Uhud
Gazâsı’nın has okçularından Âsım bin Sâbit hazretleri, bu gazâda müşriklerden
Mûsâfi bin Talha ile kardeşi Hâris’i öldürmüştü. Anneleri çok kin gütmekle
meşhûr olan Sülâfe binti Sa'd, oğullarının ikisini öldüren Âsım bir Sâbit
hazretlerinin başını getirene, yüz deve vereceğini vâd etti. Hazret-i Âsım'ın
kafatasında şarab içmeye and içti. Ayrıca Resûlullah
efendimizin gönderdiği bir seriyyede, Abdullah bin Üneys'in,
Lıhyânoğullarından Hâlid bin Süfyân'ı öldürmesi sebebiyle, Lıhyânoğulları, Adel
ve Kare kabîleleriyle anlaştı. Medîne civarında bulunan bu iki kabîle bir plân
yapıp, elçiler hazırladılar. Onlara; "Müslüman olduğunuzu söylersiniz.
"Zekât vereceğiz, bunu almak ve bize İslâm’ı öğretmek üzere muallim
istiyoruz" dersiniz. Gelenlerin bir kısmını öldürür, öcümüzü alırız. Bir
kısmını da Mekke'ye götürüp Kureyş'e satarız" dediler.
Hicretin
dördüncü yılının Safer ayında, bu iki kabîleden altı veya yedi kişilik bir
heyet, Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem gelerek; "Müslüman
olduk, bize Kur'ân-ı kerîmi ve dîni
öğretecek muallimler gönder" dediler. Bu sırada sevgili Peygamberimiz, Mekkeli müşriklerin savaş hazırlığı
içinde olup olmadıklarını kontrol etmek üzere, on kişiden meydana gelen bir
seriyye hazırlamıştı. Adel ve Kare kabîlesinden de böyle bir heyetin gelip
muallim istemeleri üzerine, durumu araştırmak, inceleyip, bildirmek üzere bu on
kişilik keşif kolunu gelenlerle birlikte gönderdi. Eshâb-ı kirâmdan kurulan bu
seriyyede; Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Âsım bin Sâbit, Hubeyb
bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bir Târık, Mu'attib (Mugir) bin Ubeyd ve
isimleri bilinmeyen üç sahâbî daha vardı.
Bu keşif
kolu, gündüzleri gizlenip, geceleri yürümek sûretiyle bir seher vakti Recî'
suyunun başına geldiler. Orada bir müddet dinlenip, Acve denilen iyi cins
Medîne hurmasından yediler. Sonra oradan ayrılarak, yakınlarındaki bir dağa
çıkıp gizlendiler. Huzeyl kabîlesinden koyun güden bir kadın da Reci' suyunun
başına gelmişti. Hurma çekirdeklerini görüp, Medîne hurması yendiğini anladı.
"Buraya Medîne'den gelenler olmuş" diye bağırarak, kabîlesine haber
verdi. Bu sırada Eshâb-ı kirâmdan bu on kişilik seriyyenin yanında bulunan Adel
ve Kare kabîlesinin heyetinden biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen
Lıhyânoğullarına gidip, haber verdi.
Lıhyânoğulları
bu haber üzerine harekete geçtiler. Yüzü okçu olmak üzere, ikiyüz kişilik bir
kuvveti bu küçük seriyyenin üzerine gönderdiler. Gelen bu müşrik sürüsü,
hazret-i Âsım bin Sâbit ve arkadaşlarını dağın tepesinde bularak kuşattı. Bu arada,
on sahâbînin ahvâlini, müşriklere haber veren kişi de onlara katıldı. Eshâb-ı
kirâm, o anda aldatıldıklarını anladılar ve harbe karar vererek, kılıçlarını
çektiler. Bunu anlayan müşrikler, onları kandırmaya çalışıp; "Eğer
yanımıza inerseniz, hiç birinizi öldürmeyeceğiz. Kesin söz veriyoruz. Vallahi
sizleri öldürmek İstemiyoruz. Fakat size karşı Mekkelilerden fidye koparmak
istiyoruz" dediler. Âsım bin Sâbit, Mersed bin Ebî Mersed ve Hâlid bin Ebî
Bükeyr; "Müşriklerin sözlerini ve ahidlerini hiç bir zaman kabûl
etmeyiz" diyerek bütün tekliflerini reddettiler. Âsım bin Sâbit
hazretleri; "Hiç bir zaman müşriklerin himâyelerini kabûl etmemeğe yemîn
ettim. Vallahi onların himâyelerine ve sözlerine kanarak aşağı inip de teslim
olmam" dedi. Ellerini açtı; "Allah'ım! Peygamberini durumumuzdan
haberdâr et" diyerek duâ etti. Allahü teâlâ,
hazret-i Âsım'ın duâsını kabûl buyurdu ve Resûlullah
efendimizi, onlardan haberdâr etti.
Hazret-i
Âsım, müşriklere; "Biz ölmekten korkmayız. Çünkü, dînimizde basiretliyiz
(ölünce şehîd olur Cennet’e gideriz)" buyurdu. Müşriklerin reîsi; "Ey
Âsım! Kendini ve arkadaşlarını zâyi etme, teslim ol!" deyince; Âsım bin
Sâbit (radıyallahü anh), okla karşılık verdi.
Ok atarken;
"Ben
güçlüyüm hiç eksiğim yok.
Yayımın
kalın teli gerilmiştir.
Ölüm hak,
hayat boş ve geçicidir.
Mukadderâtın
hepsi başa gelicidir.
İnsanlar
er-geç Allah'a rücû’ edicidir.
Eğer ben
sizinle çarpışmazsam; anam,
(üzüntüsünden)
aklını kaybeder."
mısra'larını
okuyordu. Âsım'ın (radıyallahü anh) sadâğında
yedi ok vardı. Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü. Oku bitince, bir çoğunu
da mızrağıyla delik deşik etti. Fakat mızrağı da kırıldı. Hemen kılıcını
sıyırdı, kınını kırıp attı. (Bu; ölünceye kadar döğüşeceğim, teslim olmayacağım
mânâsına gelirdi.) Sonra da; "Ey Allah’ım! Ben bugüne kadar senin dînini
hıfz ettim. Senden, bu günün sonunda benim vücûdumu koruyup, hıfzetmeni niyaz
ediyorum" diye duâ etti. Hazret-i Âsım bin Sâbit'in ve diğer sahâbîlerin;
"Allahü ekberl" nidâları, dağları inletiyordu. İkiyüz kişiye karşı on
mücâhid ölesiye çarpışıyor, yanlarına yaklaşanlar, yaptıklarının cezâsını
görüyorlardı. Âsım (radıyallahü anh), en
sonunda iki ayağından yaralanıp yere düştü. Kâfirler, ondan çok korktukları
için, yere düşünce bile yanına yaklaşamadılar ve uzaktan ok atarak şehîd
ettiler. O gün oradaki on sahâbîden yedisi şehit, üçü de esir edildi.
Lıhyânoğulları, Sülâfe binti Sa'd'a satmak için, Âsım bin Sâbit'in (radıyallahü anh) mübârek başını kesmek istediler.
Fakat Allahü teâlâ, hazret-i Âsım bin
Sâbit'in duâsını kabûl buyurduğundan, bir arı sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsım
bin Sâbit'in (radıyallahü anh) üzerinde
durdular. Müşrikler yanına yaklaşamadı. Sonunda; "Bırakın, akşam olunca
arılar dağılır, biz de başını kesip götürürüz" dediler. Akşamleyin Allahü teâlâ şiddetli bir yağmur yağdırdı.
Derelerden seller aktı ve Âsım bin Sâbit hazretlerinin mübârek cesedini alıp,
bilinmeyen bir yere götürdü. Ne kadar aradılarsa da bulamadılar. Bunun için
müşrikler, Âsım bin Sâbit hazretlerinin hiç bir yerini kesmeye muvaffak olamadılar.
Arıların, Âsım'ı (radıyallahü anh) korudukları
hâdisesi zikredildiği zaman, hazret-i Ömer; "Allahü
teâlâ elbette mü’min kulunu muhâfaza eder. Âsım bin Sâbit,
sağlığında müşriklerden nasıl korundu ise, Allahü
teâlâ da ölümünden sonra cesedini muhâfaza edip, müşriklere
dokundurmadı" buyurdu. Bunun için Âsım bin Sâbit (radıyallahü
anh) yâd edilirken; "Arıların koruduğu kimse" diye anılırdı.
Lıhyânoğulları,
başta Âsım bin Sâbit olmak üzere yedi sahâbîyi şehîd ettiler. Üç sahâbîyi de
esir aldılar. Esir edilen üç sahâbî; Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne ve
Abdullah bin Târık (radıyallahü anhüm) idi.
Lıhyânoğulları, üçünü de yayların kirişleri ile bağladılar. İçlerinden Abdullah
bin Târık (radıyallahü anh), Mekkeli müşriklere
götürülmeye râzı olmadı. Gitmemek için karşı koydu. "Şehîd edilen
arkadaşlarım Cennet’le şereflendiler" diyerek haykırdı. Ellerinin bağını
kopardı, fakat Lıhyânoğulları, taşa tutarak onu da şehîd ettiler. Hubeyb bin
Adiy ve Zeyd bin Desinne hazretleri; "Resûlullah'ın
verdiği keşif vazifesini yapmaya belki imkân buluruz" düşüncesi ile
sabrettiler.
Lıhyânoğulları,
her ikisini de Mekke'ye götürdüler. Bedr ve Uhud savaşlarında yakınları
öldürülen müşrikler, kin ve intikâm hırsı ile tutuşuyorlar ve fırsat
arıyorlardı. Hubeyb'i (radıyallahü anh),
müşriklerden Huceyr bin Ebî İhâb-ı Temîmî, Bedr savaşında öldürülen kardeşinin;
Zeyd bin Desinne'yi de (radıyallahü anh),
Safvân bin Ümeyye, Bedr savaşında öldürülen babası Ümeyye bin Halef’in
intikâmını almak üzere satın aldılar. Müşriklerin niyeti her ikisini de
öldürmekti. Fakat savaş yapmayı yasak saydıkları aylarda bulunduklarından,
hapsetmek sûretiyle zamanın geçmesini beklediler. Ayrı ayrı yerlerde haps
ettiler. Her iki sahâbî de bu esâret karşısında büyük bir sabır, tâkât ve
asâlet gösterdiler.
Hubeyb bin
Adiy'in (radıyallahü anh) hapsedildiği evde
bulunan ve âzâdlı bir câriye olan Mâviye (bu hanım, daha sonra müslüman
olmuştur) şöyle anlatmıştır: "Hubeyb (radıyallahü
anh), benim bulunduğum evde bir hücreye hapsedilmişti. Ben, ondan daha
hayırlı bir esir görmedim. Bir gün baktım, elinde ibrik gibi kocaman bir üzüm
salkımı vardı. Ondan yiyordu. Her gün böyle üzüm salkımı elinde görülürdü. O
mevsimde, hem de Mekke'de üzüm bulmak aslâ mümkün değildi. Allahü teâlâ, ona rızık veriyordu. Hapsolunduğu
hücrede namaz kılar, Kur'ân-ı kerîm
okurdu. Okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinleyen
kadınlar ağlaşırlar ve ona acırlardı. Bazen; "Bir isteğin var mı?"
diye sorduğumda; "Bana tatlı su ver, putlar için kesilen hayvanların
etinden getirme, bir de, beni öldürecekleri zaman önceden haber ver, başka bir
şey istemem" derdi. Öldürüleceği gün kararlaştırılınca, gidip kendisine
söyledim. Bunu öğrenince, en ufak bir değişiklik ve zerre kadar üzüntü eseri
göstermedi. O gün yaklaşınca, ölmeden önce vücut temizliği yapmak istediğini
söyledi ve bir ustura istedi. Ben de çocuğumun eline bir ustura verip
gönderdim. Çocuk yanına gidince birden korktum. "Eyvah! Bu adam, çocuğu
ustura ile keser. O nasıl olsa öldürülecek" dedim. Koşup çocuğa baktım.
Hubeyb (radıyallahü anh), gönderdiğim usturayı
çocuğun elinden alıp, çocuğu sevmek için dizine oturtmuştu. Ben bu durumu
görünce çok korkup, feryâd etmeye başladım. Durumu anlayınca; "Bu çocuğu
öldüreceğimi mi zannediyorsun? Bizim dînimizde böyle şey yok. Haksız yere cana
kıymak bizim hâl ve şânımızdan değildir" dedi.
Hubeyb bin
Adiy'i ve Zeyd bin Desinne'yi (radıyallahü anhümâ)
öldürmek için müşriklerin kararlaştırdığı gün gelmişti. O gün sabah erkenden
zincirlerini çözüp, Mekke dışında Temim denilen yere götürdüler. Mekke halkı ve
müşriklerin ileri gelenleri, bunların îdâmını seyretmek üzere toplanmıştı.
Etrâfta büyük bir kalabalık vardı.
Müşrikler,
esirleri îdâm edecekleri yerde iki darağacı kurmuşlardı. Hubeyb'i (radıyallahü anh) darağacına kaldırıp bağlamak
istedikleri sırada: "Beni bırakınız, iki rekat namaz kılayım" dedi.
Bıraktılar; "Kıl orada" dediler. Hubeyb (radıyallahü
anh) hemen namaza durup, huşû ile iki rekat namaz kıldı. Toplanan
müşrikler, kadınlar, çocuklar heyecanla onu seyrediyorlardı. Namazını
bitirdikten sonra; "Vallahi eğer ölümden korkarak namazı uzattığımı
zannetmeyecek olsaydınız, namazı uzatırdım ve daha çok kılardım" dedi.
Böyle îdâm edilirken iki rekat namazı ilk kılan, âdet ve sünnet olmasına sebep
olan hazret-i Hubeyb bin Adiy'dir. Peygamber
efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem,
onun îdâm edilirken iki rekat namaz kıldığını işitince, bu hareketini yerinde
ve uygun bulmuştur.
Hubeyb'i (radıyallahü anh), namazını kıldıktan sonra,
darağacına kaldırarak bağladılar. Yüzünü, kıbleden Medîne'ye doğru çevirdiler.
Sonra; "Haydi dîninden dön! Seni serbest bırakalım" dediler. Şöyle
cevap verdi: "Vallahi dönmem! Bütün dünyâ benim olsa, bana verilse, yine
İslâmiyetten dönmem!" Bu cevâbı alan müşrikler; "Şimdi senin yerine Muhammed'in olmasını, onun öldürülmesini ister
misin? Evet dersen, kurtulur, evinde rahat rahat oturursun!" dediler.
Hubeyb (radıyallahü anh); "Ben, Muhammed aleyhisselâmın
ayağına bir dikenin batmasına bile aslâ râzı olmam!" dedi. Müşrikler alay
edip, gülüşerek; "Ey Hubeyb! İslâm dîninden dön! Eğer dönmezsen, seni
muhakkak öldüreceğiz!" dediler. Hubeyb (radıyallahü
anh); "Allahü teâlâ yolunda
olduktan sonra, benim için öldürülmenin hiç ehemmiyeti yoktur" diye
karşılık verdi.
Bundan
sonra Hubeyb (radıyallahü anh); "Allah'ım!
Şuracıkta düşman yüzünden başka yüz görmüyorum. Allah'ım! Benden, Resûlüne
selâm ulaştır. Bize yapılan bu işi Resûlüne bildir!" diyerek duâ etti ve;
"Esselâmü aleyke yâ Resûlallah" dedi. Hubeyb bu duâyı yaptığı sırada,
sevgili Peygamberimiz, Eshâb-ı
kirâmla oturuyordu. Zeyd bin Hârise (radıyallahü anh)
şöyle anlatmıştır: "Bir gün Resûlullah,
Eshâbıyla otururken; “Ve aleyhisselâm" dedi. Eshâb-ı kirâm;
"Yâ Resûlallah! Bu kimin selâmına karşılıktır" dediler. “Kardeşimiz
Hubeyb'in selâmına karşılık, Cebrâil (aleyhisselâm) Hubeyb'in selâmını bana ulaştırdı" buyurdu.
Hubeyb'in
(radıyallahü anh) etrâfında toplanan Kureyş
müşrikleri; "İşte, babalarınızı öldüren bu adamdır" diyerek gençleri
üzerine mızraklarıyla saldırttılar ve mübârek vücûdunu yaralamaya başladılar.
Bu sırada, Hubeyb'in (radıyallahü anh) yüzü
Kâbe'ye doğru döndü. Müşrikler, Medîne'ye doğru döndürdüler. Hubeyb;
"Allah'ım! Eğer ben senin katında makbûl bir kul isem, yüzümü kıbleye
çevir" diyerek duâ etti. Yüzü yine kıbleye döndü. Müşriklerden hiç biri,
onun yüzünü Kâbe'den başka bir tarafa çeviremedi. Bu esnada Hubeyb (radıyallahü anh), darağacı üzerinde, düşman arasında
garip bir hâlde şehîd edilmekte olduğunu dile getiren bir şiir söyledi.
Müşrikler, ellerindeki mızrakları vücûduna saplayarak, işkence yapmaya
başlayınca; "Vallahi ben müslüman olarak öldürülecek olduktan sonra,
vurulup, hangi yanım üstüne düşersem düşeyim gam yemem! Bunların hepsi Allahü teâlânın yolundadır" dedi. Hubeyb (radıyallahü anh), bundan sonra müşriklere şöyle
bedduâ etti: "Allah'ım! Kureyş müşriklerinin hepsini mahvet!
Topluluklarını dağıt! Birer birer canlarını al, onları sağ bırakma!"
Müşrikler bu bedduâyı duyunca çok korkup, bir kısmı oradan kaçıp uzaklaştılar.
Kalanlardan bir kısmı mızraklarını peşpeşe saplamaya başladılar, içlerinden
biri göğsüne mızrağı sapladı, mızrak sırtından çıktı. Hubeyb (radıyallahü anh), vücûdundan kanlar fışkırırken ve
darağacında sallanarak son nefesini verirken; "Eşhedü enlâ ilâhe illallah
ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve
resûlüh" diyerek şehîd oldu.
Hubeyb bin
Adiy'in (radıyallahü anh) cenâzesi, kırk gün
darağacında asılı kaldı. Bedeni çürüyüp kokmadı. Hep taze kan aktı. Sevgili Peygamberimiz, onun cenâzesini
getirmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin Esved'i (radıyallahü anhümâ) gönderdi. Gece, gizlice Mekke'ye
girdiler. Hubeyb'i (radıyallahü anh) asıldığı
darağacından indirip, deveye yükleyerek Medîne'ye doğru yola çıktılar. Durumu
öğrenen müşrikler, büyük bir kalabalık hâlinde üzerlerine yürüdüler. Her iki
sahâbî kendilerini savunmak için, cenâzeyi yere koydular. Biraz sonra cenâzeyi
bıraktıkları yerin yarılarak cesedi içeri alıp, kapandığını gördüler ve
Medîne'nin yolunu tuttular.
Zeyd bin
Desinne'yi de diktikleri ağaca bağladılar. Dininden döndürmek için zorladılar.
Fakat Zeyd'in îmânını kuvvetlendirmekten başka bir şey elde edemediler. Bunun
üzerine Zeyd'i (radıyallahü anh) ok yağmuruna
tuttular. Sonunda Safvân bin Ümeyye'nin âzâdlı kölesi Nistâs tarafından şehîd
edildi.
Yine aynı yılın Safer ayında, Arabistan'ın Necd bölgesinde Âmiroğullarının reîsi Ebû Berâ Âmir bin Mâlik, Medîne'ye geldi. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizi ziyâret etti. Peygamber efendimiz de, ona İslâmiyeti anlatıp, müslüman olmasını tavsiye etti. Ebû Berâ müslüman olmadı, fakat İslâm’ın, güzel ve şerefli bir din olduğunu bildirdi. Ayrıca, Necd'de İslâmın yayılması için, Eshâb-ı kirâmdan bir kaç tanesini oraya göndermesini istedi. Sevgili Peygamberimiz; “Göndereceğim kimseler hakkında, Necd halkından emîn değilim!" buyurdular. Âmir; "Onları ben himâyeme alırım. O zaman onlara kimse zarar veremez" dedi. Âlemlerin efendisi, bu kesin taahhüdü kabûl buyurup, Eshâb-ı Suffa’dan yetmiş kişilik bir heyet hazırladı ve Münzir bin Amr hazretlerinin kumandasında yola çıkardı.
Kendi kabîlesinin İslâmiyetle şereflenmesini isteyen Ebû Berâ, Eshâb-ı Suffa'dan önce yola çıkıp, kabîlesine; gelerek heyeti himâyesine aldığını, onlara hiç kimsenin dokunmamasını tembih etti. Yeğeni Âmir bin Tufeyl'den başka herkes, onlara dokunmamayı kabûl etti. Ebû Berâ'nın yeğeni Âmir bin Tufeyl, üç kabîlenin adamlarını silâhlandırarak başlarına geçti ve Bi'r-i Maûne'ye gelen Eshâb-ı kirâmı kuşattı. Dört tarafı sarılan sahâbîler, kılıçlarına sarılıp biri hariç hepsi de şehîd oluncaya kadar kahramanca savaştılar. Bu mübârek Eshâbın son sözleri; "Yâ Rabbî! Şu anda Resûlullah'a durumumuzu haber verecek senden başkası yoktur. O'na selâmımızı bildir!" dediler. O anda Cebrâil aleyhisselâm son derece üzgün bir hâlde, Peygamber efendimize gelip, selâmlarını ulaştırdı ve; "Onlar, Allahü teâlâya kavuştular. Allahü teâlâ onlardan râzı oldu, onlar da Allahü teâlâdan râzı oldu" dedi. Sevgili Peygamberimiz de; “Aleyhimüsselâm" diye cevap verdikten sonra, çok üzüntülü olarak Eshâb-ı kirâma döndüler; “Kardeşleriniz, müşriklerle karşılaştılar. Müşrikler, onları kesip biçtiler, mızraklarla delik deşik ettiler..." buyurarak, durumu haber verdiler. Bu hâdisede düşmanla çarpışırken, Âmir bin Füheyre hazretlerinin sırtına, Cebbâr adlı biri mızrağını saplamıştı: O anda hazret-i Âmir; "Vallahi, Cennet’i kazandım!" demiş, Cebbâr'ın ve diğer müşriklerin gözleri önünde gökyüzüne doğru çekilmişti. Bu hâle herkes hayret etmiş, fakat içlerinden sâdece onu şehîd eden Cebbâr müslüman olmuştu. Peygamber efendimiz, Reci' ve Bi'r-i Maûne hâdiselerine çok üzüldüler. Bu elim hâdiseyi yapan kabîlelere, belâ için bir ay her namazdan sonra duâ ettiler. Allahü teâlâ, Resûlünün duâsını kabûl buyurdu. O kabîlelere müthiş bir kuraklık ve kıtlık verdi. Sonra bulaşıcı bir hastalıkla yediyüz kişi öldü.
Uhud gazâsından
sonra, hicretin dördüncü senesinde, Nâdiroğulları ismindeki yahudi kabîlesi, sevgili Peygamberimize suikast tertip ettiler.
Bunu, Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize
haber verdi, suikast netîcesiz kaldı. Bunun üzerine Âlemlerin efendisi, andlaşmayı
bozan bu yahudi kabîlesine, Muhammed
bin Mesleme'yi (radıyallahü anh) gönderdi ve; “Nâdiroğulları
yahudilerine git! Onlara Resûlullah beni size; yurdumdan çıkıp
gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz, bana bir suikast plân
kurdunuz. Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra buralarda sizden kim
görülürse boynu vurulacak, emrini bildirmek üzere gönderdi, de!"
buyurdu. Muhammed bin Mesleme
hazretleri bu emri bildirince, korkularından yol hazırlığına başladılar. Fakat
münâfıkların başı Abdullah bin Übeyy, onlara; "Sakın kalenizden
çıkmayınız. Mallarınızı ve yurdunuzu terkedip gitmeyiniz. Adamlarımdan ikibin
kişi ile size yardıma geliyoruz." diyerek haber gönderdi.
Bunun
üzerine Kâinatın sultânı efendimiz, Eshâb-ı kirâmıyla, Medîne'ye dört km.
uzaklıkta bulunan Nâdiroğulları kalesine yürüdüler. Sancağı hazret-i Ali
taşıyordu. Kale kuşatılıp, muhâsara başladı. Daha önce Eshâb-ı kirâma meydan
okuyan yahudiler, kaleden çıkmaya cesâret edemediler. Münâfıkların yardımı da
ulaşmadı. Eshâb-ı kirâm, kaleyi kontrol altına alıp kuş uçurtmuyordu. Yirmi
günden ziyâde süren muhâsara sonunda, yahudiler teslim bayrağını çektiler.
Bütün silâhlarını, altın ve gümüşlerini müslümanlara terk ederek bir kısmı
Şam'a, bir kısmı da Hayber'e sürüldü. Böylece Medîne'de yahudilerden sâdece
Kureyzâoğulları kaldı.
İçki
içmeyi haram kılan âyet-i kerîme de, hicretin dördüncü yılında indi. Uhud
gazâsında yaralanıp sonra vefât eden hazret-i Ümmü Seleme'nin kocası, geriye
bir kaç tane çocuk bırakmıştı. Ümmü Seleme (radıyallahü
anhâ) vâlidemiz, yaşlı hâli ile güç durumda kalmıştı. Sevgili Peygamberimiz, ona çok acıyıp merhamet
buyurarak nikâhına almakla şereflendirdi.
Yine bu
yılda Zâtürrika' gazâsı yapılarak, etrâftaki müşrik kabîleler sindirildi.
Hazret-i
Osman'ın, Peygamber efendimizin kızı
hazret-i Rukayye'den olma altı yaşındaki oğlu Abdullah, vefât etti. Âlemlerin
efendisi, torununun namazını kıldırdı ve bizzat kabre koydu. Çok üzülmüşlerdi,
mübârek gözyaşları kabre döküldü. Mezâr taşını, mübârek elleriyle diktiler ve; “Allahü teâlâ, kullarından merhametli ve yufka yürekli olanlara rahmet
eder” buyurdular.
Hazret-i
Ali'nin annesi Fâtıma binti Esed (radıyallahü anhâ)
da bu yılda vefât etti. Buna, sevgili
Peygamberimiz çok üzülüp; “Bugün annem vefât etti!" buyurdu. Sevgili Peygamberimiz, dedesi Abdülmuttalîb'in
vefâtından sonra, onun yanında büyümüştü. Peygamberliğini bildirdiğinde ise
hemen müslüman olmakla şereflenmişti. Bu sebeple, Kâinatın sultânı, onu anne
yerinde tutar, çok hürmet gösterirdi. Ona olan merhametinden, üzerindeki
mübârek gömleğini çıkarıp kefen olarak sarılmasını emretti. Cenâze namazını
kıldırdıktan sonra, yetmişbin meleğin namazda hazır olduğunu bildirdi. Kabre
kadar gidip içine indiler. Kabir hayatının rahat ve hoş olması için, kabrin
köşelerine doğru genişletir gibi işâret yaptıktan sonra kabre uzandılar.
Kabirden çıktığında, mübârek gözleri yaşla dolmuş ve mübârek gözyaşları kabre
dökülmüştü. Aman yâ Rabbî! Bu ne merhametti?...ve bu ne kadar talihli bir
hanımefendi idi? ... Hazret-i Ömer dahî dayanamamış; "Canım sana fedâ
olsun yâ Resûlallah! Hiç bir kimseye yapmadığınızı, bu hanıma yaptınız!"
diye suâl edince, vefâlıların en vefâlısı olan sevgili
Peygamberimiz; “Ebû Tâlib'den sonra bu hanımcağız kadar bana iyiliği
dokunan bir kimse olmamıştır. O benim annemdi. Kendi çocukları aç dururken en
önce benim karnımı doyururdu. Kendi çocuklarının üstleri başları tozlu topraklı
dururken, o, önce benim saçımı tarar ve gül yağları ile yağlardı. O, benim
annemdi.
Ona, Cennet
elbiselerinden giydirilmesi için, gömleğimi kefen olarak giydirdim. Kabir
hayatının kendisine mülayim ve kolay gelmesi için kabirde yanına uzandım. Cebrâil, Allahü teâlâ tarafından; “Bu hanım
cennetliktir" diyerek bana haber verdi" buyurdular. Bundan sonra Fâtıma
binti Esed vâlidemiz için, şöyle duâ ettiler: “Allahü teâlâ seni mağfiret etsin,
bağışlasın, seni mükâfatlandırsın! Ey annem! Allahü teâlâ sana
rahmet eylesin. Kendin aç iken beni doyurdun. Kendin giymez, bana giydirir,
yemez, bana yedirirdin. Dirilten de, öldüren de Allahü teâlâdır. O dâimâ
diridir. O ölmez. Allah'ım! Annem Fâtıma binti Esed'i affeyle, bağışla! Ona
hüccetini bildir. Kabrini genişlet. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan
Allah'ım! Ben peygamberin ve geçmiş peygamberlerin hakkı için, bu duâmı kabûl
buyur."
Bunların
arkasından, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin mübârek
hanımefendilerinden hazret-i Zeyneb binti Huzeyme otuz yaşında olduğu hâlde
vefât etti. Yine bu sene Hazret-i Ali ile Hazret-i Fâtıma'nın ikinci çocukları
hazret-i Hüseyin doğdu.
Yine bu
yılda, Mekkeli müşrikler, Ebû Süfyân kumandasında ikibin askerle, İslâmın
yayılmasını önlemek için Bedr'e hareket etti. Âlemlerin efendisi, binbeşyüz
kahraman Eshâbıyla, onlardan önce Bedr'e geldiler. Mücâhidlerin kendilerinden
önce Bedr'e geldiğini öğrenen müşriklerin kalblerine korku düştü. Ancak
Merrazzahrân'a kadar ilerleyebildiler. Kahraman İslâm askeri ile karşılaşmaya
cesâret edemediler, geri Mekke'ye döndüler. Resûl-i
ekrem efendimiz, şanlı Eshâbıyla, müşrikleri sekiz gün Bedr'de
beklediler. Sonra Medîne'ye hareket ettiler.