Nûrlu
Medîne'de, görünüşte müslüman, hakîkatte münâfık olan yahudiler bulunurdu.
Bunların içlerinde sihir yapmakta meşhûr, münâfık Lebîd bin A’sam isminde biri
vardı. Yahudiler ona altın vererek; "Muhammed'in,
kavmimizi Medîne'den sürüp çıkardığını ve erkeklerimizi nasıl öldürdüğünü
bilirsin. O'na sihir yapıp cezâlandırmanı istiyoruz!" dediler. O da bunu
kabûl edip, sevgili Peygamberimizin
mübârek saçlarından ve tarağının dişlerinden elde etmeye çalıştı. Bu arzusunu, Resûlullah efendimizin hizmetinde çalışan bir
yahudi çocuğu ile gerçekleştirdi. Lebid, Peygamber
efendimizin mübârek saçlarına ve tarak dişlerine bir ip ile onbir
düğüm bağlayıp, üfledi. Kuyuda bir taşın altına bastırıp bıraktı. Bundan sonra,
Peygamber efendimizin sıhhati
bozuldu. Hastalanıp yatağa düştüler ve günlerce kalkamadılar. Eshâb-ı kirâm,
sık sık ziyârete gelip, her geçen gün rahatsızlığın şiddetlendiğini gördükçe;
ciğerleri dağlanır, gözlerinden yaş yerine kan dökerlerdi. Münâfıklar ise,
sevinçlerinden bayram yaparlardı.
Nihâyet
bir gün Peygamber efendimiz, hazret-i
Âişe vâlidemize buyurdu ki: “Ey Âişe! Bilir misin? Allahü teâlâ, bana
kendisinde şifâm olan şeyi bildirdi ki, bana iki kişi (Cebrâil ve Mikâil) gelip biri baş ucumda, öbürü de ayak ucumda
oturdu, ve biri öbürüne; “Bu zâtın hastalığı nedir?" diye sordu. O da;
“Sihir yapılmıştır" diye cevap verdi. “Kim sihir yapmıştır?" diye
sorduğunda da, Öbür melek; “Lebîd bin A’sam" diye cevap verdi. Sonra; “Bu
sihir ne ile yapılmıştır?" diye sordu. O da; “Bir tarakla saç döküntüsüne
ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine" diye cevap verdi. “O
nerededir?" suâline de; “Zervân kuyusunda" diye cevap verdi."
Zervân,
Medîne'de Benî Züreyk kabîlesinin bahçesinde bulunan bir kuyu idi. Resûl-i ekrem sallallahü
aleyhi ve sellem efendimiz, o kuyuya hazret-i Ali, Zübeyr, Talha ve
Ammâr'ı (radıyallahü anhüm) gönderdi. Kuyunun
suyunu çekip, dibindeki taşı kaldırdılar. Altından onbir düğüm ile düğümlenmiş
bir iplik buldular. Alıp, sevgili Peygamberimize
getirdiler. Bir hayli uğraşmalarına rağmen düğümleri çözemediler. Cebrâil aleyhisselâm
gelip, Felâk ve Nâs sûrelerini getirdi. Resûlullah
efendimiz bu sûreleri yâni toplam onbir âyet-i kerîmeden her birini
okudukça, düğümün biri çözüldü. Düğümler bitince, Kâinatın efendisi rahata ve
sıhhate kavuştular.
Lebîd
yahudisi yakalanıp, Resûlullah efendimizin
huzûruna getirildi. Peygamber efendimiz,
ona; “Allahü teâlâ, bana, yaptığın sihri haber vererek yerini gösterdi. Sen,
bunu niçin yaptın?" buyurduklarında, "Altına olan
muhabbetim!..." diye cevap verdi. Eshâb-ı kirâmdan bâzıları; "Yâ
Resûlallah! İzin verirsen, şu yahudinin boynunu vuralım!" dediklerinde,
şahsı için hiç kimseye cezâ vermeyen, sevgili
Peygamberimiz; “Onun, sonunda göreceği ilâhî azâb, daha şiddetlidir" buyurarak,
öldürülmesine izin vermediler.
Yahudiler,
Medîne'den sürülünce, Arabistan'ın kuzey taraflarına gitmişlerdi. Bunlardan bir
kısmı, Hayber'de kalıp yerleştiler. Bir kısmı ise kuzeyde bulunan Şam'a
gittiler. Resûlullah efendimize
suikast tertip etmeleri sebebiyle yurtlarından çıkarılmışlardı. Fakat
müslümanlara karşı içlerindeki kin, hırs ve intikâm duyguları hiç bir zaman
sönmedi. Hattâ günden güne şiddetlendi. Bir an önce Kâinatın sultânı olan Allahü teâlânın Habîbinin hayatına son vermek,
dîn-i İslâm’ı ortadan kaldırmak istiyorlardı. İleri gelenlerinden bâzıları;
"Gatafanlılara gidip yardım isteyelim, müslümanlara karşı onlarla birlikte
çarpışalım!" dediler. Bâzıları da; "Fedek, Teymâ ve Vâd-il-Kurâ
yahudilerini de yardıma çağırıp, müslümanlar bizim üzerimize saldırmadan, biz
onların şehrine hücûm edelim, olmuş olacak bütün intikâmımızı alalım!..."
dediler. Hayber yahudileri bu sözü kabûl edip, çevredeki yahudi kabîlelerini ve
Gatafanlıları yardıma çağırdılar. Sâdece Gatafanlılardan çok sayıda seçme
savaşçı gelip, Hayber'de hazırlıklara başladı.
Onlar bu
hazırlıkları yaparken, Âlemlerin efendisi sallallahü
aleyhi ve sellem, yahudilerin durumlarından haberdâr oldu. Abdullah bin
Revâha hazretlerinin yanına üç sahâbî verip, derhal Hayber'de olup bitenleri
öğrenmek üzere gönderdi. Abdullah bin Revâha ve üç arkadaşı (radıyallahü anhüm) sür’atle Hayber'e geldiler.
Burası, sekiz muhkem kalesi, verimli arâzileri, bol miktarda bağ ve bahçeleri
bulunan zengin bir şehirdi. Hazret-i Abdullah, arkadaşlarından birini Şıkk,
birini Ketîbe, diğerini Natât kalesine gönderdi. Kendisi de başka bir kaleye
girip, üç gün yahudilerin durumlarını, harbe hazırlıklarını yakından
incelediler. Üç günden sonra buluşma yerinde birleşip, sür’atle Medîne'ye
varıp, yaptıkları hazırlıkları Peygamber
efendimize tek tek anlattılar.
Sevgili Peygamberimiz,
Eshâbının acele hazırlanmasını emretti. Yahudilerin, Medîne-i münevvereye
saldırmalarını önlemek için, Hayber üzerine gitmeye karar verdiler. Bu kararı
duyan Medîne'de bulunan yahudiler telâşa düştüler. Müslümanların
mânevîyatlarını bozmak için; "Yemîn ederiz ki, eğer siz, Hayber'deki kaleleri,
oraya birikmiş yiğit savaşçıları görmüş olsaydınız, hiç bir zaman oraya adım
atmazdınız!.. Dağların tepesindeki yüksek burçlu kaleleri, zırhlı yiğitler
korumaktadır. Çevreden binlerce asker onlara yardıma gelmişlerdir!... Sizin,
Hayber'i fethetmeniz mümkün müdür?!..." diyorlardı. Bunlara karşı kahraman
sahâbîler; "Allahü teâlâ, Habîbine,
Hayber'i fethedeceğini vâd buyurmuştur" diyerek, yahudilerden hiç bir
zaman korkmayacaklarını belirtiyorlardı. Eshâbın bu kararlı hâli, yahudileri
daha çok üzüyor, endişeye düşürüyordu.
Münâfıkların
başı Abdullah bin Übeyy; "Muhammed,
az bir kuvvetle üzerinize geliyor. Korkacak bir durum yok, fakat tedbirli olup,
mallarınızı kalelerinize doldurun. Onları, kaleden çıkarak karşılayın!"
diyerek, Hayber'e acele haber gönderdi.
Eshâb-ı
kirâm hazırlıklarını tamamladı, evdekilerle helâlaşıp, Peygamber efendimizin etrâfında toplandı.
İkiyüz süvâri ve bindörtyüz piyâde olmuşlardı. Allahü
teâlânın dînini yaymak, cihâd etmek ve şehitlik mertebesine kavuşmak
için sevgili Peygamberlerinin emrine hâzır oldular. Bu sırada bâzı kadınların,
harpde, Eshâb-ı kirâmın yiyeceklerini hazırlamak, yaralıları sarmak ve daha
başka yapabilecekleri işleri yapmak üzere Peygamber
efendimizden vazife istedikleri görüldü. Resûlullah
efendimiz merhamet buyurup, onları bu sevâbtan mahrûm etmediler.
Böylece mücâhidlere, başta sevgili Peygamberimizin
mübârek hanımı Ümmü Seleme hazretleri olmak üzere, yirmi hanım mücâhide de
katılmış oldu.
Resûl-i ekrem
sallallahü aleyhi ve sellem, Medîne'de yerine
vekil olarak, Gıfâr kabîlesinden Sibâ' hazretlerini bıraktılar ve Hayber'e
hareket emrini verdiler. Nümeyle bin Abdullah'ın bırakıldığı da bildirilmiştir.
Yolculuk tekbirlerle başladı. Mâzeretleri sebebiyle savaşa katılamayan, yaşları
küçük olduğu için izin verilmeyen sahâbîler, Peygamber
efendimize ve kahraman babalarına, dedelerine, amcalarına,
dayılarına ve ağabeylerine gıbta ile bakıyorlar, onları tekbir ve duâlar ile
uğurluyorlardı...
Takvim,
hicretin yedinci yılını gösteriyordu. Peygamber
efendimizin mukaddes sancağını hazret-i Ali taşıyor; sağ kol
kumandanlığını da hazret-i Ömer yapıyordu. Yolculuk neş'eli bir şekilde
geçiyordu. Şâirler, şiirleriyle, Allahü teâlâya,
verdiği nîmetlerinden dolayı hamdediyorlar, sevgili
Peygamberimize salevât söylüyor ve şanlı Eshâbı medhetiyorlardı.
Sahâbîler de, bayrama gider gibi hep birlikte; "Allahü ekber! Allahü
ekber! Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber!" diyerek her tarafı
inletiyorlardı. Her konak yerinde Kâinatın sultânı; “Allah'ım! İstikbâle endişelenmekten, geçmişe
tasa etmekten, güçsüzlük ve gevşeklikten, cimrilik, korkaklık ve bel büken
borçtan, zâlim ve haksız kimselerin musallatından sana sığınırım."
diyerek duâ buyuruyordu. Hayber'e yaklaşıldığı zaman, sevgili Peygamberimizin, Eshâbını durdurduğu
görüldü. El açarak; “Ey göklerin ve gölgelediklerinin Rabbi olan Allah'ım! Ey
yerlerin ve üzerindekilerin rabbi olan Allah'ım! Ey şeytanların ve
saptırdıklarının Rabbi olan Allah'ım! Ey rüzgârların ve savurduklarının Rabbi
olan Allah'ım! Biz senden, bu beldenin hayrını ve iyiliğini, bu beldede yaşayan
insanların hayrını ve iyiliğini, yine bu beldede bulunan herşeyin hayrını ve
iyiliğini dileriz. Bu beldenin şerrinden, insanların şerrinden ve içindeki her
şeyin şerrinden de sana sığınırız!" diye münâcâta başladılar.
Sahâbelerin dudaklarından; "Âmin, âmin" sesleri dökülüyordu. Bundan
sonra Eshâbına; “Bismillâhirrahmânirrahîm
diyerek ilerleyiniz" buyurdular.
Eshâb-ı
kirâm (radıyallahü anhüm), Resûl-i ekrem efendimizin etrâfında tekrar
yürüyüşe geçtiler. Hayber'in en güçlü kalelerinden Natât kalesi yakınına gelip,
karargâhlarını kurdular. Vakit akşamdı. Resûlullah
efendimiz, âdet-i şerîfesi, sabah olmadıkça baskın yapmaz ve önce
İslâm’a dâvet ederdi. Tekliflerini kabûl etmedikleri takdirde harbe
başlarlardı. Bu sebeple Eshâb-ı kirâm sabahı beklediler. Yahudilerin hiç biri,
İslâm ordusunun geldiğini anlamamıştı.
Kâinatın
efendisi, sabah namazını kıldırdıktan sonra hazırlıklarını bitirdi ve
mücâhidleri harekete geçirdi. İkiyüz süvâri ve bindörtyüz piyâde, düzenli
hareketlerle Natât kalesi önlerine yaklaştılar. Bu sırada, bağ, bahçe, tarla
işleriyle uğraşmak üzere kaleden çıkan yahudiler, bir anda İslâm askerleriyle
karşılaşınca şaşkına döndüler ve; "Yemîn ederiz ki, bunlar Muhammed ve düzenli ordusudur!..."
diyerek, gerisin geri kaçmaya başladılar. Onların bu hâlini gören sevgili Peygamberimiz; “Allahü ekber! Allahü ekber! Hayber, harâb
olup gitti" buyurdular ve bu mübârek sözünü üç defâ tekrar
ettiler.
Peygamber efendimiz
sallallahü aleyhi ve sellem, yahudilere; ya
müslüman olmalarını, ya teslim olup haraç ve cizye vermelerini, yoksa harb
edilip kan döküleceğini bildirdiler. Yahudiler, ileri gelenlerinden Sellâm bin
Mişken'e gidip, durumu bildirdiler. Sellâm; "Daha önce, Muhammed'in üzerine yürüyünüz demiştim, kabûl
etmemiştiniz. Hiç olmazsa şimdi, onunla çarpışmakta gevşek davranmayınız.
Müslümanlarla çarpışa çarpışa ölmeniz, hayatta kimsesiz kalmanızdan daha
hayırlıdır!..." diyerek onları harbe teşvik etti. Yahudiler, sür’atle
çocuk ve kadınlarını Ketîbe kalesine, erzaklarını Nâim'e, askerlerini de Natât
kalesine yığdılar.
İslâm
ordusunun bu teklifine, yahudiler ok atmakla karşılık verdiler. Mücâhidler,
okları kalkanlarıyla karşıladılar. Sevgili
Peygamberimizin emri ile yaylar gerildi, hep birden kale burçlarında
bulunan yahudilerin üzerine; "Allahü ekber!..." sadâları arasında
oklar fırlatıldı. Artık harb başlamıştı. Bir tarafta Kâinatın sultânı ve
kahraman Eshâbı, İslâmiyeti yaymak, onların müslüman olup Cehennem’den
kurtulmalarına sebeb olmak için çarpışıyorlardı. Diğer yanda ise, nasîhatten
anlamayan, her fırsatta müslümanları arkadan vurmak isteyen hakîkati görmemekte
direten yahudiler vardı. Hâtem-ül enbiyânın (son Peygamberin), kendi
kavimlerinden gelmediğini görünce, kıskançlıklarından, O'nu kabûl etmemişler, Peygamber efendimizi, çocukluğundan beri
ortadan kaldırmak için, akıllarına gelen her kurnazlığa başvurmuşlar, fakat Allahü teâlânın koruması ile hiç bir şey
yapamamışlardı.
Binaltıyüz
şanlı mücâhidin üzerine, onbinden ziyâde yahudi askeri ok atıyordu. Eshâb-ı
kirâm, peşpeşe gelen bu oklara karşı kalkanlarıyla korunuyorlar, fırsat
buldukça da, yere düşen okları yahudilerin üzerine fırlatıyorlardı. Fakat bâzı
sahâbîler yaralanmışlardı. Bir ara Habîbullah efendimizin huzûruna, Habbâb bin
Münzir hazretlerinin büyük bir edeb ile yanaştığı görüldü ve; "Canım sana
fedâ olsun yâ Resûlallah! Karargâhımızı, başka bir yere kursak olmaz mı?"
diye suâl edince, Peygamber efendimiz; “İnşâallahü teâlâ akşam olunca değiştiririz!" buyurdular.
Mücâhidler, ok menzili içine girmişlerdi. Yahudilerin kaleden attığı oklar,
İslâm karargâhının arkalarına kadar ulaşabiliyordu.
O gün
akşama kadar, çarpışma ok ile devam etti. Elli kadar sahâbi, atılan oklarla
yaralanmışlardı. Akşam olunca, yeni bir karargâh keşfi için Muhammed bin Mesleme hazretlerine vazife
verildi. O da, Reci' denilen mevkîin mûsâid olduğunu belirtince, İslâm
karargâhı, buraya nakledildi. Yaralılar da tedavi görmeye başladı.
Ertesi gün
Natât önlerine gelen kahraman Eshâb, akşama kadar çarpıştı. Üçüncü, dördüncü ve
beşinci günlerde de kuşatma devam etti. Yahudiler hep müdâfaada kaldılar. O
günlerde sevgili Peygamberimiz,
şiddetli bir baş ağrısına tutulduklarından, iki gün mücâhidlerin arasında
bulunamadılar. İlk gün sancağı hazret-i Ebû Bekr'e, ikinci gün hazret-i Ömer'e
verdiler. Her ikisi de, Eshâb-ı kirâmın başında, yahudilere karşı pek şiddetli
çarpıştılar, fakat kaleyi fethetmek mümkün olmadı.
Bu arada
cesâretleri artan yahudilerin, kale kapılarını açıp hücûma geçtikleri görüldü.
Artık göğüs göğüse çarpışmaya başlamışlardı. Savaş pek ziyâde kızışmıştı. Peygamber efendimiz, Eshâbına; “Allahü ekber!
Allahü ekber!... diyerek tekbir getiriniz" buyurdukça, tekbir
sadâları arasında aşk ve şevk ile düşmana kılıç çalıyorlardı. Bir ara Muhammed bin Mesleme'nin kardeşi Mahmûd (radıyallahü anhümâ) şehîd edildi. Çarpışmalar da,
şiddetli bir şekilde, akşama kadar devam etti.
Ertesi gün
Hayber'in en ünlü kumandanlarından Merhab, zırhlara bürünmüş olduğu hâlde
kaleden dışarı çıktı. Güçlü kuvvetli dev gibi bir adamdı. Şimdiye kadar,
karşısına, bir pehlivan çıkmamıştı. Mücâhidlere dönüp; "Ben, cesâreti,
kahramanlığı ile tanınmış Merhab'ım!" diyerek övünmeye başladı. Böyle
övünürken, sahâbîlerin arasında bir mücâhidin ileri atıldığı görüldü. Merhab'a
karşı; "Ben de, dehşetli ve şiddetli savaşların ortasına atılmaktan
korkmayan Âmir'im!." diye nâra attı ve derhal karşısına dikildi. Dev
Merhab, üzerinde; "Kime değerse helâk eder!..." yazılı kılıcını,
hazret-i Âmir'e olanca gücü ile vurdu. Kahraman Âmir (radıyallahü
anh) ânında kalkanını kaldırdı. Enli kılıç, kalkana çarptığında şiddetli
bir ses ortalığı çınlattı ve kalkana saplandı. Hazret-i Âmir, yaradana sığınıp;
"Yâ Allah!" diyerek kılıcını Merhab'ın zırhlı bacaklarına çaldı.
Kılıç, çelik zırha değer değmez, geri tepti ve birden sahâbînîn bacağına
değiverdi. Kılıcın, şiddetli bir şekilde geri tepişi hazret-i Âmir’in
bacağındaki atar damarının kesilmesine sebeb oldu Eshâb-ı kirâm, koşarak Âmir'i
kucakladılar ve tedavi için karargâha götürdüler. Fakat Âmir (radıyallahü anh) orada şehâdete kavuştu.
Çarpışmalar
bütün şiddeti ile devam ediyordu. Akşama doğru sevgili
Peygamberimiz, yahudilere dörtbin askerle yardıma gelen ve harbe
katılan müşrik Gatafanfılara, ayrılıp memleketlerine dönmelerini teklif etti.
Bunu yaptıkları takdirde, Hayber'in bir senelik hurma mahsulünü kendilerine
vereceğini de vâdetti. Fakat Gatafanlılar, bu teklifi reddettiler. Bunun
üzerine Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem,
Eshâbına, Gatafanlıların bulunduğu kalenin etrâfında sabahlamalarını emretti.
Gatafanlıilar, gece mücâhidlerin saldırmasından çok korktular, bir türlü
uyuyamadılar. O gece, nereden geldiği belli olmayan bir ses; "Gatafan
ülkesine baskın yapıldığını, çoluk-çocuklarının ve mallarının teslim alındığını"
bildiriyordu. Bu ses, üç defâ tekrar edilmiş ve bunu bütün Gatafanlılar, büyük
bir korku içinde dinlemişlerdi. Kumandanları Uyeyne de aynı sesi üç defâ
duymuş, şafak sökmek üzereyken askerini alarak Hayber'den acele uzaklaşıp
memleketlerinin yolunu tutmuştu. Sabahleyin yahudiler, Gatafanlıların sebepsiz
yere Hayber'i terketmelerine şaşırdılar ve ümîdsizliğe düştüler. Onları yardıma
çağırdıklarına da çok pişman oldular.
O gün de
Hayber önlerinde şiddetli çarpışmalar oldu. Fakat kale fethedilemedi. Akşam,
Kâinatın sultânı; “Yarın sancağı öyle bir yiğide vereceğim ki, o, Allahü teâlâyı ve Resûlünü sever. Allahü teâlâ ve
Resûlü de onu severler. Allahü teâlâ, onun eli ile fethi
gerçekleştirecektir!" buyurarak müjde verdi. O gece Eshâb-ı
kirâm (radıyallahü anhüm), heyecanla sabahı
bekledi. Her biri sancağın kendisine verilmesini umuyor, bu yolda, Allahü teâlâya duâlar ediyordu. Bilâl-i Habeşî
hazretleri, sabah ezânını yanık ve güzel sesi ile okudu. Ezân okunurken
herkeste ayrı bir heyecan, ayrı bir zevk hâsıl olur, o ilâhî zevkin tadına
doyulmazdı. Sevgili Peygamberimiz,
Eshâbına sabah namazını kıldırdıktan sonra ayağa kalktılar. Mübârek İslâm
sancağının getirilmesini emrettiler. Mukaddes sancak getirilirken, Eshâb-ı
kirâm ayakta bekliyor, merâkla, Resûl-i ekrem
efendimizin mübârek dudaklarından çıkacak sözleri dinlemek için, dikkat
kesiliyorlardı. Nihâyet Âlemlerin efendisi; “Muhammed'in zâtını peygamberlikle
şereflendiren Allahü
teâlâya and olsun ki, ben, bu sancağı kaçmak
nedir bilmeyen bir yiğide vereceğim" buyurduktan sonra, mübârek
gözlerini Eshâbı arasında gezdirip; “Ali nerededir?" buyurdu. Sahâbîler;
"Yâ Resûlallah! Onun gözleri ağrıyor" deyince, Efendimiz; “Onu bana
çağırınız" buyurdu. O günlerde hazret-i Ali göz ağrısına
tutulmuş ve gözlerini açamaz olmuştu. Yanına giderek, durumu bildirdiler ve
mübârek koluna girip, Resûlullah efendimizin
huzûruna gelirdiler. Kâinatın sultânı, hazret-i Ali'nin şifâ bulması için, Allahü teâlâya duâ etti ve mübârek parmaklarını
ağzında ıslatıp gözlerine sürdüler. O anda, hazret-i Ali'nin gözlerinde hiçbir
ağrı kalmadı. Ayrıca; “Yâ Rabbî! Sıcağın ve soğuğun sıkıntısını bundan gider"
diyerek, onun için duâ buyurdular. Sonra hazret-i Ali'nin üzerine, mübârek
elleriyle bir zırh giydirip beline kendi kılıcını kuşatarak, eline beyaz İslâm
sancağını verdiler ve; “Allahü
teâlâ, sana zafer nasîb edinceye kadar çarpış.
Sakın arkana dönme!" buyurdular. Hazret-i Ali de; "Canım
sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Onlarla, dîn-i İslâm’a girdikleri zamana kadar
çarpışacağım" dedi. Sevgili Peygamberimiz
de; “Vallahi,
senin sebebinle Allahü
teâlânın, onlardan tek bir kişiyi hidâyete
kavuşturması, senin için, bir çok kızıl develere sâhip olup, onları Allahü teâlânın yolunda sadaka vermenden daha hayırlıdır" buyurdu.
Hazret-i
Ali, elinde sancak ile yahudi kalesine ilerlerken, şanlı sahâbîler de peşinden
yürüdüler. Kaleye iyice yaklaşıp, sancağın bir taşın dibine dikildiği sırada,
Natât kalesinin kapısının açıldığı görüldü. Yahudilerin hücûm birlikleri dışarı
çıktılar. Bunlar, Hayber'in en seçme kahramanları idi. Her biri, çift zırhlarla
kaplı, demir muhâfazalara bürünmüşlerdi. İçlerinden birinin, hazret-i Ali'ye
doğru yürüyüp, çarpışmak için karşısına geçtiği görüldü. Bu, Merhab'ın
cesârette bir benzeri olmayan kardeşi Hâris idi. Sür'atle saldırdı... İki
çeliğin çıkardığı ses meydanı doldururken, Zülfikar'ın şimşek gibi indiği ve
Hâris'in başını gövdesinden ayırdığı görüldü. Bu anda, "Allahü ekber!
Allahü ekber!" sesleri göklere yükseliyordu. Kardeşinin öldürüldüğünü
işiten Merhab, emrindeki askerlerle dolu dizgin meydana yürüdü. Hazret-i
Ali'nin karşısına dikildi. Onun da üzerinde çift zırh vardı. Çift kılıç
kuşanmış olduğu hâlde, iri cüssesi ile sanki bir devi andırıyordu. Bütün
hiddeti ile; "Ben ki, harplerin en şiddetli olduğu zamanlarda ortaya
atılıp, kahramanca çarpışan Merhab'ım! Ben, kükreyen aslanları bile mızrak veya
kılıcımla delik deşik ederim!..." diyerek, kendini övmeye başladı.
Hazret-i Ali de; "Ben ki, anam bana Haydar (Aslan) ismi vermiştir. Ben,
heybetli bir aslan gibiyimdir! Seni bir hamlede yere serecek bir yiğit
kişiyimdir!" diyerek, karşılık verdi. Merhab, hazret-i Ali'den, Haydar
kelimesini işitince, kalbine bir korku düştü. Çünkü gece rüyâsında bir aslan
kendisini parçalamıştı. Rüyâda gördüğü aslan bu mu idi? Derken dev Merhab'ın
hamle ettiği ve Hazret-i Ali'nin onu kalkanıyla karşıladığı görüldü. Sonra Allahü teâlâya sığınıp, Zülfikar'ı, kâfirin başına
öyle bir indirdi ki; koca Merhab'ın, Zülfikar'a karşı tuttuğu kalın çelik
kalkanını ve çelikten yapılmış miğferini ikiye biçip, kafasını tepesinden
ensesine kadar bölüp ayırdığı görüldü. Zülfikar'ın çıkardığı korkunç ses,
Hayber'in her tarafında işitilmişti. Peygamber
efendimiz; “Sevininiz! Hayber'in fethi artık rahatlaştı,
kolaylaştı" buyurdular. Eshâb-ı kirâm, hazret-i Ali'nin bu
bahadırlığına hayran kalmışlar; "Allahü ekber!" tekbirleri ile semâyı
çınlatmışlardı. Çarpışma bütün şiddeti ile devam ediyordu.
Eshâb-ı
kirâm, çarpışa çarpışa kale kapısının yanına geldikleri bir sırada, bir yahudi,
kılıcıyla hazret-i Ali'nin kalkanına vurdu. Kalkan yere düştü. Fakat eğilip
alacak zaman yoktu. Fırsatı kaçırmak istemeyen yahudi, kalkanı kaptığı gibi
geriye kaçtı. Buna çok üzülen Allahü teâlânın
aslanı, Zülfikar ile etrâfındaki düşmanları dağıttıktan sonra, kalenin kapısını
kalkan yapmaya niyetlendi. "Bismillâhirrahmânirrahîm" diyerek,
kocaman demir kapının halkalarına asıldı. Kancalarını duvarından sarstı
çıkardı... Hazret-i Ali kapıyı sökerken, kale yerinden sarsıldı. Sekiz on
pehlivanın yerinden kıpırdatamayacağı bu kapıyı, tek eliyle kalkan yapıp,
çarpışmağa başladı. Karşısına peşpeşe, yahudilerin en yiğit altı pehlivanı daha
çıktı. Onları da Allahü teâlânın izni ile
alt eden hazret-i Ali, kahraman arkadaşları ile kaleye girdiler. Artık kalenin
içinde çarpışılıyordu. Kısa zamanda, karşılarına çıkacak kimse kalmadı, İslâm
sancağını kaleye diktiler. Böylece en muhkem kaleleri olan Natât, fethedildi. Sevgili Peygamberimiz, hazret-i Ali'nin
gözlerinden öptükten sonra; “Gösterdiğin kahramanlıktan dolayı, Allahü teâlâ ve Resûlü senden râzı oldu" buyurdular. Bu
mübârek kelâmı işiten Ali (radıyallahü anh),
sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz;
“Niçin
ağlıyorsun?" buyurduğunda; "Canım sana fedâ olsun yâ
Resûlallah! Sevincimden ağlıyorum. Zirâ Allahü teâlâ
ve Resûlü benden râzı oldu" dedi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz; “Yalnız ben değil, Cebrâil, Mikâil ve
cümle melekler senden râzı oldular" buyurdu. Bu sırada Devs
kabîlesinden dörtyüz müslüman, Peygamber
efendimize yardıma geldi. Bundan sonra, diğer kaleleri fethetmek
için çarpışmalara şiddetli bir şekilde devam edildi.
Hayber’in
geri kalan yedi kalesi teker teker düşürülünce, çâresiz kalan yahudiler, heyet
göndererek sulh isteğinde bulundular. Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem, bu teklifi kabûl
ederek şu maddeler üzerinde anlaştılar:
1- Bu
gazâda müslümanlarla çarpışan yahudilerin kanları dökülmeyecek.
2-
Hayber'i terkeden yahudiler, yanlarında sâdece çocuklarını ve bir deve yükü
lüzumlu ev eşyasını götürebilecekler.
3- Geri
kalan taşınan ve taşınmayan malların hepsi; zırh, kılıç, kalkan, yay, ok gibi
bütün silâhlar, üzerlerindeki elbiseden başka giyeceklerin tamamı; kumaşlar,
altınlar ve ayrıca hazineler, at, deve, koyun gibi bütün hayvanlar... ne varsa
hepsi müslümanlara kalacak.
4-
Müslümanlara bırakılması gereken her hangi bir şey, hiç bir sûretle
gizlenmeyecek. Gizleyenler, Allahü teâlâ
ve Resûlünün emânından ve himâyesinden dışarda bırakılacak...
Bu
şartlara uymayan, hazînelerini tulumlarla toprağa gömen Kinâne bin Rebî'
cezâlandırıldı. Ele geçen ganîmetin, haddi hesâbı yoktu. Hayber'in o verimli
arâzileri, hurmalıkları tamâmen İslâm ordusuna bırakılmıştı. Bu sırada,
memleketlerine dönen Gatafanlılar, yahudilere yardım için geri Hayber'e
dönmüşlerdi. Peygamber efendimizin
Hayber'i fethedip yahudileri teslim aldığını gördükleri zaman; "Ey Muhammed! Sen, Hayber'i terkettiğimiz
takdirde, bize Hayber'in bir senelik hurmasını vermeyi vâd etmiştin. Sözümüzde
durduk. Haydi bize onları ver!" dediler. Efendimiz onlara; “Filanca dağ sizin
olsun" buyurdular. Gatafanlılar da; "Öyle ise biz, sizinle
çarpışırız" diyerek tehdide yeltendiler. Resûl-i
ekrem efendimiz de; "Çarpışma yerimiz Cenefa olsun"
buyurdu. Cenefa, Gatafanlıların bir bölgesinin ismi idi. Gatafanlılar bunu
duyunca korkularından çekilip gittiler.
Sevgili Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem ve kahraman Eshâbı,
Hayber'in fethi esnâsında çok yorulmuşlardı. Bir taraftan yaralılar tedavi
ediliyor, diğer yandan dinleniyorlardı. Yahudilerin ileri gelenlerinden Sellâm
bin Mişken'in karısı Zeynep, Peygamber efendimizi
zehirleyerek öldürmek istedi. Bunun için, bir keçi kesip pişirdi ve ete bol
miktarda zehir kattı. Sonra, Resûlullah
efendimizin huzûruna çıkarak, hediye getirdiğini söyledi. Resûl-i ekrem efendimiz kabûl edip, Eshâbını
çağırdılar. Hep birlikte yemek için oturdular. Âlemlerin efendisi, keçinin kol
kısmından bir parça koparıp; “Bismillâhirrahmânirrahîm" diyerek mübârek
ağızlarına aldılar. Bir kaç defâ çiğnedikten sonra hemen mübârek ağızlarından
çıkarıp; “Ey
Eshâbım! Bu yemekten elinizi çekiniz! Zirâ şu kürek eti, zehirlenmiş olduğunu
bana haber verdi" buyurdular. Sahâbîler derhal ellerini
yemekten çektiler. Fakat etten bir lokma yiyen Bişr bin Berâ hazretlerinin,
hemen vücûdu morardı ve şehîd oldu. Sevgili
Peygamberimize Cebrâil aleyhisselâm gelip, mübârek tükürüklerine karışan
zehirin tesirinden kurtulmak için, mübârek omuzları arasından hacamat
yaptırarak kan aldırmasını söyledi. Öyle yapıldı. Sonra, zehirli kebab toprağa
gömüldü. Bu işi yapan Zeynep, yakalanarak huzûra getirildi. Efendimiz ona; “Bu davar kebabını
sen mi zehirledin?" buyurdular. O da, yaptığını îtîrâf ederek;
"Evet! Ben zehirledim!" dedi. Peygamber
efendimiz; “Bunu niçin yapmak istedin!" diye
sorduklarında; "Sen, benim kocamı, babamı, amcamı öldürdün. Kendi kendime;
"Eğer O, hakîkaten peygamber ise, Allah O'na bildirir. Değilse, bu zehir
O'na tesir eder ve ölür. Böylece kendisinden kurtulmuş oluruz" dedim.
Eshâb-ı kirâm, bu hâdiseye çok üzülmüştü. "Canımız sana fedâ olsun yâ
Resûlallah! Bunu öldürelim mi?" diye sorduklarında, kendi şahsına yapılan
her hakâreti affeden Âlemlerin efendisi, bunu da affetti. Bu büyük merhameti
gören Zeynep, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu (radıyallahü anhâ).
Hayber'de
ele geçen ganîmetler ve esirler arasında, Huyey bin Ahtab'ın kızı Safiyye de (radıyallahü anhâ) vardı. Başkumandanlık hakkı olarak,
Peygamber efendimizin hissesine
düşmüştü. Âlemlerin efendisi, esirini âzâd etti. O da bu hâle çok duygulanıp,
cân u gönülden, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Bu duruma çok sevinen
sevgili Peygamberimiz, hazret-i
Safiyye vâlidemizi nikâhıyla şereflendirip sevindirdiler. Böylece hazret-i
Safiyye, mü’minlerin annesi oldu. Sehbâ mevkîinde düğünü yapılıp, kavun ve
hurmadan velîme yâni düğün yemeği verildi. Safiyye (radıyallahü
anhâ) vâlidemizin, mübârek gözlerinde bir morluk görülüyordu. Sevgili Peygamberimiz; “Nedir bu iz?"
buyurduklarında, o; "Bir gece rüyâmda ayın gökten inip koynuma girdiğini
görmüştüm. Kocam Kenâne'ye anlatınca; "Sen şu üzerimize gelen Arab
Meliki’nin hanımı olmaya göz dikmişsin!" diyerek, gözüme bir tokat vurdu
ve gördüğünüz gibi morardı" dedi.
Hayber
fethedildikten sonra, yahudiler, Peygamber
efendimize; "Yâ Muhammed!
Biz Hayber'den çekip gideceğiz. Fakat, biz zirâattan, tarla, bağ, bahçe
bakımından iyi anlarız. İstersen, bu verimli arâzileri bize kirâya ver. Bu
mülkleri işleyelim ve çıkan mahsulün yarısını sana verelim!" diye teklifte
bulundular. Sevgili Peygamberimizin
ve sahâbîlerin, tarla işleri ile uğraşacak zamanları yoktu. Onlar dîn-i İslâm’ı
yaymak için uğraşıyor, cihâd-ı fî sebîlillah için gecelerini gündüzlerine
katarak durmadan çalışıyorlardı. Bu teklife Peygamber
efendimiz memnun oldular ve; “Sizi istediğimiz zaman çıkarmak şartı ile!"
buyurdular. Yahudiler bunu kabûl ettiler ve Hayber arâzilerini işletmeye
başladılar. Peygamber efendimiz,
Eshâbı ile, muzaffer olarak Medîne'ye döndüler. Bu arada daha önce Habeşistan'a
hicret eden Esbabının, Ca’fer bin Ebî Tâlib başkanlığında geldiklerini görünce,
çok sevindiler. Hazret-i Ca'fer'in alnından öpüp, bağrına bastı ve; “Ben Hayber'in
fethine mi, yoksa Ca'fer'in gelişine mi sevineyim bilemiyorum. Sizin hicretiniz
iki defâdır. Siz, hem Habeş ülkesine, hem de yurduma hicret ettiniz" buyurdular.
Hayber'de
elde edilen ganîmetler; Hudeybiye andlaşmasına katılan bütün Eshâb-ı kirâma,
Hayber'e katılanlara, Habeşistan'dan hicret eden Eshâba ve fethe iştirâk eden
Devs kabîlesine paylaştırıldı. Hayber'in fethedilmesi ile, Arabistan'daki bütün
yahudiler, Peygamber efendimizin emri
altına girmiş oluyorlardı. Artık müşriklere yardım etme imkânları kalmamıştı.
Çevrede bulunan kabîleler ve devletler de, silâh ve asker bakımından
fethedilmesi imkânsız gibi görünen Hayber kalesini zapteden müslümanların,
büyük bir güce sâhip olduğunu anladılar ve bu İslâm Devleti'nden çekinmeye
başladılar. Mekkeli müşrikler, Hayber'in fethi ile büyük bir üzüntüye ve ye'se
kapıldılar. Bu fetihden sonra, küçüklü büyüklü pek çok kabîleler, müslüman
olmak için Medîne-i münevvereye geldiler ve Eshâb-ı kirâmdan olmakla
şereflendiler, hattâ Gatafanlılar bile... Yola gelmeyen bâzı kabîleler ise
kuvvet gönderilerek itâat altına alındılar.
Hudeybiye sulhü üzerinden bir sene geçmişti. Kurban bayramına bir ay kala, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Eshâb-ı kirâmına, umre için hazırlık yapmalarını emrettiler. Umre için Hudeybiye'ye gidip Bî’at-ür Rıdvân'a katılanlar, vefât edenler hariç, hazır bulunacaklardı. Bu emir üzerine, ikibin sahâbî hazırlıklarını tamamladılar. Kurban edilmek üzere yetmiş deve alındı. Bunların Mekke'ye kadar otlatılarak götürülmesi için, Naciye bin Cündüb'e ve dört arkadaşına (radıyallahü anhüm) vazife verildi. Ayrıca Muhammed bin Mesleme hazretlerinin emrine yüz süvâri verilerek; zırh, mızrak, kılıç gibi harpte kullanlacak silâhları götürmek üzere önden gönderildi. Müşriklere güvenilmezdi. Herhangi bir saldırı hâlinde, bu silâhlardan istifâde edilecekti. Eshâb-ı kirâmdan bâzıları; "Yâ Resûlallahî Hudeybiye sulhüne göre, umreye, kınına sokulmuş kılıçlardan başka silâh ile gelmiyecektik!" dediler. Âlemlerin efendisi; “Biz, bu silâhları Harem'e, Kureyşlilerin yanına sokmayacağız. Ancak onlar, Kureyşlilerden bize yapılacak bir saldırı karşısında yakınımızda, elimizin altında bulundurulacaktır" buyurdu.
Medîne-i münevvereye vekil olarak Ebû Zer-il-Gıfârî (radıyallahü anh) bırakıldı. Ebû Rühm-ül-Gıfârî'nin de bırakıldığı rivâyet edilmiştir. İkibin sahâbî, sevgili Peygamberimizle birlikte Mekke'ye doğru yola çıktılar. Eshâb-ı kirâm, çok heyecanlanmıştı. Senelerdir, Allahü teâlâ yolunda, sevgili Peygamberimiz uğrunda evlerini, ocaklarını, terk ettikleri yurtlarını göreceklerdi... Beş vakit namazda yönlerini döndükleri Kâbe-i muazzamayı ziyâret edeceklerdi... Henüz müslüman olup da andlaşma gereği Medîne'ye gelemeyen akrabâlarına kavuşacaklardı... Senelerdir, kendilerine gözlerinden yaş yerine kan akıtan, zulüm altında inim inim inleten, putlarına taptırmak için pek çok kardeşlerini şehîd eden Kureyşli müşriklere, İslâmın haysiyet ve şerefini göstereceklerdi. Belki bunu gören müşriklerin kalbine İslâm sevgisi düşer de, müslüman olurlardı!...
Medîne'de kalanlar, Vedâ yokuşuna kadar Âlemlerin efendisini tekbirlerle teşyî edip, uğurladıktan sonra geri döndüler...
Sevgili Peygamberimiz, Medîne'ye on kilometre kadar uzakta bulunan Zülhuleyfâ'ya gelince, ihrâma girdiler. Şanlı Sahâbîler de O'na uydular. Herkes beyazlara bürünmüştü. Umre yapmak için Mekke-i mükerreme yolculuğu başlamıştı. Artık; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyk! Lâ şerîke leke lebbeyk! İnnel hamde ven-nimete leke vel-mülke, lâ şerîke lek!..." sadâlarıyla yer gök İnliyordu. Yolculuk, Allahü teâlâya hamd etmek ve yalvarmakla, O'nun mübârek ismini zikretmekle, çok zevkli geçiyordu.
Önden giden Muhammed bin Mesleme (radıyallahü anh) komutasındaki birlik Mekke’ye yaklaşınca, Kureyşli müşrikler tarafından görüldü. Korku ile yanlarına yaklaşıp, biz, bir sene önce böyle mi anlaşmıştık dercesine; "Bu nedir?" diye sordular. Muhammed bin Mesleme (radıyallahü anh), onlara iliklerini donduran şu cevâbı verdi: "Bunlar, Allahü teâlânın Resûlünün süvârileridir... Allahü teâlâ izin verirse, yarın onlar da burayı teşrîf edeceklerdir!..." Müşrikler, korka korka geri dönüp haberi Mekke'ye ulaştırdılar. Mekkeli müşrikler de; "Yemîn ederiz ki, biz andlaşmaya bağlı kaldık. Muhammed bizimle niçin çarpışsın?..." diyorlardı. Derhal aralarından bir heyeti, Peygamber efendimizle görüşmek üzere gönderdiler.
Bu sırada Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, Mekke'yi görebilecekleri Batn-ı Ye'cec denilen yere gelmişlerdi. Üzerlerindeki kılıçtan başka bütün silâhlarını burada bıraktılar. Silahları beklemek üzere de ikiyüz sahâbîyi nöbetçi koydular.
Bu hazırlıklar bitince, Kureyş heyeti Peygamber efendimizle görüşmek ve huzûra kabûl edilmek için izin istedi. Kabûl edilince; "Yâ Muhammed! Hudeybiye andlaşmasından beri, size karşı herhangi bir ihânetimiz olmamıştır. Buna rağmen Mekke'ye, kavminin yanına bu silâhlarla mı gireceksin? Halbuki, andlaşmamıza göre; kınına sokulmuş kılıçlardan başkası yanınızda olmayacaktı!..." dediler. Buna, Âlemlerin efendisi; “Ben, çocukluğumdan bu güne kadar verdiğim sözde durmak ve vefâkarlığımla tanınırım. Harem'e, kınlarında sokulu kılıçlarımızdan başkası ile girecek değiliz. Fakat, silâhların bana yakın bir yerde olmasını istiyorum" buyurarak cevap verdiler. Heyet, kendilerine iletilen haberin değişik olduğunu anlayarak, rahatladılar ve; "Yâ Muhammed! Doğrusu senden hep vefâkarlık ve iyilik gördük. Sana yaraşan da odur" diyerek geri döndüler. Mekke'ye gelip, durumu Kureyşlilere bildirdiler. Onlar da rahatladılar.
Kureyş'in ileri gelenleri, kin ve kıskançlıklarından, Peygamber efendimizi ve Eshâbının bu mes’ûd anlarını görmemek için, Mekke'yi terk ederek dağlara çıktılar.
Sevgili Peygamberimiz, işâretli kurbanlık develeri Zîtuvâ mevkîine önden gönderdi. Sonra, Eshâbıyla hazırlıklarını tamamlayıp, mukaddes Mekke şehrine girmek üzere yürüdüler. Eshâb-ı kirâm, Âlemlerin efendisini ortalarına almışlardı. Kâinatın sultânı, devesi Kusvâ üzerinde, binlerce yıldızın varlığını örten bir güneş gibi, etrâfına nûr saçıyordu. Aman yâ Rabbî! O ne güzellik! O, ne ihtişamlı manzaraydı!... Dillerde; "Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyk! Lâ şerîke leke Lebbeyk!..." sadâları, gönüllerde Allahü teâlâ ve Resûlünün muhabbeti vardı. Adım adım muazzam Kâbe'ye doğru ilerliyorlardı. Yaklaştıkça heyecanları bir kat daha artıyor, adeta coşuyorlardı. Hep bir ağızdan söylenen telbiye nidâları Mekke'yi dolduruyor, müşrikler, bu muhteşem manzarayı gördükçe içleri eriyor, gönüllerine ılık ılık bir muhabbet şerbetinin aktığını hissediyorlardı. Bir çoklarının kalbine, İslâmın sevgisi düşmüştü. Sonunda Muhammed aleyhisselâm gâlip gelmişti...
İşte, sevgili Peygamberimiz ve şanlı Eshâbı, bellerinde kılıçları olduğu hâlde Kâbe-i muazzamaya giriyorlardı. Peygamber efendimizin devesi Kusvâ'nın yularını Abdullah bin Revâha hazretleri tutarak ilerliyordu. Mekkeli bâzı müşrikler, kadınları ve çocukları Dâr-ün-Nedve'de dizilmişler, sevgili Peygamberimizi ve kahraman Eshâbını seyrediyorlardı. Abdullah bin Revâha (radıyallahü anh) ilerledikçe, şu beytleri müşriklerin başına bir balyoz gibi vuruyor, tâ gönüllerine kadar indiriyordu.
Ey kâfirler çekilin, Peygamberin yolundan,
Ki Allahü teâlâ, O'na gönderdi Kur'ân.
Her hayır ve iyilik vardır O'nun dîninde,
Bu din için ölmekdir, en hayırlı ölüm de.
Gerçek Resûlullah'dır, kabûl ettim yürekten,
Her sözüne inandım, kabûl ettim şimdi ben.
Ey kâfirler! Kur'ân'ın, Allahü teâlâdan,
İndiğini siz inkâr eylediğiniz zaman,
Nasıl indirdik ise, darbeleri âniden,
Ve nasıl ayırdıksa, başınızı gövdeden.
Onun mânâsına da, inanmazsanız eğer,
İner aynı şekilde başınıza darbeler.
Başlarım O Allah'ın, mübârek ismiyle ki,
Yoktur O'nun dîninden, başka dîn-i hakîkî.
Ve yine başlarım ki, ismiyle O Allah'ın,
Muhammed hem kulu ve hem resûlüdür O'nun.
Hazret-i Ömer dayanamayıp; "Ey İbn-i Revâha! Sen, Resûlullah'ınönünde ve Harem-i şerîfte nasıl şiir okuyabiliyorsun?" diye ikaz etmek istemiş, fakat Peygamber efendimiz; “Yâ Ömer! Ona mâni olma. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çabuk, daha çok tesirlidir. Ey İbn-i Revâha devam et" buyurdu. Peygamber efendimiz biraz sonra Abdullah bin Revâha hazretlerine;
“Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur! Bir olan O'dur. Vâdini gerçekleştiren O'dur! Bu kuluna yardım eden O'dur! Askerlerini güçlendiren O'dur! Toplanmış olan kabîleleri, bozguna uğratan da yalnız O'dur! de!" buyurdu. Abdullah bin Revâha (radıyallahü anh) da;
"Allahü teâlâdan yoktur, başka bir ilâh!
Yoktur O'nun şerîki, Lâ İlâhe illallah!
O'dur müslümanların, askerine güç veren!
Ve O'dur kâfirleri, dağıtan, mağlûb eden!"
diye söylemeye başladı. Müslümanlar da bu sözleri tekrar ediyorlardı.
Sevgili Peygamberimiz Beytullah'a girince, mübârek sağ omuzunu açtılar. Mübârek tenlerinin güzelliği gözleri alıyor, gönülleri cezb ediyordu. Sonra; “Bugün, şu şirk ehline, kendisini güçlü ve zinde gösterecek yiğitleri, Allahü teâlâ, rahmeti ile yarlıgasın!" buyurdular. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm sağ omuzlarını açıp, heybetli bir şekilde hızlı hızlı yürüyerek Kâbe'yi üç defâ tavâf ettiler. Ancak, Rükn-i Yemâni ile Hacer-ül esved köşesi arasında ağır ağır yürüdüler. Peygamber efendimiz ve Eshâbı, Hacer-ül esved'e yaklaşıyor onu öpüyorlar veya geriden ellerini açıp Hacer-ülesved'e karşı tutuyorlardı.
Müşrikler, gerilerden Eshâbı tâkip ediyor, onların bu heybetli ve gösterişli yürüyüşlerine şaşırıyorlardı. Çünkü onlara, Müslümanların Medîne'ye gideliden beri zayıf ve hasta düştükleri anlatılmış ve buna benzer haberler yayılmıştı. Şimdi ise, tam tersi bir hâle şâhid oluyorlardı ve hayretleri artıyordu.
Geri kalan dört tavâf ise yavaş yavaş, ağır ağır adımlarla yapılarak tamamlandı. Tavâftan sonra Makâm-ı İbrâhim'de iki rekat namaz kıldılar. Daha sonra Safâ ile Merve tepeleri arasında yedi kere sa'y yaptılar. Kurbanlar kesildikten sonra, Peygamber efendimiz mübârek başını kazıttılar. Mübârek saçları havada kapışılmıştı. Eshâb-ı kirâm da tıraş oldular. Böylece Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin tam bir sene önce gördüğü rüyâ gerçekleşti.
Umre ziyâreti tamamlanmış, öğle vakti girmişti. Âlemlerin efendisi, hazret-i Bilâl'e, Kâbe'de ezân okumasını emredince, Bilâl-i Habeşî derhal emri yerine getirdi. O, Kâbe'de ezân-ı şerîfi okurken, bütün Mekke çalkalanmaya başladı. Eshâb-ı kirâm, büyük bir huşû içinde ezânı dinliyor, hafif bir sesle onu tekrar ediyorlardı. Bitince, Habîbullah efendimiz imâm oldular. Hep birlikte kılınan öğle namazının, müşriklerin kalbindeki te'sîri bir başka idi.
Sevgili Peygamberimize, Ebtah'da deriden bir çadır kurulmuştu. Sahâbîler de etrâfındaki çadırlarda üç gün ikâmet ettiler. Namaz vakitlerinde Beytullah'da toplanıyor, cemâatle namazlarını kılıyorlardı. Diğer vakitlerde akrabâlarını ziyâret ediyorlar, İslâmın kendilerine bahşettiği güzel ahlâk ile onlara örnek oluyorlardı. Onlar da, Eshâbın bu güzel hâlleri karşısında adeta eriyorlar, hayranlıklarını gizliyemiyorlardı. Bu üç gün zarfında, Mekke sanki içten fethedilmişti.
Üç gün dolmuştu... Artık ayrılık zamanı gelmişti. Akşama doğru Peygamber efendimiz; "(Umre için gelen) müslümanlardan hiç bir kimse, akşamı Mekke'de geçirmeyecek, yola çıkacaktır!" buyurunca, herkes derlenip toparlandı ve Medîne'ye doğru yola çıkıldı...