı Rıdvân denildi.
Eshâb-ı kirâm radıyallahü anhüm, artık kılıçlarını çekmiş yerlerinde duramıyor, Resûl aleyhisselâmın bir işâretini bekliyordu.
Bu sırada İslâm karargâhını gözetleyen Kureyş câsusları, mücâhidlerin, sevgili Peygamberimize, bu uğurda şehidlik şerbetini içinceye kadar çarpışmak üzere bî’at ettiklerini ve hazırlık yaptıklarını görmüşlerdi. Derhâl Kureyş karargâhına varıp, olup bitenleri anlattılar.
Peygamber efendimiz, her ihtimâle karşı geceleri, Eshâbını korumak üzere nöbetçiler bırakıyordu. Hazret-i Osman'ın tutuklandığı günlerden bir gece, Mikrez yönetiminde elli kişilik bir müşrik gürûhu, İslâm askerlerini uykuda bastırmak üzere saldırdılar. O gece, Muhammed bin Mesleme ve arkadaşları nöbet tutuyorlardı. Gelen küffârı kısa bir mücâdeleden sonra kıskıvrak yakaladılar. Sâdece Mikrez kaçabildi. Esirleri, Resûlullah efendimizin huzûruna getirdiler. Bir kısmı hapsedilip, bir kısmı da affedildiler. Müşrikler, ertesi gece de baskın yapmak istediler fakat yine yakalandılar. Peygamber efendimiz, onları da affedip salıverdi.
İslâm
ordusunun, gece-gündüz savaşa hazır durumda beklediğini ve her an
saldırabileceklerini anlayan küffâr ordusunun kalbine korku düştü. Andlaşmaktan
başka çıkar yol olmadığını görerek, acele bir elçi heyeti seçtiler. Süheyl bin
Amr başkanlığında seçilen bu heyete; "Bu sene Mekke'ye girmemeleri
şartıyla andlaşma yapın" denildi.
Sevgili Peygamberimiz,
Kureyş elçilerini kabûl buyurdu. Elçilerin ilk istekleri, hapsedilmiş
adamlarının bırakılması oldu. Âlemlerin efendisi de; “Mekke'de tutukladığınız Eshâbımı
bırakmadığınız müddetçe, bu adamlarınızı salıvermem!"
buyurdular. Süheyl; "Doğrusu bize, çok adâletli ve insâflı
davrandınız" diyerek, Mekke'de tutuklanan hazret-i Osman'ı ve daha önce
hapsettikleri on kadar Eshâbın serbest bırakılmasını sağladı. Bundan sonra,
baskın sırasında yakalanıp hapsedilen müşrikler serbest bırakıldı.
Uzun
konuşmalardan sonra, andlaşmaya varıldı. Sıra yazılmasına gelmişti. Hazret-i
Ali kâtip olarak seçildi. Sulh-nâmeyi yazmak üzere kâğıt, divit hazırlandı.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Habîbullah efendimiz hazret-i Ali'ye; “Yaz" buyurdu.
“Bismillâhirrahmânirrahîm!"
Buna Süheyl derhal îtirâz edip; "Yemîn ederim ki, ben Rahmân sözünün ne
demek olduğunu bilmiyorum. Böyle yazma; Bismike Allahümme diye yaz! Yoksa
barışa yanaşmam!" dedi. Peygamber efendimiz,
barışın yapılmasında çok büyük hikmetler görüyordu. Su sebeple; “Bismike Allahümme
de güzeldir" buyurdular ve hazret-i Ali'ye böyle yazmasını
emrettiler. Yazıldıktan sonra, Peygamber
efendimiz; “Bu, Muhammed Resûlullah'ın,
Süheyl bin Amr ile üzerinde anlaştıkları ve sulh oldukları, şartlarını
taraflarca yerine getirmek üzere imzâladığı maddelerdir" buyurduğunda,
Süheyl'in, hazret-i Ali'nin etini tuttuğu görüldü ve Peygamber efendimize dönüp; "Yemîn ederiz ki, biz
senin Resûlullah olduğunu kabûl
etseydik, sana karşı gelmez, Kâbe'yi ziyâret etmene engel olmazdık. Bu sebeple,
Resûlullah yerine, Abdullah'ın oğlu Muhammed yaz!" dedi. Peygamber efendimiz, onu da kabûl buyurarak; “Vallahi siz, beni
yalanlasanız da, ben yine hiç şüphesiz Allahü teâlânın
resûlüyüm. İsmimi ve babamın ismini yazdırmak, benim peygamberliğimi gidermez
ki. Yâ Ali! Onu sil, Muhammed bin Abdullah yaz"
buyurdular.
Resûlullah
kelimesinin silinmesine, Eshâb-ı kirâmdan hiç birinin gönlü râzı olmadı. Bir
anda her şeyi unutup; "Yâ Ali! Muhammed
Resûlullah yaz, aksi hâlde, bu
müşriklerle aramızı ancak kılıç hâlleder!.." dediler. Peygamber efendimiz, Eshâbının bu gayretlerine
memnun oldular, fakat mübârek elleriyle susmalarını işâret buyurdular. Hazret-i
Ali'ye, silinmesini emir buyurunca, o; "Canım sana fedâ olsun yâ
Resûlallah! Senin bu mübârek sıfatını silmeye elim varmıyor!..." diyerek
özür diledi. Sevgili Peygamberimiz
orayı göstermesini istedi. Gösterince elinden alıp, kendi mübârek parmağı ile
silerek Abdullah'ın oğlu yazdırdı. Sonra, maddeler yazılmaya başlandı.
1-
Andlaşma on yıl geçerli olacak, bu zaman içinde iki taraf birbiriyle harb
etmeyecek.
2-
Müslümanlar bu sene Kâbe'yi ziyâret etmeyecek. Ancak bir sene sonra ziyâret
edebilecekler.
3- Kâbe'yi
ziyârete gelen müslümanlar, üç gün kalacaklar ve yanlarında yolcu silâhından
başka silâh bulundurmayacaklar.
4-
Müslümanlar Kâbe'yi tavâf ederken, Mekkeli müşrikler Kâbe'den dışarı çıkıp
onların serbestçe tavâf yapmalarını sağlayacaklar.
5-
Kureyşlilerden müslüman olan bir kimse, velîsinden izinsiz Medîne'ye giderse,
iade edilecek, Müslümanlardan biri Kureyş tarafına geçerek, Mekke'ye giderse
iâde edilmeyecektir. Hazret-i Ömer bu madde için; "Yâ Resûlallah! Bu şartı
da kabûl edecek misin?" diye sorunca; sevgili
Peygamberimiz gülümseyerek; “Evet. Bizden onlara gidecek olanları Allahü teâlâ bizden uzak etsin!" buyurdular.
6-
Eshâbdan biri, hac veya umre yapmak niyetiyle Mekke'ye gelse, canı ve malı
emniyette olacak.
7-
Müşriklerden biri, Şam'a, Mısır'a veya başka yere giderken Medîne'ye uğrarsa,
onun da canı, malı emniyette olacak.
8- Diğer
Arab kabîleleri, istedikleri tarafın himâyesine girebilecekler. Müslümanlar
veya müşriklerle birleşmekte serbest olacaklardı.
Sıra
andlaşmanın imzâlanmasına gelmişti. O sırada ayaklarındaki zincirleri sürükleye
sürükleye İslâm ordusuna doğru bir kimsenin gelmekte olduğu görüldü. Yaklaştı,
yaklaştı; "Beni kurtarın!..." diyerek bağırdı. Bu sesi işiten Kureyş
heyeti reîsi, derhal yerinden fırladı. Eline aldığı dikenli ağaç dalını, onun
başına yüzüne vurmaya başladı. O, bütün gayretini toplayarak kendini Resûlullah efendimizin mübârek dizleri dibine
attı ve; "Kurtar beni yâ Resûlallah!" diye yalvardı. Bu, Mekke'de
müslümanlıkla şereflendiği için, babası tarafından zincire vurulmuş bir
müslümandı. Her gün ağır işkenceler edilir, putlara tapmaya zorlanrdı.
Müşriklerin, Hudeybiye'ye gitmesinden faydalanarak, zincirlerini koparmış,
kimseye görünmeden Mekke'den çıkıp, müslümanların arasına kendini atmıştı.
Hidayete eren bu mübârek kimse, müşrik heyetinin reîsi Süheyl'in oğlu Ebû
Cendel hazretleriydi. Süheyl, Peygamber
efendimize, oğlu Ebû Cendel'i (radıyallahü
anh) göstererek; "Biraz önce yazdığımız andlaşma gereğince, bana
iâde edeceğin ilk adam budur!" dedi. Peygamber
efendimiz ve sahâbîler çok müteessir olmuşlardı. Herkes, Resûlullah efendimizin ne cevap vereceğini
merâkla bekliyorlardı. Bir tarafta sulh-nâme, bir tarafta işkence altında
bulunan bir sahâbî... Âlemlerin efendisi, Süheyl'e; “Biz, bu sulh-nâmeyi daha imzâlamadık!" buyurdu.
Süheyl; "Yâ Muhammed!
Andlaşmanın maddelerini, oğlum daha buraya gelmeden önce yazıp bitirmiştik.
Eğer oğlumu iâde etmezsen, ben de hiç bir zaman sulh-nâmenin altını
imzâlamam!" diye inâd etti. Peygamber
efendimiz; “Onu benim hatırım için andlaşmanın dışında tut"
buyurdu ise de müşrikler bunu kabûl etmediler. Süheyl bin Amr, oğlunu çeke çeke
götürürken, Ebû Cendel; "Yâ Resûlallah!. Ey müslüman kardeşlerim!...
Müslüman olmakla şereflenip size ilticâ ettiğim hâlde, beni müşriklere mi
teslim ediyorsunuz. Bana her gün dayanılmaz işkencelerin yapılmasını mı revâ
görüyorsunuz? Yâ Resûlallah! Dinimden döndürsünler diye mi beni iâde
ediyorsunuz?!..." diye feryâd ediyordu. Bu içler acısı yalvarışa dayanmak
çok zordu. Gönülleri yaralanan sahâbîler, ağlamaya başladılar. Merhamet
deryâsı, sevgili Peygamberimizin de
mübârek gözleri dolmuştu. Süheyl'in yanına varıp; “Gel etme! Onu bana bağışla!"
diye ricâ etti. Fakat Süheyl; "İmkansız bağışlamam!" diye cevap
verdi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz;
“Ey Ebû Cendel!
Biraz daha sabret! Sana yapılanlara katlan! Bunların mükâfatını Allahü teâlâdan dile. Allahü teâlâ, sana ve senin gibi zayıf ve
kimsesiz müslümanlara muhakkak bir genişlik, bir çıkar yol ihsân
edecektir" buyurarak tesellî eyledi ve; “Verdiğimiz sözde durmamak bize yaraşmaz"
buyurdu.
Bu içler
acısı hâdiseye, heyetteki müşrikler bile dayanamamış ve; "Ey Muhammed! Ebû Cendel'i senin hatırın için biz
himâyemize alıyoruz. Ona, Süheyl'in işkence yapmasına meydan
vermeyeceğiz!" demişlerdi. Bundan sonra Resûlullah
efendimiz ve Eshâb-ı kirâm biraz rahatladılar. (Süheyl bin Amr,
Mekke'nin fethinden sonra müslüman olup Eshâb-ı kirâmdan oldu.)
Sulh-nâme
iki sûret yazılıp, taraflarca imzâlandı. Müşrikler karargâhlarına döndüler.
Müslümanların aleyhlerinde gibi görünen bu maddeler için, Kureyş heyeti çok
sevinçli idi. Aksine bu sulh-nâme büyük bir zaferdi ve bu maddeler
müslümanların lehine idi. Her şeyden önce, müslümanların bir devlet olduğunu
kabûl ediyorlardı. Mekke'den bir müşrik, ticâret veya başka bir şey için Şam'a,
Mısır'a giderken Medîne'ye uğrasa, canı malı emniyette olacaktı. Böylece
müşrikler müslümanların yaşayışlarını yakından görecek, İslâmın adâleti,
Eshâbın birbirlerine olan güzel davranışları karşısında hayran kalacak ve
İslâmiyeti seveceklerdi. Netîcede müslüman olup sahâbilerin safları arasına
katılacaklardı.
On sene
devam etmesi gereken bu andlaşma ile, müslümanlar çoğalacaklar,
güçleneceklerdi. İslâmiyet her tarafa yayılacaktı.
Ancak;
"Kureyşlilerden biri, müslüman olup Medîne'ye sığınmak isterse, iâde
olunacak" maddesi için, Peygamber efendimiz
müteessir olmuşlar ve; “Allahü
teâlâ, onlar için, elbette bir genişlik, bir
çıkar yol yaratacaktır" buyurmuşlardı…
Artık
müşriklerle yapılacak bir iş kalmamıştı. Resûl-i
ekrem; sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz,
Eshâb-ı kirâma; “Kalkınız!
Kurbanlarınızı kesiniz. Başlarınızı tıraş ettikten sonra ihrâmdan çıkınız"
buyurdular. Peygamber efendimiz,
herkesten önce kurbanını kesti. Sonra kendisini berberi Hırâş bin Ümeyye
hazretleri tıraş etti. Eshâb-ı kirâm, o mübârek saçları daha yere düşmeden
havada kapıştılar ve bereketlenmek için sakladılar. Sahâbîler de kurbanlarını
kesip, bir kısmı saçlarını kazıttı, bir kısmı kısalttırdı.
Hudeybiye'de
yirmi gün kadar kalınmıştı. Peygamber efendimiz
arkadaşları ile birlikte Medîne'ye dönmek üzere hareket ettiler. Yolda Allahü teâlâ, Peygamber
efendimize Fetih sûresini vahyederek, nîmetini ve yardımlarını
tamamlayacağını müjdeledi.
Kâinatın
sultânı sallallahü aleyhi ve sellem, muzaffer
olarak nûrlu Medîne'yi teşrîf ettiği günlerde, Kureyş'in Sakîf kabîlesinden Ebû
Basîr, müslüman olmakla şereflenmişti. Müşriklerin arasında yaşayamayacağını
anlayan Ebû Basîr (radıyallahü anh), yaya
olarak Medîne'ye geldi. Hudeybiye andlaşmasının gereği olarak da Medîne'den
ayrılıp, Kızıldeniz sahilindeki Îs denilen yere yerleşti. Burası, Kureyş
müşriklerinin Şam'a gittikleri ticâret yolu üzerinde bulunuyordu. Bundan sonra,
Kureyş'ten müslüman olanlar Mekke'yi terkedip, Medîne'ye değil, Îs'e, Ebû
Basîr'in (radıyallahü anh) yanına gittiler. Bunlardan
ilki Ebû Cendel hazretleriydi. Artık bunun arkası devam etti. Elli kişi, yüz
kişi, ikiyüz, üçyüz kişi oldular. Kureyş kervanı Şam'a giderken buradan geçmek
mecbûriyetinde kalıyorlardı. Ebû Basîr hazretleri yanındaki müslümanlarla,
buradan geçen müşrikleri yakalıyor ve müslüman olmalarını istiyorlardı.
Müslüman olmayanlarla çarpışıp, onları güç durumda bırakıyorlardı.
Mekkeli
müşrikler, artık Şam ticâret yollarının kesildiğini görüp, Medîne'ye bir heyet
gönderdiler. Hudeybiye sulh-nâmesinin, "Kureyşlilerden müslüman olan bir
kimse velîsinden izinsiz Medîne'ye giderse iâde edilecek!..." maddesinin
kaldırılması için yalvardılar. Peygamber
efendimiz merhamet buyurup, onların bu isteklerini kabûl ettiler.
Böylece Kureyşlilerin Şam ticâret yolları açılmış oldu. Müslümanlar da
sabretmelerinin karşılığında Medîne'ye Peygamber
efendimizin yanına geldiler.
Nebiyy-i
muhterem sallallahü aleyhi ve sellem,
Huldeybiye'den döndükten sonra, İslâmın bütün dünyâya yayılmasını, insanların
Cehennem azâbından kurtulup, hakikî saâdete kavuşmasını arzu ediyordu. Zirâ O,
bütün âleme, rahmet olarak gönderilmişti. Bu sebeple, çevredeki hükümdârlara
elçiler gönderip, İslâm’a dâvet etmeyi düşündüler. Dıhye-i Kelbî’yi (radıyallahü anh), Rum; Amr bin Ümeyye'yi (radıyallahü anh), Habeş; Hâtib bin Ebî Beltea'yı (radıyallahü anh), Mısır hükümdârına sefîr olarak
vazifelendirdi. Ayrıca aynı vazife ile Salît bin Amr'ı (radıyallahü anh), Yemâme'ye; Şücâ’ bin Vehb'i (radıyallahü anh), Gassân'a; Abdullah bin Huzâfe'yi (radıyallahü anh), İran hükümdârına gönderdiler. Bu
elçiler, Eshâb-ı kirâmın en güzîdeleriydi. Suretleri ve sözleri en güzel
olanlarıydı. Her bir hükümdâra, ayrı ayrı İslâm’a dâvet mektupları yazıldı. Sevgili Peygamberimiz mektupların altını, gümüş
yüzüğünün kaşında üç satır hâlinde yazılı olan, "Allahü teâlânın Resûlü Muhammed
aleyhisselâm" mührü ile mühürledi.
Hükümdârlara gönderilecek elçiler, sabah, Peygamber
efendimizin bir mûcizesi olarak, gidecekleri devletin lisânını
öğrenmiş olarak kalktılar.
Habeşistan'a
gidecek olan Amr bin Ümeyye hazretleri, Necâşi Eshame'den, daha önce oraya
hicret etmiş bulunan Eshâb-ı kirâmın, Medîne'ye gönderilmesini de isteyecekti.
Amr bin Ümeyye (radıyallahü anh), kısa zamanda
Habeşistan'a varıp, melik Necâşi Eshame'nin huzûruna çıktı. Necâşi, tahtından
aşağı indi; mektubu pek büyük bir hürmet ve muhabbetle aldı. Öptü, yüzüne ve
gözüne sürdükten sonra açıp okutturdu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm!
Allahü teâlânın resûlü Muhammed (aleyhisselâm)dan, Habeş meliki Necâşi Eshame'ye!...
Hidayete tâbi olana selâm
olsun!... Ey Hükümdâr! Selâmette olmanı diler, sana olan nîmetlerinden dolayı, Allahü teâlâya hamd ederim. Ondan başka ilâh yoktur. O Melik'tir (bütün kâinatta tasarruf sâhibi
yalnız O'dur.)
Kuddûs'tür (her türlü ayıp ve kusurlardan berîdir). Selâm'dır (kullarını
bütün tehlikelerden selâmette bulundurucudur). Mü’min'dir (emniyet verendir). Müheymin'dir (her
şeyi gözetip koruyandır).
Ben şehâdet ederim ki,
Îsâ (aleyhisselâm), Allahü
teâlânın, çok temiz, iffet sâhibi, her türlü
dünyâ hayatından tamamıyla çekilmiş bulunan Meryem'e ilkâ ettiği, rûhu ve
kelimesidir. Böylece o, Îsâ'ya hâmile kaldı. Allahü teâlâ,
Âdem'i, kudreti ile nasıl yarattı ise, Îsâ'yı da öyle yaratmıştır.
Ey hükümdâr! Ben, seni,
eşi ortağı olmayan Allahü teâlâya îmâna, O'na ibâdet
etmeye ve bana tâbi olmaya, Allahü teâlânın bana gönderdiklerine
inanmaya dâvet ediyorum. Çünkü, ben, Allahü teâlânın bunları
tebliğ etmeye me’mûr resûlüyüm.
Şimdi ben, sana lâzım
olan tebligatı yapmış, dünyâ ve âhıret saâdetini sağlayacak nasîhati etmiş
bulunuyorum. Nâsîhatimi kabûl ediniz! Hidayete eren, doğru yola kavuşanlara
selâm olsun."
Resûl-i ekrem
sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin
mektubunu, büyük bir edeb ve tevâzû ile dinleyen hükümdâr Eshame, derhal;
"Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden
abdühû ve resûlüh" diyerek Kelime-i şehâdet getirdi ve müslüman oldu.
Sonra; "Yemîn ederim ki, O, kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanların
gelmesini beklediği, önceki peygamberlerin geleceğini müjdelediği peygamberdir.
Eğer
yanına gitmeye imkânım olsaydı, muhakkak gider, hizmetiyle şereflenirdim!"
dedi. Mektubu, hürmetle güzel bir kutuya koyup; "Bu mektuplar, burada
olduğu müddetçe, Habeş'ten hayır ve bereket gitmez" dedi.
Resûlullah efendimiz
Necâşi'ye iki mektup göndermişti. Necâşi Eshame, diğer mektupta bildirilen
emirleri yerine getirip, sevgili Peygamberimizin
mübârek zevcesi Ümmü Habîbe (radıyallahü anhâ)
vâlidemizi ve orada bulunan Eshâb-ı kirâmı gemilere bindirip, pek çok hediyelerle
Medîne'ye gönderdi. Gönderdiği mektupta îmân ettiğini bildiriyordu.
Hazret-i
Dıhye-i Kelbî de, Rum imparatorunu İslâm’a dâvet etmek için
vazifelendirilmişti. Mektubu, Busra'daki Gassân hükümdârı Hâris'e verecek, o da
Rum İmparatoru Heraklius'a gönderecekti.
Peygamber efendimizin
sallallahü aleyhi ve sellem dâvet mektubunu
büyük bir hürmetle alan hazret-i Dıhye, sür’atle Busra'ya geldi. Hâris ile
görüşüp durumu anlattı. Hâris, Dıhye'nin (radıyallahü
anh) yanına, henüz müslüman olmayan Adiy bin Hâtem'i vererek, o sırada
Kudüs'de bulunan Heraklius'a gönderdi. İkisi birlikte Kudüs'e gelip,
imparatorla görüşmek üzere temaslarda bulundular. İmparatorun adamları,
kendisine; "Kayser'in huzûruna çıktığın zaman, başını eğip yürüyecek,
yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe
aslâ yerden başını kaldırmayacaksın" dediler. Bu sözler, Dıhye'ye (radıyallahü anh) ağır geldi ve onlara; "Biz
müslümanlar, Allahü teâlâdan başka hiç
bir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi onun yaratılışına
terstir" buyurdu. Bunun üzerine Kayser'in adamları; "O hâlde Kayser,
getirdiğin mektubu hiç bir zaman kabûl etmez ve seni huzûrundan kovar"
dediler. Dıhye (radıyallahü anh); "Bizim peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâm, başkasının, kendisine, değil
secde etmesine, önünde hafif eğilmesine bile müsâde etmez. Kendisiyle görüşmek
isteyen, köle bile olsa, ona ilgi gösterir. Huzûruna kabûl buyurur, derdini
dinler, sıkıntısını giderir, gönlünü alır. Bunun için O'na tâbi olanların hepsi
hürdür, şereflidir" buyurdu. Bu sözleri dinleyenlerden biri; "Mâdem
ki Kayser'e secde etmeyeceksin, o hâlde üzerine aldığın vazifeyi yerine
getirebilmen için, sana başka yol göstereyim. Kayser'in, sarayın önünde,
dinlendiği bir yer var. Her gün öğleden sonra bu avluya çıkar, oralarda
dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde herhangi bir yazı varsa önce
onu alır okur, sonra istirâhat eder. Sen de şimdi git, mektubu o minbere koy ve
dışarda bekle. Mektubu görünce seni çağırtır. O zaman vazifeni yerine getirirsin"
dedi.
Bunun
üzerine hazret-i Dıhye, mektubu söylenilen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı
ve Arapça bilen bir tercümân istedi. Tercümân, Resûlullah
efendimizin mektubunu okumaya başladı. Mektubun en üstünde; “Bismillâhirrahmânirrahîm!
Allahü teâlânın Resûlü Muhammed'den (aleyhisselâm) Rumların büyüğü Herakl'e" diye yazıyordu.
Heraklius'un kardeşinin oğlu Yennak, mektubun böyle başlamasına çok kızdı ve
tercümânın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu. Tercümân, yumruğun şiddeti ile
yere yıkıldı ve mübârek mektup elinden düştü. Heraklius, Yennak'a; "Niçin
böyle yaptın!" diye sorunca, o da; "Mektubu görmüyor musun? Mektuba,
hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de senin hükümdâr olduğunu
söylemeyip; "Rumların
büyüğü Herakl'e" demiş. Niçin; "Rumların hükümdârı"
diye yazmamış ve önce senin isminle başlamamış? O'nun mektubu bu gün
okunmaz" dedi. Bunun üzerine Heraklius: "Vallahi sen ya çok
akılsızsın veya koca bir delisin. Senin böyle olduğunu bilmiyordum. Ben daha
mektubun içinde ne olduğuna bakmadan, yırtıp atmak mı istiyorsun? Hayatıma
yemin ederim ki; eğer O, Söylediği gibi resûlullah
ise, mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların
büyüğü diye anmakta haklıdır. Ben, ancak onların sâhibiyim. Hükümdârları
değilim" dedi ve Yennak'ı huzûrundan kovdu. Sonra hıristiyanların en
âlimi, reîsi ve kendisinin müşaviri olan Uskûf adındaki kimseyi çağırttı.
Mektubu okuttu. Mektubun devamında şöyle buyruluyordu: “Allahü teâlânın hidâyetine tâbi olanlara,
doğru yola kavuşanlara selâm olsun!" Bundan sonra; (Ey Rumların
büyüğü!) Seni
İslâm’a dâvet ediyorum, İslâm’ı kabûl et ki, selâmet bulasın. Müslüman ol ki, Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen, bütün
Hıristiyanların vebâli senin üzerinedir! “De ki: “Ey ehl-i kitab (olan
yahudi ve hıristiyanlar)! Aramızda ortak olan kelimeye geliniz. O da Allahü teâlâdan başka hiç bir şeye tapınmayız ve O'na hiç bir şeyi ortak
etmeyiz. Allahü teâlâyı bırakıp, içimizden hiç kimseyi yaratıcı Rab tanımayız.
Eğer bu sözden yüz çevirirlerse; “Şâhid olunuz. Biz müslümanız"
deyiniz." (Âl-i İmrân sûresi:
64)
Resûl-i ekrem
sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin mektubu
okunurken, Heraklius'un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektup bitince;
"Süleymân aleyhisselâmdan sonra, ben
böyle; "Bismillâhirrahmânirrahîm" diye başlayan bir mektup
görmemiştim" dedi. Heraklius, Uskûf'a bu mes’eledeki fikrini sorunca;
"Vallahi, O, Mûsâ ve Îsâ'nın aleyhimüsselâm, bize geleceğini müjdelediği
peygamberdir. Zâten biz, O'nun gelmesini bekliyorduk" dedi. Heraklius;
"Sen bu husûsta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?"
diye sordu. Uskûf; "O'na tâbi olmanı uygun görürüm" diye cevap verdi.
Heraklius; "Ben, senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat O'na tâbi
olup, müslüman olmaya gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdârlığım gider, hem de beni
öldürürler" dedi. Bunun üzerine hazret-i Dıhye'yi ve Adî bin Hâtem'i
çağırttı. Adî; "Ey hükümdâr! Davar ve develer sâhibi Arablardan olan şu
yanımdaki zât, memleketinde vukû bulan şaşılacak bir hâdiseden bahsediyor"
dedi. Heraklius; "Memleketinizdeki hâdise nedir?" diye sorunca, Dıhye
(radıyallahü anh); "Aramızda bir zât zuhûr
etti. Peygamber olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı O'na tâbi olmakta, bir
kısmı da karşı koymaktadır. Biz inananlarla, inanmayanlar arasında çarpışmalar
olmaktadır" dedi.
Bundan
sonra Heraklius, Peygamber efendimiz
hakkında araştırmaya başladı. Şam valisine emir verip Resûl-i ekrem efendimizle aynı soydan bir
kişiyi bulmalarını emretti. Bu arada kendisinin dostu olan ve İbrânîce bilen
Roma’daki bir âlime de mektup yazıp, bu mes’eleyi sordu. Roma'daki dostundan,
bahsettiği zâtın, âhır zaman peygamberi olduğunu bildiren bir mektup geldi. Şam
valisi de ticâret için giden bir Kureyş kervanı ile karşılaştı. Bunların
içinde, henüz müslüman olmayan Kureyş'in reîsi, Ebû Süfyân da vardı. Ebû Süfyân
diyor ki: "Biz Gazze'de bulunduğumuz sırada, Heraklius'un Şam valisi,
üzerimize saldırır gibi geldi ve; "Siz, şu Hicaz'daki zâtın kavminden
misiniz?" diye sordu. "Evet" dedik. "Haydi, bizimle beraber
imparatorun yanına gideceksiniz?" dedi." Ebû Süfyân'la yanındakileri
Şam'a götürdü. Şam valisi, Ebû Süfyân'ı ve yanındakileri Heraklius'un yanına
çıkardı. Bu sırada, Heraklius Kudüs'te bir kilisede bulunuyordu. Vezîriyle
beraber oturmuş ve başına tâcını giymişti. Heraklius, Ebû Süfyân ve yanındaki
otuz kadar Mekkeliyi burada kabûl etti.
Tercümân
çağırdı ve onlara; "İçinizde, peygamber olduğunu söyleyen zâta, soyca en
yakın hanginizdir?" diye sordu. Ebû Süfyân; "O'na, soyca en yakın
olan benim" diye cevap verdi. Heraklius; "Akrabâlık dereceniz
nedir?" diye sorunca; "Amcamın oğludur" dedi. Heraklius, Ebû
Süfyân'ın kendisine yakın getirilmesini istedi ve diğerlerinin de Ebû Süfyân'ın
arkasında durmasını söyledi. Ebû Süfyân, ilk önceleri yalan söyledi ise de,
hükümdârın tehdidi ile korktu ve yalan söyleyemedi. Sonra aralarında şu konuşma
geçti. Heraklius; "Peygamber olduğunu söyleyen zâtın, aranızdaki soyu nasıldır?"
diye sordu. Ebû Süfyân; "O, zamanın en iyi soylusudur. Soy bakımından en
seçkinimizdir" dedi. Kayser tekrar; "İçinizde ondan önce peygamberlik
iddiasında bulunan kimse oldu mu?" Ebû Süfyân; "Olmadı" dedi.
Kayser; "O'nun ataları içinde hiç bir hükümdâr gelmiş midir?" Ebû
Süfyân; "Hayır" dedi. Kayser; "O'na halkın eşrâfı mı yoksa fakir
ve zayıfları mı tâbi oluyorlar. Ebû Süfyân; “O'na tâbi olanlar fakirler,
zayıflar, gençler ve kadınlardır. Kavminin yaşlılarından ve eşrâfından tâbi
olan pek yoktur" dedi. Kayser; "O'na tâbi olanlar artıyor mu,
azalıyor mu?" Ebû Süfyân; "Artıyor." Kayser; "O'nun dînine
girdikten sonra beğenmeyerek veya kızarak dönen kimse var mı?" Ebû Süfyân;
"Yoktur." Kayser; "Peygamber olduğunu söylemeden, O'nun hiç
yalan söylediği görülmüş müdür?" Ebû Süfyân; "Hayır" dedi.
Kayser; "O peygamberin hiç ahdini bozduğu, sözünde durmadığı oldu
mu?" Ebû Süfyân; "Hayır olmadı. Ancak biz şimdi, onunla bir müddet
için çarpışmayı bırakarak andlaşma yapmış bulunuyoruz. Bu müddet içinde
kendisinin ne yapacağını bilemiyoruz" dedi. Kayser; "O size neyi
emrediyor?" diye sorunca, Ebû Süfyân; "Yalnız bir olan Allah'a ibâdet
etmeyi, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamayı emrediyor. Atalarımızın taptığı
şeylere (putlara) tapmaktan bizi men ediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı,
fakirlere yardım etmeyi, haramlardan sakınmayı, ahde vefâyı, emânete hıyânet
etmemeyi ve akrabâyı ziyâreti... emrediyor" dedi.
Kilisede
bu konuşmalar olmuş, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübârek mektubu
okunmuştu. Heraklius mektubu öpüp, gözlerine sürdü ve başına koyunca, Rumlar
arasında gürültüler çoğaldı. Kayser, Ebû Süfyân ve yanındaki Kureşlilerin
dışarı çıkarılmasını emretti. Daha müslüman olmayan Ebû Süfyân (radıyallahü anh), burada yemînle, sevgili Peygamberimizin davasının başarıyla
sonuçlanacağına inandığını söylemişti.
Dıhye (radıyallahü anh), Heraklius'un karşısına geçip
mübârek güzel yüzü ve tatlı sesi ile; "Ey Kayser! Beni sana Busra'dan bir
kimse (Hâris) gönderdi ki, o, senden hayırlıdır. Allahü
teâlâya yemîn ederim ki, beni, ona gönderen zât (Resûlullah) ise, hem ondan, hem senden daha
hayırlıdır. Sen, benim sözlerimi alçak gönüllülükle dinleyip, verilen
nasîhatleri kabûl etmelisin! Çünkü, alçak gönüllülük edersen, nasîhatleri
anlarsın. Nâsîhatleri kabûl etmezsen, insâflı olamazsın!" dedi. Heraklius;
"Devam et" deyince, Dıhye (radıyallahü anh);
"Öyleyse, ben seni Îsâ aleyhisselâmın
kendisine namaz kılmış olduğu Allahü teâlâya
îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben seni, önceden Mûsâ aleyhisselâmın,
ondan sonra Îsâ aleyhisselâmın, geleceğini
müjdeleyip haber verdiği şu ümmî Peygambere îmâna dâvet ediyorum. Eğer, bu
husûsta bir şey biliyor, dünyâ ve âhıret saâdetini kazanmak istiyorsan, onları
gözlerinin önüne getir. Yoksa âhıret saâdetini elden kaçırır, küfür ve şirk
içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin Rabbin olan Allahü teâlâ, zâlimleri helâk edici ve nîmetleri
değiştiricidir" dedi. Heraklius; "Ben, elime geçen bir yazıyı
okumadan, yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam.
Bundan ancak hayır ve iyilik görürüm. Sen bana düşünüp hakîkati buluncaya kadar
mühlet ver" dedi. Heraklius, daha sonra hazret-i Dıhye'yi yanına çağırıp,
baş başa konuştu. Kalbindekini, şöyle açıkladı: "Ben biliyorum ki, seni
gönderen zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhır zaman
peygamberidir. Yalnız, O'na uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum.
Seni, onların içinde en büyük âlimleri ve benden ziyâde îtibâr gösterdikleri
bir kimse olan Dagatır'a göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tabidir. Eğer o îmân
ederse, Rumların hepsi îmân ederler. Ben de o zaman kalbimde olan ve îtikâdımı
açığa vururum."
Bundan
sonra Heraklius, bir mektup yazarak Dıhye'ye (radıyallahü
anh) verip, Dagatır'a gönderdi. Resûlullah
efendimiz, Dagatır'a da mektup göndermişti. Dagatır, mektupları
okuyup, Peygamber efendimizin
vasıflarını işitince, O'nun, hazret-i Mûsâ'nın ve hazret-i Îsâ'nın geleceğini
haber verdikleri âhır zaman peygamberi olduğunda hiç şüphe olmadığını söyledi
ve îmân etti. Evine gitti, kapandı ve her pazar yaptığı vâzlara üç hafta
çıkmadı. Hıristiyanlar; "Dagatır'a ne oluyor ki, o Arabla görüştüğünden
beri dışarı çıkmıyor? O'nu istiyoruz!" diye bağırdılar. Dagatır,
üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz elbise giydi, elinde asâsı ile
kiliseye geldi. Beldenin ahâlisini topladıktan sonra ayağa kalkarak; "Ey
Hıristiyanlar! Biliniz ki, bize Ahmed'den (aleyhisselâm)
mektup geldi. Bizi hak dîne dâvet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki,
O, Allahü teâlânın hak resûlüdür"
dedi. Hıristiyanlar bunu işitince, Dagatır'ın üstüne yürüdüler ve döverek şehid
ettiler. Dıhye (radıyallahü anh) gelip, durumu
Herakliüs'e haber verdi. Heraklius; "Ben sana söylemedim mi? Dagatır,
Hıristiyanlar katında benden daha sevgili ve azîzdir. Eğer duysalar beni de
onun gibi katl ederler" dedi.
Buhârî'nin
Sahîh'inde zikrettiği ve Zührî'nin rivâyet ettiği haberde ise; "Heraklius,
Humus'daki köşkünde Rumların büyüklerini çağırıp kapıların kapatılmasını
emretti. Sonra yüksek bir yere çıktı ve; "Ey Rum cemâati! Sizler saâdete,
huzûra kavuşmayı ve hâkimiyetinizin temelli kalmasını, hazret-i Îsâ'nın
söylediğine uymayı ister misiniz?" dedi. Rumlar; "Ey bizim
hükümdârımız! Bunları elde etmek için ne yapalım?" diye sordular.
Heraklius; "Ey Rum cemâati! Ben, sizleri hayırlı bir iş için topladım. Bana,
hazret-i Muhammed'in mektubu geldi.
Beni, İslâm dînine dâvet ediyor. Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz,
kitaplarımızda kendisini yazılı bulduğumuz ve alâmetlerini bildiğimiz
peygamberdir. Geliniz, O'na tâbi olup dünyâda ve âhırette selâmet bulalım"
dedi. Bunun üzerine herkes kötü sözler söyleyip, homurdanarak dışarı kaçmak
için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğundan, çıkamadılar.
Heraklius, Rumların bu hareketlerini görüp, İslâmiyetten böyle kaçındıklarını
anlayınca, canından korktu ve; "Ey Rum cemâati! Benim söylediğim sözler,
sizlerin, dîninize olan bağlılığınızı ölçmek içindi. Dininize bağlılığınızı ve
beni sevindiren davranışınızı gözlerimle gördüm" dedi. Bunun üzerine
Rumlar, Herakliüs'e secde ettiler ve köşkün kapıları açılınca çıkıp gittiler.
Heraklius,
hazret-i Dıhye'yi çağırdı, olanları anlattı. Birbirinden kıymetli hediyeler
verdi. Ayrıca Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve selleme bir mektup yazdı.
Mektubunu, hazırlattığı hediyeleri, Dıhye (radıyallahü
anh) ile sevgili Peygamberimize
gönderdi. Herakliüs müslüman olmak istemiş, fakat makâm ve ölüm korkusundan
îmân etmemişti. Peygamber efendimize
yazdığı mektupta, "Hazret-i Îsâ'nın müjdelediği Allah'ın Resûlü Muhammed'e, Rum hükümdârı Kayser’den, Elçin
mektubunla birlikte bana geldi. Ben şehâdet ederim ki, sen Allah'ın hak
resûlüsün. Zâten biz, seni, İncîl’de yazılı bulduk ve hazret-i Îsâ, seni bize
müjdelemişti. Rumları sana îmân etmeye dâvet ettimse de buna yanaşmadılar. Beni
dinlesderdi muhakkak ki, bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında
bulunup sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzu ediyorum"
deniyordu.
Dıhye (radıyallahü anh), Herakliüs'den ayrılıp Hismâ'ya
geldi. Yolda Cüzâm vâdilerinden Şenar vâdisinde, Huneyd bin Us, oğlu ve
adamları hazret-i Dıhye'yi soydular. Eski elbiselerinden başka nesi varsa
aldılar. Bu mevkide, Dübeyb bin Rifâe bin Zeyd ve kavmi İslâmiyeti kabûl
etmişlerdi. Dıhye (radıyallahü anh) bunlara
gelip olanları anlatınca bunlar, Hüneyd bin Us ve kabîlesinin üzerine yürüyüp,
eşyaların hepsini geri aldılar. Daha sonra Resûlullah
efendimiz, Zeyd bin Hâris'i (radıyallahü
anh) Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. O beldede olanların
hepsi îmân etti. Hazret-i Dıhye, Medîne'ye gelince, evine uğramadan doğru Habîb-i ekrem efendimizin kapısına gitti.
Kapıyı çaldı. Peygamberimiz; “Kim o?"
diye sordu. Dıhye; "Dıhyet-ül Kelbî" dedi. Âlemlerin efendisi; “İçeri gir"
buyurdular. Dıhye (radıyallahü anh) içeri girdi
ve olanları bütün teferruâtı ile anlattı. Peygamber
efendimiz, Herakliüs'ün mektubunu okudu; “Onun için, bir müddet daha (saltanatta) kalmak vardır.
Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir" buyurdu.
Herakliüs,
mektubunda Peygamberimize îmân
ettiğini yazmış ise de, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Yalan söylüyor.
Dininden dönmemiştir" buyurdular. Herakliüs, sevgili Peygamberimizin mektubunu ipekten bir
atlasa sarıp, altın yuvarlak bir kutunun içerisinde muhâfaza etti. Herakliüs
âilesi bu mektubu saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu
mektup ellerinde bulunduğu müddetçe, saltanatlarının devam edeceğini söyler ve
buna inanırlardı. Hakîkaten de öyle olmuştur.
Resûl-i ekrem
sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Hâtib
bin Ebî Beltea'yı (radıyallahü anh), Mısır
hükümdârına göndermeden önce; “Ey Eshâbım! Mükâfâtı Allahü teâlâdan
beklemek üzere şu mektubu, Mısır hükümdârına hanginiz götürür?" diye
sorunca, hazret-i Hâtib, yerinden fırlayıp ayağa kalktı ve; "Yâ
Resûlallah! Ben götürürüm!" dedi. Peygamberimiz
de; “Ey Hâtib! Bu
vazifeni, Allahü teâlâ senin hakkında mübârek eylesin?" buyurdu.
Hâtib bin
Ebî Beltea hazretleri, mektubu sevgili
Peygamberimizden aldı. Vedâ edip, evine gitti. Hayvanını hazırladı.
Âilesi ile de vedalaştıktan sonra, yola çıktı. Mısır hükümdârı Mukavkıs'ın
İskenderiyye'de olduğunu öğrendi ve sarayına ulaştı. İçeriye almadan önce,
maksadını öğrenen kapıcı, Hâtib'e (radıyallahü anh)
çok hürmet etti. Onu hiç bekletmedi. Mukavkıs, o sırada deniz üzerinde bir
gemide adamlarıyla konuşuyordu. Hazret-i Hâtib, bir sandala binip, Mukavkıs'ın
bulunduğu yere geldi. Peygamberimizin
mektubunu verdi. Mektubu Hâtib'den (radıyallahü anh)
alan Mukavkıs, okumaya başladı:
“Bismillâhirrahmânirrahîm!
Allahü teâlânın kulu ve resûlü Muhammed'den, Kıbt'ın
(eski Mısır halkının) büyüğü Mukavkıs'a! Selâm, hidâyete uyanların üzerine olsun.
Seni, selâmet bulman için İslâm’a dâvet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın
ve Allahü tealdnın iki kat ecrine nâil olasın. Eğer yüz çevirirsen bütün
Kıbt'ın günâhı senin üzerinedir. Ey Ehl-i kitâb olan (yahudi ve
hıristiyanlar)! Aramızda
ortak olan kelimeye geliniz. O da, Allahü teâlâdan başka hiç bir şeye
tapınmayız ve O'na hiç bir şeyi ortak etmeyiz. Allahü teâlâyı
bırakıp, içimizden hiç kimseyi yaratıcı Rab tanımayız. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse;
“Şâhid olunuz. Biz müslümanız" deyiniz!" (Âl-i İmrân sûresi: 64)
Kâinatın
sultânının mektubu okununca, Mukavkıs, Hâtib'e (radıyallahü
anh); "Hayırlısı olsun!" dedi. Mısır hükümdârı,
kumandanlarını, devlet adamlarını toplayıp, Hâtib ile konuşmaya başladı. Dedi
ki:
"Anlamak
istediğim bâzı şeyleri soracak, bu husûsta seninle konuşacağım." Hazret-i
Hâtib; "Buyur, konuşalım!" deyince, Mukavkıs; "Sizi gönderen
zâttan bana haber veriniz. O bir peygamber midir? Biraz bahset!" diye
sordu. Hazret-i Hâtib de; "Evet, O bir peygamberdir" dedi. Mukavkıs;
"O, böyle gerçekten peygamber ise, niçin kendisini öz yurdundan çıkarıp
başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavminin aleyhinde bedduâ etmedi?"
Hazret-i
Hâtib; "Sen, Îsâ bin Meryem aleyhisselâmın
peygamber olduğuna inanıyorsun değil mi? O, kavmi kendisini yakalayıp, öldürmek
istediğinde, buna rağmen onlara bedduâ etmedi ve cenâb-ı
Hak, onu, dünyâ semâsına kaldırdı. Mükafatlandırdı. Halbuki,
kavminin helâki için Allahü teâlâya
bedduâ etmesi gerekmez mi idi? O böyle yapmadı" deyince, Mukavkıs;
"Çok güzel cevap verdin. Gerçekten sen, hikmet sâhibi zâtın yanından gelen
bir hakîmsin. Bu gece yanımızda kal, yarın sana cevâbımı vereyim" dedi.
Hâtib (radıyallahü anh), hazret-i Mûsâ
zamanındaki Fir’avn'ı kasdederek Mukavkıs'a dedi ki: "Senden önce, burada
bir hükümdâr vardı. O halkına karşı; "En büyük ilâh benim!" diyerek
Rab olduğunu iddia etmişti. Allahü teâlâ
da, onu, dünyâ ve âhıret azâblarıyla cezâlandırdı ve ondan intikâm aldı. Sen
bundan ibret al da, başkasına ibret olma!" Mukavkıs; "Bizim için bir
din vardır. Biz bu dînimizi, ondan daha hayırlısı olmadıkça bırakmayız"
dedi. Hâtib (radıyallahü anh); "Senin
bağlı olduğun ve daha hayırlısı olmadıkça bırakmayacağını söylediğin dîninden
daha hayırlı olan din, hiç şüphesiz İslâmiyettir. Biz, seni Allahü teâlânın bu son dînine, İslâmiyete dâvet
ediyoruz. Allahü teâlâ dînini O'nunla
tamamlamış, O'nu insanlara yeterli kılmıştır ve bu kat’îdir. Bu Peygamber
yalnız seni değil, bütün insanları İslâm dînine dâvet etti. O zaman Kureyş,
O'na, insanların en fazla tepki gösterip, kaba davrananı; yahudiler, en çok
düşmanlık edenleri; hıristiyanlar da en yakın olanları oldu. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Mûsâ aleyhisselâmın, Îsâ aleyhisselâmı
müjdelemesi, ancak Îsâ aleyhisselâmın Muhammed aleyhisselâmı
müjdelemesi gibidir. Binaenaleyh, bizim seni Kur'ân-ı
kerîme dâvet etmemiz, senin yahudileri İncîl’e dâvet etmen gibidir.
Şüphesiz malûmundur ki, her peygamber kendisini anlayıp idrâk edecek bir kavme
gönderilmiştir. Ve o kavmin, bu peygambere itâat etmesi, üzerine vâcib
olmuştur. İşte sen de bu peygambere yetişenlerden birisin. Biz seni bu yeni
dîne dâvet ediyoruz" buyurdu.
Mukavkıs;
"Ben bu peygamberin hâline baktım. Emirlerinde ve yasaklarında aslâ akla
uygun olmayan bir şey bulamadım. Anladığım kadarıyla O, sihirbaz, kâhin ve bir
yalancı değildir. Peygamberlik alâmetlerinden bâzı hâlleri kendinde buldum.
Gizli olan şeyleri meydana çıkarmak, bu alâmetlerdendir. Bâzı sırlardan haber
vermek, bu zâttan ortaya çıktı. Hele biraz düşüneyim!" diyerek mühlet
istedi.
Mukavkıs,
gece Hâtib hazretlerini uyandırıp, Peygamber
efendimiz hakkında bir çok sorular daha sormak istediğini bildirdi.
Sonra; "O'nun hakkında soracağım şeylere doğru cevap verirsen, üç şey
sormak istiyorum" dedi. Hâtib; "İstediğini sor! Ben sana dâimâ
doğruyu söyleyeceğim" diye cevap verdi. Mukavkıs; "Muhammed, insanları neye dâvet ediyor?"
Hazret-i Hâtib; "Yalnız Allahü teâlâya
ibâdet etmeye dâvet ediyor. Gece ve gündüzde beş vakit namazı kılmayı, Ramazân
orucunu tutmayı, verilen sözde durmayı emrediyor. Ölmüş hayvan eti yemeyi men
ediyor" buyurdu. Mukavkıs; "O'nun şekil ve şemâilini (fizikî
görünüşünü) bana târif et!" diye sorunca da; kısaca târif etti. Bir çoğunu
saymamıştı. Mukavkıs; "Anlatmadığın daha bâzı şeyler kaldı. Öyle ki,
gözlerinde azıcık kırmızılık, arkasında peygamberlik mührü vardır. Kendisi
merkebe biner, sof giyer, hurma ve az etli yemekle geçinir. Amcaları veya
amcaoğulları tarafından korunur" dediğinde, hazret-i Hâtib; "Bunlar
da onun sıfatıdır" dedi. Mukavkıs, Hâtib hazretlerine, Peygamberimiz hakkında; "Sürme kullanır
mı?" diye sordu. O da; "Evet! Aynaya bakar, saçını tarar, seferde,
hazarda, aynayı, sürmedanlığı, tarağı, misvağı yanından ayırmaz!" dedi.
Mukavkıs; "Ben, gelecek bir peygamber kaldığını biliyor ve Şam'dan
çıkacağını sanıyordum. Çünkü daha önceki peygamberler hep oradan çıkmışlardı.
Gerçi son peygamberin Arabistan'da, sertlik, darlık, yokluk ülkesinde
çıkacağını da kitaplarda görmüştüm. Kitaplarda sıfatlarını yazılı bulduğumuz
peygamberin ortaya çıkma zamanı da, şüphesiz bu zamandır. Biz, O'nun vasfını;
iki kız kardeşi bir nikâh altında birleştirmez, hediyeyi kabûl eder, sadakayı
kabûl etmez. Fakirlerle, yoksullarla oturur, kalkar! diye kitapta yazılı
bulmuştuk. O'na uymak husûsunda Kıptîler beni dinlemezler. Ben saltanatımdan da
ayrılamayacağım. Bu husûsta çok cimriyim. O peygamber, ülkelere hâkim olacak,
kendisinden sonra da sahâbîleri, bu topraklarımıza kadar gelip konacaklar. En
sonunda şuradakilere gâlip geleceklerdir. Ben Kıptîlere bundan ne bir kelime
anarım, ne de hiç bir kimseye, bu konuşmamı bildirmek isterim!" dedi.
Mukavkıs, Arabca yazan kâtibini çağırdı. Peygamberimizin
mektubuna şöyle cevap yazdırdı:
"Abdullah'ın
oğlu Muhammed'e, Kıptîlerin büyüğü
Mukavkıs'tan! Selâm, senin üzerine olsun. Gönderdiğin mektubunu okudum. Orada
zikrettiğin şeyi ve yaptığın dâveti anladım. Ben de bir peygamberin geleceğini
biliyordum. Ama onun Şam'dan çıkacağını zannediyordum. Elçine ikrâmda bulundum.
Sana Kıptîlerin yanında büyük değeri bulunan iki câriye ile giyecek elbise
gönderdim. Bir de binmen için dişi bir katır hediye ettim."
Mukavkıs,
bundan başka bir şey yapmadı, müslüman da olmadı. Hazret-i Hâtib'i, Mısır'da
beş gün misâfir etti. Çok hürmet gösterip, ikrâmlarda bulundu. Sonra;
"Hemen memleketine, sâhibinin yanına dön! O'nun için iki câriye, iki binek
hayvanı, bin miskal (Bir miskal 4,8 gr.) altın, yirmi takım Mısır işi ince
elbise ve daha başka hediyeler gönderilmesini emrettim. Senin için de, yüz
dinâr ve beş takım elbise verilmesini söyledim. Yanımdan ayrılıp git! Sakın,
Kıptîler, senin ağzından tek kelime bile işitmesinler!" dedi.
Mukavkıs, Peygamber efendimize, ayrıca billur bir kadeh,
kokulu bal, sarık, Mısır'a mahsûs keten kumaşı, öd, misk gibi güzel kokular,
baston, bir kutu içinde sürmelik, gül yağı, tarak, makas, misvâk, ayna, iğne ve
iplik de hediye etti.
Mukavkıs,
İslâm elçisi Hâtib bin Ebî Beltea hazretlerinin yanına, muhâfız askerler
katarak gönderdi. Arabistan topraklarına ayak bastıklarında Medîne'ye giden bir
kâfileye rastladılar. Hâtib (radıyallahü anh),
Mukavkıs'ın askerlerini geri çevirip, o kâfileye katıldı. Hâtib bin Ebî Beltea
(radıyallahü anh), hediyelerle Medîne'ye gelip,
Resûlullah'ın huzûruna çıktı. Sevgili Peygamberimiz sallallahü
aleyhi ve sellem, Mukavkıs'ın hediyelerini kabûl etti. Hâtib (radıyallahü anh), Mukavkıs'ın mektubunu verip,
sözlerini nakledince, Peygamber efendimiz;
“Ne kötü adam!
Saltanatına kıyamadı. Halbuki îmân etmesine mâni olan saltanatı ise, kendisinde
kalmayacak!" buyurdular.
Mukavkıs'ın,
Peygamberimize, hediye olarak
gönderdiği iki câriye, Mâriye ve kardeşi Sîrîn'di. Hâtib bin Ebî Beltea (radıyallahü anh), yolda bunlara müslüman olmalarını
teklif edince, kabûl edip, müslüman olmuşlardı. Peygamber
efendimiz, hazret-i Mâriye vâlidemizin müslüman olmasına çok
sevinip, onu nikâhıyla şereflendirdiler. Ondan, İbrâhim isminde bir oğlu oldu.
Sîrîn'i de (radıyallahü anhâ) Eshâbından Şâir-i
Nebî olan Hassân bin Sâbit'e verdiler. En iyi cins ve beyaza çok yakın gri
tüylü iki binek hayvanından, katıra Düldül, merkebe de Ufeyr veya Yâfûr adı takıldı. O güne kadar
Arabistan'da ak tüylü katır görülmemişti. Müslümanların ilk gördüğü ak tüylü
katır, Düldül oldu. Peygamber efendimiz,
hediye edilen billûr kadehle su içerdi.
Mukavkıs, Peygamberimizin mektubuna çok hürmet gösterip,
fildişinden yapılmış bir kutu içine koydu. Kutuyu mühürledi ve câriyelerinden
birine teslim etti. (Adı geçen bu mektup 1267 (m.1850) senesinde, Mısır'ın
Ahmin bölgesinde eski bir manastırdaki Kıbt kitapları arasında bulunmuş ve
Osmanlı pâdişahı 96. halîfe Sultân Abdülmecîd Han tarafından satın alınarak,
İstanbul Topkapı Sarayı, Mukaddes Emânetler Bölümüne konmuştur.
İran
hükümdârına, Abdullah bin Huzâfe (radıyallahü anh)
gönderilmişti. Hazret-i Abdullah, kibirli İran Kisrâsı'na (şahına), Âlemlerin
efendisinin kıymetli mektubunu sunduğunda, okuması için kâtibine verdi.
“Bismillâhirrahmânirrahîm!
Allahü teâlânın resûlü Muhammed’den (aleyhisselâm) Farsların büyüğü Kisrâ'ya..." Kâtip, buraya
kadar okumuştu ki, kibirli Şâh’ın kan beynine sıçradı, öfkelendi ve mektubu
alıp yırttı. Mektuba, Peygamber efendimizin
kendi ism-i şerîfi ile başlamış olmasına son derece hiddetlenmişti. İslâm
elçisi Abdullah bin Huzâfe hazretlerini de huzûrundan kovmak istediğinde,
hazret-i Abdullah, Kisrâ ve yanında toplanmış bulunan ateşperestlere şöyle
dedi: "Ey Acem halkı! Siz, peygamberlere inanmıyor, kitapları kabûl
etmiyorsunuz. Üzerinde yaşadığınız şu topraklarda sayılı günlerinizi geçiriyor,
bir düş hayatı yaşıyorsunuz!...
Ey Kisrâ!
Senden önce nice hükümdârlar, bu tahta oturup, hüküm sürdüler. Allahü teâlânın emirlerini yapanlar, âhıretlerini
kazanmış olarak; yapmayanlar da ilâhî azâba uğramış bir hâlde bu dünyâdan göç
ettiler!...
Ey Kisrâ!
Getirip takdîm ettiğim bu mektup, aslında senin için büyük bir devlet idi. Bunu
küçümsedin. Allahü teâlâya yemîn ederim
ki, o küçümsediğin din, buraya gelince kaçacak yer arayacaksın!..." Sonra
Kisrâ'nın sarayını terkedip hayvanına bindi. Sür'atle oradan uzaklaştı.
Medîne'ye gelip durumu Kâinatın sultânına anlattığında; “Allah'ım! O, benim mektubumu nasıl parçaladı
ise, sen de onu ve onun mülkünü parçala!..." buyurdular.
Allahü teâlâ,
Resûlünün duâsını kabûl etmiş, Kisrâ, oğlu tarafından bir gece hançerlenerek
parça parça edilmişti. Hazret-i Ömer zamanında da bütün iran toprakları
zaptedilerek müslümanların eline geçti.
Şücâ’ bin
Vehb hazretleri de, Gassân hükümdârı Hâris bin Ebî Şimr'e gönderilmişti. Şücâ’
(radıyallahü anh), önce hükümdârın kapıcısı ile
görüştü. Onu, İslâm’a dâvet edince kabûl edip, Resûlullah
efendimize hürmet ve selâmlarını arz etti. Hiç bekletmeden Hazret-i
Şücâ’ı hükümdârla görüştürdü. Hâris bin Ebî Şimr, mektubu okuyunca, öfkelenip
yere attı. Hazret-i Şücâ’ derhal Medîne-i münevvereye dönüp, durumu Allahü teâlânın Sevgilisine haber verdi. Sevgili Peygamberimiz, mektubunun yere
atılmasma üzüldüler ve; “Saltanatı yok olsun!" buyurdular. Kısa bir
süre sonra, Hâris bin Ebî Şimr ölüp devleti parçalandı.
Salît bin
Amr (radıyallahü anh), Yemâme hükümdârı Hevze
bin Ali'ye gönderilmişti. Hevze, hıristiyandı. Peygamber
efendimiz, mektubunda şöyle buyuruyordu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm!
Allahü teâlânın resûlü Muhammed’den (aleyhisselâm), Hevze bin Ali'ye!
Hidayete eren, doğru yola
kavuşanlara selâm olsun!
(Ey Hevze!) Bilesin
ki, İslâmiyet, develerin ve atların gidebileceği en uzak yerlere kadar
yayılacak, bütün dinlere gâlip gelecektir. Sen de İslâm’ı kabûl et ki, selâmet
bulasın. Müslüman olursan, hâkimiyetin altında bulunan yerlerin idâresini yine
sana bırakırım..."
Yemâme
hükümdârı Hevze, bu mübârek dâveti kabûl etmekten kaçındı. Saltanat sevdası,
makam hırsı gözünü bürümüştü. Bu yüzden Kâinatın sultânının duâsına kavuşmak
gibi, yüce bir devletten mahrûm kaldı. İslâm elçisi Salit bin Amr hazretleri
merhamet edip; "Ey Yemâme hükümdârı olan Hevze! Sen, bu kavmin büyüğüsün!
Senin büyük zannettiğin kayserler ölüp toprak olmuşlardır.
Hakîkî
büyükler ise, Allahü teâlânın emirlerini
yapıp, yasaklarından kaçınarak, Cennet’i hak eden kimselerdir. Bir topluluk,
îmân etmekle şereflenmiş ise, onları kendi bozuk inanışınla, doğru yollarından
saptırmaktan sakın!... Doğrusu ben, sana Allahü
teâlânın emirlerini yapmanı, yasaklarından sakınmanı tavsiye ederim.
Allahü teâlâya îmân edip, emirlerini
yaparsan Cennet’e girersin. Şeytana uyarsan Cehennem’de kalırsın.
Eğer bu
nasîhatlerimi kabûl edersen, korktuklarından emîn olur, umduklarına kavuşursun.
Şâyet nasîhatlerimi reddedersen, artık size yapacağım bir şey kalmamıştır.
Gerisini sen düşün!..." dedi.
Hevze,
İslâm elçisinin bu güzel nasîhatlerini de dinlemedi. Salît bin Amr (radıyallahü anh), artık Yemâme'de durmanın lüzumsuz
olduğunu anlayıp, sür’atle Medîne'ye döndü. Sevgili
Peygamberimize netîceyi bildirdi. Resûl-i
ekrem efendimiz, onun İslâm’a girme saâdetinden mahrûm olmasına
üzüldüler. Kısa bir zaman sonra Hevze'nin ölüm haberi geldi. Saltanat sevdası,
makam hırsı, Cehennem çukuru olan kabrinde son buldu. Böylece, altı İslâm
elçisi vazifelerini yapmış, zamanın büyük devletlerine İslâmiyetin varlığını
duyurmuşlardı. Onlara hakîkî saâdeti haber vermişler, kıyâmet gününde;
"Biz duymamıştık" sözlerine yer bırakmamışlardı. Habeş hükümdârı
Eshame (radıyallahü anh) müslüman olup, Eshâb-ı
kirâmı görmekle, Peygamber efendimizin
mübârek duâsına kavuşmakla şereflenmişti. Rum İmparatoru Heraklius ve Mısır
sultânı Mukavkıs, müslüman olamamışlar, fakat gelen mektuplara çok hürmet edip
yumuşak cevaplar vermişler, elçilere iyi davranmışlar ve Resûlullah efendimize hediyeler göndermişlerdi.
Gassân ve İran hükümdârları elçilere iyi davranmamışlar, düşmanlıklarını açıkça
belirtmişlerdi. Yemâme hükümdârı ise, İslâm elçisine mülayim davranmıştı.