Hicretin
beşinci senesinde, Mustalıkoğullarının reîsi Hâris bin Ebî Dırâr, Peygamber efendimizle çarpışmak için pek çok
adam toplamıştı. Onları silâhlandırarak, Medîne üzerine yürüyecekti. Bu haber, sevgili Peygamberimize ulaşınca, hemen yediyüz
kişilik bir birlik ile Mustalıkoğullarına karşı sefere çıkıldı. Müreysî kuyusu
başında karargâh kuruldu. Önce Mustalıkoğulları İslâm’a dâvet edildi. Kabûl
etmeyerek, ok atıp savaşı başlattılar. Resûlullah
efendimizin; “Hep birlikte aniden hücûma geçiniz" emrini
yerine getiren Eshâb-ı kirâm, Mustalıkoğullarından on kişiyi öldürdü. Kabîle
reîsi kaçarak canını kurtarmış, fakat, kızı Berre ve kabîlesinden 600 kişi esir
düşmüştü. Ganîmetler paylaştırıldı. Berre, Peygamber
efendimizin huzûruna çıkıp; "Hissesine düştüğüm sâhibimle,
dokuz altın karşılığında hürriyete kavuşmam için anlaştım. Bana yardım
ediniz!" dedi. Peygamber efendimiz,
merhamet buyurarak, onun bu arzusunu yerine getirip satın aldı. Sonra âzâd
edip, hürriyetine kavuşturdu. Sevgili
Peygamberimizin, İslâm’ı tebliği ile müslüman oldu. Onun müslüman
olmasına son derece sevinen Âlemlerin efendisi, mükâfat olarak nikâhıyla şereflendirdi.
Bunu gören Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm)
hepsi de; "Biz, Resûlullah'ın
âilesi olan annemizin, akrabâsını hizmetçi olarak kullanmaktan hayâ
ederiz" dediler ve esirlerini âzâd ettiler. Bu nikâh yüzlerce esirin âzâd
olmasına sebep oldu. Sevgili Peygamberimiz,
mübârek zevcesinin Berre ismini, Cüveyriyye (radıyallahü
anhâ) olarak değiştirdi. Hazret-i Cüveyriyye vâlidemiz için, hazret-i
Âişe vâlidemiz; "Ben, Cüveyriyye'den daha hayırlı, daha bereketli bir
kadın görmedim" derdi.
İslâm
ordusu zaferle, nûrlu Medîne'nin yolunu tutarken, etrâftaki müşrik kabîlelerin
gözleri korkmuş, müslümanlara saldırmaya cesâret etmenin ne kadar tehlikeli
olduğunu anlamışlardı.
Hicretin
beşinci yılı idi. Medîne-i münevvereden sürülen fitne ve fesâd kaynağı yahudi
Nâdiroğulları, gruplara ayrılmış, bir kısmı Şam'a, bir kısmı da Hayber'e
gitmişlerdi. Fakat, İslâm’a ve Peygamber
efendimize olan kin ve intikâm duyguları kalblerini bürümüştü.
Reisleri Huyey, kavminin ileri gelenlerinden yanına topladığı yirmi adamı ile
Mekke'ye gitti. Ebû Süfyân ile görüşüp, sevgili
Peygamberimizin mübârek vücûdunu ortadan kaldırmak üzere anlaşmaya
oturdular. "Bu işi bitirinceye kadar hiç ayrılmadan yanınızda
bulunacağız!" dediler. Ebû Süfyân; "Bizim düşmanımıza düşman olanlar,
bizim katımızda makbûldür. Fakat, size güvenebilmemiz için, putlarımıza
tapmanız lâzım. Ancak bundan sonra samîmi olduğunuzu kabûl edip, emîn
olabiliriz" dedi. Gayelerine kavuşmak için dinlerini dahî veren hâin
yahudiler, putların önünde yerlere kapandılar... Kitaplı kâfir iken, kitapsız
oldular. Sevgili Peygamberimizi
ortadan kaldırmak ve dîn-i İslâm’ı yıkmak için yemîn ettiler.
Müşrikler,
derhal savaş hazırlığına başladılar. Komşu müşrik kabîlelere de adamlar
gönderdiler. Yahudiler de çeşitli kabîleleri ikna etmek için harekete geçtiler.
Bâzı kabîlelere para ve hurma vâd ederek silâhlandırdılar. Müşrikler, Mekke
civârından dörtbin kişilik büyük bir kuvvet çıkarmıştı. Ebû Süfyân,
Dâr-ün-Nedve'de sancak bağlayıp, Osman bin Ebî Talha'ya verdi. Orduda üçyüz at,
bol sayıda silâh ve binbeşyüz deve vardı.
Dörtbin
kişilik müşrik ordusu, Merrazzahrân'a geldiklerinde; Süleymânoğulları,
Fezâreoğulları, Gatafanlılar, Mürreoğulları, Esedoğulları gibi pek çok
kabîleler, altıbin kişilik yardımla müşrik ordusunun sayısını onbine
çıkarmıştı.
Bu, o
zamana göre pek büyük bir kuvvet idi. Öteden beri Resûl-i
ekrem sallallahü aleyhi ve sellem
efendimiz ile dost geçinen Huzâa kabîlesi, derhal Medîne'ye haber uçurmuş, on
günlük yolu dört günde alan bir süvâri, Peygamber
efendimize, müşriklerin durumunu teferruâtıyla haber vermişti.
İşlerini,
Eshâb-ı kirâmla istişâre ederek yapan sevgili
Peygamberimiz, derhal sahâbîlerini toplayıp, durumu müzakere
ettiler. Savaşın, nerede ve nasıl yapılması husûsunda, her sahâbî teklifini
bildirdi. Bu heyet içinde bulunan Selmân-ı Fârisî hazretleri söz alıp; "Yâ
Resûlallah! Bizde bir harb usûlü vardır. Düşmanın, baskın yapma ihtimâlinden
korktuğumuz zaman, etrâfımıza hendek kazarak savunma yapardık" dedi. Bu
usûl, Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı
kirâmın hoşuna gitti ve bu şekilde düşmanla çarpışmağa karar verildi. Peygamber efendimiz derhal, Eshâbından
bâzılarını alıp, hendeğin nereye kazılması lâzım geldiğini keşf ettiler.
Medîne'nin güney tarafı bahçelik olup, sık ağaçlarla kaplı idi. Müşriklerin buradan
toplu hücûma geçmeleri ihtimâli zayıftı. Sonra buranın müdâfâsını az bir kuvvet
başarabilirdi. Doğuda ise andlaşma yapılan Benî Kureyzâ adlı yahudi kabîlesi
bulunuyordu. Bu sebeple müşrikler, ancak batı ve kuzey taraftaki açık arâziden
hücûma kalkabilirlerdi. Bu taraflardan hendek kazılacak yerler tespit edildi.
Eshâb-ı kirâmın herbirine üç metre kadar yer düşüyordu. Herkes hissesine düşen
yeri iki adam boyunda (3,5 metre kadar) kazacak, hendek sür’atle koşan bir atın
atlayamayacağı kadar geniş olacaktı. Zamân azdı. Düşman, Mekke'den çıkmış,
Medîne'ye doğru yürümüştü. Hendeğin en kısa zamanda kazılması lâzımdı.
Sevgili Peygamberimiz,
başta bizzat kendisi olmak üzere, kahraman eshâbıyla “Bismillâhirrahmânirrahîm"
diyerek, ilk kazmayı vurdular. Herkes, bütün gayretiyle bir an önce hendeği
kazmaya çalışıyordu. Hattâ buna, çocuklar bile iştirâk ediyorlardı. Resûlullah efendimize, Zübâb tepesi üzerinde
bir çadır hazırlandı. Hendekten çıkarılan topraklar zenbillerle bu tepenin
etrâfına dökülüyor, gelirken de düşmana atmak için Sel Dağı’ndan taşlar
çekiliyordu. Zenbil bulamayanlar, eteklerinde toprak taşıyordu. Sevgili Peygamberimiz de yoruluncaya kadar
çalışıyordu. Bu hâli gören Eshâb-ı kirâm, gayrete geliyor ve; "Canımız
sana fedâ olsun yâ Resûlallah. Bizim çalışmamız yeter. Sen çalışma, istirâhat
buyur" demelerine rağmen; “Ben de çalışarak kazandığınız sevâba ortak olmak istiyorum"
buyurarak cevap veriyorlardı.
O günlerde
hava çok soğuktu. Ayrıca o sene kuraklık yüzünden kıtlık hüküm sürüyordu.
Yiyecek bulmak da hayli güçtü. Âlemlerin efendisi dâhil olmak üzere, bütün
Eshâb-ı kirâm müthiş bir açlık içinde bulunuyorlardı. Kendilerini güçlü
hissetmeleri için, açlıktan karınlarına taş bağlıyorlar, midelerini
sıkıştırarak yemek ihtiyâcını gidermeye çalışıyorlardı. Âlemlere rahmet olarak
gönderilen sevgili Peygamberimiz,
kendi açlığını düşünmüyor, Eshâbının bu soğukta aç olarak çalışmasına ve
çektiği zahmetlere çok üzülüyor, onlara acıyor ve; “Allah'ım! Âhıret hayatından başka (istenecek) bir hayat yoktur.
Yâ Rabbî! Ensâr ile Muhâcirlere mağfiret eyle!" diyerek duâ
buyuruyorlardı. Onlar da canlarından çok sevdikleri Habîb-i
ekrem efendimize; "Hayatımızın sonuna kadar Allahü teâlânın yolunda, dîn-i İslâm’ı yaymak için
Resûlullah efendimize tâbi
olduk" diyerek cevap veriyorlardı. Bu karşılıklı muhabbet; açlık, susuzluk
gibi nice meşakkatleri kökünden söküp götürüyordu.
Hendek kazmak, her gün sabah erkenden başlıyor, akşama kadar sürüyordu. Bir gün kazı esnâsında, Ali bin Hakem hazretleri ayağından yaralandı. Ata bindirerek Peygamber efendimizin huzûruna getirdiler. Âlemlerin efendisi; "Bismillâhirrahmânirrahîm" diyerek, onun ayağını sığadı. Efendimizin bir mûcizesi olarak, bir anda ayağının kanı durdu ve ağrısı kesildi.
Hendek kazmaya devam ediliyordu. Eshâb bir ara çok sert bir yerle karşılaştılar. Kazmak mümkün olmuyordu. Resûl-i ekrem efendimize gelip, durumu bildirdiler. Teşrîf buyurarak hendeğe indiler. Bir kapla su istediler. Bir yudum alıp, tekrar kaba boşalttılar. Sonra suyu sert yere serptiler. Balyozu alıp, o yeri bir vuruşta kum gibi dağıttılar. Orası kolayca kazılır olmuştu. Bu vuruş esnâsında, sevgili Peygamberimizin mübârek karnı açılınca, oradakiler, efendimizin açlıktan midesi üzerine taş bağladığını gördüler. Resûlullah efendimizin bu hâlini gören Câbir bin Abdullah hazretleri, huzûra varıp; "Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! İzin verirseniz eve kadar bir gidip geleyim" diyerek müsâde istedi. İzin aldıktan sonrasını hazret-i Câbir şöyle anlattı: "İzin verilince eve gelip hanımıma; "Resûl aleyhisselâm da öyle bir açlık hâli gördüm ki, dayanılır gibi değil. Evde yiyecek bir şeyler var mı?" diye sordum. O da; "Şu oğlaktan ve bir kaç avuç arpadan başka bir şey yoktur" dedi. Hemen oğlağı kestim, zevcem de arpayı el değirmeninde öğütüp un hâline getirdi. Sonra onu hamur yaptı. Eti çömleğe koyup, tandırda pişirmeğe başladı. Bundan sonra Resûlullah efendimizin yanına vardım ve; "Yâ Resûlallah! Çok az bir yemeğim var. Yanınıza bir iki kişi alıp bize yemeğe buyurun!" dedim. Resûlullah; “Yemeğiniz ne kadardır?" buyurdular. Söyledim. Bunun üzerine; “Hem çok, hem de güzel yemektir. Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tandırdan ne et çömleğini ne de ekmeği çıkarsın" buyurdu. Sonra mücâhidlere dönüp; “Ey hendek halkı! Kalkınız! Câbir'in ziyâfetine gideceğiz!" buyurdu. Bu emir üzerine Eshâb-ı kirâm toplanarak Peygamberimizin arkasından yürümeğe başladılar. Ben hemen eve dönüp olanları hanımıma anlattım ve; "Şimdi ne yaparız?" deyince, bana; "Resûl aleyhisselâm, yemeğin ne kadar olduğunu sormadı mı?" dedi. Ben de; "Sordu ve söyledim" dedim. Hanımım; "Eshâb-ı kirâmı sen mi, yoksa Resûlullah efendimiz mi dâvet etti?" diye sordu. "Resûlullah dâvet etti" deyince; "Resûl aleyhisselâm daha iyi bilir" diyerek beni tesellî eyledi.
Biraz sonra, Peygamber efendimizin nûrlu cemâli kapımızda göründü. Kalabalık olan sahâbîlere; “Birbirinizi sıkıştırmadan içeri giriniz" buyurdular... Sahâbî kardeşlerim, onar kişilik gruplar hâlinde oturdular. Nebiyy-i muhterem, ekmeğin ve etin bereketlenmesi için duâ buyurdu. Sonra, çömleği tandırdan çıkarmadan kepçe ile içindekileri, aldığı ekmeklerin üzerine koyarak, Eshâbına ikrâm ettiler. Bütün Eshâb doyuncaya kadar, böyle devam ettiler. Yemîn ederim ki, yemek yiyen bin kişiden çok olduğu hâlde, ekmek ve et aynen duruyordu. Biz de yedikten sonra komşularımıza dağıttık."
Selmân-ı Fârisî hazretleri çok iyi hendek kazardı. Tek başına on kişinin yaptığı işi yapardı. O da arkadaşları ile kendisine ayrılan yeri kazarlarken, çok sert ve büyük, beyaz bir kaya ile karşılaştılar. Kırmak için çok uğraştılar. Fakat bütün emekleri boşa gitti. Üstelik balyozları, kazma ve kürekleri de kırılmıştı. Hazret-i Selmân, sevgili Peygamberimizin huzûruna varıp; "Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Hendeği kazarken sert bir kayaya rastladık. Demirden yapılmış bütün aletlerimiz kırıldığı hâlde, yerinden bile oynatamadık" diyerek, durumu arzetti. Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, saâdetle oraya gelip balyoz istediler. Orada bulunan Eshâb-ı kirâm da netîceyi merâkla bekliyorlardı. Nebîlerin sultânı efendimiz, aşağı indiler. “Bismillâhirrahmânirrahîm" diyerek, balyozu kaldırıp, kayaya öyle bir vurdular ki, bu çarpmadan, Medîne'yi aydınlatan bir şimşek çaktı ve kayadan bir parça koptu. Resûl-i ekrem efendimiz; “Allahü ekber!" diyerek tekbir getirdiler. Bunu işiten Eshâb da tekbir getirdi. Sonra ikinci defâ balyozu vurdular. Yine her tarafı aydınlatan bir şimşek!... Ve kayadan kopan parçalar... Sevgili peygamberimiz yine; “Allahü ekber!'"diyerek tekbir getirdiler. Bunu Eshâb-ı kirâm tâkip etti. Balyoz üçüncü defâ indiğinde, her tarafı aydınlatan bir şimşek daha çakmış ve kaya parça parça olmuştu. Âlemlerin efendisi yine; “Allahü ekber!" diyerek tekbir getirdi. Şerefli Eshâbı da O'na uydu.
Hazret-i Selmân, elini uzattı. Sevgili Peygamberimiz yukarı çıktılar. Selmân-ı Fârisî; "Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Ömrümde hiç görmediğim bir şeyi şimdi gördüm. Bunun hikmeti nedir?" deyince, Peygamber efendimiz, Eshâbına dönüp; “Selmân'ın gördüğünü sizler de gördünüz mü?" buyurdular. Onlar da; "Evet yâ Resûlallah! Balyozu kayaya vurduğunuz zaman, şiddetli bir şimşeğin çaktığını gördük. Sen tekbir getirince biz de tekbir getirdik" dediler. Peygamber efendimiz de; “Önceki darbenin ışığında kisrânın (Medâyin'deki) köşkleri bana göründü. Cebrâil (aleyhisselâm) gelip; “Ümmetin, o beldelere sâhip olurlar" diye haber verdi. İkinci darbede Rum vilayetinin (Şam'ın) kızıl köşkleri göründü. Cebrâil (aleyhisselâm) gelip; “Ümmetin, o diyâra da sâhip olur" dedi. Üçüncüsünde, San'a'nın (Yemen'in) köşkleri göründü. Cebrâil (aleyhisselâm); “O yere de ümmetin mâlik olur" diye haber verdi" buyurdu.
Sonra Kâinatın sultânı, Acem kisrâsının Medâyin'deki sarayını târif edince, oralı olan hazret-i Selmân; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Seni, hak din ve Kitab'la gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o köşkler aynen anlattığınız gibidir. Senin, Allahü teâlânın Resûlü olduğuna şehâdet ederim" dedi. Peygamber efendimiz; “Ey Selmân! Şam, muhakkak fethedilecektir. Herakliyüs, memleketinin en ücrâ yerine kaçacaktır. Siz, Şam'ın her tarafına hâkim olacaksınız. Size, hiç kimse karşı koyamayacaktır. Yemen, muhakkak fethedilecektir. Şu “Diyâr-ı Meşrik" de muhakkak fethedilecek ve kisrâ öldürülecektir. Allahü teâlâ bu fetihleri benden sonra size nasîb edecektir " buyurdular.
Selmân-ı Fârisî hazretleri; "Resûlullah efendimizin, bu müjdelerinin hepsinin gerçekleştiğini gördüm" diye haber verdi.
Düşman artık gelmek üzereydi. Hendek son sür’atle kazılıyor ve bir an önce bitirilmeye çalışılıyordu. Mücâhidler zarûret hâlinde, Peygamber efendimizden izin alarak işi bırakıyorlar, ihtiyaç giderildikten sonra yeniden işlerinin başına koşuyorlardı. Münâfıklar gâyet gevşek davranıyor, istedikleri zaman işe geliyor, istedikleri zaman izin almadan bırakıp gidiyorlardı. Ayrıca Eshâbın bu şekildeki çalışması ile alay ediyorlar, Peygamber efendimizin verdiği müjdelere bile; "Biz, düşman korkusundan hendeklere sığınıyoruz. O ise bize Yemen, Rum ve Fars ülkelerinin köşklerini vâd ediyor. Sizin bu hâlinize şaşıyoruz!..." diyorlardı. Bunun üzerine, mücâhidler için inen âyet-i kerîmede, meâlen buyruldu ki: “Gerçek müminler, ancak o kimselerdir ki, (ihlâs ile) Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân edenler ve (cihad, cihâda âit tedbirler, Cumâ ve bayram toplanmaları gibi) toplu bir iş için, O'nun (Resûlullah'ın) maiyyetinde bulundukları vakit, O'ndan izin almadıkça, bırakıp gitmeyenlerdir. O hâlde (ey Habîbim!) Senden izin isteyenler, Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân edenlerdir. Bu mü’min kimseler bâzı işleri için senden izin istedikleri vakit, sen de onlardan dilediğin kimseye izin ver ve kendileri için Allahü teâlâdan mağfiret dile. Şüphesiz ki, Allahü teâlâ, Gafûr-ur-Rahîm'dir, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (Nûr sûresi: 62)
Münâfıklar için inen âyet-i kerîmelerde de meâlen buyruldu ki: “Allahü teâlânın Resûlünün dâvetini, kendi aranızda birbirinizi (bazen icâbet edip, bâzan etmediğiniz) dâvetsiz gibi tutmayın (dâvetine hemen koşun ve izinsiz ayrılmayın)! İçinizden, birbirinizi siper ederek gizlice kaçanlarınızı, Allahü teâlâ muhakkak biliyor. O'nun emrinden uzaklaşıp gidenler, dünyâda fitneye, âhırette de elem verici bir azâba uğramaktan sakınsınlar! Dikkat ediniz! Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi de Allahü teâlânındır. O, sizin, hangi inanç üzerinde (mümin veya münâfık) olduğunuzu ve (münâfık ve kâfirlerin) kendisine döndürülecekleri kıyâmet gününü de biliyor. Allahü teâlâ, onların dünyâda yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allahü teâlâ her şeyi bilir." (Nûr sûresi: 63,64)
Hendeği kazma işine başlıyalı altı gün olmuştu. Herkes işini, lâyıkıyla bitirmişti. Ancak bir yer, zaman yetmediği için geniş ve derin kazılamamıştı. Peygamber efendimiz burası için endişelerini belirttiler; “Müşrikler, buradan başka bir yerden geçemezler" buyurdular. Buraya nöbetçiler koydular.
Müşrik
ordusunun Medîne'ye çok yaklaştığı sırada, yahudi Nâdiroğullarının reîsi Huyey,
Kureyş ordu kumandanına; "Medîne'deki Kureyzâ yahudilerinin müslümanlarla
andlaşma hâlinde olduklarını, ancak onların reîsi Ka'b bin Esed'i aldatıp,
kendi saflarına çekebileceğini bildirdi. Kumandan da; "Ey Huyey! Hemen
Ka'b bin Esed'e git. Müslümanlar ile yaptıkları andlaşmayı bozup bize yardım
etsinler" dedi. Bu andlaşmanın maddelerinden biri, "Medîne'ye bir
düşman ordusu taarruz ederse, müslümanlarla birlik olup, düşmana karşı
koymak" idi.
Yahudi
Huyey, müşrik ordusundan ayrılıp, gece, Benî Kureyzâ reîsi Ka'b'ın evine geldi.
Kapıyı çalıp kendisini tanıttı ve; "Ey Ka'b! Kureyş'in bütün ordusunu,
Kinâne ve Gatafan oğulları gibi nice kabîleleri onbin kişilik bir ordu hâlinde
getirmiş bulunuyorum. Artık Muhammed
ve Eshâbı kurtulamıyacaktır. Onları tamâmen imhâ edinceye kadar, Kureyşlilerle
buradan ayrılmamağa yemîn ettik!.." dedi. Ka'b; "Muhammed ve Eshâbı öldürülemez de, Kureyş ve
Gatafanlar ülkelerine dönüp gider ise, burada yalnız kalırız. Sonunda hepimizi
öldürürler diye korkuyorum!..." diye endişesini belirtince, Huyey;
"Bu korkunun gitmesi için Kureyş ve Gatafanlardan yetmiş kişi rehin
istersin. Bu rehineler sende olduğu müddetçe, onlar buradan gidemezler. Şâyet
yenilip giderlerse, ben sizin yanınızdan ayrılmam. Size gelen felâket bana
gelmiş olur" diyerek, Ka'b'ı sonra da diğer yahudileri aldattı.
Müslümanlarla olan muâhedeyi yırttırdı. Böylece andlaşma bozulmuş oldu.
Huyey,
müşrik ordusuna dönüp durumu anlattı. Benî Kureyzâ'nın, müslümanları arkadan
vuracaklarını bildirdi.
Yedinci
gün, müşrikler onbin kişilik muazzam bir ordu ile Medîne'nin batı ve kuzey
tarafına gelip, ordugâhlarını kurdular. Bu ordugâh, hendeğin kazıldığı yerde
idi. Müşriklerin düşünceleri; bu muazzam ordu ile Medîne'yi baştanbaşa yakıp
yıkmak, Peygamber efendimizi ve
Eshâbını ortadan kaldırıp, İslâmiyeti yok etmekti. Bu, görünüşte karşı konması
güç, muazzam ve pek büyük bir ordu idi.
Müşrikler,
hayâllerinden geçirmedikleri hendek engelini görünce, şaşkına döndüler,
moralleri bozuldu. Çünkü, hendek iyi bir atın sür'atle koşarak atlayamayacağı
genişlikte idi. İçine düşen bir kimse de kolayca çıkamazdı. Hele zırhlı bir
kimsenin yukarı tırmanarak çıkması çok zordu.
Müşriklerin
geldiğini haber alan sevgili Peygamberimiz,
derhal altı gündür durmadan çalışarak yorgun düşen Eshâbını toplayıp, hendeğin
bu tarafında Sel Dağı eteklerine karargâhını kurdu. Arkalarında Sel Dağı ve
Medîne bulunuyordu, önünde hendek ve ötesinde düşman... Yine İbn-i Ümm-i
Mektûm, Medîne'de Peygamber efendimizin
vekili olarak bırakıldı. Kadınlar ve çocuklar hisarlara yerleştirildi. Üçbin
kişilik İslâm ordusunun otuzaltı süvârisi vardı. Sancakları, Zeyd bin Hârise
ile Sa'd bin Ubâde hazretleri taşıyordu. Resûlullah
efendimizin deriden yapılmış çadırı, Sel Dağı’nın eteğinde kuruldu.
Yine nice
kahramanlıklar gösterecek olan Eshâb-ı kirâm radıyallahü
anhüm, dikkatle düşmanın hareketlerini tâkib etmeğe başladı. Bu sırada, sevgili Peygamberimizin huzûruna hazret-i
Ömer'in geldiği görüldü. "Yâ Resûlallah! İşittiğime göre, Kureyzâ
yahudileri aramızdaki andlaşmayı bozmuşlar ve bize karşı harbe hazırlanıyorlarmış!"
dedi. Beklenilmeyen bu habere, Âlemlerin efendisi; “Hasbünallahü ve ni'mel vekîl-Allahü teâlâ bize yeter. O ne güzel vekildir" diyerek
mukabelede bulundular. Çok müteessir olmuşlardı. Şimdi İslâm ordusu, iki ateş
arasında kalmıştı. Kuzey ve batıda müşrik orduları, güney doğuda yahudiler
bulunuyordu.
Resûlullah efendimiz,
Zübeyr bin Avvâm hazretlerini Kureyzâ oğullarının kalesine gönderdi. Hazret-i
Zübeyr gidip, durumu öğrendi. Gelince; "Yâ Resûlallah! Onları, kalelerini
tâmir, harp tâlimleri ve manevraları yaparken gördüm. Ayrıca hayvanlarını da
derleyip toparlıyorlardı" diyerek, gördüklerini anlattı. Bunun üzerine Habîb-i Ekrem sallallahü
aleyhi ve sellem efendimiz; Sa'd bin Mu'âz, Sa'd bin Ubâde, Havvât bin
Cübeyr, Amr bin Avf, Abdullah bin Revâha'yı radıyallahü
anhüm, Kureyzâ oğullarına nasîhat edip andlaşmayı yenilemeleri için
gönderdi. Vazife verilen bu beş sahâbî, Kureyzâ yahudilerinin kalesine gidip,
onlara nasîhat ettiler. Fakat, nasîhat kâr etmiyordu. Ayrıca hakâret etmeye de
başlamışlardı. Son söz olarak; "Kardeşlerimiz Nâdiroğullarını,
yurtlarından sürüp çıkarmakla, bizim, kolumuzu-kanadımızı kırdınız. Muhammed de kim oluyormuş! O'nunla aramızda hiç
bir söz ve andlaşma yoktur. Peygamberinizin üzerine hep birden saldırıp,
öldürmek için and içmiş bulunuyoruz. Kardeşlerimize muhakkak arka çıkıp,
yardımcı olacağız!..." dediler.
Sa'd bin
Mu'âz hazretleri ve arkadaşları, Resûlullah
efendimizin huzûruna gelip, herkesin anlayamayacağı şekilde kapalı
olarak durumu anlattılar. Peygamber efendimiz;
“Haberinizi
gizli tutun. Ancak bilene açıklayın. Çünkü harp, tedbir ve aldatmadan
ibârettir" buyurdular.
Eshâb-ı
kirâm, hendeğin bu tarafında Peygamber efendimizi
bekliyor, nasıl hareket edeceklerini merâk ediyorlardı. Biraz sonra Kâinatın
sultânı, kahraman Eshâbının yanına teşrîf etti ve; “Allahü ekber! Allahü ekber!" diyerek
tekbir getirdi. Bunu işiten şanlı sahâbîler, hep bir ağızdan tekbir getirerek, cenâb-ı Hakk'ın ism-i şerîfinin yüceliğini
bildirip, hendeğin ötesinde kum gibi kaynayan küffârın kalbine korku saldılar.
Müşrikler, tekbirleri işitince; "Muhammed
ve Eshâbına, herhâlde sevindirici bir haber geldi" dediler. Peygamber efendimiz, Eshâbına; “Ey müslüman cemâati!
Allahü teâlânın fetih ve yardımı ile sevininiz!" buyurarak,
muzaffer olacaklarının müjdesini verdi. Şanlı Eshâb, şimdiye kadar bir çok
seriyyelerde bulunmuşlar, Bedr ve Uhud gazâlarına katılmışlardı. Sayıca ve
kuvvetçe çok olan müşrikleri, Allahü teâlânın
izni ve Resûl-i ekrem efendimizin
duâsı bereketiyle her defâsında hezîmete uğratmışlardı. Başlarında, varlıkların
"Baş tâcı" olduktan sonra, yapamayacakları iş, katlanamayacakları
sıkıntı olamazdı. Hava soğuk, kıtlık şiddetli, açlık ziyâde idi... Peygamber efendimiz dâhil, bir çokları mübârek
karınlarına taş bağlamışlardı. Karşıda düşman, kum gibi kaynıyordu!... Fakat
şanlı Eshâb için, düşmanın çokluğu ve çekilen sıkıntıların ehemmiyeti yoktu. Allahü teâlâ en güzel vekildi... O'na
bağlanmışlar, O'na dayanmışlar, O'na sığınmışlardı.
Kureyş'in
önde gelen kumandanları ve Kureyş'le beraber gelen diğer kabîlelerin liderleri
umûmi taarruza geçmek için bir karar vermeden önce, hendeğin etrâfında,
geçebilecekleri bir yer araştırmaya başladılar. Hendeği bir baştan öbür başa
kadar dolaştılar. Nihâyet aceleden yarım kalan dar yerde durup, buradan hücûm
etmenin uygun olacağında karar kıldılar. Müşrik askerleri de kumandanlarının
peşinden hareket ediyorlar, bir hendeğe, bir de şanlı Eshâba bakıp
şaşırıyorlardı. "Yemîn ederiz ki, bu, Arabların başvurduğu bir usûl
değildir. Muhakkak bunu, o Farslı adam tavsiye etmiştir!" diyorlardı.
Kureyşli
kumandanlar, askerlerine hendeğin dar yerini göstererek; "Buradan kim
atlayıp, karşıya geçebilir?" deyince, içlerinden beş süvâri ayrıldı.
Bunlar teke tek vuruşmak üzere hendeğin diğer tarafına geçeceklerdi. Şanlı
Eshâb-ı kirâm ve müşrik askerleri merâkla bu beş atlının hareketlerini tâkib
etmeye başladılar. Süvâriler hız almak için geriye çekildiler. Sonra atlarının
başını hendeğin en dar yerine çevirip, hızlandırdılar. Dört nala koşan beş cins
at, bir sıçramada hendeğin diğer tarafına geçmeyi başardılar. Onu pek çok
süvâri tâkib etmek istedi ise de başaramayıp, hendeğin öbür tarafında kaldılar.
Bu geçenler içinde Amr bin Abd adında çok güçlü bir kimse vardı. Tepeden
tırnağa kadar zırh giymiş, heybetli bir görünüşü vardı. Görünüşte kalblere
korku salan bu adam, mücâhidlere karşı; "Benimle çarpışabilecek bir kimse
varsa meydana çıksın?..." diye bağırdı.
Bu sırada
hazret-i Ali'nin, sevgili Peygamberimizin
huzûruna çıkarak: "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Onunla ben
çarpışayım" diyerek izin istediği gürüldü. Üzerinde zırhı dahî yoktu.
Eshâb-ı kirâm, ona gıbta ile bakıyordu. Sevgili
Peygamberimiz, kendi mübârek zırhını çıkarıp, hazret-i Ali'yi
giydirdiler. Kılıcını ona kuşattılar. Mübârek başlarından sarığını çıkarıp,
onun başına bizzat kendi elleriyle sardılar. Sonra da; “Allah'ım! Bedr gazâsında amcamoğlu Ubeyde,
Uhud gazâsında amcam Hamza şehîd oldular. Yanımda kardeşim ve amcam oğlu olan
Ali kaldı. Sen onu muhâfaza eyle. Ona yardımını ihsân eyle. Beni yalnız başıma
bırakma!" diyerek duâ etti. Eshâb-ı kirâm; "Âmin!"
dediler.
Duâlar ve
tekbirler arasında yaya olarak ilerliyen Allahü teâlânın
aslanı, atının üzerinde, bir heyûlâ gibi duran Amr bir Abd'ın karşısına
dikildi. Gözlerinden başka her tarafı zırhlarla kaplı olan Amr, bu kahramanı
tanıyamadı ve kim olduğunu sordu. O da; "Ben, Ali bin Ebî Tâlib'im"
diyerek kendini tanıtınca, Amr; "Ey kardeşimin oğlu! Baban, benim
dostumdur. Bu sebeple senin kanını dökmek istemem. Benim karşıma çıkacak
amcalarından biri yok mu?" diyerek güyâ ona acıdı. Hazret-i Ali ise;
"Ey Amr! Vallahi, ben senin kanını dökmek isterim. Yalnız, ikimizin de
eşit durumda olması lâzım gelmez mi? Yiğitliğin şânına da bu yakışmaz mı?
Halbuki, ben yayayım, sen ise atlısın!..." diyerek onu tahrik etti. Bunu
işiten Amr'ın, yiğitlik damarı kabarıp derhal atından indi ve atının
bacaklarını kılıçla doğradıktan sonra, hiddetle hazret-i Ali'nin karşısına
geçti.
Hamle
yapmak üzere iken, Allahü teâlânın aslan;
"Ey Amr! İşittim ki, sen, Kureyş'den bir kimse ile karşılaştığında, onun
iki dileğinden birini yerine getireceğine yemîn etmişsin. Bu doğru mu?"
diye sordu. O da; "Evet, doğrudur" diye cevap verince, bu defâ;
"O hâlde, birinci isteğim; senin, Allahü teâlâ
ve Resûlüne îmân edip, müslüman olmandır!" diyerek îmâna dâvet etti. Bunu
duyan Amr, kızdı ve; "Geç bunu! Bu bana lâzım değil!" dedi. Hazret-i
Ali; "İkinci isteğim, çarpışmayı bırakıp, Mekke'ye dönmendir. Zirâ Resûl aleyhisselâm, düşmana gâlip gelirse, sen bu
hareketinle O'na yardım etmiş olursun!..." dedi. Amr; "Bunu da geç!
Ben intikâm almadıkça, koku sürünmeyeceğime yemîn ettim. Başka bir dileğin
varsa onu söyle!" deyince, hazret-i Ali; "Ey Allahü teâlânın düşmanı! Artık seninle
çarpışmaktan başka bir şey kalmadı!" dedi. Amr, bu sözlere gülüp;
"Hayret doğrusu! Arab diyârında karşıma çıkabilecek bir yiğidin olduğu,
hatırımdan geçmezdi! Ey kardeşimin oğlu! Yemîn ederim ki, ben seni öldürmek
istemem. Zirâ, baban, benim dostumdu. Ben karşıma, Kureyş eşrâfından Ebû Bekr
gibi, Ömer gibi bir kimse isterdim" dedi. Hazret-i Ali; "Öyle olsa
da, ben seni öldürmek için buraya çıktım" deyince, Amr'ın kanı başına
sıçradı. Kılıcını kaldırması ile indirmesi bir oldu. Böyle bir şeyi bekleyen Allahü teâlânın aslanı, şimşek gibi yana sıçrayıp,
hamleyi kalkanıyla karşıladı. Fakat Amr, bunun gibi nice kalkanlar
parçalamıştı. Onun vuruşuna en güçlü kalkanlar bile dayanamazdı. Nitekim, şimdi
de öyle oldu. Hazret-i Ali'nin kalkanı parçalandı, ayrıca kılıç, başını sıyırıp
yaraladı. Hamle sırası hazret-i Ali'ye gelmişti; "Yâ Allah!" diyerek
Zülfikar'ı, Amr'ın boynuna indirdi, indirmesi ile İslâm ordusunda; "Allahü
ekber! Allahü ekber!" sadâları yeri göğü inletmeye, küffâr ordusunda
feryâdlar yükselmeğe başladı. Evet, Nebîlerin sultânı varlıkların baş tâcının
duâsı kabûl olmuştu. İnsan azmanı Amr, yere serilmiş, gövdesinden oluk gibi kan
boşanırken, kafası miğferiyle birlikte uçmuştu.
En çok
güvendikleri Amr'ın yere serildiğini gören arkadaşları, derhal hazret-i Ali'ye
saldırdılar. Bunu gören Eshâb-ı kirâm, oraya koştular. Zübeyr bin Avvâm (radıyallahü anh), Nevfel bin Abdullah'ı yaralayıp
atıyla birlikte hendeğe düşürdü. Hazret-i Ali, hendeğe inip Nevfel'i iki
parçaya ayırdı. Diğerleri hendeği zor geçip geriye kaçtılar. Müşrik ordusu baş
kumandanı ise, daha harbin başında büyük bir ümîdsizliğe düşmüştü. Artık harbin
şekli tâyin olmuştu. Hendek, göğüs güğüse çarpışmayı engelliyordu. Ok
atışlarıyla birbirlerine zâyiat vermeğe uğraştılar. Bu hareket, netîceyi
uzatmaktan başka bir işe yaramıyordu. Müşrikler, bu şekilde gâlip
gelemiyeceklerini anlayıp, hendeğin her tarafından hücûma geçmenin en uygun bir
yol olacağına karar verdiler ve saldırıya geçtiler. Onbin kişilik koca düşman
ordusu, hendeği geçmek için uğraşıyor, üçbin kişilik şanlı İslâm ordusu ise,
okla, taşla onları hendekten geçirmemeğe gayret ediyordu. Müthiş bir mücâdele
başlamıştı. Bu mücâdele akşama kadar sürdü.
Resûl-i ekrem
sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, gece,
hendeğin çeşitli yerlerine nöbetçiler yerleştirdi. Kendisi de dar olan yerde
nöbet tutmağa başladı. Medîne'ye beşyüz kişilik bir devriye kuvveti göndererek,
sokaklarda yüksek sesle tekbir getirmelerini emretti. Böylece yahudilerden veya
Kureyş müşriklerinden gelecek bir tehlike zamanında önlenecek, kadınlar ve
çocuklar korunacaktı. Kureyzâ yahudileri ise, Huyey bin Ahtab'ı müşriklere
gönderip, gece baskınları yapmak üzere ikibin kişilik bir kuvvet istediler.
Geceleri, savunmasız kalan kadın ve çocuklara saldıracaklardı. Fakat
mücâhidlerin sabahlara kadar devriye gezmeleri; "Allahü ekber!"
nidâlarıyla tekbir getirmeleri, kalblerine büyük bir korku salmıştı. Kalelerine
çekilip, fırsat beklemeğe başladılar. Zaman zaman küçük gruplar hâlinde Medîne'ye
girmeğe çalıştılar.
Bir gece
Kureyzâoğullarının ileri gelenlerinden Gazzâl, yanına aldığı on kişilik bir
birlik ile, Peygamber efendimizin
halası Safiyye (radıyallahü anhâ) vâlidemizin
bulunduğu köşke kadar gelmeyi başardı. İçerde kadınlar ve çocuklar vardı.
Kendilerini koruyacak bir tek silâhları bile yoktu. Yahudiler, önce köşke ok
atmaya, sonra da içeri girmeye çalıştılar. İçlerinden biri, iç avluya geçmeyi
başardı ve içeri girmek için etrâfı kontrol etmeye başladı. Bu sırada sevgili Peygamberimizin kahraman halası,
yanındakilere hiç ses çıkarmamalarını tembih ettikten sonra, aşağı inip,
kapının yanına geldi. Bir tülbent ile başını sıkıca sarıp, bir erkek görünümüne
girdikten sonra, eline bir sırık alıp, beline bir bıçak yerleştirdi. Yavaşça
kapıyı açıp o yahudinin arkasına yaklaştı ve elindeki sırığı şiddetle başına
indirdi. Hiç vakit kaybetmeden yere düşen yahudiyi öldürdü. Sonra öldürülen
yahudinin başını dışarıda ok atmakla meşgûl olan yahudilere fırlattı.
Arkadaşlarının kesik başını ayakları altında gören yahudiler, büyük bir korkuya
kapılıp, kaçmağa başladılar. Bir taraftan da; "Bize, müslümanlar evlerinde
hiç bir erkek bırakmaksızın, hepsini harbe göndermişler, şeklinde haber
verilmişti!..." diye söyleniyorlardı.
Harp,
sabahleyin yine aynı şiddetle devam etti. Oklar havada vınlıyarak uçuşuyordu.
Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem,
şanlı Eshâbına; “Varlığım
yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemîn ederim ki,
karşılaştığımız sıkıntılar, üzerinizden muhakkak kaldırılacak ve sizler feraha
çıkarılacaksınız" buyurarak, onlara sabretmelerini tavsiye etti
ve zaferin, inananlara âit olacağını müjdeledi. Bu müjdeyi alan kahraman
sahâbîler, açlık, kıtlık gibi sıkıntıları unutup canla, başla çalıştılar.
Hendekten bir müşrikin bile geçmesine meydan vermediler. Eshâb-ı kirâmın önde
gelenlerinden Sa'd bin Mu'âz hazretleri, büyük bir kahramanlık göstererek
savaşıyordu. Savaş sırasında, Hibbân bin Kays bin Araka adlı bir müşrikin
attığı ok ile kolundan yaralandı. Ok, atar damara isabet edip, çok kan kaybına
sebeb oldu. Hazret-i Sa'd, yaralı bir hâlde, etrâfındakilerin kanı durdurmak
için uğraştıklarını görerek, durumunun ciddi olduğunu anladı ve; "Yâ
Rabbî! Kureyş harbe devam edecekse, bana ömür ihsân eyle. Çünkü senin Resûlüne
eziyet eden, O'nu yalanlayan bu müşriklerle savaşmaktan hoşlandığım kadar,
başka hiç bir şeyden hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki harb sona eriyorsa, beni
şehitlik mertebesine yükselt. Fakat, Benî Kureyzâ'nın âkıbetini görmeden rûhumu
kabzetme" diyerek duâ etti. Duâsı kabûl olunup, kanı kesildi.
Eshâb-ı
kirâm arasında çarpışıyor görünen Abdullah bin Übey gibi münâfıklar ise, gâyet
ağırdan alıyor, ileri hatlara yaklaşmıyorlardı. Ayrıca, mücâhidlerin
morallerini bozmak için ellerinden geleni yapıyor; "Muhammed size, Kayser ve Kisrâ'nın
hazînelerini vâd edip duruyor. Halbuki, şu anda hendek içinde hapsolmuşuz.
Korkumuzdan abdest bozmağa bile gidemiyoruz. Allah ve Resûlü, bizi aldatmaktan
başka bir şey yapmıyor, vâdetmiyor!." diyerek fitne çıkarmaya çalışıyordu.
Sıkıştıkları zaman, evlerine düşmanın saldırabileceğini bahane edip vazife
yerlerini terkediyorlardı. Münâfıkların bu hareketleri de ayrı bir dert ve ayrı
bir sıkıntı oluyordu.
Müşrik
ordusu, bir an önce netîceye varmak için bütün gücünü harcıyor, fakat şerefli
sahâbîlerin kahramanca müdâfâları karşısında, hiç bir varlık gösteremiyordu. En
çok saldırdıkları yer, dar geçit idi. Sevgili
Peygamberimiz, buradan ayrılmıyor, Eshâbını savaşa teşvik ediyordu. Peygamber efendimizin yanı başında harb etmek
şerefine kavuşmak isteyen Eshâb-ı kirâm, gazâ meydanında görülmemiş
kahramanlıklar gösteriyorlardı. Bir ara müşriklerin, şiddetli bir ok atışına
başladıkları görüldü. Bütün hedef, Kâinatın sultânının bulunduğu çadır idi. Sevgili Peygamberimizin mübârek vücûdlarını
bir zırh örtüyordu. Mübârek başlarında ise miğferleri vardı. Çadırın önünde
dimdik duruyorlar, harbin seyrine göre Eshâbına emirler veriyorlardı.
Müşrikler, bâzan en zayıf görünen yere birden yükleniyorlar, mübârek sahâbîler
oraya koşup, din düşmanlarını püskürtünceye kadar, aşk ile çarpışıyorlardı. Bu
görülmemiş mücâdele pek şiddetli oluyor, kahraman sahâbîler, çarpışmaktan, yan
tarafa bakacak zaman bulamıyorlardı. O gün, sabahla başlayan bu mücâdele, geç
saatlere kadar devam etti. Namaz vakitleri geldikçe, şanlı sahâbîler; "Yâ
Resûlallah! Namazımızı kılamadık" diyorlar, âlemlerin efendisi, Kâinatın
sultânı, büyük bir üzüntü içinde; “Vallahi ben de kılamadım" buyuruyorlardı.
Yatsı sıralarında, İbâdetlerini yaptırmayan müşrik sürüsünü, pek şiddetli bir
saldırı ile geriye püskürtüp, dağıttılar. Bu dağınıklıktan kurtulamayan
Kureyşliler ve Gatafanlar, geceyi geçirmek üzere karargâhlarına çekildiler.
Mücâhidler de sevgili Peygamberimizin
çadırına doğru yürüdüler. O zaman, âlemlere rahmet olarak gönderilen Fahr-i
âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz,
bedduâ etmek âdet-i şerîfleri değil iken, namaz için dayanamamışlar; “Onlar, nasıl
güneş batıncaya kadar uğraştırıp bizi namazımızdan alıkoydular ise, Allahü teâlâ da onların evlerine, karınlarına ve kabirlerine ateş doldursun!"
buyurarak, müşriklere bedduâda bulundular. Kazâya kalan öğle, ikindi ve akşam
namazlarını kıldıktan sonra, yatsı namazını kıldırdılar.
Müşrikler,
İslâm’ı tamâmen ortadan kaldırmak için yaptıkları bu mücâdelelerinden sonra,
müslümanların gündüz mağlûb edilemeyeceğini anladılar. Onlara göre tek çâre
aynı şiddetle gece baskınları tertiplemekti. Müslümanlar ancak bu şekilde
yenilebilirdi. Bu kararlarını hemen tatbikata koyup, yahudi Kureyzâ oğullarıyla
birlikte gece baskınları yapmaya başladılar. Askerlerini gruplara ayıran
müşrikler, nöbet ve sıra ile hücûma geçiyorlardı. Bu hâl günlerce devam etti.
Başta sevgili Peygamberimiz ve
kahraman Eshâb-ı kirâm; aç, uykusuz, yorgun oldukları hâlde müdâfâya devam
ettiler. Hiç bir düşman askerini hendekten bu tarafa geçirmediler. Canla başla
yapılan bu müdâfâ, daha önce yapılan bütün gazâlardan daha korkulu, daha
şiddetli, daha sıkıntılı ve daha zahmetli idi.
Günlerdir
çarpışmakta olan müşriklerde, yiyecek sıkıntısı baş göstermeye başladı. At ve
develeri de, yerde bir tutam kuru ot bulamadıkları için, ölmeğe başlamıştı. Bu
sebeple müşriklerin kumandanı, Dırâr bin Hattâb kumandasında bir birliği,
Kureyzâ yahudilerine erzak te’mini için göndermişti. Küffâra her şeylerini fedâ
eden yahudiler, derhal yirmi deve yükü buğday, arpa, hurma ve hayvanlar için
saman yükleyip teslim ettiler. Dırâr, askerleri ile sevinç içinde dönerken,
Kubâ yakınlarında bir grup sahâbî ile karşılaştılar. Kahraman Eshâb, derhal
hücûm etti. Kanlı bir çarpışmadan sonra, müşrikleri kaçırtarak yüklü develeri Peygamber efendimize teslim ettiler ve çok
duâya mazhar oldular.
Kâinatın
sultânı sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz,
bir aya yakın devam eden bu şiddetli çarpışmada, pek güç durumlarda kalan
kahraman Eshâbına acıyor, onlara, babalarından kat kat fazla şefkât
gösteriyordu. Şanlı Eshâbının gösterdiği bu insan üstü gayretlere karşı,
kendisi mübârek alnını toprağa koyuyor, onlar için Allahü
teâlâya şöyle yalvarıyordu: “Ey darda kalanların imdatlarına yetişen! Ey muhtâç ve
çâresiz kalmışların duâsına icâbet eden Allah'ım! Benim ve Eshâbımın hâllerini
muhakkak görüyor ve biliyorsun. Yâ Rabbî! Sen küffârı münhezim kıl, (hezîmete
uğrat),
içlerine tefrika düşür ve onlara karşı bize nusret ver, zafer ihsân
eyle!..." Sevgili Peygamberimiz,
bu duâsını, son günlerde sık sık tekrarlıyordu.
Müşrikler,
kıtlığın da verdiği ızdıraplardan dolayı, bir an önce müslümanları ortadan
kaldırmak için, bütün güçlerini harcıyorlardı. Böyle çarpıştıkları bir akşam,
müşrik ordusundan, kalbine İslâmın sevgisi düşmüş bir kimse, Peygamber efendimizin huzûruna geldi. Bu,
Gatafan kabîlesinden Nu'aym bin Mes’ûd idi. Sevgili
Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Ben, Allahü teâlânın bir olduğunu ve senin hak peygamber olduğunu
tasdik etmek için geldim. Hamd olsun müslüman olmakla şereflendim. Şimdiye
kadar size karşı çarpışmıştım. Bundan sonra da küffâra karşı çarpışacağım. Bana
ne emrederseniz yapmağa hazırım! Yâ Resûlallah! Benim müslüman olduğumu kavmim
dahî bilmiyor" dedi. Resûl-i ekrem
efendimiz; “Bu
küffârın arasına girip, tefrika sokarak birbirlerinden ayırmağa çalışabilir
misin?" buyurdular. O da; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlânın yardımı ile onları birbirinden
ayırabilirim. Yalnız, her ne dilersem söylemeğe izin var mı?" diye suâl
etti. Efendimiz de; “Harp hîledir. İstediğini söyleyebilirsin”
buyurdular.
Nu'aym bin
Mes’ûd hazretleri, önce Kureyzâ yahudilerinin yanına varıp; "Benim size
karşı olan sevgimi bilirsiniz. Yalnız bu konuşacaklarımız aramızda kalsın, hiç
kimse bilmesin!" dedi. Yahudiler de; "Hiç kimse bilmeyecektir?"
diyerek yemîn ettiler. Bunun üzerine hazret-i Nu'aym; "Şu adamın (Peygamber efendimizin) işi, muhakkak bir
belâdır. O'nun, Nâdir ve Kaynuka oğullarına yaptığını biliyorsunuz. Onları, yurtlarından
yuvalarından sürüp çıkardığını, hepiniz de gördünüz. Şimdi, Kureyşliler ve
Gatafanlar gelip müslümanlarla çarpışmaktalar, siz de onlara yardım
etmektesiniz. Günlerce çarpıştığımız hâlde, daha bir netîceye varamadık. Böyle
devam ederse, muhâsara uzayacağa benzemektedir. Kureyşliler ve Gatafanların
malları, mülkleri, yurtları, çocukları, sizin gibi burada değildir. Bu harpte
eğer fırsat bulur da gâlip gelirlerse ganîmetleri toplar giderler. Şâyet mağlûb
olurlarsa çekip giderler, sizi, onlarla başbaşa bırakırlar. Halbuki, sizin
müslümanlarla başa çıkacak ne gücünüz, ne de kuvvetiniz var. Harbin şu andaki
durumu ise, müslümanların zafere kavuşacağını göstermektedir. Tahmin ettiğim
gibi olursa, müslümanlar sizi kılıçtan geçirmeden bırakmazlar. Onun için acele
bir tedbir almamız lâzımdır!..." dedi. Bu´sözleri büyük bir heyecan ve
korku ile dinleyen yahudiler, hazret-i Nu'aym'ın, kendilerini bu derece
düşünmesinden dolayı çok memnun kaldılar ve; "Sen bize dostluğunu
lâyıkıyla gösterdin. Bize, nasıl bir tedbir almak lâzım geldiğini de
söyle" dediler. Bunu bekleyen Nu'aym bin Mes’ûd (radıyallahü
anh); "Doğrusu şudur ki; Kureyş ve Gatafan eşrâfından bâzılarını
rehin almadıkça, müslümanlarla aslâ harbe girmeyin! Rehineler sizin yanınızda
olduğu müddetçe, harbden kaçıp gidemezler!" dedi. Bunun da pek güzel bir
tedbir olduğunu kabûl eden yahudiler, ona, teşekkür edip, izzet ikrâmda
bulundular.
Hazret-i
Nu'aym, yahudilerden ayrılıp doğruca Kureyş karargâhına vardı. Kumandanlarına;
"Benim Muhammed'e olan düşmanlığımı
ve sizleri de ne kadar çok sevdiğimi bilirsiniz. Öğrendiğim bir şeyi,
dostluğumuzun îcâbı, size ulaştırmayı büyük bir vazife bildim. Yalnız, bu
söyleyeceklerimi hiç kimseye duyurmayacağınıza söz verip yemîn
etmelisiniz!" dedi. Onlar da yemîn edip merâkla; "Söyle, seni
dinliyoruz" dediler. "Haberiniz olsun ki, Kureyzâ yahudileri, sizinle
ittifâk ettiklerine pişman olmuşlar ve Muhammed'e
haber göndermişler: "Kureyşten ve Gatafanların ileri gelenlerinden
boyunlarını vurmak üzere rehineler alıp sana teslim edelim. Sonra seninle
birlik olup müşriklerin kökünü kazıyıncaya kadar çarpışalım! Yalnız,
kardeşlerimiz Nâdir oğullarını affedip yurtlarını bağışlamalısın!"
demişler. Muhammed de, yahudilerin bu
isteklerini kabûl etmiş! Eğer yahudiler, sizden rehine isterse, sakın kabûl
etmeyin, hepsini öldürecekler! Sakın bu söylediklerimi kimse duymasın!..."
dedi. Kureyşliler, bu mühim haberden dolayı hazret-i Nu'aym'a çok teşekkür edip
iltifât gösterdiler.
Nu'aym bin
Mes’ûd (radıyallahü anh) oradan ayrılıp,
Gatafanların yanına geldi. Kureyşlilere anlattıklarını onlara da söyledi.
Bir gün
sonra Kureyş kumandanı, Kureyzâ oğullarına; "Artık burada durmak bizim
için çok güçleşti. Zirâ hava soğuk, hayvanlarımız açlıktan kırılıp gitmektedir.
Bu gece iyi bir hazırlık yapıp, yarın hep birlikte şiddetli bir hücûma
geçelim" diye haber gönderdi. Yahudiler de; "Biz, hem Cumartesi günü
harp etmeyiz hem de sizinle beraber savaşmaya katılabilmemiz için, ileri
gelenlerinizden bir çok kimseyi bize rehin olarak vermeniz lâzım. Eğer muhâsara
müddeti uzar ve siz âciz kalıp memleketinize giderseniz, bizi Muhammed'e teslim etmiş olursunuz. Şâyet,
rehin verirseniz, bizi bırakıp gitmezsiniz!..." dediler. Bu haber, Kureyş
kumandanına ulaştığı zaman; "Nu'aym bin Mes’ûd'un sözü doğru imiş!"
dedi ve yahudilere tekrar haber gönderip; "Biz size, bir tek adamımızı
bile rehin olarak vermeyiz. Eğer, yarın gelip bizimle beraber harb ederseniz ne
âla, yoksa biz yurdumuza gideriz. Siz de Muhammed
ve Eshâbı ile başbaşa kalırsınız!.." dediler. Bunu işiten Kureyzâ
yahudileri, Nu’aym'ın sözünün doğru çıktığını düşünüp; "Bu durumda, biz de
sizinle birlik olup müslümanlara karşı savaşmayız..." dediler. Böylece her
iki tarafın da kalblerine korku düştü.
Peygamber efendimize,
Cebrâil aleyhisselâm
gelip; Allahü teâlânın, müşrikleri
kasırga ile perişân edeceğini müjdeledi. Bunun üzerine Âlemlerin efendisi,
mübârek dizleri üzerine gelip, mübârek ellerini uzatarak; “Allah'ım! Bana ve Eshâbıma acıdığından dolayı
sana şükrederim" diyerek, Allahü
teâlâya şükranlarını arzettiler. Sonra kahraman Eshâbına müjdeyi
bildirdiler.
O gece
Cumartesi gecesi idi. Ortalığı müthiş bir karanlık kaplamış, göz gözü
görmüyordu. Derken şiddetli bir ayaz ve arkasından çok kuvvetli bir rüzgâr
esmeye başladı. Bu geceyi, Huzeyfe tübnü Yemân hazretleri şöyle anlattı:
"Öyle bir gecede bulunuyorduk ki, o zamana kadar ondan daha karanlık bir
gece görmemiştik. Bu şiddetli karanlıkla birlikte, gök gürültüsünü andıran bir
gürültüyle korkunç bir rüzgâr da esmeye başlamıştı. Bu sırada, müşrik ordusunun
telâşa ve korkuya kapılıp, kendi aralarında anlaşmazlığa düştüklerini Peygamber efendimiz bize haber verdi. Biz,
şiddetli soğuktan, açlıktan ve gecenin dehşetinden ayağa kalkamıyor, olduğumuz
yerde üzerimize bir şeyler örterek bekliyorduk.
Resûlullah
namaza durdu ve gecenin bir kısmını namaz kılarak geçirdikten sonra, bize doğru
dönerek şöyle buyurdu: “İçinizden, müşrik ordusunun yanına gidip, durumlarını
inceleyerek, bana haber getirecek olan var mıdır? Bu haberi getirenin,
Cennet’te bana arkadaş olmasını Allahü teâlâdan dileyeyim." Orada
bulunanlar şiddetli açlık ve soğuktan ayağa kalkamadı. Sonra Resûlullah efendimiz, benim yanıma geldi.
Soğuktan ve açlıktan iki dizim üzerine çöküp büzülerek oturuyordum. Resûlullah efendimiz bana dokunarak; “Sen kimsin?"
buyurdu. "Ben Huzeyfe'yim yâ Resûlallah" dedim. Resûlullah efendimiz; “Git şu kavim ne yapıyor bir bak! Yanıma dönüp
gelinceye kadar onlara, ok ve taş atma, mızrak ve kılıç vurma. Sen benim,
yanıma dönüp gelinceye kadar, ne soğuktan, ne sıcaktan zarar görmeyeceksin,
esir edilip, işkenceye de uğramayacaksın" buyurdu. Kılıcımı ve
yayımı aldım, gitmek üzere hazırlandım. Resûlullah
efendimiz, benim için; “Allah'ım, onu önünden-ardından, sağından-solundan,
üstünden-altından koru" diyerek duâ buyurdu.
Müşriklere
doğru yürümeye başladım. Sanki hamamda yürüyor gibiydim. Vallahi içimde ne bir
korku, ne bir üşüme, ne de bir ürperti vardı. Nihâyet müşriklerin ordugâhına
vardım. Kumandanları ve ileri gelenleri bir siperde ateş yakmışlar,
ısınıyorlardı. Ebû Süfyân; "Buradan çekip gitmeli" diyordu. Hemen
aklıma, onu orada öldürmek geldi. Ok çantamdan bir ok çıkarıp, yayıma
yerleştirdim. Ateşin ışığından faydalanarak onu vurmak istedim. Tam atacağım
sırada, Resûlullah'ın; “Benim yanıma
dönüp gelinceye kadar, bir hâdise çıkartmayacaksın" buyurduğunu
hatırladım ve öldürmekten vazgeçtim. Bundan sonra, kendimde kuvvetli bir
cesâret buldum. Müşriklerin yanına sokulup ateşin başına oturdum. Görülmemiş
derecedeki şiddetli rüzgâr ve Allahü teâlânın
görülmeyen ordusu (melekler), onlara yapacağını yapıyordu. Rüzgârda,
kapkacakları devriliyor, ateşleri ve ışıkları sönüyor, çadırları başlarına
yıkılıyordu. Bir ara, müşrik ordusunun kumandanı Ebû Süfyân ayağa kalkıp;
"İçinizde gözcüler ve câsuslar bulunabilir, dikkat ediniz, herkes yanındakinin
kim olduğuna baksın! Herkes yanında oturanın elini tutsun" dedi. Ebû
Süfyân, aralarına bir yabancının girdiğini sezer gibi olmuştu. Hemen ellerimi
uzatıp, sağımda ve solumda bulunan iki kişinin ellerinden tutup, onlardan önce
isimlerini sordum. Böylece tanınmamı engelledim. Nihâyet Ebû Süfyân, ordusuna
şöyle hitâb etti: "Ey Kureyşliler! Siz durulacak bir yerde değilsiniz.
Atlar, develer kırılmağa başladı. Kıtlık her tarafı sardı. Rüzgârdan başımıza
gelenleri görüyorsunuz. Hemen göç edip gidiniz! İşte ben gidiyorum!"
diyerek devesine bindi. Müşrik ordusu perişân bir hâlde toplanıp, Mekke'ye
doğru hareket etti. Üzerlerine kum ve çakıl yağıyordu.
Müşrik
ordusu çekip gidince, ben de Resûlullah
efendimizin yanına doğru yürüdüm. Yolun yarısına geldiğimde karşıma
yirmi kadar beyaz sarıklı süvâri (melekler) çıktı. Bana; "Resûlullah'a haber ver. Allahü teâlâ düşmanı perişân etti..."
dediler. Resûlullah efendimizin
yanına döndüğümde, bir kilim üzerinde namaz kılıyordu. Fakat ben döner dönmez,
gitmeden önceki üşüme ve titreme hâlim tekrar başlamıştı. Resûlullah efendimiz, namazdan sonra, ne haber
getirdiğimi sordu. Ben de, müşriklerin içine düştükleri perişân hâli ve çekip
gittiklerini haber verdim. Resûlullah
bu habere çok sevindiler ve gülümsediler. Günlerdir uykusuzduk. Peygamberimiz, beni de yanına alıp, üzerindeki
kilimin bir ucunu üzerime örttü. O gece bu şekilde sabahladık. Seher vaktinde Resûlullah beni uyandırdı. Sabah olunca,
müşrik ordusundan eser kalmamıştı. Onlar, Mekke'ye yaklaşıncaya kadar
peşlerinden şiddetli bir rüzgâr esti ve arkalarından da hep tekbir sesleri
işittiler.
Kureyş
müşrikleri, karargâhlarını terkedip kaçınca, onlara uyup gelen diğer müşrik
kabîleler de Medîne'yi terkettiler. Unutamayacakları çok büyük bir mağlûbiyetin
keder ve üzüntüsüne boğuldular. Onlar bu hezîmete uğrarken, Kâinatın efendisi sallallahü aleyhi ve sellem ve şanlı Eshâbı radıyallahü anhüm, Allahü
teâlâya şükür secdesine kapanıyorlar, hamd edip, şükranlarını
arzediyorlardı. Mücâhidler; "Allahü ekber! Allahü ekber!." sadâları
arasında, nûrlu Medîne'nin yolunu tuttular. Medîne sokakları, bir anda
çocukların istilasına uğramış, Kâinatın sultânını ve mübârek babalarını,
amcalarını, dayılarını, ağabeylerini karşılamaya çıkmışlardı. Peygamber efendimiz de, tebessüm buyurarak
onlara karşılık veriyordu...
Hendek
gazâsında altı şehîd verilmişti... Bu gazâ hakkında Allahü
teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki: “Allahü teâlâ (Hendek savaşındaki) o kâfirleri, hiç bir hayra, zafere
kavuşamadıkları hâlde, öfkeleriyle geri çevirdi. Böylece Allahü teâlâ, (melekler ve rüzgâr ile) muhârebede (muvaffak olmaları
için), mü’minlere
kâfi oldu. Allahü
teâlânın her şeye gücü yeter. O, her şeye
gâliptir." (Ahzâb sûresi: 25) “Ey îmân edenler! Allahü teâlânın üzerinizdeki nîmetlerini hatırlayınız. Hani size (Hendek
savaşında) ordular
saldırmıştı da, biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz
(meleklerden) ordular
göndermiştik..." (Ahzâb sûresi: 9) Bu savaştan sonra sevgili Peygamberimiz; “Artık nöbet sizindir. Bundan sonra Kureyş
sizin üzerinize gelemez" buyurdular.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Medîne-i münevvereye dönünce, hazret-i Âişe vâlidemizin evine geldi. Silahlarını ve zırhını çıkardı. Mübârek vücûdu tozlanmıştı. Yıkandı. O anda hazret-i Dıhye sûretinde, üzerinde zırhı ve silâhları olduğu hâlde bir süvâri geldi. Bu, Cebrâil aleyhisselâmdı. Peygamber efendimiz yanına vardığında; "Ey Allahü teâlânın Resûlü! Cenâb-ı Hak, Kureyzâ oğullarının üzerine hemen yürümeni sana emrediyor!" diyerek emri tebliğ etti. Kâinatın sultânı, hazret-i Bilâl'ı çağırtarak, Eshâb-ı kirâma duyurmak üzere şu emrini verdi: “Ey Eshâbım! Kalkınız, atlarınıza, develerinize bininiz! İtâat edenler, ikindi namazını Kureyzâ oğullarının yurdunda kılsınlar.”
Habîb-i ekrem efendimiz, hemen zırhını giyip kılıcını kuşandı. Miğferini mübârek başlarına geçirip, kalkanını sırtına, mızrağını eline aldı. Sonra atına bindi. Eshâbının arasına varıp, hazret-i Ali'ye İslâm sancağını vererek, öncü kuvvet olarak Kureyzâ yahudilerinin kalesine gönderdiler. Her zaman olduğu gibi Abdullah ibni Ümmi Mektûm'u Medîne'de vekil bıraktılar.
Şanlı Eshâb, sevgili Peygamberimizi ortalarına alarak, Medîne'den; "Allahü ekber! Allahü ekber!" tekbirleri arasında ayrıldılar. Yolda Ganmoğulları ile karşılaştılar. Silahlarını kuşanmış olarak, Resûlullah efendimizi bekliyorlardı. Peygamber efendimiz onlara; “Size kimse rastladı mı?" buyurdu. Onlar da; "Yâ Resûlallah! Bize Dıhye-i Kelbî rastladı. Eğerli beyaz bir katır üzerine binmişti. O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı" dediler. Sevgili Peygamberimiz, onlara; “Bu Cebrâil'dir. Benî Kureyzâ'ya gönderildi. Onların kalelerini sarssın ve kalblerine korku atsın diye..." buyurdular. Kureyzâ yahudilerinin kalesine varıncaya kadar, İslâm ordusunun sayısı üçbini bulmuştu.
Hazret-i Ali, İslâm sancağını Kureyzâ yahudilerinin kalesi önüne dikti. Bunu gören yahudiler, Peygamber efendimiz, aleyhinde sözler sarfettiler. Hazret-i Ali gidip durumu efendimize anlattı. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem üçbin asker ile orayı teşrîf ettikten sonra, merhametlerinden onları İslâm’a dâvet ettiler. Yahudiler, bu güzel teklifi kabûl etmediler. Sevgili Peygamberimizin; “Öyle ise, Allahü teâlâ ve Resûlünün emrine boyun eğerek kaleden inip teslim olunuz" emr-i şerîfini de reddettiler. Bunun üzerine Âlemlerin efendisi, okçuların üstâdı Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretlerine; “Ey Sa'd! İlerle ve onları oka tut!" buyurdu. Hazret-i Sa'd ve diğer okçular, sadaklarındaki okları, tekbir sadâları arasında yahudi kalesine atmaya başladılar. Onlar da ok ve taş atışlarıyla cevap vererek, çarpışmayı başlattılar.
Müslümanların zayıf durumlarında, arkadan vuran ve hasedlerinden Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini kabûl etmeyen bu yahudi gürûhunun kale kapısını açıp da meydana çıkacak cesâretleri yoktu.
Harp, muhâsara hâlinde devam ediyordu. İslâm askeri arasında bulunan münâfıklar da kaleye gizlice haber göndererek; "Sakın teslim olmayınız! Medîne'den gitmenizi isterlerse bile kabûl etmeyiniz! Eğer çarpışmaya devam edecek olursanız, biz size bütün gücümüzle yardım eder, hiç bir şeyimizi sizden esirgemeyiz. Şâyet sizi Medîne'den çıkarırlarsa, biz de sizinle beraber çıkıp gideriz!..." diyorlardı. Bu haber ile münâfıkların yardımını bekleyen yahudiler, müdâfâya yeni bir azîm ve ümîdle devam ettiler. Muhâsara uzadı, bir aya yaklaştığı hâlde münâfıklardan yardım gelmedi. Kalblerine korku düşüp, andlaşma istediklerini bildirdiler.
Andlaşmayı yapmak üzere, Nebbâş bin Kays ismindeki yahudi, Resûlullah efendimizin huzûruna gelip; "Yâ Muhammed!. Nâdiroğullarına gösterdiğiniz merhameti bize de gösteriniz. Malımız ve silâhlarımız senin olsun! Yeter ki kanımızı dökmeyiniz. Çocuklarımız ve kadınlarımızla beraber yurdumuzdan çıkmamıza müsâde ediniz. Silah haricinde her âile için bir deve yükü götürmemize de izin veriniz!..." dedi. Âlemlerin efendisi; “Hayır. Bu teklifi kabûl edemem!" buyurdular. Bu defâ da; "Malı götürmekten vaz geçtik. Kanımızı dökmeyin! Kadınları ve çocuklarımızı götürmeye izin verin!" dedi. Sevgili Peygamberimiz; “Hayır! Kayıtsız ve şartsız hükmüme boyun eğmekten, itâat edip teslim olmaktan başka çâreniz yoktur!" buyurdu. Nebbâş yahudisi, perişân bir hâlde kaleye dönüp konuşmaları nakletti. Kureyzâoğulları, bu defâ büyük bir ye's ve üzüntüye gark oldular.
Liderlerinden Ka'b bin Esed, insâfa gelip kavmine şu îtirâfta ve teklifte bulundu: "Ey kavmim! Gördüğünüz gibi, başımıza büyük bir felâket gelip çatmış bulunuyor. Bu durumda size, üç nasîhatim olacak. Bunlardan istediğinizi seçip, ona göre hareket edebilirsiniz! Birincisi; Şu Zat'a tâbi olup, peygamberliğini kabûl edelim! Vallahi O'nun, Allah tarafından gönderilen ve kitaplarımızda vasıflarını gördüğümüz peygamber olduğunu hepimiz biliyoruz. Eğer O'na îmân edecek olursak, kanlarımız, çocuklarımız, kadınlarımız ve mallarımız kurtulmuş olur. Bizim O'na tâbi olmamamızın tek sebebi, Arablara karşı duyduğumuz kıskançlık ve O'nun İsrâiloğullarından olmayışıdır. Halbuki, bu Allah'ın bileceği bir iştir. Geliniz, O'na tâbi olalım!..." Yahudiler hepbirden karşı çıktılar ve; "Hayır! Biz, bunu kabûl etmeyiz ve bizden başkasına tâbi olmayız!" dediler. Bu sefer Ka'b, ikinci teklifini yaptı: "Hepimiz çocuklarımızı ve hanımlarımızı öldürüp arkamızda düşüneceğimiz bir kimse kalmayınca, müslümanların üzerine yürüyelim, ölünceye kadar çarpışalım!..." Yahudiler, bunu da reddettiler. Ka'b, üçüncü teklifinde; "Bu gece, Cumartesi gecesidir. Müslümanlar, bizim bu gecede çarpışmayacağımızı bildikleri için, emîn ve gâfil olabilirler. Kılıçlarımızı sıyırıp, kapıdan hep birlikte çıkalım. Böyle bir baskın ile belki gâlip gelebiliriz!..." dedi. Yahudiler; "Biz, Cumartesi günü, çalışma yasağını kaldıramayız!" diyerek, bu teklifi de reddettiler. Sâdece, içlerinden Esîd ve Sa’lebe kardeşler, bir de amcalarının oğlu Esed, ilk teklifi kabûl edip, müslüman olmakla şereflendiler. Kaleden çıkıp Eshâb-ı kirâmın arasına girdiler.
Yahudiler, kendi aralarında uzun süre münâkâşa ettiler. Netîcede teslim bayrağını çekerek, Peygamber efendimizden haklarında hüküm vermek üzere bir kimseyi hakem tâyin etmesini istediler. Resûlullah efendimiz de; “Eshâbımdan istediğiniz kimseyi hakem seçiniz" buyurdu. Onlar da; "Biz, Sa’d bin Mu’âz'ın vereceği hükme râzı oluruz" dediler. Peygamber efendimiz, kabûl buyurup Sa'd bin Mu'âz hazretlerinin getirilmesini emrettiler.
Sa'd bin Mu'âz (radıyallahü anh), Hendek gazâsında ağır yaralanmıştı, Resûlullah efendimiz, onu, Mescîd-i Nebî’de bir çadır içinde tedavi ettiriyordu. Hakem seçilince, sedye ile hazret-i Sa'd'ı, Kureyzâ kalesine götürdüler. Yolda hazret-i Sa'd kendi kendine; "Vallahi, Allahü teâlânın yolunda hiç bir kınayıcının kınamasına kulak asmayacağım!" diyordu. Resûlullah efendimizin huzûrunda sedyeden indirdiler. Peygamber efendimiz; “Ey Sa'd! Şunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabûl ettiler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana bildir" buyurdu. Sa’d bin Mu’âz (radıyallahü anh) ise; "Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Muhakkak ki, hüküm vermeğe Allahü teâlâ ve Resûlü daha lâyıktır" dedi. Resûlullah efendimiz de; “Bunlar hakkında hüküm vermeyi Allahü teâlâ, sana emretmiştir" buyurdu. Hazret-i Sa'd, yahudilerden, hükmüne râzı olacaklarına dâir kesin söz aldı. Her iki taraf da verilecek hükmü merâkla beklemeye başladılar. Bunun üzerine hazret-i Sa'd, üstünlüğünü gösteren, ilikleri donduran, şânına lâyık olan şu muazzam hükmü açıkladı: "Benim hükmüm odur ki, akıl ve bâliğ olan bütün erkeklerin boynu vurulsun! Kadınları, çocukları esir alınsın, malları da müslümanlar arasında taksim edilsin!..."
Bu kesin hüküm karşısında, yahudiler donup kaldılar. Çünkü, kendi kitaplarında, böyle azgınlık yapanlara verilecek cezâ aynen böyle idi ki; "Şehrin birine harb etmek için vardığında onları sulha dâvet et. Bunu kabûl edip, kapılarını açarlarsa, içindekilerin hepsi, sana haraç versinler ve hizmet etsinler. Şâyet, harb etmeğe karar verirlerse, onları muhâsara et. Allahü teâlânın ihsânı ile, onlara gâlip geldiğin zaman, erkeklerinin hepsini kılıçtan geçir. Kadınlarını, çocuklarını ve mallarını ganîmet olarak al!..." diye yazıyordu.
Sa'd bin Mu'âz hazretlerinin verdiği hükmün ilâhî hükme uygun gelmesinden dolayı, âlemlerin efendisi, sevgili Peygamberimiz, onu tebrik edip; “Sen, onlar hakkında, Allahü teâlânın, yedi kat gökler üstünde, Levh-i mahfûzdaki hükmüne uygun hüküm verdin!" buyurarak takdirlerini bildirdiler.
Yahudiler, kendi kitaplarında belirtilen bu hükme îtirâz edemediler. Akil-bâliğ olan bütün erkekleri toplanıp bağlandı ve hüküm yerine getirildi. Çocuklar, kadınlar ve mallar Eshâb-ı kirâm arasında pay edildi.
Böylece, müslümanların en sıkışık zamanlarında arkadan vuran, yapılan bütün andlaşmaları bozan, Peygamber efendimizi, çocukluğundan bu yaşına kadar gördükçe mübârek vücûd-i şerîfini ortadan kaldırmaya uğraşan bu kavim, Medîne'den temizlenmiş oldu.
Eshâb-ı kirâm saâdetle, huzûr ve sevinç içinde nûrlu Medîne'nin yolunu tuttular... Esirler arasında bir kadın, müslüman olmak saâdetine kavuştu. Onun bu hareketine ziyâde sevinen sevgili Peygamberimiz, onun da sevinmesi, Cennet’te derecesinin çok yüksek olması için, merhamet buyurarak onu zevceliğe kabûl eyledi. Bu, hazret-i Reyhâne vâlidemizdi.
Sa'd bin Mu'âz (radıyallahü anh), Benî Kureyzâ yahudileri hakkındaki hükmü verdikten sonra, tekrar çadırına götürüldü. Yarası ağırlaşıp, durumu şiddetlenmişti. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, yanına gelip, onu kucakladı ve; “Allah'ım! Sa'd, senin rızân için, senin yolunda cihâd etti. Resûlünü de tasdik etti. Ona kolaylık ihsân eyle..." buyurarak duâ etti. Sa'd bin Mu'âz hazretleri, sevgili Peygamberimizin bu mübârek sözlerini duyunca, gözlerini açıp, "Yâ Resûlallah! Sana selâm ve hürmetler ederim. Senin, Allahü teâlânın peygamberi olduğuna şehâdet ederim" diye fısıldadı. Bundan sonra Sa'd bin Mu'âz'ın yakınları, onu, kaldığı çadırdan Abdüleşhel oğullarının evine götürdüler. O gece durumu çok ağırlaşmıştı. Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize gelip; "Yâ Resûlallah! Bu gece senin ümmetinden vefât edip de, vefâtı melekler arasında müjdelenen kimdir?" dedi. Bunun üzerine Kâinatın sultânı, hemen Sa'd bin Mu'âz'ın (radıyallahü anh) hâlini sordu. Evine götürüldüğünü söylediler. Peygamber efendimiz, yanında Eshâb-ı kirâmdan bâzıları olduğu hâlde Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gitti. Yolda çok süratli gitmeleri sebebiyle, Eshâb-ı kirâm; "Yorulduk yâ Resûlallah!" dediler. Peygamber efendimiz de; “Melekler, Hanzala'nın cenâzesinde bizden önce bulundukları gibi, Sa'd'ın da cenâzesinde bizden önce bulunacaklar. Biz önce yetişemiyeceğiz" buyurarak, hızlı gitmelerinin sebebini açıkladı. Peygamber efendimiz, Sa'd bin Mu'âz'ın yanına gelince, onu vefât etmiş buldu. Baş ucuna durup, Sa'd bin Mu'âz'ın (radıyallahü anh) künyesini söyleyerek; “Ey Ebû Amr! Sen reîslerin en iyisi idin. Allahü teâlâ sana saâdet, bereket ve en hayırlı mükâfatı versin! Allahü teâlâya verdiğin sözü yerine getirdin. Allahü teâlâ da sana vâdettiğini verecektir!" buyurdu. Bu sırada, Sa'd bin Mu'âz'ın annesi ağlayarak şu beyti okudu.
"Nasıl dayanabilir, vâh yazık annesine!
Tâhâmmül ister, ağlarım başıma gelene!..."
Eslem bin Hâris de (radıyallahü anh) şöyle anlatmıştır: "Resûlullah, Sa'd bin Mu'âz'ın evine geldi. Biz kapıda bekliyorduk. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem içeri girdi, adımlarını gâyet geniş açarak yürüyordu. Biz de peşinden yürüdük. Resûlullah durmamızı işâret edince durduk ve geriye döndük. İçerde Sa'd'ın cenâzesinden başka kimse yoktu. Resûlullah, içerde bir müddet durduktan sonra dışarı çıktı. Merâk etmiştim; "Yâ Resûlallah! Adımlarınızı geniş açarak yürümenizin hikmeti nedir?" diye suâl eyledim. Bunun üzerine; “Böylesine kalabalık bir mecliste bulunmadım. (Melekler dolmuştu.) Meleğin biri beni kanadı üzerine aldı da ancak öyle oturabildim" buyurdu. Sonra; "Sa'd bin Mu’âz'ın künyesini söyleyerek; “Sana âfiyet olsun yâ Ebâ Amr! Sana âfiyet olsun yâ Ebâ Amr! Sana âfiyet olsun yâ Ebâ Amr" buyurdu.
Onun vefâtı, Resûlullah ve Eshâb-ı kirâmı çok üzdü, gözyaşı döküp ağladılar. Cenâzesinde bütün Eshâb-ı kirâm toplandı. Sevgili Peygamberimiz, cenâze namazını kıldırdı, cenâzesini taşıdı. Eshâb-ı kirâm, Sa'd bin Mu’âz’ın (radıyallahü anh) cenâzesini taşırken; "Yâ Resûlallah! Biz, böyle kolay taşınan cenâze görmedik!" dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Melekler indi, onu taşıyorlar!" buyurdu. Cenâzesi giderken, münâfıklar da kötülemek için; "Ne kadar da hafif!" dediklerinde, sevgili Peygamberimiz; “Sa'd'ın cenâzesine yetmişbin melek indi. Şimdiye kadar yeryüzüne bu kadar kalabalık hâlde inmemişlerdi" buyurdu.
Ebû Sa’îd-il Hudrî (radıyallahü anh), dedesinin şöyle dediğini nakletmiştir: "Sa'd bin Mu'âz'ın (radıyallahü anh) kabrini kazanlardan biri de bendim. Ona kabir kazmaya başlayınca, etrâfa kabirden misk kokusu yayıldı!" Şûrahbil bin Hasene de şöyle demiştir: "Sa'd bin Mu'âz defnedilirken, birisi kabrinden bir avuç toprak almıştı. Sonra onu evine götürünce, o toprak misk oldu. Cenâzesi kabre indirilirken, Peygamberimiz kabri başında oturup, mübârek gözleri yaşardı ve mübârek sakalını eliyle tutup çok üzüldü. “Sa'd bin Mu'âz'ın ölümünden dolayı arş titredi" buyurdu. Bir defâsında, Peygamberimize çok kıymetli bir elbise hediye edilmişti. Eshâb-ı kirâm ne kadar güzel dediklerinde; “Sa'd bin Mu'âz'ın Cennet’teki mendilleri, bundan daha güzeldir" buyurmuştu.
Hicretin beşinci senesinin bâzı mühim hâdiseleri da şunlardır: Resûlullah efendimiz, Dûmet-ül-Cendel'de yaşayan ve Şam'a gidip gelen yolcuları rahatsız ve Medîne-i münevvereyi tehdit eden kabîleler üzerine bin kişilik bir ordu ile sefere çıktı. İslâm ordusunun geldiğini haber alan düşman kabîleleri kaçtılar. Burada birkaç gün kalındıktan sonra Medîne'ye dönüldü. Resûl-i ekrem efendimiz, Zilkâde ayında Zeyneb binti Cahş (radıyallahü anhâ) ile evlendiler. Bu sene hicâb âyet-i kerîmeleri geldi ve müslüman hanımlara tesettür emredildi. Ayrıca münâfıklar, hazret-ı Âişe vâlidemize iftirâda bulundular. Bâzı müslümanlar da bu iftirâlara aldanmıştı. Âyet-i kerîmeler gelerek münâfıkların iftirâları ortaya çıkarıldı ve hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) medhedildi. Medîne-i münevvere yakınlarında yaşayan Müzeyne kabîlesi heyet göndererek müslüman oldu ve muhâcirlerden sayıldı. Yine bu sene zelzele ve Ay tutulması vukû buldu. Ayrıca hac da bu sene farz kılındı.