İsrâiloğullarına
gönderilen peygamberlerden. Zekeriyyâ aleyhisselâmın
oğludur. Annesinin ismi Elîsâ olup, İmrân'ın kızı idi. Hıristiyanlar Elizabeth
diyor. Dâvûd aleyhisselâmın neslinden olan
Yahyâ aleyhisselâm, Hazret-i Meryem'in teyzesi
oğlu idi.
Allahü teâlâ,
onu babası Zekeriyyâ aleyhisselâmın duâsı
üzerine ihsân etti. İsminin “Yahyâ” olması, Allahü
teâlâ tarafından bildirildi. Küçük yaşından îtibâren Tevrât'ı
öğrendi. Ona hikmet ve şefkât verildi. Rüşd çağına ulaştığı zaman, peygamberlik
emri bildirildi. İsrâiloğullarını Tevrât'ın hükümlerine uymağa dâvet etti. İlk
önce Mûsâ aleyhisselâmın şerîatına göre amel
ediyordu. Îsâ aleyhisselâma İncîl indirildikten
sonra, Tevrât'ın hükmünün kaldırılması üzerine, Îsâ aleyhisselâmın
bildirdiği emir ve yasaklarla amel etti. Kavmini de İncîl'in hükümlerine uymağa
dâvet etti. Zalim yahudi hükümdârı büyük Herod'un torunu Birinci Herod
tarafından şehîd edildi. Mübârek bedeninin parçaları başka başka şehirlerdedir.
Başı Şam'daki Ümeyye Câmii'ndedir.
Zekeriyyâ aleyhisselâm, doksandokuz veya yüzyirmi yaşına geldiği hâlde, zürriyetini devam ettirecek, bir evlâdı yoktu. Hanımı da doksansekiz yaşındaydı. Gerek kendisinin, gerekse hanımının artık çocuk sâhibi olma yaşları geçmişti. Zâten hanımı acuze olup, hiç çocuk doğuramazdı. Fakat o, Allahü teâlâ dilerse, Hazret-i Meryem'e hesapsız nîmetler ve rızıklar verdiği gibi, kendisine de bir evlat ihsân edebileceğine inanıyordu.
Zekeriyyâ aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis'de, Hazret-i Meryem'in ibâdet etmekte olduğu odaya girdiği zaman, ona, Allahü teâlâ tarafından türlü nîmetler ihsân edildiğini görüp, içine evlat sevgisi düştü. Allahü teâlâya duâ edip, zürriyetini devam ettirecek sâlih bir evlat ihsân etmesini diledi. Hazret-i Meryem'e bunca nîmetleri ihsân eden Allahü teâlâ, bana da bir erkek evlâdı ihsân etse diye kalbinden geçirip, Âl-i İmrân sûresinde bildirildiği gibi meâlen; “Orada (Hazret-i Meryem'in müstesna vaziyetini ve türlü nîmetlere kavuştuğunu gören ve ihtiyâr bir hâlde bulunan) Zekeriyyâ (aleyhisselâm), Rabbine (gece yarısı) duâ etti: Rabbim! Senin tarafından (kudretinle fadlından), çok temiz bir zürriyet (salih bir evlat) ihsân eyle. (Hunne'ye ihtiyârlığı hâlinde mübârek bir çocuk olan Meryem'i verdiğin gibi, bana da vermek lütfunda bulun.) Muhakkak sen duâya icâbet edersin. (Benim bu duâmı da kabûl buyur.) (Bu duâdan sonra) Zekeriyyâ (aleyhisselâm) mihrabında (odasında) namaz kılarken melekler (Cebrâil aleyhisselâm) ona (şöyle) nidâ etti: (Yâ Zekeriyyâ!) Muhakkak Allahü teâlâ, seni, kendinden gelen bir kelimeyi (Îsâ aleyhisselâmı) tasdik edici ve kereminin seyyidi ve nefsine hâkim (nefsini şehvetlerden korumakta son derece muvaffak olarak) ve sâlihlerden (Nebîlerin sulbünden gelen) bir peygamber olmak üzere Yahyâ'yı (onun dünyâya gelip, peygamber olacağını) müjdeliyor” buyruldu. (Âl-i İmrân sûresi: 38-39)
Bu husûs, Meryem sûresi 7. âyetinde de meâlen şöyle zikredildi: “(Allahü teâlâ melek vâsıtasıyla buyurdu ki:) “Ey Zekeriyyâ! Biz seni Yahyâ isminde bir oğulla müjdeleriz. Ondan önce bu isimde kimseyi tesmiye kılmadık. (Bu adı kimseye vermedik.)”
Allahü teâlânın, doğmadan önce bizzat ismini bildirmesi, Yahyâ aleyhisselâma mahsus bir husûsiyet olup, onun şânının ve derecesinin yüksekliğini bildirmektedir. Zirâ daha önce ondan başka dünyâya gelmeden önce kimsenin ismi bildirilmedi. Rivâyet edilir ki, Zekeriyyâ aleyhisselâm, Cebrâil aleyhisselâmdan bu müjdeyi işitince, hayrete düştü. Hayreti, Allahü teâlânın kudretinden şüphe etmekten değildi. Cenâb-ı Hakk'ın kudretinden emîn olduğu hâlde, müjdenin nasıl olacağı keyfiyetini öğrenmek için idi. Bu sebeple; “Yâ Rabbî! Ben ve zevcem ihtiyâr olduğumuz hâlde mi bize çocuk ihsân edeceksin? Yoksa bizi genç bir hâle getirip ondan sonra mı bize ihsân edeceksin?” diye öğrenmek istedi. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Zekeriyyâ (aleyhisselâm); Yâ Rabbî! Bana ihtiyârlık gelmişken ve zevcem de acuze iken, benim nasıl oğlum olabilir? dedi. (Allahü teâlâ yahut Cebrâil aleyhisselâm) dedi ki: Yâ Zekeriyyâ! Böyledir. Allahü teâlâ dilediğini yapar.” (Âl-i İmrân sûresi: 40)
“(Zekeriyyâ aleyhisselâm) dedi ki: Rabbim! Benim nasıl oğlum olur ki: Zevcem doğurmaz, acuzedir. Ben ise ihtiyârlığın son haddine varmışımdır.” (Cebrâil aleyhisselâm) dedi ki: öyledir (fakat) Rabbin buyurdu ki: O bana göre pek kolaydır. Daha evvel sen bir şey değilken seni yaratmışımdır.” (Meryem sûresi: 9-10)
Zekeriyyâ aleyhisselâm bu müjdeye sevinip, arzusunun çokluğunu arz ederek; “Yâ Rabbî! Bana vâdettiğin çocuğun; meydana geleceğine, delil ve alâmet olmak üzere, bu gönlüme yerleşmesi ve kalbimin, bana vâdettiğin şeyde mutmain olması için nişân ver. Bununla zevcemin ne zaman hâmile olacağını bileyim. O alâmetle ben bu nîmeti şükürle karşılayayım” diye münâcâtta bulundu. Nitekim, İbrâhim aleyhisselâm da; “Yâ Rabbî! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster deyince (cenâb-ı Hak); Ölüyü diriltmeye kâdir olduğuma inanmadın mı? buyurdu. İbrâhim (aleyhisselâm); Evet. Kesin olarak inandım. Lâkin (gözümle de görerek) kalbim mutmain olsun dedi.” (Bakara sûresi: 260) Cenâb-ı Hak, Zekeriyyâ aleyhisselâmın duâsını kabûl etti. Bu husûs, Âl-i İmrân sûresi 41. âyetinde meâlen şöyle bildirildi: (Zekeriyyâ aleyhisselâm) dedi ki: yâ Rabbî! Bana (bu husûsta) bir nişân ver. (Bir nişân göster de zevcemin hâmile olduğunu bilip, şükür secdesine kapanayım. Allahü teâlâ, Zekeriyyâ aleyhisselâma vahy ederek) buyurdu ki: Senin nişânın sade bir işâretten başka, insanlara üç gün söz söylememendir. Bununla beraber Rabbini çok an ve akşam sabah O'nu tesbîh et (namaz kıl). (Zekeriyyâ aleyhisselâm) dedi ki: “Rabbim! Bana (bu husûsta) bir nişân ver” (Allahü teâlâ) buyurdu ki: “Senin nişânın, sapasağlam olduğun hâlde üç gece (üç gün) insanlarla konuşmamandır. Derken Zekeriyyâ (aleyhisselâm) mescidinden kavminin karşısına çıktı ve onlara; Sabah akşam tesbîhte bulunun diye işâret verdi.” (Meryem sûresi: 11, 12)
Zekeriyyâ aleyhisselâm, geçici bir müddetle insanlarla konuşmaktan mahrûm olmakla birlikte, Allahü teâlâyı tesbîh etmekten ve O'na ibâdet ve tâatta bulunmaktan geri kalmadı. Üç gün Beyt-ül-Makdis'de Rabbine ibâdet edip, insanlarla konuşmadı ancak işâretle anlaştı.
Zekeriyyâ aleyhisselâmın doğurmayan ve ihtiyâr olan zevcesi hâmile kaldı ve belirli müddetten sonra Yahyâ aleyhisselâm doğdu. Onun doğumu âilede bayram havasının yaşanmasına sebep oldu. Bâzı rivâyetlerde bildirildi ki: “Yahyâ aleyhisselâm doğduğu zaman, melekler tarafından semâya kaldırıldı. Sütten kesilinceye kadar gıdasını Cennet nehirlerinden aldı. Sonra babasına verildi. Onun yüzünün nûrundan ve Hüsn-i cemâlinden bulunduğu ev aydınlanırdı.”
Rivâyete göre, Yahyâ aleyhisselâmın doğumu ile Îsâ aleyhisselâmın doğumu aynı sene içinde idi. Yahyâ aleyhisselâmın annesi ona hâmile iken, bir gün yolda Hazret-i Meryem ile karşılaştı. Ona; “Sen hâmile misin?” diye sordu. Hazret-i Meryem de; “Niçin böyle soruyorsun?” deyince, Yahyâ aleyhisselâmın annesi; “Benim karnımdakinin, senin karnındakine tâzim ettiğini görüyorum” dedi. Bu rivâyet, Yahyâ aleyhisselâmla Îsâ aleyhisselâmın aynı sene içinde doğduklarını ve daha doğmadan Yahyâ aleyhisselâmın Îsâ aleyhisselâma uyacağına işâret etmektedir.
Doğumundan îtibâren fevkalâdelikler içinde olan Yahyâ aleyhisselâmın yetişme şekli, zamanındaki diğer çocuklardan farklıydı. Babası Zekeriyyâ aleyhisselâm hem insanlara Allahü teâlânın dînini anlatıyor, hem de Beyt-i Makdis'de Rabbine devamlı ibâdet edip, Tevrât'ı okuyor ve okutuyordu. Yahyâ aleyhisselâm da aynı havayı teneffüs ederek yetişiyordu.
Yahyâ aleyhisselâm, babasının derslerini ve vâzlarını dinleyip, Allahü teâlâya ibâdet etmeğe başladı. Bu arada Yahyâ aleyhisselâm, küçük yaşından îtibâren Tevrât'ı okumağa, onun hükümlerini anlamağa başladı. Hem kendisi okuyup öğreniyor, hem de çevresindeki insanlara anlatıyordu.
Zâten, Allahü teâlâ tarafından ona küçük yaşından îtibâren hikmet ihsân edildiği, Tevrât'ı okuyup hükümlerini anlama kâbiliyeti verildiği bildirilmişti. Bu husûs Meryem sûresinin 12. âyetinde meâlen şöyle beyân buyruldu: “(Allahü teâlâ buyurdu ki: Biz Zekeriyyâ'ya Yahyâ'yı ihsân ettik ve şöyle dedik:) “Yâ Yahyâ! Kitabı (Tevrât'ı) kuvvetle tut (yani onu ciddiyetle al, hükümlerini mütalaa et. Onu okurken kalbinden ve zihninden başka şeyleri sil. Tevrât'ın hükümlerine göre amel et). Ve biz ona (Yahyâ aleyhisselâma) daha çocuk iken (rivayete göre henüz üç yaşındayken) hikmet verdik. (Tevrât'ı okuma ve fıkhî hükümlerini anlama kâbiliyeti verdik. Yâhud ona nübüvvet ihsân ettik.)”
“Sâvî tefsîrinde buyruluyor ki: “Bu âyet-i kerîmede şuna işâret vardır. Yahyâ aleyhisselâmın Tevrât'a kuvvet ve ciddiyetle sarılması emredildi. Zirâ Allahü teâlânın kelâmı yücedir. Şânına lâyık davranmak lâzımdır. Bunun gibi, ilim talebesi, ilme büyük bir arzu ve iştiyakla sarılmalı, bir an bile geri durmamalıdır. Kendini tamâmen ilme verse bile sâdece bir kısmına kavuşabilir. Şâyet çalışmazsa hiç bir şey kazanmaz. Bunun için İmâm-ı Şafiî;
Ey kardeşim, ilme altı şey kavuşturur,
Ve bunları genişçe sana edeyim beyân:
Zekâ, heves, gayret ve yetecek kadar mal,
Bir üstâdın telkini, ayrıca uzun zaman.
nazmını buyurmuştur.
Resûlullah efendimize, Yahyâ aleyhisselâma emredildiği gibi emredilmedi. Zirâ Allahü teâlâ O'na büyük bir azîm ve kuvvet vermişti. Bu sebeple emre ihtiyaç yoktu.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri bu âyet-i kerîmeyi; Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin okunduğu esnada, kalbden ve zihinden her türlü düşüncenin atılması ve saf bir gönülle okunması gerektiği şeklinde tefsîr etmiştir.
Zirâ Kur'ân-ı kerîmde beyân buyrulan ilâhî feyzlerden istifâde edebilmek için; kalbin her türlü düşünce ve isteklerden uzak tutulması gerekir.
Büyüklerden birisine; “Kur'ân-ı kerîm okuduğun zaman hatırına başka şeyler gelir mi?” diye sorduklarında: “Benim için Kur'ân-ı kerîmden daha sevimli bir şey yok ki, hatırıma başka şeyler gelsin” diye cevap verdi. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân ve Tabiînden bâzıları, aklı başka yerde iken veya gönlünde başka düşünceler var iken bir âyet okusalar, onu iâde eder, tekrar kalb huzûru ile okurlardı. Böylece Kur'ân-ı kerîm okurken huşû ve huzûr u kalb ile okumak gerektiğini işâret buyurmuşlardır.
Bu ölçüler ve şartlar içinde yetişen Yahyâ aleyhisselâm, çocukluğundan îtibâren olgun, vakâr sâhibi idi. Bu bakımdan emsâli çocuklardan farklıydı. Vaktini boş şeylerle geçirmezdi. Hattâ bir gün, yaşıtı çocuklar oyun oynadıkları sırada, onu da dâvet etmişlerdi. O sırada; bu Kâinatın nasıl yaratıldığını ve insanların var oluş sebep ve hikmetlerini düşünmekte olan Yahyâ aleyhisselâm, arkadaşlarına; “Biz oyun oynamak için yaratılmadık” diye cevap vermişti.
Bu husûsta, Râmûz-ül-Ehadis’de Mu’âz bin Cebel'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ rahmet etsin, kardeşim Yahyâ'ya (aleyhisselâm) ki o; küçük iken çocuklar kendisini oyun için çağırdıklarında; Ben oyun için mi yaratıldım dedi. O küçük iken oyun için böyle söylerse, yetişkin kimsenin günâh işlemesindeki hâli nasıl olur?”
Küçük yaştan îtibâren Tevrât'ı ve ahkamını öğrenmiş olan Yahyâ aleyhisselâm, bâzan Beyt-ül-Makdis'de, bâzan da tenhâ ve ıssız yerlerde ibâdet ve tâatla meşgûl olurdu. Öğrendiklerini İsrâiloğullarına anlatır, onları, Allahü teâlânın emirlerini yapmağa ve yasaklarından kaçınmağa dâvet ederdi. Gayet mütevâzî ve sade bir hayatı vardı. Kıldan elbise giyer, arpa ekmeği yer, dünyâya gönül vermezdi.
Yahyâ aleyhisselâm, Îsâ aleyhisselâm ile akran idi. Râmûz-ül-ehadis’de Hasen'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Yahyâ (aleyhisselâm) Îsâ'ya (aleyhisselâm) dedi ki: Sen rûhullah ve kelimetullahsın. Benden hayırlısın. Îsâ (aleyhisselâm) ise; Bilakis, sen benden daha hayırlısın. Seni Allahü teâlâ selâmladı. Ben kendimi selâmladım dedi.” Bu hadîs-i şerîf onların aynı zamanda yaşadığını ve birbirlerine karşı tevâzû göstererek iltifâtta bulunduklarını bildirmektedir.
Kıldan elbise giyerek hayatını devam ettiren Yahyâ aleyhisselâm, gece-gündüz Rabbine ibâdet eder, Allah korkusundan dolayı çok ağlardı.
Allahü teâlâ, ağlamakta olan Yahyâ aleyhisselâma vahy edip; “Ey Yahyâ! Eğer Cehennem’in nasıl olduğunu bilseydin, kıldan değil, demirden elbise giyer, daha çok ağlardın” buyurdu. Bunun üzerine Yahyâ aleyhisselâm, içli içli ağladı ve ağlamaktan, gözyaşları sebebiyle nûrlu yüzü yara oldu.
Babası Zekeriyyâ aleyhisselâm, insanlara vâz ve nasîhat vermek istediği zaman etrâfına bakar, eğer Yahyâ aleyhisselâm varsa, Cennet ve Cehennem’den bahsetmezdi. Bir gün her nasılsa vâz ederken Hazret-i Yahyâ'yı görmeyip, Cehennem hâllerinden ve korkularından bahsederek buyurdu ki: “Kardeşim Cebrâil aleyhisselâm, Allahü teâlâdan bana haber verdi ki; Cehhennem'de Sekran denilen bir dağ vardır. Bu dağın dibinde Gadbân denilen bir vadi vardır. Bu vadi Allahü teâlânın gadabına uğrayanlar için yaratılmıştır. Bu vadide derinliği yüz yıllık mesâfe olan bir kuyu, bu kuyu içerisinde ateşten sandıklar, ateşten elbiseler ve ateşten zincirler vardır.”
Bir köşede bulunan Yahyâ aleyhisselâm bu sözleri işitince başını kaldırdı ve; “Sekran'dan ve Allah'ın gadabından nasıl gâfil olduk” diye şiddetli ah edip, feryâd etti ve ağlayarak mescidden ayrıldı. Sahraya yönelip, bir tepenin dibinde oturup Rabbine ibâdet etmeğe başladı. Zekeriyyâ aleyhisselâm, vâz ve nasîhatte bulunduğu meclisten kalkıp, üzülerek evine geldi ve zevcesine; “Ey Yahyâ'nın annesi! Kalk ve Yahyâ'yı ara. Ben onun ölmüş olacağından korkarım” dedi. Yahyâ aleyhisselâmın annesi onu bulmak için sahraya çıktı. Yolda giderken, iki gençle karşılaştı. Onlar; “Ey Yahyâ'nın annesi nereye gidiyorsun?” diye sordular. Annesi; “Oğlum Yahyâ'yı arıyorum. Onun yanında Cehennem anıldığı için çıktı. Nereye gittiğini bilmiyorum” dedi. Hazret-i Yahyâ'nın annesi, o gençleri geçip, bir çobana rastladı. Çobana; “Ey Çoban! Şöyle şöyle bir genç gördün mü?” diye sordu. Çoban ona dedi ki: “Umulur ki, sen Yahyâ'yı arıyorsun.” Annesi; “Evet o benim oğlumdur. Yanında Cehennem ateşi anıldığı için şehri terk etti” dedi. Çoban dedi ki; “Onu, küçük bir tepenin üzerinde, ayaklarını suyun içine uzatmış, gözlerini, semâya dikmiş hâlde gördüm. “Yâ Rabbî! Senin indindeki derecemi görmeyince soğuk ve serin bir şey içmeyeceğim diyordu.” Yahyâ aleyhisselâmın annesi o tarafa yöneldi. Oğlunun yanına varıp başını şefkâtle okşadı. Kendisiyle birlikte eve dönmesini istedi. Yahyâ aleyhisselâm, annesiyle eve geldi. Annesi; “Kıldan elbise yerine, yün elbise giymeyi arzu eder misin? Çünkü o, daha yumuşaktır” dedi. Daha sonra oğlu için yiyecek bir şeyler hazırladı. Yahyâ aleyhisselâm onu yedi ve istirâhat için uykuya vardı. Uykudayken ona denildi ki: “Ey Yahyâ! Benim evimden daha hayırlı bir ev, benim komşuluğumdan daha hayırlı bir komşuluk mu istersin?” Yahyâ aleyhisselâm, uykudan hemen kalkıp cenâb-ı Hakk'a yalvararak; “Yâ Rabbî! Beni hatâdan muhâfaza eyle. İzzetin ve celâline yemîn ederim ki; Beyt-i Makdis’in gölgesinden başka bir yerde gölgelenmeyeceğim” dedi. Sonra da annesine yönelip; kıldan bir elbise istedi. Annesi ona istediği elbiseyi getirdi. Onu giydi. Bu sırada Zekeriyyâ aleyhisselâm, zevcesine; “Ey Yahyâ'nın annesi! Onu bırak. Ondan gaflet perdeleri giderildi. Ona bu dünyâ hayatı fayda vermez” dedi. Sonra Yahyâ aleyhisselâm kalkıp Beyt-ül-Makdis'e geldi. Oradaki âlimlerle ve Allahü teâlâya ibâdet edenlerle ibâdete devam etti. Rüşd çağına ulaştığı zaman Allahü teâlâ tarafından peygamberlik emri bildirildi. İlk önce, Mûsâ aleyhisselâmın bildirdiği dînin esaslarına uyması ve Tevrât'ın hükümlerini insanlara tebliğ etmesi emredildi. Îsâ aleyhisselâma İncîl nâzil olup, Tevrât'ın hükmünü nesh edince, İsrâiloğullarını İncîl'in emir ve yasaklarına uymaya çağırdı. Daha sonra Şam'a giderek, insanları hak yola dâvet etti. Yahyâ aleyhisselâmın dâvetini kabûl edenler olduğu gibi, türlü bahanelerle ona karşı çıkanlar da olmuştu.
Peygamberlerin mûcizelerini gördükleri hâlde, onlara inanmayıp, karşı çıkan ve birçok peygamberi şehîd eden İsrâiloğulları, Îsâ aleyhisselâma da karşı çıkıp, onu şehîd etmek istediler. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı göğe kaldırdıktan sonra, Yahyâ aleyhisselâm İncîl'in hükümlerini insanlara anlatmaya devam etti. Zalim yahudi hükümdârı Herod'un torunu Birinci Herod, Hazret-i Yahyâ'ya karşı iyi muâmelede bulunurdu. Kendi kardeşinin kızı veya hanımının önceki kocasından bir kızı vardı. Mûsâ aleyhisselâmın şeriatinde kardeş kızıyla veya zevcenin başka kocasından olan kızıyla evlenmek câiz idi. Hazret-i Îsâ'ya nâzil olan İncîl'de ise, bir kimsenin kardeş kızıyla veya zevcesinin başka kocasından olan kızıyla evlenmesi yasaklanmıştı. Yahudi hükümdârı Birinci Herod bu kızla evlenmeyi ve nikâhlarını Yahyâ aleyhisselâmın yapmasını istedi. Yahyâ aleyhisselâm, bu evliliğin, Mûsâ aleyhisselâmın şeriatinde câiz olmakla birlikte, tebliği ile me’mûr olduğu Hazret-i Îsâ'nın kitabında yasaklandığını ve böyle bir nikâhın imkansız olduğunu bildirdi. Bu duruma içerleyen kızın annesi, Yahyâ aleyhisselâmın öldürülmesini istedi. Kızını süsleyip, Herod'un ilgisini çekmek için sâkîlik yapmak üzere onun meclisine gönderdi. Eğlence esnâsında fazla içki sebebiyle sarhoş olan Herod, kıza evlenme teklif elti. Zâten yegane maksadı hükümdârla evlenmek olan kız, bu evliliğin gerçekleşebilmesi için Yahyâ bin Zekeriyyâ'nın öldürülmesini istedi. Yahyâ aleyhisselâma karşı iyi niyet sâhibi olan Herod, bir müddet durakladıktan sonra; “Başka bir şey iste” dedi. Kızın ısrârı üzerine, Yahyâ aleyhisselâmın yakalanıp getirilmesini veya öldürülüp başının getirilmesini adamlarına emretti. Herod'un adamları, Yahyâ aleyhisselâmı yakalayıp başını kesmek sûretiyle şehîd ettiler. Başka bir rivâyette de yakalayıp getirdiler. Herod kendisi, başını kesmek sûretiyle şehîd etti. Kesilmiş olmasına rağmen, Yahyâ aleyhisselâmın başı mûcize olarak: “Bu kızı almak sana helâl değildir” diye defâlarca söyledi. Allahü teâlâ, Yahyâ aleyhisselâmın intikâmını almak için, onların başına bâzı musîbetler gönderdi. Bâzı rivâyetlerde, Herod ve evlenmek istediği kızı, Kârûn gibi yerin yuttuğu bildirilmektedir.
Yahyâ aleyhisselâm, şehîd edildiği zaman otuzdört yaşlarında bulunuyordu. Onun; Îsâ aleyhisselâmın göğe çıkarılmasından ve babası Zekeriyyâ aleyhisselâmın şehîd edilmesinden önce şehîd edildiğini bildiren kaynaklar da vardır. Yahyâ aleyhisselâmın mübârek bedeninin parçaları başka başka şehirlerdedir. Mübârek başı ise Şam'daki Ümeyye Câmii'ndeki türbe içerisindedir.
Ka'b-ül-Ahbâr'dan
gelen rivâyete göre; Yahyâ aleyhisselâm,
zamanındaki insanların en güzeli ve hüsn-i cemâl sâhibi idi. Nur yüzlü olup,
insanlara karşı yumuşak huylu, tevâzû ve şefkât sâhibi idi. Başındaki saçları
seyrek ve sesi ince idi. Allahü teâlâya
ibâdet ve tâatde çok üstün idi. Nitekim Allahü teâlâya
ibâdet ve tâat husûsunda, insanların seyyidi olduğu Kur'ân-ı
kerîmde bildirildi.
Allahü teâlâ
her peygambere davasını ispatlayabilmesi için mûcize ihsân ettiği gibi, Yahyâ aleyhisselâma da ihsân etmiştir. Mûcizelerinin
meşhûrları şunlardır;
1- Taşın
dile gelmesi: İsrâiloğulları yahudi hükümdârı Birinci Herod'un emri üzerine
Yahyâ aleyhisselâmı şehîd etmek için
arıyorlardı. Bu haberi alan Yahyâ aleyhisselâm
da onlardan kaçıyordu. Bu sırada bir kaya dile gelip; “Ey Allah'ın peygamberi!
Bana gel” dedi. Yahyâ aleyhisselâm kayaya
yaklaştığı zaman, içinin kovan gibi oyulmuş olduğunu gördü. O taşın içine girdi.
Yahyâ aleyhisselâmı şehîd etmek üzere arayan
kâfirler o kayaya yaklaştıkları zaman, o kayadan kâfirler üzerine oklar
atılmaya başlandı. Bu durumu gören yahudiler, geriye dönüp kaçtılar. O kayanın
içinden çıkan Yahyâ aleyhisselâm daha sonra
şehîd edildi.
2- Gündüz
vakti yıldız göstermesi: Yahyâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ tarafından peygamber olarak
vazifelendirildikten sonra, insanları hak yola dâvet ediyor, onları şirk ve
haramlardan sakındırıyordu. İnsanlar ona; “Hakikaten peygamber isen, bize gündüz
gözü ile yıldızları göster” dediler. İnsanların bu isteği üzerine, Yahyâ aleyhisselâm duâ etti. Allahü
teâlâ tarafından kabûl edilip gündüz güneşin çevresindeki yıldızlar
görünmeğe başladı.
Yahyâ aleyhisselâmın bir çok üstün husûsiyetleri Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Bu husûsiyetleri şunlardır:
1- Ondan
önce “Yahyâ” ismiyle isimlendirilen olmamış ve ismi Allahü
teâlâ tarafından bildirilmişti. Bu husûs Meryem
sûresi 7. âyetinde meâlen şöyle bildîrildi: “(Allahü
teâlâ, Zekeriyyâ aleyhisselâmın
duâsını kabûl edip) buyurdu ki: Ey Zekeriyyâ! Biz seni Yahyâ isminde bir oğulla
müjdeleriz. Ondan önce bu isimle kimseyi tesmiye kılmadık. (Bu adı
kimseye vermedik).
Allahü teâlânın,
onun doğumundan önce ismini bildirmesi, Yahyâ aleyhisselâma
mahsus bir husûsiyettir ve onun cenâb-ı Hak
indindeki derecesinin yüksekliğine işârettir. Yahyâ aleyhisselâmdan
önce hiç bir kimsenin ismi, Allahü teâlâ
tarafından doğmadan önce bildirilmemiştir. Ve Yahyâ ismi ondan önce başka
kimseye verilmemiştir.
Yahyâ aleyhisselâma, doğumundan hattâ ana rahmine düşmeden
önce, Yahyâ isminin verilmesinin hikmetlerini Fahreddîn-i Razî hazretleri şu
şekilde izâh etmiştir.
Birincisi;
Yahyâ aleyhisselâm, kuru ağaç mesabesindeki
ihtiyâr babadan ve acuze anneden meydana geleceği için bu isim verilmiştir.
İkincisi;
çocuk yaşından îtibâren kalbi îmânla, ibâdet ve tâatla ihya olunduğu için bu
isim verilmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde itâatkâr olan kimseleri, hayy
(diri); asi, günâhkâr kimseleri meyyit (ölü) olarak isimlendirmiştir. Nitekim
En’âm sûresi 122. âyetinde meâlen; “Küfür sebebiyle ölü (gibi) iken (imanla) kalbini diriltip, insanlar arasında yürürken
önünü aydınlatıp bir nûr verdiğimiz kimsenin hâli; karanlıklarda kalıp,
(yol bulup) çıkamayan
kimsenin durumu gibi midir?” buyrularak kâfirlerin ve isyânkârların
ölü olduğunu ve Enfâl sûresi 24. âyetinde meâlen; “Ey îmân edenler! Allah ve Resûlü sizi, size
hayat verecek şeye (yani din ilimlerine, zirâ ilim, kalbin hayatı,
cehalet ise ölümdür, yahut sizi âhırette sonsuz nîmete kavuşturacak îtikâd ve
amellere) dâvet
ettiği zaman
icâbet edin” buyrulmak sûretiyle de insanın îmân ve itâatle ihyâ
olunacağına işâret buyurmuştur.
Üçüncüsü; Allahü teâlâ, onu tâat ve ibâdetle dirilttiği için
bu isim verilmiştir. Yahyâ aleyhisselâm,
çocukluğundan îtibâren hiç günâh işlememişti. İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) gelen rivâyette Peygamber efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Âdemoğlundan hiç kimse yoktur ki, ya hatâ yapmış veya
tasarlamış olmasın. Yalnız Zekeriyyâ'nın (aleyhisselâm)
oğlu Yahyâ'dan
(aleyhisselâm) hatâ sâdır olmamıştır.”
Dördüncüsü;
Yahyâ aleyhisselâm, İsrâiloğulları tarafından
şehîd edildi. Şehidler, Allahü teâlânın
indinde diridir. Bu sebeple, Allahü teâlâ
ona Yahyâ ismini vermiştir.
Beşincisi;
Allahü teâlâ, dînini onunla ihyâ edeceği
için, Yahyâ diye isimlendirmiştir.
Çocuğa
isim koymanın üzerinde peygamber efendimiz
çok durmuştur. İslâm âlimleri eserlerinde buyuruyorlar ki: Ana-babanın evlâdı
üzerinde hakları olduğu gibi, evlâdın da ana-baba üzerinde hakları vardır.
Çünkü Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Hepiniz bir sürünün
çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve
emirleriniz altında olanları Cehennem’den korumalısınız! Onlara müslümanlığı
öğretmelisiniz! Öğretmezseniz mesul olacaksınız.”
Çocuk
doğduğu zaman sağ kulağına ezân, sol kulağına ikâmet okumalı ve çocuğun sâlih
ve sâlihalardan olması için duâ etmelidir. Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
“Kimin çocuğu
dünyâya gelirse sağ kulağına ezân, sol kulağına ikâmet okusun”
buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi İmâm-ı
Gazâlî (rahmetullahi aleyh) İhya adlı meşhûr
eserinde bildirmiştir.
Çocuğun
sağ kulağına ezân, sol kulağına ikâmet okuduktan sonra, onun hakkında hayır
duâda bulunmak da ona karşı vazifelerden ve Peygamber
efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem)
önemli sünnetlerindendir. Zirâ Peygamberimize
(sallallahü aleyhi ve sellem), yeni doğan bir
çocuk getirildiğinde; “Yâ Rabbî! Bunu sâlih kullarından eyle! Bunu müslüman
olarak büyütüp yetiştir” diye duâ buyurmuştur.
Yeni doğan
bir çocuğa güzel bir isim koymak da ona karşı en önemli vazifelerdendir. Zirâ
kıyâmet günü herkes ismiyle çağrılacaktır.
Ebû Dâvûd
ve İbn-i Hibbân'ın bildirdiği hadîs-i şerîfte;
“Kıyâmet günü
isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. Onun için güzel
isimler alınız” buyruldu. Peygamber
efendimiz buyurdu ki: “Erkek ve kızın atası üzerindeki hakkı güzel ad koymaktır.”
Erkek çocuğu doğduğu zaman, sevgili
Peygamberimizin isimlerinden birini koymaya gayret etmelidir. Bu
husûsta da Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Bir kimsenin üç oğlu olur da, birine benim
ismimi vermezse bana cefâ etmiş olur” buyurdu.
Dürr-ül-Muhtar
beşinci cilt, ikiyüzaltmışsekizinci sahifede buyruluyor ki: Çocuklarına;
Abdullah, Abdurrahmân, Muhammed,
Ahmed... gibi, isimleri koyanları Allahü teâlâ
sever. Allahü teâlânın Alî, Raşid, Kebîr,
Bedî' gibi isimlerini, insanlara yakışan mânâ ile ad koymak câizdir. Fakat
câhiller bu isimlerin mânâlarını bilmez. Söylemesinde yanlışlık yapar. Netîcede
günâha, hattâ küfre sebep olur. Meselâ Abdülaziz yerine Abdüluzeyz diyen kâfir
olur.
Çocuğa,
bir insan ismine veya başka varlıkların ismine izafeten (filanın kulu) mânâsına
gelen isimler verilmemelidir. Çünkü insan yalnız Allahü
teâlânın kuludur. Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü
anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte;
“Sizden
biriniz, kulum, kadın kulum demesin. Hepiniz Allahü teâlânın âciz
zayıf kullarısınız. Kadınlarınızın hepsi Allahü teâlânın
kadın kullarıdır. Kölem, câriyem, fetam, fetâtım desin” buyruldu.
Çocuğa
peygamberlerin ve meleklerin isimlerini vermelidir. Ancak bu isimler konulunca,
çocuğa ismini söyleyerek lânet etmek, sövmek, küçülterek söylemek câiz
değildir. Çünkü bundan aşağılama ve ihânet mânâsı çıkabilir. İsmi, Muhammed olan çocuğa hürmet edilir. Bir hadîs-i şerîfte; “İsmini Muhammed verdiğiniz
çocuğa karşı hürmetli olun. Mecliste ona yer verin, ona karşı asık suratlı
olmayın” buyruldu. Bunun sebebi, o kimse ile Resûlullah'ın isimlerinin aynı olmasındandır. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) çocuğuna Muhammed
ismini verip, sonra ona lânet etmeği, sövmeği, çirkin hitaplarda bulunmağı men
etmiştir.
Tirmizî ve
İbn-i Mace bildiriyor; Abdullah bin Ömer (radıyallahü
anhümâ) buyurdu ki: “Hazret-i Ömer'in bir kızının adı Âsiye yâni isyân
edici mânasında idi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu değiştirdi. Cemile
yaptı.” Bunlar gibi, daha bir çok insanın yer ve sokak ismini değiştirerek
müslümana yakışan isimler taktığını Ebû Dâvûd bildirmektedir.
Bir gün
yanına bir adam geldi. İsmi “Esrâm” idi. Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
ona; “İsmin
nedir?” buyurdu, O kimsede; “İsmim Esrâm'dır” dedi. Bunun üzerine; “Bu iyi bir isim
değildir. Sen Zûr'a'sın” buyurdu. Esrâm, kesmek demektir. Zûr'a ise
ekinden bir parçadır. Peygamber efendimiz;
“Sen kesilmiş
değil, yerle bitişik olan ekinden bir parçasın” demek istemişlerdir.
2- Yahyâ aleyhisselâma, Allahü
teâlâ tarafından küçük yaşından îtibâren Tevrât'ı anlama kâbiliyet
ve hikmeti verilmişti. Bu husûs Meryem sûresi
12. âyetinde meâlen şöyle bildirildi: “(Allahü teâlâ
buyurdu ki; Biz Zekeriyyâ'ya Yahyâ'yı ihsân ettik ve şöyle dedik:) “Ey Yahyâ! Kitabı
(Tevrât'ı) kuvvetle
tut ve biz ona (Yahyâ aleyhisselâma)
daha çocuk iken
(rivayete göre henüz üç yaşındayken) hikmet verdik. (Tevrât'ı ve fıkhî hükümlerini anlama
kâbiliyeti verdik.)
3-
Kendisine, Allahü teâlâ tarafından rahmet
ve şefkât verilmişti. Nitekim bu husûs Meryem sûresi
13. âyetinde meâlen şöyle zikr edildi; “Ve ona (Hazret-i Yahyâ'ya) tarafımızdan bir rahmet, bereket ve kalb
yumuşaklığı verdik.”
Fahreddîn-i
Razî hazretleri, bu âyet-i kerîmede merhamet, şefkât ve kalb yumuşaklığı
mânâsında kullanılan Hannân kelimesini birkaç şekilde tefsîr etmiştir.
Evvela; Allahü teâlânın, Yahyâ aleyhisselâma
hikmet vermek ve günâhlardan korumak sûretiyle merhamet edip acımasıdır.
Sonra; Allahü teâlânın, Yahyâ aleyhisselâmı
babasına ihtiyârlığında ihsân ederek onun duâsını makbûl tutup rahmet ve
merhamet etmesidir.
Bir de;
Yahyâ aleyhisselâmın, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını tebliğ etmek
ve doğru yolu göstermek sûretiyle, ümmetine rahmet olarak gönderildiği
mânâsınadır.
Kısaca
Yahyâ aleyhisselâm, başkalarının kurtuluşuna
sebep olduğu için veya başkalarına karşı yumuşak huylu, şefkat ve merhamet
sâhibi olduğundan medh edilmiştir.
Kur'ân-ı kerîmde,
Yahyâ aleyhisselâma Allahü
teâlâ tarafından ihsân edilen şefkât ve merhameti, İslâm âlimleri
şöyle bildirmişlerdir:
Allahü teâlânın
yarattıklarına acımak, insanların dert, keder ve üzüntüleriyle yakından
ilgilenmektir. Şefkât ve merhamet; karşılıksız yardım etmek, acımak ve sevgi
göstermektir. Şefkât ve merhametin kaynağı ilâhîdir. Yâni Allahü teâlânın Rahmân ve Rahim sıfatlarından
doğmaktadır. İnsanın, merhamete muhtâç olan varlıklara şefkât göstermesi ve
yardım etmesi davranışların en güzellerindendir.
İnsanlar,
toplu olarak yaşamak mecbûriyetindedir. Bunun için de, birbirlerinin şefkât ve
merhametlerine ihtiyaçları vardır. Bir annenin çocuğunu şefkâtle kucağına
alması, doktorun hastalarını tedavi etmek için gayret göstermesi, öğretmenin
öğrencilerine kızmadan, usanmadan ilim öğretmesi, sâhip oldukları şefkât ve
merhamet duygularından kaynaklanmaktadır. Çünkü sevgili
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
hadîs-i şerîflerinde; “Merhamet
etmeyene, merhamet edilmez” ve “İnsanlara acımayan kimseye Allahü teâlâ da
merhamet etmez” buyurdular.
Allahü teâlâ,
Tevbe sûresi 128. âyetinde, Peygamberimizin şefkât ve merhametini
methederek; “Size
kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, O'na
çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür.” buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün, elinde
bir dirhem ile yiyecek satın almak için çarşıya giderken, hizmetçi bir kızın
ağladığını gördü ve; “Kızım niçin böyle ağlıyorsun?” buyurdu. Kız;
“Bir yahudinin hizmetçisiyim. Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem ile bir şişe
ve yarım dirhem ile de yağ satın al dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden
düştü. Hem şişe kırıldı, hem de yağ gitti. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım” dedi. Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) elinde bulunan bir dirhemini verdi ve; “Bununla şişe ve
yağ al. Evine götür” buyurdu. Kızcağız; “Eve geç kaldığım için
yahudinin beni döveceğinden korkuyorum” deyince, sevgili
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem);
“Korkma!
Seninle beraber gelir, sana bir şey yapmamasını söylerim” buyurdu.
Beraberce eve gelip kapıyı çaldılar. Yahudi kapıyı açıp, Resûlullah efendimizi karşısında görünce
şaşırıp kaldı. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), yahudiye olanları
anlatıp, kızcağıza bir şey yapmaması için şefâat buyurdu. Yahudi, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ayaklarına kapanıp;
“Binlerce insanın baş tâcı olan, binlerce arslanın emrini yapmak için beklediği
ey koca Peygamber! Bir hizmetçi kız için benim gibi bir miskinin kapısını
şereflendirdin. Yâ Resûlallah! Bu kızı senin şerefine âzâd ettim. Bana îmânı,
İslâm'ı öğret, huzûrunda müslüman olayım” dedi.
Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) ona müslümanlığı
öğretti. Yahudi, Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Evine girip
çoluk-çocuğuna da anlattı, âilece müslüman oldular. Bunların hepsi, Resûlullah efendimizin güzel ahlâkı, şefkât ve
merhameti bereketi ile oldu.
4- Yahyâ aleyhisselâm günâhlardan temiz kılınmıştı. Bu husûsta
da Meryem sûresi 13. âyetinin devamında meâlen; “Ve biz ona
(Yahyâ aleyhisselâma) bir nezahet (günahlardan temiz kıldık
veya büyük bir tâat ve ihlâs) verdik” buyruldu.
Bu âyet-i
kerîmedeki zekât (nezahet) kelimesi müfessirlerce çeşitli mânâlarda tefsîr
edilmiştir.
Birincisi;
her türlü mânevî pislikten ve günâhlardan temiz olmak ve korunmak şeklinde
tefsîr etmişlerdir.
İkincisi;
Yahyâ aleyhisselâmın, sâlih ameller işlemek
sûretiyle en yüksek dereceye ulaşmasıdır. Zâten doğuştan ma'sûn ve mâsûm olan
Yahyâ aleyhisselâm, çocukluğundan îtibâren, Allahü teâlânın rızâsına kavuşturucu sâlih amel
işlerdi. Vaktini boşa geçirmez, Tevrât'ı okumak, ezberlemek, hükümlerini
öğrenmek ve yerine getirmekle meşgûl olurdu. Allahü
teâlâ, Yahyâ aleyhisselâmı bu
vasıfla zikretti. Böylece medh ve övgünün en yüksek derecesinde olduğuna ve
onun yüksek şerefine işâret buyurmuştur.
Üçüncüsü; Allahü teâlâ tarafından anne ve babasına ihsân
edilen bir sadaka, ihsân ve atiyye mânâsınadır. Allahü
teâlâ, Zekeriyyâ aleyhisselâmın
duâsını kabûl ve ihtiyâr hâlinde iken Yahyâ aleyhisselâmı
ona ihsân buyurduğunu bu şekilde bildirmiştir.
5- Yahyâ aleyhisselâm, takvâ sâhibi kimselerdendi. Meryem sûresi 13. âyetinin devamında meâlen; “...O takvâ sâhibi
idi. (Yaratılıştan mâsûm ve itâatkar olup, haram ve lüzumsuz
şeylerden sakınırdı. Hayatı boyunca hiç hatâ, günâh işlemedi ve günâh işlemeyi
hatırına bile getirmedi)” buyruldu.
Bu âyet-i
kerîme, Yahyâ aleyhisselâmın takvâdaki yâni Allahü teâlâdan korkmaktaki derecesinin
üstünlüğünü göstermektedir. Yahyâ aleyhisselâmın
üstün vasıflarından olan takvâyı, İslâm âlimleri şu şekilde bildirmişlerdir:
Haramlardan sakınmağa denir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde En’âm sûresi 120. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Açık olsun, gizli olsun günâhlardan sakınınız” ve Hucurât sûresi 13. âyetinde meâlen; “Biliniz ki, Allah katında en iyiniz, takvâsı en ziyâde olanınızdır” buyurdu.
Bir zât, Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; “Ey Allah'ın Peygamberi! Bana nasîhatte bulun” dedi. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Takvâya sıkı sarıl. Çünkü, bütün hayırları kendinde toplayan haslet takvâdır” buyurdu.
Takvâ, bütün fazîlet ve iyilikleri kendinde toplayan bir haslettir. Takvânın hakîkati; Allahü teâlâya itâat ederek, azâbından sakınmaktır. Takvânın aslı ise; önce şirkten, sonra kötü ve günâh olan hareketlerden, daha sonra günâh olabilme ihtimâli olan amellerden sakınmak, en son olarak fuzûlî ve lüzumsuz olan şeyleri terk etmektir. Hazret-i Ali şöyle buyurmuştur: “Dünyâda insanların efendisi cömert olanlar, âhırette insanların efendisi takvâ sâhibi olanlardır.”
6- Anne ve babasına her zaman ihsânda bulunurdu. Nitekim bu husûsta da Meryem sûresi 14. âyetinde meâlen şöyle buyruldu: “Ve (Yahyâ aleyhisselâm) ebeveynine, ana ve babasına itâatkar idi. (Onlara karşı lütûf ile ve nezaketle muâmele eder ve dâimâ onlara iyilikte bulunmağa çalışırdı.) Yahyâ aleyhisselâmın Kur'ân-ı kerîmde medh ediliş sebeplerinden ve onun üstün vasıflarından olan, ana-babaya itâat ile ilgili olarak Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden İmâm-zade Muhammed bin Ebî Bekr hazretleri Şir'at-ül İslâm adlı eserinde şöyle buyuruyor:
Allahü teâlâ
katında makbûl amellerin en üstünlerinden biri de, ana-babaya iyilik ve ihsân
etmektir. Allahü teâlâ, anaya-babaya
itâat ve iyiliğin öneminin büyüklüğünü belirtmek için, bunu, kendine ibâdete
yakın tuttu. Hadîs-i şerîfte; “Babalarınıza
iyilik ve itâat ediniz, çocuklarınız da size iyilik ve itâat etsinler” buyruldu.
Rivâyet olunur ki: Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma; “Ana-babasına güzel muâmele edip, bana
isyân edeni iyilerden yazarım. Bana itâat edip, ana-babasına isyân edeni
asîlerden yazarım” buyurdu. Ana hakkı, baba hakkının iki katıdır. O hâlde anaya
itâat, iyilik ve güzel muâmele, öncelikle lâzımdır ve farzdır. Çünkü Allahü teâlâ, anaya güzel muâmele etmeği,
kitabında açıkça tavsiye ve emretmektedir. Bir hadîs-i
şerîfte; “Cennet, anaların ayakları altındadır.” buyruldu.
Ana-babanın
haklarından biri; onlara karşı alçak gönüllü olmak, yaşadıkları müddetçe hizmet
etmek ve bununla onların rızâlarını kazanmaktır. Hakikî müslüman, ana ve
babasına karşı, az da olsa hoşlanmadıkları hareket ve ifâdede bulunmaz.
Konuşurken, onların sesinden yüksek sesle konuşmaz, bağırarak hitâb etmez.
Dinde mubah olan husûslarda, kâfir de olsalar, onlara itâat eder. Çünkü Allahü teâlânın rızâsı, ana ve babanın
rızâsındadır. Gadabı da onların kızmasındadır. Sâlih müslüman, anne ve babasını
beğenmeyerek, ben onların oğlu, kızı değilim demez. Kendi malından, parasından
onlara sarf eder. Çünkü ana ve babasına harcayacağından, verdiğinden kendisine
suâl olunmaz. Hazret-i Hüseyn’in oğlu Zeynelabidin Ali (radıyallahü anh), edeblerini gözetemem endişesiyle ana ve
babasıyla yemek yemezdi. Çocuk, ana-babasına şefkât, merhamet ve sevgi ile
bakar. Ona, böyle her bakışı için, kabûl edilmiş bir hac sevâbı verilir. Harbe,
hacca, ilim öğrenmeğe ve para kazanmağa ana-babasından izinsiz gitmez.
Ebû
Hüreyre (radıyallahü anh) sabah olunca,
annesinin kapısına varıp; “Esselâmü aleyki ve rahmetullahı ve berekâtühü ey
annem! Küçükken beni yetiştirip terbiye ettiğin gibi, Allahü teâlâ sana hayırlı karşılıklar versin”
derdi. Annesi de; “Sen bana, yaşlandığım zaman itâat ve iyilik ettin. Bunun
için, sana da Allahü teâlâ, benim
tarafımdan hayırlı karşılıklar versin” cevâbını verirdi. Sonra Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) evden çıkar, döndüğü zaman yine aynı
şekilde söylerdi.
Sâlih
müslüman, anne ve babasına karşı saygılı ve itâatli olur. Emirlerini dinler.
Onlara karşı alçak gönüllü davranır. Alçak gönüllülük ifâdesi olarak, anasının
elini öper. Ana ve babasına bizzat kendisi, eli ile hizmet eder, hizmetlerini
başkasına bırakmaz. Babanın haklarından biri de; oğlu daha bilgili ve âlim olsa
da, babasına hürmet ve tâzimi gözetip, namazda ona imâm olmaz. Ana ve babası
müşrik, kâfir olsalar da, hizmetten geri kalmaz.
Sâlih
müslüman, ana ve babaya dünyâda Allahü teâlânın
emrettiği şekilde muâmele eder. Ana ve baba hakkını, öldükleri zaman ve sonra
da gözetir. Onları, dînimizin emrine uygun teçhiz, tekfîn ve defneder.
Yaşadıkları müddetçe onlara hayır ve hidâyetle duâ eder.
Sâlih
müslüman, ana ve babasının önünden yürümez. Onların yanında, meclisin baş
köşesinde oturmaz. Ana ve babasını isimleri ile çağırmaz. Anneciğim, babacığım
diye hitâb eder. Kimsenin anasına-babasına sövmez. Çünkü o kimse de kendi
anasına-babasına sövebilir. Yemek, içmek, oturmak, konuşmak ve benzeri şeylerde
onlardan önce davranmaz. Onlara keskin ve dik bakışla bakmaz. Mü’min iseler,
cenâze namazlarını kılar ve Allahü teâlâdan
onlar için mağfiret diler. Anası ve babası öldükten sonra, verdikleri sözleri
ve vasiyetleri yerine getirir. Onların dost ve ahbaplarına hürmet eder.
Sevdiklerini arar, akrabâlarını ziyâret eder. Bir hadîs-i
şerîfte; “Babanın arkadaşını ve arkadaşının oğlunu arayıp sorman,
babana iyiliktendir” buyruldu. Bir hadîs-i
şerîfte de; “Babasını kabrinde ziyâret etmek isteyen, babasından sonra
onun ahbaplarını ziyâret etsin. Ana-babasına iyilik, ihsân etmeyen, bâri onlar
vefât ettikten sonra iyilik yapsın ve onlar için sadaka versin, böylece,
ana-babasına iyilik edenlerden yazılsın” buyruldu. Bir hadîs-i şerîfte de; “Ana ve babasının veya bunlardan birinin kabrini
her Cumâ günü ziyâret eden, onlara iyilik yapanlardan yazılır”
buyruldu.
Sâlih
müslüman, malından, parasından verdiği sadakalarda, ana ve babasına diye niyet
eder. Böyle niyet ederse kendi sevâbından bir şey eksilmez ve ana-babasına da
onun kadar sevâb verilir. Rebî' bin Heysem (radıyallahü
anh) büyüklerden idi. Yolda, insanlara eziyet veren taşları, birini
babasına niyetle kaldırıp sağ tarafına, diğerini annesine niyetle sol tarafına
atardı. Ana-babasına iyilik etmek ve sevâbı onlara olmak üzere kızgınlığını
yenerdi. Buradan anlaşılıyor ki, çocuk, yaptığı her iyilik için ana-babasına
niyet ederse, aldığı sevâb hiç azalmadan, birer misli de onlara verilir. Kuşluk
vakti iki rekat namaz kılıp, sevâbını onlara bağışlarsa, sevâbı rûhlarına
ulaşır. İyi bir evlat, onların hakkını ödemede, kendini dâimâ eksik ve kusurlu
görür.
7- Tevâzu
sâhibi olup, itâatkar ve hâlim selim idi. Yahyâ aleyhisselâmın
Kur'ân-ı kerîmde zikredilen güzel
vasıflarından birisi de tevâzû sâhibi itâatkar ve hâlim selim olmasıdır. Nitekim
Meryem sûresi 14. âyetinin devamında meâlen; “... Ve cebbâr (zorba,
Allahü teâlâya ve ebeveynine karşı) isyân edici değildi.
(Pek itâatkar, hâlim selim ve mütevazı idi) buyrularak bu vasfı da zikredildi.
8- Yahyâ aleyhisselâm doğduğu, öldüğü ve dirildiği günlerde, Allahü teâlâ tarafından, selâmete erdirildi. Zirâ
insanların en çok yalnızlık ve korku duydukları vakitler; doğduğu, öldüğü ve
dirildiği vakitlerdir. İşte, Allahü teâlâ,
Yahyâ aleyhisselâmın bu vakitlerde selâmette olduğunu,
Meryem sûresi 15. âyetinde meâlen; “Doğduğu günde,
öleceği günde, diri olarak (kabrinden) kaldırılacağı günde ona selâm olsun” buyurmuştur.
Bu âyetin
tefsîrinde, Muhammed bin Cerir
et-Taberî buyurdu ki: “Yahyâ aleyhisselâmı,
doğduğu günde, şeytanın diğer insanlara musallat olduğu gibi musallat
olmasından Allahü teâlâ emîn kıldı. Vefât
ettiği zaman, kabir azâbından emîn kıldı, öldükten sonra dirildiği zaman da
kıyâmetin azâbından emîn kıldı.”
Süfyân bin
Uyeyne (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “İnsan
üç yerde yalnızlık ve korku duyar. Doğduğu zaman, alıştığı ve bulunduğu bir
yerden hârice çıkması sebebiyle yalnızlık duyar. Öldüğü zaman, daha önce
beraber olduğu kimselerden, bir şahsın bile bulunmadığını görür, yalnızlık
hisseder. Öldükten sonra dirileceği günde de kendini büyük bir kalabalık içinde
görür ve şaşkınlık duyar. Allahü teâlâ,
Yahyâ aleyhisselâmı, derecesinin yüksekliği
sebebi ile bu üç yerde emniyette kılmakla ikrâmda bulunmuştur.”
Abdullah
bin Niftaveyh buyurdu ki: “Dünyâyı gördüğü anda, âhıret hayatının evvelinde ve
kıyâmeti, Cennet ve Cehennem’i gördüğü zamanın evvelinde, Allahü teâlâ Yahyâ aleyhisselâmı
emîn kıldı.”
Bu âyet-i
kerîmede bildirilen üç yerde insan yalnızlık duyar. Bu hâllerde, insana bâzı
fitneler arız olur. Allahü teâlâ bu âyet-i
kerîmede, Yahyâ aleyhisselâmın, bu fitnelerden
de emniyette kılındığını beyân buyurmuştur.
Bu hâller
şunlardır:
1- Doğum
ânı: Doğum ânında, çocuğa şeytan ârız olur. Bu husûsta İmâm-ı Ahmed (rahmetullahi aleyh) senetlerini bildirerek Ebû
Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Dünyâya gelen her çocuğa, doğarken muhakkak
şeytan dokunur. Çocuk şeytanın dokunmasından, yardım isteyerek sesle ağlayıp,
feryâd eder. Ancak, Meryem ve oğluna dokunmamıştır” buyruldu. Yine
Ahmed bin Hanbel'in (rahmetullahi aleyh), Ebû
Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Peygamber
efendimiz buyurdu ki: “Her insan doğarken, şeytan böğürlerine vurur. Ancak bu,
Meryem'e ve oğluna olmamıştır. Çocuğun, dünyâya geldiği zaman, yere düşünce
nasıl feryâd ettiğini görmez misiniz?” Orada bulunanlar; “Evet yâ
Resûlallah” dediler. “Bu ağlaması, şeytanın böğürlerine vurmasındandır”
buyurdu.
Buhârî ve
Müslim'in, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh)
rivâyet ettikleri hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdular ki; “Âdemoğullarının çocuklarından hiç bir çocuk yoktur ki,
doğduğu zaman, şeytan orada bulunup da çığlık atmasın. Attığı çığlıktan çocuğu
da korkutur. Yalnız Meryem ve oğlu bundan istisna edilmiştir.”
Müslim'in rivâyetinde; “Şeytan ona çığlık atar, onun çığlığı etkisinde kalarak
çocuk da ağlamaya başlar” ibaresi de vardır.
Ebû
Hüreyre (radıyallahü anh) bu anda; “Yâ Rabbî! Ben,
onu ve zürriyetini, senin rahmetinden boğulmuş ve tard olunmuş şeytanın vesvese
ve şerrinden, senin muhâfaza ve himâyene ısmarlıyorum” meâlindeki Âl-i İmrân sûresi 3. âyetini okumağı tavsiye
buyurmuştur.
Bu âyet-i
kerîmede, doğum ânında Yahyâ aleyhisselâmın da
şeytanın fitnesinden muhâfaza buyrulduğu bildirilmektedir.
2- Ölüm ve
kabre konulma hâli: İnsan öldüğü ve kabre konulduğu sırada da yalnızlık
hisseder. Ayrıca bu sırada, insana çeşitli fitneler ve sıkıntılar ârız olur.
Ölüm ânında, insanın cesedi terler. Gözler sür’atle iki tarafa gider. Burnunun
iki tarafı çekilir. Göğüs kemikleri kalkar, soluğu kabarır. Benzi sararır. Rûhu
kalbe gelince, dili tutulur. Hiç kimse rûhu göğsüne gelmiş iken konuşamaz.
Nefes alıp veremediği için, bedenin harâreti kalmaz, soğur. Bu zamanda
mevtâların hâlleri çeşit çeşit olur.
Bâzıları
vardır ki, melek, zehirli su verilmiş kızgın demir ile vurur. Hemen rûh kaçar,
hârice çıkar. Melek onu eline alır, civa gibi titremeye başlar. Bal arısı kadar
insan şeklinde olur. Sonra, melek onu zebânîye (azab yapıcı meleğe) teslim
eder.
Bâzı mevtâ
vardır ki, rûhu azar azar çekilir. Tâ ki, boğazında tutulur. Boğazında da
kalmaz. Ancak kalbe bağlı olarak kalır. Bu zamanda, melek zehirli kızgın demir
ile vurur. Demirle vurmayınca, rûh kalbden ayrılmaz. Demirle vurmanın sebebi,
demir, ölüm denizine daldırılmıştır. Kalb üzerine konulunca, diğer yerlerine de
sirayet eden zehir gibi olur. Zirâ, hayatın sırrı ancak kalbdedir. Onun sırrı
ancak dünyâ hayatında tesir eder. Bunun için, bâzı kelâm âlimleri; “Hayat rûhun
gayrıdır” ve “Hayatın mânâsı, rûhun beden ile karışmasıdır” dediler.
Rûh
çekilip son teli kopacağı zaman, kendisine bir çok fitneler ârız olur. İblis,
avânesini (yardımcılarını) hassaten o kimseye musallat eder. Ölüm hâlinde iken
gelirler ve o kimsenin anası, babası, kardeşi, kızkardeşi ve sevdiği
kimselerden vefât etmiş olanlar sûretinde görünerek ona derler ki:
“Ey filan!
Sen ölüyorsun. Biz, bu hâlde seni geçtik. Sen yahudi dîninde olarak öl. Bu din
Allah indinde, makbûl olan hak dindir.” Eğer bunların sözlerine aldanmaz,
dinlemez ise yanından giderler. Başkaları gelip, derler ki: “Sen nasrânî
(Hıristiyan) olarak öl! Zirâ o din, Mesîh'in yâni Îsâ aleyhisselâmın
dîni olup, Mûsâ aleyhisselâmın dînini, nesh
etmiştir.” Böylece, her milletin dinlerini ona söylerler. O zamanda, cenâb-ı Hakk'ın şaşırmasını dilediği kimse
şaşırır. İşte bu; “Ey bizim Rabbimiz! Dünyâda iken bize îmân verdiğin gibi,
ölürken de kalblerimizi şaşırtma” meâlindeki Âl-i İmrân sûresinin 8. âyet-i kerîmesinin haber verdiği haldir.
Cenâb-ı Hak,
bir kulunun hidâyet ve îmânda sebâtını dilerse, o kimseye rahmet-i ilâhiye
gelir. Bâzıları, bu rahmetten maksat, Cebrâil
aleyhisselâmdır dediler.
Rahmet-i
ilâhiye, şeytanı uzaklaştırıp, hastanın yüzünden o yorgunluğu giderir. O zaman
insan ferahlar ve güler. Çok kimselerin bu hâlde güldüğü görülür. Çünkü Allahü teâlâ tarafından rahmet gelmiştir. Bunun
ile onu müjdeleyip; “Beni bilir misin, ben Cebrâil'im.
Bunlar ise senin düşmanların olan şeytanlardır. Sen millet-i Hanîfiyye ve
şeriat-ı Muhammediyye üzere vefât
et!” der. İnsana, o ân bu melekten daha çok sevgili ve ferahlandırıcı bir şey
yoktur. “Ey
bizim Rabbimiz! Dünyâda iken bize îmân verdiğin gibi, ölürken de kalblerimizi
şaşırtma” meâl-i şerîfindeki Âl-i imran sûresi 8, âyet-i kerîmesi bu
hâli haber vermektedir.
Bâzı
kimseler ayakta namaz kılarken vefât eder. Bâzısı uykuda iken, bâzısı bir şeyle
meşgûl iken, bâzısı da çalgı ve oyunlara dalmış iken, kimisi de sarhoş iken,
ansızın vefât eder. Bâzı kimselere, rûhu çıkarken kendinden evvel geçen
tanıdıkları gösterilir. Bunun için etrâfında olan kimselere bakar. Bu zamanda o
kimse için horuldamak olur. Bunu insandan başka her şey işitir. İnsan işitmiş
olsa, elbette helâk olur, korkudan ölürdü.
Ölünün his
duygularından en son gayb edeceği şey işitmesidir. Zirâ rûh kalbden ayrıldığı
vakit yalnız görmesi bozulur. Fakat işitmek, rûh kabz oluncaya kadar devam
eder. Bunun için, Fahr-i âlem (sallallahü aleyhi ve
sellem) efendimiz; “Mevtânıza, şehâdeteyn-i kelimeteyn ki, “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlûllah”dır. Bu kelimeyi telkin ediniz!”
buyurmuşlardır. Ölüm hâlinde olanın yanında çok söz söylemekten de nehy
buyurmuştur. Çünkü o zaman, insan şiddetli sıkıntı içindedir.
Eğer
ölünün ağzından tükrüğü akmış, dudağı sarkmış, yüzü kararmış, gözü dönmüş ise,
bilmiş ol ki, o şakîdir. Âhıretteki şekavetini görmüştür.
Şâyet,
ağzı açık, sanki gülüyor, yüzü gülümsüyor, gözü dahî kırpık gibidir. Bilmiş ol
ki, o kimse âhırette kavuşacağı sürûr ile tebşir (müjde) olunmuştur.
Mevtâ
kabre konunca, bilinmeyen bir hayat ile dirilecek, rahat veya azâb görecektir. Münker ve
Nekir
adındaki iki meleğin, bilinmeyen korkunç insan şeklinde mezâra gelip suâl
soracaklarını hadîs-i şerîfler açıkça
bildirmektedir. Kabir suâli, bâzı âlimlere göre, bâzı akâidden olacak,
bâzılarına göre ise, bütün akâidden olacaktır. Bunun için, çocuklara; “Rabbin
kim? Dinin hangi dindir? Kimin ümmetindensin? Kitabın nedir? Kıblen neresidir?
Îtikâdda ve amelde mezhebin nedir?” suâllerinin cevaplarını öğretmelidir. Ehl-i
sünnet olmayanın doğru cevap veremeyeceği Tekzire-i Kurtubî’de yazılıdır. Güzel
cevap verenlerin kabri genişleyecek, Cennet’ten bir pencere açılacaktır. Sabah
ve akşam, Cennet’teki yerlerini görüp, melekler tarafından iyilikler yapılacak,
müjdeler verilecektir. İyi cevap veremezse, demir tokmaklarla öyle vurulacak
ki; bağırmasını, insandan ve cinden başka her mahlûk işitecektir. Kabri o kadar
daralır ki, kemiklerini birbirine geçirecek gibi sıkar. Cehennem’den bir delik
açılır. Sabah ve akşam Cehennem’deki yerini görüp, mezârda, mahşere kadar, acı
azâblar çeker.
Ölü kabre
konulduğu zaman, üzerine toprak örtülünce, kabir meyyite şöyle söyler: “Benim
üzerimde iken ferah idin. Şimdi altımda mahzûn olursun. Benim üzerimde yemekler
yerdin. Şimdi de seni benim altımda kurtlar yer.”
İbn-i
Mes’ûd'dan (radıyallahü anh) rivâyet olundu ki:
“Yâ Resûlallah! Ölü kabre konduğu vakit, ilk karşılaştığı şey nedir” diye
sordum. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Yâ İbn-i Mes’ûd!
Bunu bana senden başka kimse sormadı. Ancak sen sordun. Ölü kabre konulduğu
vakit, önce bir melek seslenir. O meleğin ismi Rûmân'dır. Kabirlerin arasına
girer, der ki: Yâ Abdellah! Amelini yaz! O kimse der ki; Benim burada ne
kağıdım ne kalemim var. Ne yazayım? O melek der ki: Bu sözün kabûl edilmez.
Senin kefenin kâğıdındır. Tükrüğün mürekkebindir. Parmakların kalemindir.
Melek, kefeninden bir parça kesip verir. O kul, dünyâda her ne kadar yazı
yazmak bilmese de, orada sevâbını ve günâhını adeta o bir günde işlemiş gibi
yazar. Bundan sonra, melek, o yazdığı kefen parçasını dürer. O ölünün boynuna
asar.” Bundan sonra, Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem);
“Her insanın
yaptığı işleri gösteren sahifelerini, biz boynunda kıldık.” meâlindeki
İsrâ sûresinin 13. âyet-i kerîmesini okudular.
Sonra,
gâyet korkunç iki melek gelir. İnsan şeklinde görünürler. Yüzleri gâyet siyah
olup, dişleriyle yeri yararlar. Başlarının tüyleri yeryüzüne sarkmış görünür.
Sözleri gök gürler gibi, gözleri şimşek çakar gibidir. Nefesleri de şiddetli
esen rüzgâra benzer. Her birinin demir kamçıları vardır ki, insanlar ve cinler
bir araya gelseler, yerden kaldıramazlar. Dağlardan daha büyük ve ağırdır. Bir
kere bir kimseye vurursa, mâzallah parça parça eder. Rûh bunları görünce hemen
kaçar, ölünün burnundan göğsüne girerler. Göğsünden yukarısı dirilir, öleceği
zamandaki hâli gibi olur. Hareket etmeye kâdir olmaz. Fakat ne söylenirse onu
işitir ve görür. Bunlar ona şiddet ile suâl ederler. Cefâ ederek onu üzerler.
Toprak ona su gibi olmuştur. Ne vakit kımıldarsa, yer açılıp bir boşluk olur.
Bu iki
melek; “Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir? Kıblen neresidir?” diye
suâl sorarlar. Allahü teâlâ kimi muvaffak
eder ve kimin kalbine hak sözü yerleştirirse, der ki: “Sizi vekil ederek bana
kim gönderdi ise, rabbim O'dur, Benim rabbim Allah, peygamberim Muhammed aleyhisselâm,
dînim, dîn-i İslâm'dır.” Buna ancak, ilmi ile âmil hayırlı kimseler böyle cevap
verir.
O zaman
bunlar da der ki: “Doğru söyledi. Delilini getirdi. Bizim elimizden kurtuldu.”
Bundan sonra, onun üzerine, kabrini büyük bir kubbe gibi yaparlar ve sağ
tarafına iki kapı açarlar. Sonra da, kabrini güzel kokulu fesleğenlerle
döşerler. Cennet kokuları o meyyitin üzerine gelir. Dünyâda yaptığı güzel
amelleri, en sevdiği dostu sûretinde gelip, onu eğlendirir ve ona güzel
haberler söyler. Kabri nûr ile dolar. Kıyâmet kopuncaya kadar, kabrinde neşeli
sevinçli olur. O kimseye kıyâmet kopmasından daha sevgili bir şey olmaz.
İlmi ve
ameli az olan ve ilimden ve melekût esrârından haberi olmayan mü’minlerin
derecesi bundan aşağıdır. Onun yanına Rûmân'dan sonra güzel sûrette, güzel
kokulu ve güzel elbiseli olarak ameli gelir. “Beni bilmez misin?” der. O da der
ki: “Sen kimsin ki, Allahü teâlâ seni
benim şu garib olduğum zamanda bana ihsân eyledi.” O da; “Ben senin sâlih
işlerinim. Korkma, mahzûn olma! Biraz sonra Münker ve Nekir melekleri gelirler
ve sana suâl ederler. Onlardan korkma” der.
Bundan
sonra suâl meleklerine söyleyeceği şeyleri öğretirken, Münker ve Nekir
melekleri gelir. Şimdi anlatacağımız şekilde onu sıkıştırırlar. Onu oturturlar.
Ona; “Men Rabbüke, yâni Rabbin kimdir?” derler. O da evvelki söylediği gibi
söyler: “Rabbim Allah'tır. Peygamberim Muhammed
aleyhisselâm, imâmım Kur'ân-ı kerîm, kıblem Kâbe-i şerîf ve babam İbrâhim aleyhisselâmdır ki, onun milleti benim milletimdir”
der. Onun dili hiç tutulmaz. Onlar da; “Doğru söyledin” derler. Önceki melekler
gibi muâmele ederler. Fakat onun için sol tarafından Cehennem’den bir kapı
açarlar. Cehennem’in yılan, akrep, zincir, sıcak suyu ve zakkumu, velhasıl ne
varsa hepsini görür. O kimse, onun üzerine pek çok feryâd eder.
Ona;
“Korkma, buranın dehşeti sana bir zarar vermez. Burası senin Cehennem’deki
yerindir. Allahü teâlâ bunu Cennet’teki
yerinle değiştirdi. Uyu sen saîdsin” derler. Sonra onun üzerine Cehennem kapısı
kapanır. Aylarca, senelerce geçen zamanı bilmez, öylece kalır.
Bir çok
kimsenin, ölürken dili tutulur. Eğer îtikâdı bozuk olursa (Ehl-i sünnet
âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmadı, bid’at ehline uydu ise).
“Rabbim Allah” diyemez. Başka söz söylemeye başlar. Melekler bir kere vururlar,
kabri ateşle dolar. Sonra söner. Bir kaç gün sönük olarak durur. Sonra yine
kabirde onun üzerinde ateş hâsıl olur. Kıyâmet kopuncaya kadar, bu hâl devam
eder.
Bir çok
kimse dahi; “Dinim İslâm'dır” diyemez. Bunlar, ya şüphe üzere vefât etmişlerdir
yahut vefât ederken kendisine fitnelerden bir fitne ârız olmuştur. (Ehl-i
sünnet olmayan kimselerin sözlerine, yazılarına aldanmıştır). Buna bir kere
vururlar. Kabri, yukarıda denildiği gibi ateşle dolar.
Bâzı
kimseler “El-Kur'ân-ü imâmı” yâni Kur'ân-ı kerîm
imâmımdır diyemezler. Çünkü bunlar, Kur'ân-ı kerîmi
okurlar, fakat ondan nasîhat almazlardı ve Kur'ân-ı
kerîmde olan emirlerle amel etmezler ve nehy ettiği şeylerden
kaçınmazlardı. Bunlara da öncekilere yaptıkları gibi yaparlar.
Bâzı kimse
de, peygamberim Muhammed aleyhisselâmdır diyemez. Zirâ bu kimse, dünyâda
sünnet-i nebeviyyeyi (yani, İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını) unutmuş idi.
Zamâna, modaya uymuş idi. Çocuklarına Kur'ân-ı kerîm
okutmamış, Allahü teâlânın emirlerini,
yasaklarını öğretmemiş idi.
Bâzı
kimse, kıblem Kâbe-i şerîf diyemez. Zirâ, namaz kılmak için kıbleye az
yönelmiş, yâhud abdestinde fesâd bulunurmuş, yahut namazında başka şeylere
iltifât eder, dünyâ işleri ile meşgûl olurmuş, yahut rükûunda ve sücûdunda
noksanlık olup, tadîl-i erkâna riâyet etmezmiş.
3- Ba's ve
haşr hâli: İnsanların yalnızlık hissedecekleri vakitlerden birisi de; İsrâfil aleyhisselâmın sûru üflemesiyle bütün canlıların
yeniden dirildikleri, korku ve dehşet içinde mahşer yerine toplandıkları
zamandır. İnsanlar kabirden kalktıkları an kabri üzerine çıkıp, bâzısı çıplak,
bâzısı siyah, bâzısı beyaz elbiseli, bâzısı da nûr saçar bir hâlde oturur. Her
biri başlarını eğmiş olarak, ne yapacağını bilmeyerek bin sene kadar dururlar.
Sonra bir ateş zuhûr eder. Onun gürültüsüyle, halk mahşere sürülür. Bu zamanda
her mahlûk dehşete düşer. İnsan olsun, cin olsun, vahşi hayvanlar olsun her
birini kendi ameli alıp; “Kalk mahşere git” der.
İnsanlar,
dünyâdaki işlerine göre, mahşer yerine grup grup gelirler. Bâzıları çalgı
çalmakla ve dinlemekle meşgûl olmuştur. (Her çalgı kasd olunmaktadır.
İbâdetleri, Kur'ân-ı kerîm ve zikr
okumağı, çalgı ile yapmak da buna dâhildir. Çünkü, hiç bir çalgıda Allahü teâlânın rızâsı yoktur.) Hayatlarında çalgı
çalmağa ve dinlemeğe devam edenler, kabirden kalkınca, sağ eliyle onu alır ve
atar. O çalgıya der ki: “Lanet olsun sana! Allahü
teâlâyı zikirde bana mâni oldun!” O çalgı ona geri gelir. Der ki: “Allahü teâlâ, aramızda hüküm edinceye kadar, ben
senin arkadaşınım. O vakte kadar ayrılamam.” Böylece, dünyâda alkollü içki
içenler, sarhoş olarak haşr olunur. İslâm’ın emrine uygun olarak giyinmeden
sokağa çıkan kadınlar, kızlar; buralarından kanlar, irinler akarak haşr olunur.
Zurnacı, zurna çalarak haşr olunur. Her kim, böyle Allahü
teâlânın yolundan ayrılırsa, o hâl üzere haşr olunur.
Sahîh olan
hadîs-i şerîfte rivâyet olundu ki: “Şarab içen kimse,
ateşten şarab kabı boynuna asılmış ve kadehi elinde olarak yeryüzündeki
leşlerin hepsinden daha fenâ koktuğu ve yeryüzündeki eşyanın hepsi ona lânet
ettiği hâlde haşr olunur.”
Zulmedilerek
ölenler, zulm olundukları üzere haşr olunurlar. Sahîh olan hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Allah yolunda
öldürülüp şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler.
Rengi kan ve kokusu misk kokusu gibi olur. Huzûr-ı Mevlaya haşr oluncaya kadar,
bu hâl üzere bulunurlar.”
Bu zamanda
melekler, onları, fırka fırka, cemâat cemâat sevk ederler. İnsan, cin ve şeytan
ve yırtıcı hayvanlar ve kuşlar, bir yerde toplanırlar. O zaman, yeryüzü beyaz
ve gümüş gibi düz olur.
9- Yahyâ aleyhisselâm; zühd, ilim, hilim ve bütün din
işlerinde zamanının en büyüklerinden olduğu için, Kur'ân-ı
kerîmde, Seyyid olarak zikredilmiştir.
10-
Hazret-i Îsâ'yı tasdik etmişti: Yine aynı âyet-i kerîmede Yahyâ aleyhisselâmın Îsâ aleyhisselâmı
tasdik edici olduğu bildirildi.
11- Yahyâ aleyhisselâmın üstün vasıflarından bir tanesi de
şehîd olmasıdır. Peygamberlikten sonra en yüksek derece olan şehitlik Âl-i İmrân sûresi 169 ve 170. âyetlerinde meâlen; “Sakın Allah
katında öldürülenleri ölüler sanma! Doğrusu onlar, Rableri katında diridirler,
Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar, Allah'ın kendilerine verdiği
ihsândan (şehitlik rütbesinden) dolayı neşeli hâldedirler ve arkalarından kendilerine
şehitlik rütbesi ile katılamayan mücâhidler hakkında şunu müjdelemek isterler:
Onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklar” buyrulan
şekilde bildirilmiştir.
Allah
yolunda canını fedâ eden, dînini, vatanını, bayrağını, nâmusunu müdâfâa ederken
ölen, haksız yere öldürülen müslümanlara şehîd denir.
Allah
katında peygamberlikten sonra en yüksek mertebedir. Peygamberlerden sonra,
derecesi en yüksek olan şehidlerdir. Şehidler, Allahü
teâlânın sevgili kullarıdır. Cennet’te, onlar için sonsuz nîmetler
hazırlanmıştır. Îmânla ölen ve Cennet’e giren bir kimse, dünyâya tekrar gelmek
istemez. Fakat şehidler böyle değildir. Onlar, tekrar dirilmeyi ve tekrar şehîd
olmayı arzularlar. Bu arzuları, şehidlik mertebesinin Cennet nîmetlerinden daha
tatlı, daha zevkli olmasındandır. Şehidlerin, Cennet nîmetlerine kavuştukları
vakit; “Ey Rabbimiz! Biz senin yolunda tekrar şehîd olmak için dünyâya
döndürülüp öldürülmeyi isliyoruz” diyerek, Allahü
teâlâya yalvaracaklarını, Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
haber vermektedir.
Şehidlerin,
kul borçlarından başka bütün günâhları af olunur. Kul borçlarını da, Allahü teâlâ kıyâmette, hak sâhibine Cennet
nîmetlerini ihsân ederek helâlleştirecektir. Allah yolunda savaşırken, hudut
boylarında nöbet tutarken ölenlere, kıyâmete kadar bu ibâdetlerinin sevâbı
verilir. Şehidlerin bedeni çürümez, kabirlerinde diridirler. Her biri,
kıyâmette yetmiş kişiye şefâat eder. Suda boğularak şehîd olana, karada şehîd olanın
iki misli sevâb verilir. Hattâ kul borçları da affedilir. Havada şehîd olanlar
da böyledir.
Müslümanları,
asırlarca harb meydanlarında zaferden zafere koşturan biricik arzu, âhırette
şehidlere verilecek sonsuz nîmetlere îmân etmeleri ve bunlara kavuşmak
emelidir. Dünyânın fânîliğine, âhırette ise Cennet’in ve nîmetlerinin
sonsuzluğuna yakın derecede îmân edenler, şehîd olmaktan büyük bir haz, zevk
duymuşlardır. Harp meydanlarında kahramanca dövüşen ve düşmandan yılmayan
müslüman askerler, şehîd olmak arzusu ile yanıp tutuşmuşlar ve aslâ düşmandan
yüz çevirmemişlerdir. Halbuki dünyâ zevklerine aşırı derecede düşkün olanlar ve
âhırete inanmayanlar, güçlü gördükleri düşmanları karşısında tutunamayıp, harp
meydanını terk etmişlerdir. Durum, bu gün de böyledir.
Ancak
mü’min olanlar şehîd olur. Allah'a ve O'nun dînine inanmayanlara, âhırette
şehidlik muâmelesi yapılmaz. Şehidler dünyâda ve âhırette, durumlarına göre
muâmele görürler. Tam şehîd olan ve dünyâ şehidi olan, öldükleri vakit üzerinde
bulunan kanlı elbiseleri ile gömülür ve yıkanmazlar. Allahü teâlânın huzûruna, harpte yaralanıp şehîd oldukları
andaki durumları ile gelirler. Yaralarından akan kan, misk-ü amber gibi kokar.
Şehid
olarak ölmeyi istemek, kâmil îmâna sâhip olmanın alâmetidir. Onun için, her
müslüman şehîd olarak ölmek için duâ eder. Peygamber
efendimiz, şehidliğin fazîletlerini, üstünlüklerini Eshâbına haber
verince, bütün Eshâb-ı kirâm şehîd olmak istemişler, namazlarından sonra, şehîd
olmak için duâ etmişlerdir. Bu husûsta duâsı meşhûr olan Eshâb-ı kirâm çoktur.
Bunlardan Abdullah bin Cahş'ın duâsı pek meşhûrdur.
Üç türlü
şehîd vardır:
1- Tam şehîd: Cünüp, hayz olmayan, akıl ve bâliğ
bir müslüman, zulüm ile haksız olarak, vurucu veya kesici vâsıtalarla
öldürülünce ve harpte din ve vatan düşmanları ile Allah için harb ederken
düşman tarafından; sulhta asîler, yol kesiciler, şehir eşkıyaları, gece hırsız
tarafından, herhangi bir vâsıta ile öldürülünce, hemen ölürlerse veya
müslümanların ve ehl-i zimmîlerin canlarını, mallarını korumak için, bunlarla
olan çarpışma yerinde bulunan ölü üzerinde yara, kan akması gibi öldürülme
alâmetleri görülürse veya şehirde öldürülmüş bulunup, kâtili bilinir ve kısas
yapılması lâzım gelirse, bunlara tam şehîd denir. Tam şehid, dünyâda yıkanmaz.
Kefene sarılmaz. Kefen miktarından fazla olan elbisesi soyulup çamaşırı ile
defnolunur. Cenâze namazı, Hanefîde kılınır. Şafiî mezhebinde kılınmaz.
Âhırette de şehîd sevâbına kavuşulur.
2- Dünyâ şehîdi: Allah rızâsı için cihâd etmeye,
savaşmaya niyet etmeyip, dünyâ kazancı için harb eden, yalnız dünyâ şehidi
olur. Bunlara dünyâda şehîd muâmelesi yapılır. Kanlı elbiseleri ile gömülür,
yıkanmazlar. Fakat, âhırette hakîkî şehidlere vâd edilen mükafatlara
kavuşamazlar, çünkü niyetleri bozuktur. Cennet’teki nîmetler, Allahü teâlânın râzı olduğu kimseler için
hazırlanmıştır.
3- Âhıret şehîdi: Allah için olan cihâdın hazırlığı
esnâsında tâlimlerde ölürse, zulüm ile öldürülünce veya cihâdda ve eşkıya, asi,
yol kesici, gece hırsızla vuruşmada yaralanınca, hemen ölmez, bir namaz vakti
çıkıncaya kadar aklı başında kalır veya başka yere götürülüp, orada ölürse
yalnız âhıret şehidi olurlar. Dünyâda yıkanır ve kefenlenirler. Had, tazir,
kısas cezâları ile öldürülenler, kurşuna dizilenler, îdâm edilenler ve hayvan
tarafından öldürülenler yıkanırlar. Boğularak, yanarak, garib, kimsesiz olarak,
duvar ve enkaz altında kalarak ölenler, ishalden, taundan, sârî (bulaşıcı)
hastalıklardan, lohusalıkta, sara hastalığında, Cumâ gecesinde ve gününde, din
bilgilerini öğrenmekte, öğretmekte ve yaymakta iken ölenler ve âşık olup,
aşkını, iffetini, nâmusunu saklarken ölenler, zulüm ve hapis olunup ölenler,
Allah rızâsı için müezzinlik yapanlar, dîne uygun ticârette bulunanlar, helâl
kazanıp çoluk-çocuğuna din bilgisi öğretmek ve ibâdet yapmaları için çalışanlar
(ve fıkıh kitaplarında daha geniş olarak izâh edilen şeyleri yapanlar) ölünce
âhıret şehidi olurlar.
--------------------------------------------------------
1)
Tefsîr-i Mazharî
2)
Tefsîr-i Kebîr
3)
Tefsîr-i Kurtubî
4)
Tefsîr-i Taberî
5)
Tefsîr-i Hâzin
6)
Hâşiyet-üs-Sâvî
7)
Dürr-ül-mensûr
8)
Bahr-ül-muhît
9)
Haşiyet-uş Şeyhzâde
10)
Meâlim-üt-tenzîl
11)
Garaib-ül-Kur'ân
12)
Feth-ül-Bârî; cild-6, sh. 336
13)
Râmûz-ül-ehadis; cild-1, sh. 151
14)
Arais-ül-mecalis; sh. 374
15)
El-Müdhiş; sh. 111
16)
Hasais-ül-kübrâ; cild-2, sh. 182
17)
Et-Tebsıra; sh. 339
18)
Künh-ül-ahbâr; cild-2, sh. 83
19)
Muhadarât-ül-Ebrar; cild-1, sh. 138
20)
Ahsen-ül-enbâ; sh. 22
21)
Hilyet-üt-enbiyâ; sh. 29
22)
Bedâyı-üz-zuhûr; sh. 207
23)
Ravdat-us-safa; sh. 355
24)
Mir’ât-ı Kâinat
25) Rehber
Ansiklopedisi; cild-18, sh. 85
26) Tam
İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 1148