İsrâiloğullarına
gönderilen peygamberlerden, ismi, Zekeriyyâ bin Âzen bin Müslim bin Sadun olup,
soyu Süleymân aleyhisselâma ulaşır. Yahyâ aleyhisselâmın babasıdır. Kâşifî'nin (rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre; Kudüs'de
Mescid-i Aksâ'da Tevrât yazar, kurban kesmeyi idâre ederdi. Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği din üzere olup, onun dînini
kuvvetlendirir, insanlara güler yüz ve tatlı dille nasîhat ederek doğru yola
çağırırdı. Buhârî'nin (rahmetullahi aleyh) Sahîh’inde
bildirdiğine göre; marangozluk yapar ve elinin emeğiyle geçinirdi. Kavmi
tarafından şehîd edildi. Türbesi Hâlep'tedir.
Zekeriyyâ aleyhisselâm zamanında, Şam vilayeti Batlamyûsîler'in
elinde idi. Onlar, Beyt-ül-Makdis'e hürmet ederler ve İsrâiloğullarını hoş
tutarlardı. Beyt-ül-Makdis ma’mûr olup, gece ve gündüz orada ibâdet edilirdi.
Tefsîr âlimleri dediler ki: “O zamanda İsrâiloğulları içinde gündüz oruçlu,
gece namazla meşgûl çok kimse vardı. Bunların bir kısmı mescidden
(Beyt-ül-Makdis'ten) çıkmaz, ibâdetten başka işle meşgûl olmazlardı. Mescidde,
Hârûn aleyhisselâm neslinden din büyükleri
vardı. O zamanda İsrâiloğulları arasında peygamber yoktu. Bunlar bir peygamber
göndermesi için gece-gündüz Allahü teâlâya
yalvarıyorlardı.
Cenâb-ı Hak,
hazret-i Zekeriyyâ'yı peygamber olarak seçti. İsrâiloğulları sevinip ibâdette
ona uydular. Kurbanlarını onun emrettiği şekilde kestiler. Zekeriyyâ aleyhisselâm zamanında dörtyüz âzâdlı âbid, Beyt-ül-Makdis'te
ibâdetle meşgûl olup, hizmet ederlerdi. Azadlı denmesinin sebebi: İsrâiloğulları arasında
bir kişi, Allahü teâlâ katında makbûl
olmak isterse, hanımı hâmile olunca; “Yâ Rabbî! Eğer bu hanımım bir oğlan
çocuğu dünyâya getirirse, onu sana ibâdet için (sana ibâdet etmek üzere),
Beyt-ül-Makdis'e nezrim olarak âzâd ettim” demek âdetlerinden idi. Çocuğun
anası da böyle derdi. Eğer çocuk oğlan olursa, mutlaka onun Beyt-ül-Makdis'e
verilmesi üzerine lâzım olurdu. Kız olursa adağını yerine getirmesi
icâbetmezdi. Fakat babası, dedesi isterlerse onu da Beyt-ül-Makdis'te ibâdet ve
hizmet için terkedip dünyâ işlerine karıştırmazdı. Azad olan oğlan çocuğu beş
yaşına girince, babası onu bir abide teslim ederdi. Böylece çocuk, ibâdetle
meşgûl olur ve mescidden çıkmazdı. Küçüklüğünde ve büyüklüğünde ondan fenâ bir
şey meydana gelmez, ölünceye kadar da güzel bir hâl üzre yaşardı. Mescidde
vefât ettiğinde, malı varsa nafaka edinmeleri için mescid mücâvirlerine
vakfolunurdu.
Ka'b-ül-Ahbâr
bildirdi ki: Bu âzâd eylemek işi, Mûsâ aleyhisselâm
zamanından kaldı. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma; “Ey Mûsâ! Kullarımdan ben o kişiyi
severim ki, gençlik zamanından ihtiyârlık hâline kadar ibâdetle ömrünü
geçirmiştir. Gençliğinde günâh işlememiş ve bana gönlü bağlı olan, benim çok
sevdiğim kimsedir” buyurdu. İsrâiloğullarının bâzıları bu sebeple doğan oğlunu
mescide getirip, nezrederlerdi. Onu dünyâ işlerinden âzâd ederlerdi. Böylece
âzâdlı olurdu.
Zekeriyyâ aleyhisselâmın, soyu Rehoboam bin Süleymân aleyhisselâma uzanan İmrân bin Mâsân isminde bir
dostu vardı. Zekeriyyâ aleyhisselâm, bu İmrân bin
Mâsâ'nın kızı Elîsâ ile evlendi. Bu isim Îsâ olarak da zikredilmiştir.) Elîsâ
ile hazret-i Meryem kardeş olup, babaları İmrân idi. İmrân, önce Elîsâ'nın
annesi ile, sonra bunun başka erkekten olan kızı Hunne ile evlenmişti. Hazret-i
Meryem'in annesi Hunne; “Cenâb-ı Hak bana
bir oğul ihsân ederse, Beyt-ül-Makdis'e hizmetçi yapacağım” diye adadı. Kızı
oldu. Adını Meryem koydu. Hazret-i Meryem dünyâya gelmeden önce, babası İmrân
vefât etti. Hunne, hazret-i Hârûn neslinden gelen din âlimlerine teslim etmek için,
kızını alarak Beyt-ül-Makdis'e götürdü. Onlara niyetini açıklayıp, nezrinin
kabûlünü ricâ etti. Hazret-i Meryem'in dedesi, Mâsânoğullarından, asîl, şerefli
bir âileden olduğu için onu himâyeye kabûl ettiler. Zekeriyyâ aleyhisselâm; “Çocuğu himâyeme ben alacağım. Akrabâ
yönünden çocuğa en yakın benim. Çünkü onun teyzesi benim nikâhım altındadır”
dedi. Diğer abidler de çocuğu himâyelerine almak istediklerinden aralarında
şöyle bir karara vardılar. Hepsi Tevrât-ı şerîfi yazarken kullandıkları
kalemlerini alarak bir derenin kenarına geldiler. Kararlaştırdıkları şekilde
kalemlerini suya bıraktılar. Hepsinin kalemi batmış, yalnız Zekeriyyâ aleyhisselâmınki su üzerinde kalmıştı. Bu hâdiseden
sonra, hazret-i Meryem'in himâye ve yetişmesini Zekeriyyâ aleyhisselâm üzerine aldı.
İkrime,
Süddi, Katâde, Rebî bin Enes (radıyallahü anhüm)
ve başkaları bu hâdiseyi şöyle naklettiler; Ürdün nehrine giderek, orada
kalemlerini atacaklar; suyun akıntısına rağmen kimin kalemi bir yerde durup
batmazsa, hazret-i Meryem'e kefil olacaktı. Kalemlerini suya attılar. Zekeriyyâ
aleyhisselâmın kalemi hariç hepsini su alıp
götürdü. Hattâ su akıntısına karşı kalem, suyu yararak yukarı doğru gitti.
Bu
hâdiseden sonra Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i
Meryem'i alıp evine götürdü. Onu teyzesi Elîsâ büyüttü. Sonra ona
Beyt-ül-Makdis'de yüksek bir bölümde merdivenle çıkılabilen bir yerde bir hücre
(oda) yaptırdı. Hazret-i Meryem bu odada ibâdet ederdi. Hazret-i Meryem beş
yaşına girince, Zekeriyyâ aleyhisselâm ona
Tevrât-ı şerîfi okuttu ve ibâdet erkânını öğretti. Yanına kendisinden başka
kimse girmezdi. Hazret-i Meryem, oniki yaşına girinceye kadar Zekeriyyâ aleyhisselâm, günde bir kere onun yanına gelir,
yiyecek getirir ve ibâdetten bir şeyler öğretirdi. Bir kış günü yanına
girdiğinde önünde dünyâ yiyeceklerine benzemeyen türlü türlü nîmetler gördü.
Nereden geldiğini sorduğunda, o; “Allahü teâlâ
tarafından geliyor” diye cevap verdi. İbn-i Abbâs (radıyallahü
anh) buyurdu ki: “Ona yiyecekler Cennet’ten gelirdi.” Zekeriyyâ aleyhisselâm, bunun Hak teâlânın
kudretinden hazret-i Meryem'e verdiği bir kerâmet olduğunu anladı.
Hazret-i
Meryem'in bu hâli, evliyâdan kerâmetin meydana geldiğini göstermektedir. Rûh-ul
Beyân’da bildirildiğine göre; Bir kıtlık zamanında Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) çok acıkmıştı.
Kızı Fâtıma (radıyallahü anhâ) bir parça et ve
kuru bir ekmeği bir kaba tirit yapıp Resûlullah'a
(sallallahü aleyhi ve sellem) götürdü. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Buyur kızım” diyerek onu karşıladı. Daha sonra
Fâtıma (radıyallahü anhâ) getirdiği tencerenin
(kabın) kapağını açtı. İçinin ekmek ve et ile dolu olduğunu görünce hayret
etti. O zaman, bunun Allahü teâlâ
tarafından indirildiğini anladı. Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) “Bunlar nereden ey
kızım” diye buyurdu. O zaman Fâtıma (radıyallahü
anhâ); “Allahü teâlâdan. Zirâ O,
dilediğine nihâyetsiz ihsân eder” dedi. O zaman Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem); “Seni
İsrâiloğullarının seyyidesine (hazret-i Meryem'e) benzetip,
nîmetlerini ihsân eden Rabbime hamd ederim” buyurdu. Sonra damadı
hazret-i Ali ve torunları Hasen ile Hüseyin'i (radıyallahü
anhüm) ve Ehl-i beyt’ini çağırdılar. Yemekten yediler. Yemek arttı.
Artan yemeği de hazret-i Fâtıma (radıyallahü anhâ)
komşularına götürüp ikrâm etti. Eshâb-ı kirâm (radıyallahü
anhüm), Tabiîn ve daha sonra gelen âlim ve velîlerde buna benzer
saylamayacak kadar kerâmetler görüldü. Sehl bin Abdullah (radıyallahü anh); “En büyük kerâmet kişinin kötü bir
huyunu değiştirmesidir” buyurdu.
Hazret-i
Meryem'in kıssası Kur'ân-ı kerîmde meâlen
şöyle bildirilmektedir: “Bunun üzerine Rabbi onu (Meryem'i) güzel bir kabûl
ile kabûl etti. Onu güzel bir nebât gibi büyüttü. (Onu iyi bir
şekilde yetiştirdi, terbiye etti veya onun yaratılışını noksansız yaptı.) Zekeriyyâ'yı da
ona (bakmaya) kefil kıldı. Zekeriyyâ ne zaman (hazret-i
Meryem'in bulunduğu) mihraba (odaya) girse, onun yanında (bol) rızık
(yiyecek) bulurdu:
Yâ Meryem! Bu (rızık)
sana nereden
geliyor? dedi. O da; Bu Allahü teâlâ tarafındandır. Şüphe yoktur
ki, Allahü teâlâ dilediği kimseyi hesapsız olarak rızıklandırır derdi.”
(Âl-i İmrân sûresi: 37)
Tefsîr-i
Celâleyn’de bildirildiğine göre; “Mihrab, mescidin içinden, merdivenle çıkılan
yüksek bir yer, oda idi. Oraya Zekeriyyâ aleyhisselâmdan
başka kimse çıkmazdı. Hazret-i Meryem'in yanında kış günlerinde yaz, yaz
günlerinde kış meyveleri oturdu. Bu, Allahü teâlânın
hazret-i Meryem'e verdiği bir kerâmetti. Zirâ Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i Meryem'i büyütmek için yanına aldığından,
küçüklüğünden beri onun bir çok kerâmetlerine şâhid olmuştu. Hasen-i Basri (rahmetullahi aleyh); “Hazret-i Meryem doğunca, hiç
meme emmedi. Onun rızkı Cennet’ten gelirdi. Oğlu Îsâ aleyhisselâm
gibi o da küçük iken konuştu” buyurmaktadır.
Zekeriyyâ aleyhisselâm, kendisinden sonra yerini tutacak evlâdı
olmadığından çok üzüntülü idi. Zevcesi Elîsâ, zâten çocuk doğurmayıp, kendisi
de bir hayli ihtiyâr olduğundan, çocuğu olmak ihtimâli kalmamıştı. Fakat cenâb-ı Hakk'ın lütfu, ihsânı ve inâyeti
nihâyetsiz olduğundan, Zekeriyyâ aleyhisselâm
hazret-i Meryem'in temizlik ve kerâmetine imrenip, Hak
teâlâdan sâlih bir çocuk istedi. Kendi makâmına bir halîfe olmasını
arzu ederek kendi mihrabında Rabbine gizlice duâya başladı ve O'nun merhametine
sığındı; “Ey Rabbim! İmrân'ın zevcesine Meryem'i verdiğin gibi, bize de yüce
katından temiz ve bütün beşer kötülüklerinden pâk (temiz), nezih ve senin
rızânı gözetecek sâlih bir evlat ihsân eyle. Zirâ sen duâ edenlerin duâlarını
işitir ve istediklerini lutfedersin” diye arzetti. Bu duâsı Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Orada (gece
yarısı) Zekeriyyâ
Rabbine duâ etti: Rabbim! Bana senin tarafından çok temiz bir zürriyet
(salih bir evlat) ihsân et. Muhakkak sen duâya icâbet edersin.” (Âl-i İmrân sûresi: 38)
Meryem
sûresi 3 ve 5'inci
âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Zekeriyyâ (aleyhisselâm)
Rabbine gizlice
(içinden) yalvardığı
zaman (o yalvarmasında) dedi ki: Yâ Rabbî! Kemiklerim zayıf olup inceldi. Başımın
saçları ağarıp beyazlaştı. Rabbim! Şimdiye kadar sana olan duâlarımda
(sana yalvarmakla) bir şeyden mahrûm olmadım. Her duâma icâbet ettin”
buyruldu.
Bu duânın
gizli yapılmasındaki hikmet ve nükteyi âlimler şöyle bildirdiler: O ve hanımı
çok ihtiyârlamışlardı. Bu durumda Allahü teâlâdan
oğul isteğini halka bildirmek istemedi. Bâzıları da; O duâsını gizlemişti.
Çünkü Allahü teâlâya sevgili idi dediler.
Katâde (radıyallahü anh); Şüphesiz Allahü teâlâ kendisinden korkan kalbi bilir ve
gizli yalvarışı işitir. Zekeriyyâ aleyhisselâm,
eshâbı uyuduktan sonra geceleri kalkmış Rabbine gizlice yalvarmış ve; “Rabbim!
Rabbim! Rabbim!” demiş, Allahü teâlâ da;
“Buyur! Buyur! Buyur! (Ey kulum)” diye icâbet etmiştir diye rivâyet etmiştir.
Allahü teâlâ
Kur'ân-ı kerîmde meâlen; Zekeriyyâ aleyhisselâmın duâsını ve onu kabûl edişini şöyle
bildirmektedir: “Hani
o, (Zekeriyyâ aleyhisselâm) Rabbine; Rabbim!
Beni yalnız başıma (evlatsız) bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın diye
niyaz (dua) etmişti. Biz onun bu duâsını kabûl ve kendisine Yahyâ'yı
ihsân ettik. Zevcesini (doğurmaya) sâlih kıldık. Muhakkak (bütün) bunlar (bu
sûrede anlatılan peygamberler) hayır işlerinde yarışırlar, (katımızdaki sevâbı) ümîd ederek ve
(ahiretteki azâbımızdan) korkarak bize duâ ederlerdi. Onlar bizim için mütevazı
idiler (derin saygı gösterirlerdi). (Enbiyâ sûresi: 89-90)
Allahü teâlâ
Kur'ân-ı kerîmde, Meryem sûresi 6. ve 7. âyet-i kerîmelerinde meâlen; Zekeriyyâ aleyhisselâmın duâsını şöyle bildirmektedir:
“Hakikat ben, arkamdan (ölümümden sonra yerime) gelecek akrabâmdan
endişeye düştüm. (Amcazadelerinden ki onlar İsrâiloğullarının
şerîrlerindendi. Bundan dolayı ümmetine karşı hilâfeti güzelce edâ
edemeyeceklerinden ve onun dînini değiştireceklerinden korkmuştu.) Zevcem de
doğurmaz, acuzedir. Binaenaleyh bana tarafından (ve kendi sulbümden)
bir velî, oğul
ihsân et ki, (ilim ve nübüvvetle) bana mîrasçı olsun. Ya’kûb oğullarına da
mîrasçı olsun. Rabbim! Sen onu (söz ve işinde) râzı olduklarından kıl.”
Zekeriyyâ
aleyhisselâmın endişesi şu idi: Her peygamber,
sonunda kendi neslinden bir peygamber gelmezse, o kavim onun dînini değiştirir
ve kitabını zâyi ederdi. Zekeriyyâ aleyhisselâm
da vefâtından sonra yerine geçecek oğlu bulunmadığından, amcazâdelerinin de hak
yolda yürümemelerinden ve hak yola gelmeyeceklerinden endişe etti. Korktu ve Allahü teâlâdan, kendisinden sonra peygamber
olacak bir oğul istedi. Cenâb-ı Hak
duâsını kabûl etti. Yoksa onların kendi malına vâris olacaklarından korkmuş
değildi. Zâten Zekeriyyâ aleyhisselâmın malı
çok değildi ve marangozluk yaparak geçimini temin ediyordu.
Buhârî ve
Müslimdeki Hadîs-i şerîf’te Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Biz peygamberler mîrâs bırakmayız. Bizim bıraktığımız ancak
sadakadır.” Tirmizî’deki Hadîs-i şerîf’te;
“Biz
peygamberler mîras bırakmayız” buyrulmuştur. Zekeriyyâ aleyhisselâmın; “Yâ Rabbî! Bana bir oğul ihsân et ki bana mîrasçı olsun”
kavli (sözü); (İlim ve peygamberlik) mîrasıdır. Nitekim Allahü teâlâ Neml sûresi
16. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ve Süleymân (aleyhisselâm)
Dâvûd'a (aleyhisselâm) (peygamberlikte) mîrasçı oldu” buyurdu. Mîrasçılık
malda olsaydı, kardeşleri arasında onu ayrıca zikretmezdi. Mücâhid (rahmetullahi aleyh) meâlen; “Ve Ya’kûb oğullarına da mîrasçı olsun”
âyet-i kerîmesi hakkında; Onun mîrascı olması ilim yönündendir. Zirâ Zekeriyyâ aleyhisselâm, Ya’kûb aleyhisselâm
zürriyetinden idi. Katâde (rahmetullahi aleyh);
O (Yahyâ), Zekeriyyâ aleyhisselâmın
peygamberliğine ve ilmine mîrasçı olacaktır buyurdu.
Nihâyet Allahü teâlâ Zekeriyyâ aleyhisselâma,
Cebrâil aleyhisselâm
vâsıtasıyla duâsını kabûl ettiğini ve oğlu Hazret-i Yahyâ'nın ihsân edileceğini
(dünyâya geleceğini) müjdeledi. Bir gün mihrabında (odasında) namaz kılarken,
bembeyaz elbiseler içerisinde ve bir genç sûretinde Cebrâil
aleyhisselâm gelerek, oğlunun ismini Yahyâ
koymasını söyledi. Ayrıca onun Hazret-i Îsâ'yı tasdik ve zamanın büyüklerinden
ve bütün kötülüklerden uzak, nübüvvetle (peygamberlikle) muttasıf, sâlihler
zümresinden bir zât olacağını haber verdi.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir; “Zekeriyyâ
(aleyhisselâm) mihrabında, (odasında) namaz kılarken
melekler (Cebrâil aleyhisselâm) ona (şöyle) nidâ etti: Muhakkak Allahü teâlâ sana;
kendinden gelen kelimeyi (yani Îsâ aleyhisselâmı) tasdik edici ve
kavminin seyyidi (efendisi) ve nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olduğu hâlde
Yahyâ'yı müjdeler.” (Âl-i İmrân
sûresi: 39)
Cenâb-ı Hak
bu âyet-i kerîmede Yahyâ aleyhisselâmın
vasıflarını bildirdi: Kendinden gelen kelimeyi (Îsâ aleyhisselâmı)
tasdik edici, kavminin
seyyidi (İbn-i Abbâs (radıyallahü anh);
Seyyid,
yumuşaklık, mü’minlerin efendisi ve dinde onların, reîsi; yâni ilim,
yumuşaklık, ibâdet ve verada reîsi, Mücâhid; Allahü
teâlâ katında şerefli, İbn-ül Müseyyib; Fakih, İkrime; Kızıp
öfkelenmeyen, demektir dediler.) Diğer sıfatları da nefsine hâkim, nebî ve
sâlihlerden olmasıdır.
Katâde (radıyallahü anh) bildirdi ki: “Allahü teâlâ, onu îmânla dirilttiği için Yahyâ
ismi verildi.” “Kendisinden
bir kelimeyi tasdik edici...” âyet-i kerîmesi hakkında İbn-i
Abbâs'dan rivâyetle Avfî, Hasen, Katâde, İkrime, Mücâhid, Süddî, Rebî' bin
Enes, Dahhak (radıyallahü anhüm); “Allahü teâlânın kelimesi, Meryem oğlu Îsâ'dır” buyurdular.
Rebî' bin Enes; “Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm)
ilk tasdik eden odur.” Katâde (radıyallahü anh)
“Yahyâ aleyhisselâm, Îsâ aleyhisselâmın dîni üzerine idi” dedi.
“Kavminin seyyidi (efendisi)...” buyrulması hakkında
Ebü'l-Aliye, Rebî' bin Enes, Katâde, Sa’îd ibni Cübeyr ve başkaları; “Hikmet
sâhibi birisi”, Katâde; “İlim ve ibâdette efendi” buyurdu. İbn-i Abbâs, Sevrî
ve Dahhak (radıyallahü anhüm); “Efendi, hikmet
sâhibi ve mütteki kimsedir” dediler. Sa’îd bin Müseyyib; “O fakih ve âlimdir”.
Atıyye; “Huylarında ve dîninde efendi”, İkrime; “Öfkenin kendine galebe çalmadığı
kişidir” dediler. İbn-i Zeyd; “O şereflidir.” Mücâhid (radıyallahü
anh); “O, Allahü teâlâya karşı çok
saygılı idi” buyurdular. (Bkz. Yahyâ aleyhisselâm)
Başka bir
âyet-i kerîmede ise şöyle buyruldu: “Allahü teâlâ,
Zekeriyyâ aleyhisselâmın, duâsına icâbetle
buyurdu ki; “Ey
Zekeriyyâ! Biz seni Yahyâ isminde bir oğulla müjdeleriz. Ondan önce bu isimle
kimseyi tesmiye kılmadık” (bu adı kimseye vermedik) (Meryem sûresi: 8)
Bu âyet-i
kerîme hakkında Katâde, İbn-i Cübeyr ve İbn-i Zeyd (rahmetullahi
aleyhim); “Ondan önce bu isimle kimse isimlendirilmemiştir” dediler.
Taberî’de
bildirildiğine göre; Allahü teâlânın ona Yahyâ
diye isim vermesi, baba ve anasının yaşlı olmasındandı. İki yaşlıdan bir canlı
meydana getirdi. Onu diri yaptı. Yaşlı kimselerden oğul meydana getirmek sanki
ölüden yaratmak gibidir. Yahyâ diri demektir. Allahü
teâlâ onu kimseye vermediği bir isim ile isimlendirdi ve hiç kimseyi
vasıflandırmadığı vasıflarla övdü.
Zekeriyyâ aleyhisselâm bir oğulla müjdelendiğinde, İbn-i
Abbâs'ın (radıyallahü anh) bildirdiğine göre;
Kendi yüzyirmi, hanımı da doksansekiz yaşında idiler. (Başka rivâyetler de
vardır) Zekeriyyâ aleyhisselâm bu müjde
karşısında hayrete düştü. Hayreti, Allahü teâlânın
kudretinden şüphe etmekten değildi. Cenâb-ı Hakk'ın
kudretinden emîn olduğu hâlde müjdenin nasıl olacağı keyfiyetini öğrenmek için
idi. Bu sebeple; “Yâ Rabbî! Ben ve zevcem ihtiyâr olduğumuz hâlde mi bize çocuk
ihsân edeceksin? Yoksa bizi genç bir hâle getirip, o zaman mı bize ihsân
edeceksin?” diye öğrenmek istedi. Bu husûs Kur'ân-ı
kerîmde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Zekeriyyâ (aleyhisselâm); Yâ Rabbî! Bana ihtiyârlık gelmişken ve zevcem de acuze iken
benim nasıl oğlum olabilir? dedi. (Allahü
teâlâ yahut Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla) dedi ki: Yâ Zekeriyyâ! Böyledir. Allahü teâlâ dilediğini yapar.” (Âl-i
İmrân sûresi: 40)
(Zekeriyyâ
aleyhisselâm) dedi ki: Rabbim! Benim nasıl oğlum olur ki?
Zevcem doğurmaz, acuzedir. Ben ise ihtiyârlığın son haddine varmışımdır.
(Cebrâil aleyhisselâm)
dedi ki;
öyledir. (Fakat) Rabbin buyurdu ki: O bana göre pek kolaydır. Daha evvel sen
bir şey değilken seni yaratmışımdır.” (Meryem
sûresi: 9-10)
Zekeriyyâ aleyhisselâm, bu müjdeye sevinip, arzusunun
çabukluğunu arz ederek; “Yâ Rabbî! Bana vâdettiğin çocuğun; meydana geleceğine,
delil ve alâmet olmak üzere, bu gönlüme yerleşmesi ve kalbimin bana vâdettiğin
şeyde mutmain olması için nişân ver. Bununla zevcemin ne zaman hâmile olacağını
bileyim. O alâmetle ben bu nîmeti şükürle karşılayayım” diye münâcâtta bulundu.
Nitekim, İbrâhim aleyhisselâm da; “Yâ Rabbî!
Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster” deyince, (cenâb-ı
Hak); “Ölüyü diriltmeye kâdir olduğuma inanmadın mı? buyurdu. İbrâhim
(aleyhisselâm); Evet. Kesin olarak inandım. Lâkin
(gözümle de görerek) kalbim mutmain olsun dedi.” (Bakara sûresi: 260) Cenâb-ı Hak, Zekeriyyâ aleyhisselâmın
duâsını kabûl ederek; “Senin için alâmet; birbiri ardınca üç gece (ve gündüz)
insanlarla konuşmamandır. Bir hastalık ve sebep olmaksızın, sen sıhhatli
olduğun hâlde üç gece dilini konuşmadan alıkoymandır” buyurdu. İbn-i Abbâs (radıyallahü anhüm); “Bir hastalık, olmaksızın dili
tutuldu.” Abdurrahmân ibni Zeyd, Zeyd bin ESlem; “Okur, tesbîh ederdi. Kavmi
ile işâretle olanın dışında konuşamazdı” buyurdu. Hazret-i Yahyâ, ana rahmine
düşünce, Zekeriyyâ aleyhisselâm konuşamaz hâle
geldi. Meramını ancak işâretle anlatabiliyordu. O sabah odasından çıkarak,
Beyt-i Makdis'e namaz ve ibâdet için gelen cemâate kapıları açtı. Kavmine
işâretle (el, göz ve başla); “Siz şu içinde bulunduğunuz gün, sabah ve ikindide
ve gelecek günlerde Rabbinizi, şânına lâyık olmayan şeylerden tenzih edin. Her
zamanki gibi ibâdetinize devam ediniz” buyurdu. İsrâiloğulları onun hâlindeki
değişikliği görüp; “Bunda bir hikmet vardır” diyerek buyurduğu şekilde sabah ve
akşam namazını kılıp, diğer ibâdetlerini yaptılar.
Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde şöyle bildirilmektedir:
(Zekeriyyâ aleyhisselâm) dedi ki; Rabbim! Bana (bu husûsta) bir nişân ver. (Allahü teâlâ): Senin nişânın sade bir işâretten başka
insanlara üç
gün söz söyleyememendir. Bununla beraber Rabbini çok an ve akşam-sabah O'nu
tesbîh et (namaz kıl). (Âl-i İmrân
sûresi: 41)
(Zekeriyyâ
aleyhisselâm) dedi ki: Rabbim! Bana (bu husûsta) bir nişân ver.
(Allahü teâlâ) buyurdu ki: Şenin nişânın, sapasağlam olduğun
hâlde üç gece (üç gün) insanlarla konuşamamandır. Derken (Zekeriyyâ aleyhisselâm) mescidinden kavminin karşısına çıktı ve onlara; Sabah akşam
tesbîhte bulunun diye işâret verdi.” (Meryem
sûresi: 11-12)
Beydâvî’nin
(rahmetullahi aleyh) bildirdiğine göre; Zekeriyyâ
aleyhisselâm o günkü vazifeyi toprağa yazmak
sûretiyle halka anlatmıştır. O, bu üç gün içinde devamlı ibâdet ve zikirle
meşgûl oldu. Cenâb-ı Hakk'a karşı hamd ve
şükür vazifesini yerine getirdi. Fahreddîn-i Razî'nin (rahmetullahi
aleyh) bildirdiğine göre; Zekeriyyâ aleyhisselâma,
insanlara bildireceklerini sâdece işâretle anlatması emir olundu. Bundan
maksadın; zikir ve tesbîhle (namazla) meşgûl olup, ihlâs ve huzûruna zarar
gelmemesi idi. Çünkü insanlarla birlikte bulunmak, konuşmak, huzûra mâni olduğu
gibi zikir ve tesbîhe de mânidir. Zekeriyyâ aleyhisselâma
vadolunan çocuk, büyük nîmet olduğundan, o nîmetin şükrünü yerine getirmek
tesbîh, tehlil ve çokça zikirle olabilirdi. Cenâb-ı
Hak onun üç gün konuşmamasını, ayrıca zikir ve tesbîhe devam
etmesini emretmiştir. Zekeriyyâ aleyhisselâmın
böyle üç gün, başkalarıyla konuşmaya kâdir olduğu hâlde, sâdece konuşmaktan men
olunması mûcize idi.
Müddet
tamam olunca, Zekeriyyâ aleyhisselâmın oğlu
Yahyâ (aleyhisselâm) dünyâya geldi. Yahyâ aleyhisselâmdan altı ay sonra Beyt-üt-tâlim denilen yerde,
hazret-i Meryem'in oğlu Îsâ aleyhisselâm doğdu.
Yahyâ aleyhisselâmın doğumu ile Zekeriyyâ aleyhisselâm ve âilesi seâdete gark oldular. Hazret-i
Yahyâ, fazîletli bir çocuk idi. Rüşd çağında ona Cenâb-ı
Hak Tevrât'a sıkı sıkıya sarılmasını ve onu okumasını emretti. Daha
sonra kendisine nübüvvet vazifesi verildi. Mûsâ aleyhisselâmın
dînine göre amel ediyordu. Bilahare Îsâ aleyhisselâmın
peygamber olmasıyla onun dîni üzere amel etmeye başladı. Kur'ân-ı kerîmde Âl-i
İmrân sûresi 39. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak Allah sana, Allah'tan bir kelimeyi
tasdik edici olmak üzere Yahyâ'yı müjdeliyor” buyruldu. Kelimeden
kasıd, Îsâ bin Meryem aleyhisselâmdır. Yahyâ aleyhisselâm, Îsâ aleyhisselâma
îmân edip, onu ilk tasdik eden zât idi. Zirâ annesi, hazret-i Yahyâ'ya hâmile
iken, hazret-i Meryem de Îsâ aleyhisselâma
hâmile idi. Karşılaştıkları bir sırada; “Meryem hâmile misin?” dedi. Hazret-i
Meryem; “Evet” deyince, Yahyâ aleyhisselâmın
annesi; “Karnımdakinin senin karnındakine tâzim ettiğini görüyorum” dedi. Yahyâ
aleyhisselâmın hazret-i Îsâ'yı ilk tasdiki
budur. Allahü teâlâ, hazret-i Âdem'i
anasız ve babasız yarattığı gibi, hazret-i Îsâ'yı da yalnız babasız olarak
yarattı. Hazret-i Havvâ ise, Âdem aleyhisselâmın
kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Bu üç insanın yaratılışında hikmetler vardır.
Hazret-i Meryem iffet ve nâmus timsâli bir hanım idi.
Îsâ aleyhisselâm dünyâya gelince, hazret-i Meryem
kundakladı beşiğe koydu ve alıp kavmine götürdü. Kavmi; “Meryem! Sen ne yaptın:
Baban fenâ adam değildi. Anan da öyle. Sen bir fenâ iş işlemişsin” deyip onu
taşlamak için ellerine taş aldılar. Hazret-i Meryem; “Ondan sorunuz?” diye
eliyle hazret-i Îsâ'yı işâret etti. “Biz beşikteki çocukla nasıl söyleşelim”
dediler. Bu sırada hazret-i Îsâ söze başladı: “Ben Allah'ın kuluyum. Bana kitap
verdi ve beni peygamber etti ve nerede olsam beni mübârek kıldı. Doğduğum,
öldüğüm ve tekrar dirildiğim gün bana selâmet vere” dedi. Yahudiler bunu
işitince şaşırıp, hazret-i Meryem'den el çektiler. Fakat babasız çocuk olur mu?
diye aralarında dedikodu çoğaldı. İblis, İsrâiloğullarının sohbet meclislerine
gelip, hazret-i Zekeriyyâ'ya, Meryem ile ilgili olarak, iftirâda bulundu ve;
“Onun yanına giren çıkan o idi” dedi. Bunun üzerene İsrâiloğulları Zekeriyyâ aleyhisselâmı aramaya başladılar. İsrâiloğulları
bühtan ve iftirâ ile peşine düşüp öldürmeye karar verdiler. Yahudilerin bu
iftirâlarını ve öldürme plânlarını öğrenen Zekeriyyâ aleyhisselâm;
“Tâkât getirilmeyen şeyden uzaklaşmak, peygamberlerin sünnetidir” kâidesince, o
dinsizlerin bulunduğu yerden uzaklaştı. Yahudiler onu yakalamak için peşine
düştüler. Zekeriyyâ aleyhisselâm Beyt-ül-Makdis
yakınlarında ağaçlı bir bahçeye girdi. Bir ağacın yanından geçerken, ağaç; “Ey
Allah'ın peygamberi! Bana gel” diye seslendi. Ağaç yarıldı ve içine girdi.
Sonra kapandı ve onu gizledi. İsrâiloğulları, Zekeriyyâ aleyhisselâmın izini tâkib ettiler. “Ne tarafa gitti, izini
kaybettik” diyerek aynı ağacın dibinde oturdular. O zaman mel’ûn iblis, işin
içine girerek, insan sûretinde, Zekeriyyâ aleyhisselâmı
arayanların yanına geldi. Onlara ne aradıklarını sorunca; “Biz Zekeriyyâ'yı (aleyhisselâm) arıyoruz” diye cevap verdiler. Sonra
İblis “Bu ağacı bıçkı ile kesin. Burada ise meydana çıkar, yoksa ne
kaybedersiniz?” dedi. “Belaların en şiddetlisi, peygamberlere gelir” Hadîs-i şerîfi
mucibince kâfirler o ağacı biçerek, o mübârek peygamberi şehîd ettiler. Rivâyet
edildi ki; Testere mübârek başına değince, o yüce peygamber ah etmek istedi. Cenâb-ı Hak'tan vâsıtasız veya vâsıtalı, vahiyle;
“Ey Zekeriyyâ! Şikayette bulunma!” diye nidâ geldi. Zekeriyyâ aleyhisselâm da tevekkül ve sabır gösterdi. Oğlu
Yahyâ aleyhisselâm da, meşhûr kavle göre, zâlim
yahudi hükümdârı Birinci Herod tarafından şehîd edilmişti. (Bakınız Yahyâ aleyhisselâm)
1-
Zekeriyyâ aleyhisselâmın kalemleri, kendi
kendine Tevrât'ı yazar idi. Bir gün Beyt-i Makdis'de, maiyetinde yetmiş kişi
olduğu hâlde Tevrât'ı yazarlarken yahudilerden biri gelip; “Hak peygamber olsaydın,
elinle Tevrât yazmağa muhtâç olmazdın. Sen de yanındakiler gibi yazıyorsun,
aranızda hiç bir fark görmüyorum” diye konuştu. Hazret-i Zekeriyyâ bu söze çok
üzüldü ve merâklandı. Cebrâil aleyhisselâm gelip; “Ey Zekeriyyâ, buradan kalkınız!
Kaleminize emrediniz, kendi kendine yazsın” dedi. Hazret-i Zekeriyyâ kalkıp,
emredince, kalem istenen şeyi yazmaya başladı. O saatte kalem oniki sûre yazdı.
Bu mûcize ile bir çok kimse îmân etti.
2-
Zekeriyyâ aleyhisselâm hazret-i Meryem'i
terbiyesi altına aldığı vakit, yazılması lâzım gelen kefaletnameyi, kalemsiz,
hokkasız yazmışlardır.
3- Kur'ân-ı kerîmde bildirildiği gibi, Zekeriyyâ aleyhisselâm ve Beyt-i Makdis'deki âlimler arasında
hazret-i Meryem'in kefaleti hakkında meydana çıkan ihtilaf üzerine, herkes
kendi kalemini Ürdün suyuna atmış, yalnız hazret-i Zekeriyyâ'nın kalemi suyun
üzerinde kalmıştı.
4-
Ağaçlar, Zekeriyyâ aleyhisselâm ile
konuşurlardı. Yahudilerden bir tâife kendisini şehîd etmek üzere
araştırırlarken, bir ağaç; “Ey Allah'ın peygamberi! Gel bende gizlen. Seni
muhâfaza ederim” diye dile gelmişti.
5-
Zekeriyyâ aleyhisselâm su üzerinde yürür ve
mübârek ayakları ıslanmazdı. Kendisi için suda yürümekle, karada yürümek
arasında fark yoktu.
6-
Zekeriyyâ aleyhisselâmdan mûcize istendiği
zaman, yakınlarındaki ağaçlara mübârek eliyle işâret etmiş, ağaçlar birden
bire, köklerinden kopup, huzûruna, emre hazır vaziyette gelmiştir.
Zekeriyyâ aleyhisselâmın kıssasında duâ ve duânın nasıl yapılacağına, ne için duâ edileceğine işâretler vardır. Duâ, en fazîletli ibâdetlerdendir. Çünkü duâ, Allahü teâlânın Rab oluşunu kabûl ve îtirâf etmek, rızâsını kazanmakta ve tevâzûda ihlâslı ve samîmi olma ve her şeyin sâhibi ve Mâliki olan Allahü teâlâya muhtâçlık gibi mânâları ifâde eder. İhlâsla ve hudû ile yapılan duâ kabûl olur. Kalb gaflette iken yapılan duâ kabûl olmaz.
Allahü teâlâ Dâvûd'a (aleyhisselâm); “Bana gaflet hâlinde iken duâ etme. Sana gadabımla karşılık veririm” diye vahyetti.
Sâlihlerden birisi şöyle dedi: “Mü’minin duâsı, onun iyi, amelleridir.” Bunun mânâsı; “Sâlih kimselerin duâsı kabûl olur” demektir. Kabûl olunan duâ, Allahü teâlâya tam bir dönüş, yalvarıp, yakarma ve ihlâs ile yapılan duâdır. Böyle bir duâyı da sâlih kimseler yapar. Günâhlara dalmış, Allahü teâlâdan ve O'nun âyetlerinden gâfil ve habersiz kimse, dili ile duâ eder. Çünkü onun kalbi, nefsinin arzu ve istekleri ile meşgûldür. Böyle bir kimsenin kalbinde, samîmi olarak Allahü teâlâya dönüş ve günâhlarına pişmanlık durumu olsa idi, üzerinde bulunduğu günâhları terkeder, onlardan dolayı pişmanlık duyar ve yaptığı günâhlar sebebiyle Allahü teâlâdan hayâ ederdi.
Denilir ki: “Günâh, kalbde siyah bir nokta gibidir. Kul tevbe ettiği zaman, kalbden bu siyahlık gider. Eğer günâh işlemeye devam ederse, kalbi kararır ve kör olur.”
Enes bin Mâlik'in rivâyet ettiği hadis-i kudsîde, Allahü teâlâ Âdemoğluna; “Seninle benim aramda olan şey; senden duâ, benden kabûl etmektir.” buyurmuştur. Duâ, Allahü teâlâya ibâdet, O'na boyun eğmek ve tâzimdir. Duâdan faydalanan, duâyı yapan kimsedir. Kul duâ etmekle ya bir dileğine kavuşur veya sevâb kazanır. Resûlullah efendimiz; “Dua; mü’minin silâhı, dînin direği, göklerin ve yerin nûrudur”, “Genişlik zamanında çok duâ eden kimsenin, belâ ve musîbet zamanında yaptığı duâları kabûl olur” buyurdu.
Allahü teâlâya samîmiyetle dönmüş, O'ndan korkan kimsenin duâsı geri çevrilmez. İnsan bâzan kendisine faydası olmayan dünyâ işleri için duâ eder. Bu duâsı kabûl olunmaz. Bu husûsta Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “İnsan, hayra duâ eder gibi, (kızınca) fenâlığa da duâ eder (zararına olarak bedduâda bulunur). İnsan (akıbetini düşünmemekle) pek aceleci olmuştur.” (İsrâ sûresi: 11) İnsan, dünyâ işlerinde kendisine hayırlı olan ile olmayanı birbirinden ayıramaz. Hayırlı olan için duâ ettiği gibi, şer olan için de duâ eder. İnsan, duâsının hemen kabûl olmasını ister. Halbuki bâzan duânın kabûlünün geciktirilmesi onun için daha hayırlı olur.
Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve selem) mübârek zevcesi Hafsa vâlidemiz buyurdu ki; Resûlullah (sallallahü aleyhi ve selem) uyumak istedikleri zaman, sağ elini mübârek yanaklarının altına kor ve üç defâ; “Allah'ım! Kullarını dirilttiğin gün beni azâbından koru” buyururlardı.
Âişe vâlidemiz bildirdi: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve selem) geceleyin uyandıkları zaman; “Allah'ım! Senden başka ilâh yoktur. Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Yâ Rabbî! Hatalarım için senden af ve mağfiret dilerim. Senden rahmetini dilerim. Allah'ım! İlmimi arttır. Bana hidâyetten sonra kalbimi saptırma. Bana yüce katından rahmetini ihsân eyle. Muhakkak ki sen herkese istediğini vericisin” duâsını okurdu.
Selmân-ı Fârisî'nin bildirdiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve selem) “Muhakkak ki Allahü teâlâ, huzûrunda ellerini uzatıp kendisinden isteyen kulunun ellerini boş çevirmekten hayâ eder” buyurdu.
Hazret-i Ali anlattı: Ben Kâbe-i muazzamada tavâf ederken birisi ile karşılaştım. Kâbe'nin örtüsüne yapışmış; “Ey her şeyi işiten, her isteyenin istediğini bilen, ey ısrâr edenlerin ısrârından rahatsız olmayan Allah'ım! Beni affın ve rahmetinin tatlılığı ile rızıklandır” diye duâ ediyordu. Ben de; “Ey Allah'ın kulu! Sözünü bana bir defâ daha tekrar eder misin?” dedim.O zât; “Sen benim söylediğimi işittin mi?” deyince, cevaben; “Hızır'ın nefsi yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, herhangi bir kul, bu sözleri her farz namazın peşinden söylerse, onun günâhları af ve mağfiret olunur” dedim. Hazret-i Ali bu zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu keşfen anlamıştı.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Rabbinize yalvararak ve gizlice duâ ediniz...” (A’râf sûresi: 55), “Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm. Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak Cehennem’e gireceklerdir” buyurdu. (Mü’min sûresi: 60)
Duâ, ihtiyâcın anahtarıdır. İhtiyaç sâhibi olanların istirâhat mahallidir. Sıkıntı sâhiplerinin sığındığı yerdir. Dert ve hacet sâhibi olanların nefes aldıkları alandır. Duânın âdâbı, duâ yapılırken kalbin gafletten uzak olmasıdır. Duânın şartı ise, duâ yapanın helâl yemesidir.
Enes bin Mâlik (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatıyor: Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve selem) zamanında Şam ile Mekke arasında mal ticâreti yapan bir tüccar vardı. Bu zât, Allahü teâlâya tevekkül eder, kâfile ile birlikte yola çıkmaz, yalnız giderdi. Bir gün Şam'dan Mekke'ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda bir eşkıya gelerek, tüccara “Dur” diye bağırdı. Tüccar durdu ve eşkıyaya dönerek; “Senin istediğin malımdır, bana yol ver” dedi. Eşkıya; “Senin malın zâten malımdır, kastım sanadır” deyince, tüccar; “Senin işin malım iledir. Bana yol ver, beni ne yapacaksın?” dedi. Eşkıya bu teklifini reddedince, tüccar; “O hâlde bana bir süre izin ver de, abdest alıp namaz kılayım ve Allahü teâlâya duâ edeyim” dedi. Eşkıya; “Aklına gelen şeyi yapabilirsin” diyerek tüccara izin verdi. Tüccar önce abdest alıp dört rekat namaz kıldı. Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti; “Yâ Rabbî, Yâ Rabbî! Ey yüce Arş'ın sâhibi, ey yoktan var eden ve öldükten sonra tekrar dirilten ey dilediğini yapan, Allah’ım! Arş'ın dört tarafını dolduran nûrun hürmetine sana yalvarıyorum, bütün mahlûkâta hâkim olan kudretin hürmetine, her şeyi kuşatan rahmetin hürmetine, sana yalvararak istiyorum. Ey çâresiz kalanların imdadına yetişen!” Üç kere bu duâyı tekrar etti. Tüccar duâsını bitirir bitirmez, karşıdan kır atlı, beyaz elbiseli ve elinde nûrdan süngüsü ile bir süvâri geldi. Eşkıya hemen bu süvâriye yöneldi. Eşkıya yaklaşınca, o süvâri ona hücûm ederek öyle bir darbe indirdi ki hemen atından düştü. O süvâri tüccara gelerek; “Kalk ve bu adamı öldür” dedi. Tüccar; “Sen kimsin? Ben şimdiye kadar adam öldürmedim ve bu adamı öldürmek istemiyorum” dedi. Bunun üzerine süvâri, şakînin yanına giderek onu öldürdü. Sonra tüccarın yanına geldi ve; “Bil ki ben üçüncü semâdan gelen bir meleğim. İlk önce duâ ettiğinde semânın kapılarında kılıç şakırtıları işittik ve vukûât olduğunu anladık. İkinci yalvarışında semânın kapıları açıldı ve ateş kıvılcımları gibi kıvılcımlar ortaya yayıldı. Üçüncü yakarışından sonra üst semâdan Cebrâil aleyhisselâm inerek bize geldi ve; “Bu belâyı kim defedecek?” diye seslendi. Bunu duyunca, Rabbime, bu eşkıyayı öldürme vazifesini bana vermesi için duâ ettim. Ey Allah'ın kulu iyi bil, kim senin duâ ettiğin gibi duâ ederse, Allahü teâlâ, her çeşit dert ve sıkıntısını, uğradığı musîbeti ondan uzaklaştırır. Kendisine yardımda bulunur” dedi. Şakîden kurtulan tacir sağ salim olarak malı ile Mekke'ye gelince, Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve selem) ziyâret ederek, başından geçen olayı ve yaptığı duâyı anlattı. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) bunun üzerine; “Şüphesiz ki Allahü teâlâ sana öyle güzel isimler (Esmâ-i hüsna) bildirmiştir. Bunlarla duâ edilirse kabûl edilir, bir şey istenirse ihsân edilir.” buyurdular. Arabî şiir tercümesi:
Delikanlının akıttığı göz yaşı.
Gizli olan hislerinin tercümânı.
Alıp verdiği nefeslerinin hepsi,
Eder ifşa içindeki gizli sırları...
Horasan valisi Abdullah bin Tâhir, çok adil idi. Jandarmaları birkaç hırsız yakalamış, valiye bildirmişlerdi. Hırsızlardan biri kaçtı. Hiratlı bir demirci Nişabur'a gitmişti. Bir zaman sonra, evine dönüp gece giderken, bunu yakaladılar. Hırsızlarla beraber, valiye çıkardılar. Vali; “Hapsedin!” dedi. Demirci, hapishanede abdest alıp namaz kıldı. Ellerini uzatıp; “Yâ Rabbî! Günâhım olmadığını, ancak sen biliyorsun. Beni bu zindandan, ancak sen kurtarırsın. Yâ Rabbî! Beni kurtar!” diye duâ etti. Vali, o gece rüyâda dört kuvvetli kimse gelip, tahtını tersine çevirecekleri vakit uyandı. Hemen abdest alıp, iki rekat namaz kıldı. Tekrar uyudu. Tekrar, o dört kimsenin, tahtını yıkmak üzere olduğunu gördü ve uyandı. Kendisinde, bir mazlumun âhı bulunduğunu anladı. Şiir:
Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,
Gözyaşının seher vakti yaptığını.
Düşman kaçıran süngüleri, çok defâ,
Toz gibi yapar, bir mü’minin duâsı.
Yâ Rabbî! Büyük yalnız sensin! Sen Öyle bir büyüksün ki, büyükler ve küçükler, sıkışınca, ancak sana yalvarır. Sana yalvaran, ancak murâdına kavuşur.
Hemen o gece, hapishane müdürünü çağırıp; “Bir mazlum kalmış mı?” dedi. Müdür; “Bunu bilemem. Yalnız, biri namaz kılıp, çok duâ ediyor. Göz yaşları döküyor” deyince, onu getirtti. Hâlini sorup anladı, özür dileyip; “Hakkını helâl et ve bin gümüş hediyemi kabûl et ve herhangi bir arzun olunca bana gel!” diye ricâ etti. Demirci; “Hakkımı helâl ettim ve hediyeni kabûl ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeğe gelmem” dedi. Vali; “Niçin?” diye sorunca; “Çünkü, benim gibi bir fakir için, senin gibi bir sultânın tahtını birkaç defâ tersine çeviren sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına götürmekliğim kulluğa yakışır mı? Namazlardan sonra ettiğim duâlarla, beni nice sıkıntıdan kurtardı. Nice murâdıma kavuşturdu. Nasıl olur da, başkasına sığınırım? Rabbim, nihâyeti olmayan rahmet hazînesinin kapısını açmış, sonsuz ihsân sofrasını, herkese yaymış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de, vermedi? İstemesini bilmezsen alamazsın. Huzûruna edeble çıkmazsan, rahmetine kavuşamazsın” dedi.
İbadet eşiğine, kim ki, bir gece baş kodu,
Dostun lütfu, açar ona, elbette bibr kapu.
Evliyânın büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi aleyhâ), adamın biri duâ ederken; “Yâ Rabbî! Bana rahmet kapısını aç!” dediğini, işitince; “Ey câhil! Allahü teâlânın rahmet kapısı; şimdiye kadar kapalı mı idi de şimdi açılmasını istiyorsun?” dedi. (Rahmetin çıkış kapısı, her zaman açık ise de, giriş kapısı olan kalpler, herkesde açık değildir. Bunun açılması için duâ etmelidir!)
Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “(Ey Habîbim!) Kullarım sana beni sorunca; (haber ver ki) muhakkak ki ben (ilim ve icâbetle onlara şah damarlarından daha) yakınımdır. Bana duâ edince ben o duâ edenin dâvetine icâbet ederim. O hâlde onlar da benim dâvetime (itaatle) icâbet (Tefsîr-i Mazharî'de bu kısma; “Benden duâlarına icâbet etmemi taleb etsinler” şeklinde de mânâ verilmiştir.) ve bana îmân (da devam) etsinler. Tâ ki (o sayede) doğru yola ulaşmış olalar. (Bakara sûresi: 186)
“Rabbiniz buyurdu ki: Bana duâ edin. Size icâbet (ve duânızı kabûl) edeyim. Çünkü bana ibâdetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar hor ve hakîr kimseler olarak Cehennem’e gireceklerdir.” (Mü’min sûresi: 60)
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Hadîs-i şerîflerde; “Allahü teâlâ katında duâdan makbûl ve kıymetli hiç bir şey yoktur.”
“Kul, duâsında üç şeyin birini almaktan şaşmaz. Ya duâ sayesinde günâhı bağışlanır, veyahut peşin bir mükafat alır, yahut âhırette karşılığını bulur” buyurdu.
Hiç bir sakınma, takdiri değiştirmez. Fakat duâ, inmiş ve inmemiş olan şeylere fayda verir. Bela iner, onu duâ karşılar. İkisi, kıyâmet gününe kadar mücâdele ederler. Kazâ-i mu'allak, Levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel yapıp, duâsı kabûl olursa, o kazâ değişir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabûl olan duâ, o belâ gelirken korur.” Duânın belâyı defetmesi de kazâ ve kaderdir. Kalkanın oka siper ve suyun, otun yetişmesine sebep olduğu gibi, duâ da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. Bir Hadîs-i şerîfte; “Kazâ-i mu'allakı hiç bir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü yalnız ihsân, iyilik arttırır” buyruldu. Kazâ, Allahü teâlânın takdirinin yâni kaderinin levh-i mahfûzda yazılmasıdır. Bir kimseye takdir edilen belâ, kazâ-i mu'allak ise, yâni o kimsenin duâ etmesi de takdir edilmiş ise, duâ eder; kabûl olunca, belâyı önler. Ecel-i kazâyı da, iyilik etmek geciktirir. Fakat Ecel-i müsemmâ değişmez. Ecel-i kazâ; bir kimse, eğer iyi iş yapar, yahut sadaka verir, hac ederse ömrü altmış sene, bunları yapmazsa kırk sene diye takdir edilmesi gibidir. Vakit tamam olunca, eceli bir an gecikmez. Birinin üç gün ömrü kalmış iken, akrabâsını, Allah rızâsı için ziyâret etmesi ile ömrü otuz seneye uzar. Otuz sene ömrü olan kimse de akrabâsını terk ettiği için, ömrü üç güne iner.
Hadîs-i şerîflerde buyruldu ki:
“Allahü teâlâ katında duâdan daha kıymetli bir şey yoktur.”
“Allahü teâlâ kendisinden istemeyene gazâb eder.”
“Dua, mü’minin silâhıdır.”
“Dua dînin direğidir.”
“Dua, göklerin ve yerin nûrudur.”
“Rabbini anan ile anmayan kimsenin durumu, diri ile ölünün durumu gibidir.”
“Kimi, şiddetli sıkıntı zamanlarında, Allahü teâlânın duâsını kabûl etmesi sevindirirse, genişlik zamanında çok duâ etsin.”
Duâ
âdabından bir kısmı rükündür. Bunlar; Ehl-i sünnet îtikâdında ve ihlâs sâhibi
olmaktır. Bir kısmı, haramlardan sakınmak gibi şartlardır. Bunların dışında
kalanların bir kısmı müsteâblar ve mekruhlardır. Diğer bir kısmı da; yapılması,
terkinden evla olanlardır.
Bu edebler
ve şartlardan bâzıları şunlardır:
1- Yemede,
içmede, giyimde ve kazançta haramdan sakınmak.
2- İhlâslı
olmak.
3- Duâdan
önce sâlih amel yapmak. Şiddetli sıkıntı zamanında yaptığı sâlih ameli
zikretmek.
4-
Kirlerden ve pisliklerden temizlenmek.
5-
Abdestli olmak ve kıbleye yönelmek.
Câbir bin
Abdullah'ın (radıyallahü anh) rivâyetinde; Resûl-i ekrem (sallallahü
aleyhi ve sellem) Arafat’ta kıbleye dönerek akşama kadar duâ etti
buyurdu. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Muhakkak ki sizin Rabbiniz, hayâ ve kerem
sâhibidir. Kulları ellerini kaldırıp kendisinden bir şey istedikleri zaman,
onları boş çevirmekten hayâ eder” buyurdu.
6- Rükû ve
secdeli namaz kılmak. (Burada murâd, kılınan namazdan sonra yapılacak duâdır)
7- İki dizler
üzerine oturmak.
8- Duânın
başında ve sonunda önce Allahü teâlâya
hamd edip, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) salevât okumak!
Duâya
besmele ile başlamak; Seleme bin Ekvâ (radıyallahü anh)
nakletti ki: “Sübhâne
Rabbiy el aliyy-il-a'lelvehhâb” demeden, Resûlü ekremin hiç bir
duâya başladığını duymadım.”
Ebû
Süleymân Dârânî (rahmetullahi aleyh) buyurdu
ki: Allahü teâlâdan bir şey isteyen
kimse, önce salevât-i şerîfe getirsin, sonra ihtiyâcını istesin ve sonra
salevât-i şerîfe ile duâsını bitirsin. Allahü teâlâ,
iki taraftaki salevât-i şerîfeyi kabûl ederken aradaki dileği kabûl etmemesi
O'nun keremine yakışmaz.” Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Allah'tan bir şey
dileyeceğiniz zaman, salevât-i şerîfe ile başlayın. Zirâ Allahü teâlâ iki dilekten birini kabûl edince diğerini reddetmeme
husûsunda daha keremlidir.”
9-
Ellerini açmak (yani avuçlarını yummamak).
10- İki
elleri kaldırmak (yani elleri dizlerden uzaklaştırıp, semâya doğru kaldırmak.
Çünkü semâ, duânın kıblesidir.)
11- Elleri
omuz hizasına kadar kaldırmak.
12- Edeb
üzere olmak, (yani zâhiren, bâtınen, söz ve fiille edeb üzere olmak).
13- Huşû
üzere olmak. Huşûun korku olduğu söylenmiştir. En doğru olan odur ki, huşû'dan
murâd, batının sükûnudur. Bâtının sükûn bulmasından, zâhirîn sükûnu meydana
gelir. Bunu şu Hadîs-i şerîf teyit
etmektedir; Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), sakalları birbirine
karışmış birisini görünce; “Kalbinde huşû olsa idi, âzâlarında da huşû olurdu” buyurdu.
Allahü teâlâ Mü’minün sûresinin ilk iki
âyetinde meâlen; “Mü’minler muhakkak kurtulacaktır. Onlar, namazları huşû ile kılanlardır”
buyuruyor.
14- Bütün
âzâları tezellül ve hudû üzere olmak. Yâni bütün âzâların hudû (boyun eğme) ile
beraber, sükûn üzere ve hareketsiz olması.
15-
Namazda duâ edenin, gözlerini semâya kaldırmaması.
16- Allahü teâlâya, Esmâ-i hüsna'sı ve yüce sıfatları
ile duâ etmek. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “En güzel isimler, Allahü teâlânındır. O hâlde Allahü teâlâya bu isimlerle duâ edin. Allahü teâlânın isimlerinde ilhâd edenleri yâni isimleri değiştirenleri
terk edin. Onlar âhırette yaptıklarının cezâsını çekeceklerdir”
buyuruyor. (A’râf sûresi: 180)
17- Duâyı,
edebî sözlerle yapmaya zorlanmamalıdır.
Duâda
yapmacık sözlerden sakınmak lâzımdır. Duâ eden (kapıdaki sâil, isteyici
gibidir.); tevâzû ve huşû içinde istemeli ve külfetli sözlerden sakınmalıdır. Resûl-i ekrem bu husûsta; “İleride, duâda haddini tecâvüz eden cemâatler
türeyecektir” buyurdu.
Duâda
yapmacık sözler sarf edenleri Allahü teâlâ
sevmez. Hadîs-i şerîfte; “Duada yapmacık
sözlerden kaçının. Allah'ım senden Cennet’i ve beni Cennet’e yaklaştıracak söz
ve ameli diler; Cehennem’den ve Cehennem’e yaklaştıracak söz ve işlerden sana
sığınırım demek kâfidir” buyruldu.
Allahü teâlânın
sevgili kullarından bir zât, yapmacık sözlerle duâ eden bir duâhana rastladı.
Bunun böyle seci' ve yapmacık sözlerle duâ ettiğini görünce; “Bu seci' ve bu
külfeti Allah'a karşı mı yapıyorsun? Bilmiş ol ki, ben Habîb-i Acemî'yi şöyle
duâ ederken gördüm; Allah'ım bizi iyilerden yap. Allah'ım kıyâmet günü bizi
mahcub etme. Allah'ım bizi iyi işler yapmaya muvaffak eyle. İnsanlar da onun
duâsına âmin derlerdi. Çünkü duâsının makbûl olmasıyla tanınmış bir zât idi”
dedi.
18- Nağme
yaparak duâ etmemek.
19-
Peygamberleri (aleyhisselâm) ve sâlih kimseleri
vesile ederek duâ etmek. Çünkü onlar, hem Allahü
teâlâya ve hem de kullarına karşı hakları en kâmil şekilde yerine
getirmektedir.
20- Duâ
ederken sesi alçaltmak. Yâni gizli olarak duâ etmektir. Gizli duâ etmek, Allahü teâlânın katında makbûldür. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) Allahü
teâlânın İsrâ sûresi 110. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurduğu; “Namazında ne
fazla sesini yükselt, ne de sesini gizle. Orta derecede oku” kavl-i
kerîmindeki “bisalatike”
den murâdı; “Dualarınızı bağırarak yapmayın hafif sesle yapın demektir”
buyurdu. Nitekim Allahü teâlâ, duâsını
gizlice yaptığı için Zekeriyyâ aleyhisselâmı
senâ etmek (övmek) üzere meâlen şöyle buyurdu: “O, Rabbine gizlice niyaz ettiği zaman...”
(Meryem sûresi: 3)
21- Duâ
ederken, günâhını îtirâf etmek.
22- Duâ
ederken Resûlullah efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirilen sahih duâları
tercih etmek. Çünkü Peygamber efendimizden
bildirilen duâlar, başka duâlara hacet bırakmamıştır.
23- Güzel
mânâ ve maksatları veya Allahü teâlâya senâyı
ihtivâ eden duâlarla duâ etmektir.
24- Duâ
eden önce kendisine, sonra ana-babaya ve diğer mü’minlere duâ etmelidir. Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâmın
meâlen şöyle duâ ettiğini bildirdi: “Ey Rabbimiz! Hesap (ların görüleceği ve
mahkeme) kurulacağı
kıyâmet günü, beni, ebeveynimi ve bütün mü’minleri bağışla!”
(İbrâhim sûresi: 41).
25- Eğer
duâ eden imâm ise, yalnız kendisine duâ etmemelidir.
26- Allahü teâlâdan azîmle istemektir.
Duâsında
azîmli ve kabûlünden ümîdli olmak sûretiyle Allahü
teâlâya karşı hüsn-i zanda bulunmaktır. Bu husûstaki hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: “Dua ettiğiniz
zaman; Allah'ım! Dilersen beni mağfiret eyle, dilersen bana rahmet eyle,
demeyin. İsteyeceğinizi kat’î sûretle Allahü teâlâdan isteyin. Zâten O'nu icbar
edecek hiç bir kuvvet yoktur.”
“Sizden biriniz duâ
ettiği zaman kabûl olunacağına büyük ümîd beslesin. Çünkü onun kabûlü Allahü teâlâ için kolaydır.”
“Dua ettiğiniz zaman,
kabûl olunacağına inanarak Allah'a duâ edin. Bilmiş olunuz ki, gafletle yapılan
duâları Allahü teâlâ kabûl etmez.”
Süfyân bin
Uyeyne (radıyallahü anh); “Kimsenin kusurları
onu duâ etmekten alıkoymasın. Çünkü Allahü teâlâ,
en kötü mahlûk olan şeytanın bile duâsını kabûl etmiştir.” Şeytan, rahmet
kapısından kovulduğu vakit; “Rabbim! (insanlar) dirilinceye kadar bana mühlet ver”
diye duâ edince; “Vakt-i ma'lûma kadar mühlet verilmişlerdensin. Sana muayyen bir zamana
kadar müsâde edilmiştir.” (A’râf sûresi: 14-15) buyurmuş ve dileğini
kısmen olsun kabûl etmiştir.
27-
İstekle duâ etmelidir.
28- Duâyı
kalbden yapmalıdır. Duâ yaparken kalbi hazır bulundurmalıdır (yani kalbi başka
düşüncelerden temizlemelidir.)
29- Allahü teâlânın, duâsını kabûl edeceğini ümîd
ederek duâ etmelidir.
Tekrar
tekrar isteyerek duâda ısrâr etmektir: İbn-i Mes’ûd’un (radıyallahü anh) Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) hakkındaki
rivâyetlerde; “Dua ettiği zaman üç kere duâ eder ve Allahü
teâlâdan bir şey istediği zaman üç kere isterdi.” Aynı zamanda duâda
acele edip gecikmekten üzüntü duymamak lâzımdır. Zirâ Resûl-i ekrem (sallallahü
aleyhi ve sellem); “Allahü
teâlâ duânızı kabûl eder. Tâ ki duâ ettim, hâlâ
kabûl olmadı deyip acele etmedikçe. Allahü teâlâdan daha çok isteyin. Çünkü
siz kerem sâhibinden istiyorsunuz?” buyurmuştur.
Hattâ
zâtın biri; “Allahü teâlâdan yirmi
senedir dilekte bulundum; henüz dileğim yerine gelmedi. Fakat duânın kabûl
edileceğinden emînim. Bundan ümidimi kesmem, istediğim şey boş ve lüzumsuz
şeyleri terketmekte bana yardımcı olmasıdır” dedi.
30- Duâyı
birkaç kere tekrar etmelidir. Duâyı en az üç kere tekrar etmelidir.
31- Dinen
uygun olmayan bir şey için duâ etmemelidir.
32-
Tâhâccur etmemeli. Yâni, Allah'ım beni af ve mağfiret et. Benden başkasını af
ve mağfiret etme veya Allah'ım falancayı af ve mağfiret etme dememelidir.
33- Bütün
hacetlerini istemelidir.
34- Duâ
eden ve dinleyen âmin demelidir.
35- Duâ
ettikten sonra ellerini yüzüne sürmelidir.
36- Duâ
ederken acele etmemelidir.
Âlimler
buyurdular ki; “Kul, Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirilen zikirlere,
sabah, akşam ve muhtelif hâllerde ve vakitlerde, gece veya gündüz devam edince Allahü teâlâyı çok ananlardan olur.”
Zikir,
sâdece tehlil, tesbîh ve tekbîrden ibâret değildir. Allahü
teâlânın beğendiği ve râzı olduğu işleri yapan herkes zikretmiş
olur. En fazîletli zikir, Kur'ân-ı kerîm
okumaktır.
Gece veya
gündüz yahut bir namazın peşinden veya bunlardan başka zamanlarda zikredenlerin
(Allahü teâlâyı ananların), mümkün olduğu
kadar aynı vakitlerde zikredip, bunu ihmâl etmemesi gerekir. Böylece, Allahü teâlâyı anma âdet hâline getirilir.
Duânın, şu
vakitlerde daha çok kabûl olacağı ümîd edilir: Kadir gecesi, Arefe günü,
Ramazân ayında, Cumâ gecesi, Cumâ günü, gece yarısı, gecenin ikinci yarısında,
gecenin ilk üçte birinde, gecenin son üçte birinde, seher vaktinde, Cumâ
saatinde, (bu saatin vakti imâmın hutbede minbere oturması ile Cumâ namazının
edâ edilmesine kadar olan zamandır denilmiştir. Bu vakit hakkında çeşitli
rivâyetler vardır. İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi aleyh)
buyurdu ki: “Sahîh ve doğru olan; Sahîh-i Müslim’de Ebû Mûsâ el-Eş’arî’den
rivâyet edilen hadîs-i şerîfte sabit
olandır. Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “(Duanın
kabûl olduğu vakit) imâmın minberde oturmasından, selâm vermesine kadar olan
müddettir.” Hülasa; duânın kabûlünün ümîd edildiği vakit tam belirli
olmayıp, muhtelif vakitler arasında bulunmaktadır.) Ezân ile ikâmet arasında,
Allah yolunda cihâd için saf tutulduğu sırada, harb kızıştığı zaman, farz
namazlardan sonra, secdelerde, (Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü
anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte,
Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kulun, Allahü teâlâya en yakın olduğu vakit, secde ettiği vakittir. O hâlde
secdede iken çok duâ ediniz.” Kur'ân-ı
kerîm okuduktan sonra (bilhassa hatim ettikten sonra), Zemzem suyu
içildiğinde, (İbn-i Abbâs'ın (radıyallahü anh)
rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Zemzem suyu ne için içildi ise, o hâsıl olur. Eğer şifâ
bulmak için içersen, Allahü
teâlâ şifâ verir. Korunmak isteyerek onu
içersen, Allahü teâlâ seni korur. Susuzluğunu gidermek için içersen, Allahü teâlâ senin susuzluğunu giderir.” (İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) Zemzem suyunu içerken; “Allah'ım
senden faydalı ilim, bol rızık ve her hastalıktan şifâ dilerim” derdi.)
Meyyitin yanına gelindiği zaman, (Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Hastaya veya
meyyitin yanına gittiğiniz zaman hayır söyleyiniz. Çünkü melekler, sizin
söylediklerinize âmin derler.”
Şerefli
hâllerden istifâde etmek; Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)
buyurdu ki; “Gök kapıları, İslâm ordusu ile küffâr ordusunun karşılaştığı,
yağmurun yağdığı ve farz namazlarının kılındığı zamanlarda açılır. Bu vakitleri
ganîmet bilerek duâ edin.” Mücâhid (rahmetullahi aleyh);
“Namaz, hayırlı vakitlerde saatlerde kılınır. Bu vakitlerde, namazların
peşinden Allah'a duâ edin” buyurdu. Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem); “Ezân ile ikâmet
arasında yapılan duâ reddolunmaz.” “Oruçlunun duâsı reddolmaz” buyurdu.
Seher
vakti, kalplerin berrak, her türlü düşünceden ve teşvişten uzak ve hâlis olduğu
bir vakittir. Arefe ve Cumâ günleri de Allah'ın rahmetine hazırlanmak vaktidir.
Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kulun, Allah'a en çok yakın olduğu vakit secde hâlidir.
Secdede Allah'a çok duâ edin.”
Kur'ân-ı kerîmde
meâlen buyruldu ki; “Ve seher vaktinde onlar istiğfâr ederler.”
(Zariyat sûresi: 18)
Resûl-i ekrem
de (sallallahü aleyhi ve sellem) “Gecenin üçte biri
kaldığı zaman, Allahü
teâlâ birinci kat semâya tecelli ederek; “Yok
mu istiğfâr eden, onu mağfiret edeyim, yok mu isteyen dilediğini vereyim, yok
mu duâ eden duâsını kabûl edeyim? buyurur.” Zirâ Ya’kûb aleyhisselâm; kendileri için istiğfâr dileyen
oğulları için Yûsuf sûresi 98. âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere; “Sizin için
yakında Rabbime istiğfâr ederim” demesi duâların kabûl olacağı seher
vaktini beklemek için idi. Rivâyete göre; Seher vakti kalktı, oğullarının affı
için duâ etti. Oğulları da ardından “âmîn” dediler.
Bunlar şerefli yerlerdir. Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh), Mekke-i mükerreme ehline gönderdiği mektupta, Mekke-i mükerremede duânın kabûl olduğu yerleri şöyle bildirdi: “1-Tavâfta, 2- Mültezemde (Hacer-i Esved'in bulunduğu köşe ile Kâbe-i muazzamanın kapısı arasında), 3- Mîzâbın altında (altın oluk), 4- Kâbe-i muazzamada ve onun içinde, 5- Zemzem kuyusunun yanında otururken veya Zemzem suyunu içerken, 6- Safâ ve Merve'de, 7- Safâ ile Merve arasında, 8- Tavâf edip iki rekat tavâf namazı kıldıktan sonra, Makâm-ı İbrâhim'in arkasında, 9- Arefe günü Arafat'ta, 10- Bayram gecesi güneş doğuncaya kadar Müzdelife'de, 11- Minâda 12- Şeytan taşlama ânında.”
Duâları
kabûl olanlar şunlardır: 1- Çâresiz ve muhtâç olanın duâsı, 2- Mazlumun duâsı,
3- Babanın duâsı. Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh)
rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte; “Üç duâ muhakkak
kabûl olur. Bunlar; babanın duâsı, yolcunun duâsı ve mazlumun duâsıdır”
buyruldu. 5- Sâlih kimsenin duâsı, 6- İtâatkar evlâdın ana-babasına duâsı, 7-
Yolcunun duâsı, 8- İftar vakti oruçlunun duâsı, 9- Müslümanın mü’min kardeşine
gıyâbında yaptığı duâ, (Böyle bir duâ, riyâdan uzak ve ihlâsa daha yakındır.)
10- Başkasına zulmü kastederek veya akrabâsı ile alakayı kesmeye götüren bir
şey ile duâ edilmediği veya (Dua ettim de kabûl olmadı) demediği müddetçe, bir
kimsenin yaptığı duâ kabûl olur.
Ka'b-ül-Ahbâr
bildirdi ki: Mûsâ aleyhisselâm zamanında büyük
kuraklık ve kıtlık oldu. Mûsâ aleyhisselâm
İsrâiloğulları ile üç gün duâya çıktığı hâlde duâsı kabûl olmamıştı. Allahü teâlâ; “İçinizde koğuculuk yapan kimse
olduğu müddetçe duânızı kabûl etmem” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm;
“O kimdir? yâ Rabbî! Bize bildir de onu aramızdan çıkaralım” deyince, Allahü teâlâ; “Yâ Mûsâ, ben sizi koğuculuktan
menederken kendim mi koğucu olayım?” diye vahy etti. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm da; “Hepiniz koğuculuktan tevbe edin”
buyurdu, ve hepsi tevbe ettikten sonra Allahü teâlâ
onlara rahmetini verdi.
Süfyân-ı
Sevrî (rahmetullahi aleyh) anlatıyor; “Benî
İsrâil'de yedi sene yağmur yağmadı, kıtlıktan çöplüklerdeki leşleri yiyecek
vaziyete düştüler. Bu vaziyette dağlara çıkarak Allah'a duâ ettiler,
yalvardılar ve niyaz ettiler. Fakat Allahü teâlâ
onların peygamberlerine şöyle vahyetti; “Eğer bana doğru yürümekten ayaklarınız
dizlerinize kadar sürtülse, elleriniz semâya değecek gibi yüksek dağlara
tırmansanız ve duâdan dilleriniz de yorulsa, kul haklarını ödemedikçe, duânıza
icâbet etmem ve ağladığınıza acımam.” Bunun üzerine onlar kul haklarını
ödediler ve birbirleriyle helâlleştiler. Allahü
teâlâ da rahmet ve bereketini üzerlerine saçtı. Mâlik bin Dinâr da (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatıyor. Yine Benî
İsrâil, meydana gelen bir kuraklık sebebiyle duâya çıkmıştı. Allahü teâlâ peygamberlerine şöyle bildirdi: “Sen
onlara haber ver, pis beden, haram ile dolmuş mide ve kana bulanmış eller ile
karşıma çıkarak benden rahmet diliyorlar. Bu vaziyette rahmet şöyle dursun
yalnız gadabımı ve benden uzaklığı kazanırlar. Bu hâllerinden vazgeçsinler de
onlara rahmetimi yağdırayım.”
Tabiînden
olan Ebû Sıddîk Nâcî (rahmetullahi aleyh)
anlatıyor: “Süleymân aleyhisselâm maiyetiyle
yağmur duâsına çıkmıştı. Yolda sırtüstü yatan ve ayakları havada bir karınca
gördü. Karınca; “Allah'ım! Ben de senin yaratıklarından biriyim, senin
rahmetine ve senin bana vereceğin rızka muhtacım. Sen bizi başkasının suçundan
dolayı helâk etme.” diye duâ ediyordu. Bunu gören Süleymân aleyhisselâm; “Geri dönelim, yağmur için gerekli duâ
yapılmıştır” dedi.”
Evzâî (rahmetullahi aleyh) anlatıyor: “Bir gün insanlar
yağmur duâsına çıkmıştı. Bilâl bin Sa'd, Allahü
teâlâya hamd ü senâ ettikten sonra; “Ey cemâat! Kusurlu olduğunuzu
îtirâf edersiniz değil mi?” diye sordu. Halk; “Evet, Allahü teâlâ affetsin” dedi. Bunun üzerine Bilâl bin Sa'd,
cemâatiyle birlikte ellerini kaldırarak; “Allah'ım! Kusurlarımızı îtirâf ederek
huzûruna geldik. Mağfiretin, bizim gibi kusurunu îtirâf edenleredir. Allah'ım!
Sen bizi affet, bize merhamet et ve rahmetini bize indir” diye duâ etti. Allahü teâlâ da rahmetini inzal buyurdu.
Mâlik bin
Dinâr'a (rahmetullahi aleyh) “Allah'a duâ et,
bize rahmet versin” dediklerinde; “Siz yağmurun geciktiğinden şikayet
ediyorsunuz, ben ise bizim bu hâl ve hareketlerimize göre üzerimize taş
yağmasının gecikmiş olduğunu söylüyorum” dedi.
Rivâyet
olundu ki; Bir gün Îsâ aleyhisselâm bir cemâat
ile yağmur duâsı için sahraya çıktı. Orada cemâate dönerek; “Günâh işleyen ve
günâhkâr olanlar geri dönsün” buyurdu. Günâhkâr oldukları için herkes geri
döndü. İçlerinde tek bir kişi kaldı. Îsâ aleyhisselâm
ona dönerek; “Sen hiç günâh işlemedin mi?” diye sordu. Adamcağız; “Vallahi bir
defâ namaz kılarken (parmağıyla işâret ederek) şu gözüm oradan geçen bir kadına
ilişti, namazı müteakip bu gözümü çıkardım. Bundan başka günâh işlediğimi
bilmiyorum” dedi. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm;
“O hâlde sen duâ et de ben âmin diyeyim” buyurdu.O da böyle yaptı ve yağmur
yağdı.
İbrâhim
bin Edhem'e sordular ki: “Allahü teâlâ; “Ey kullarım,
benden isteyiniz, kabûl ederim, veririm.” (Mü’min sûresi 60)
buyuruyor. Halbuki istiyoruz vermiyor? Cevaben buyurdular ki: “Allahü teâlâyı çağırırsınız O'na itâat etmezsiniz.
Kur'ân-ı kerîmi okursunuz, gösterdiği
yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakk'ın
nîmetlerinden faydalanırsınız, O'na şükretmezsiniz. Cennet’in ibâdet edenler
için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennem’i asîler için
yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne
olduklarını görür, ibret almazsınız. Ayıbınıza bakmayıp başkalarının ayıplarını
araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerine taş yağmadığına, yere
batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükretsinler. Daha ne isterler? Duâlarının
netîcesi, yalnız bu olursa yetmez mi?”
Atâ
es-Sülemî (rahmetullahi aleyh) diyor ki:
“Kuraklık oldu ve yağmur duâsına çıktık. Yolda Sa'dûn el-Mecnûn'u gördüm, o da
beni görünce; “Ey Atâ, bugün insanların mezârlarından kalktıkları, dirilme günü
mü, yoksa kıyâmet günü müdür? Ne oluyor?” diye sordu. Ben; “Hayır yağmur
duâsına çıkıyoruz” dedim. Mecnûn; “Günâhkâr ve dünyâya bağlı gönüllerle mi,
yoksa Allah'a yönelmiş gönüllerle mi çıkıyorsunuz?” diye sorunca, ben; “Hayır
Allah'a bağlanmış ve tevbekar kalplerle çıkıyoruz” dedim. Mecnûn; “Ey Atâ, sen
o haktan ayrılanlara söyle, hâk ve hakîkatten ayrılmasınlar, zirâ Allahü teâlâ onları görüyor” dedi ve sonra
gözlerini semâya dikerek; “Allah'ım! Memleketimi kullarının isyânıyla helâk
etme, gâfillerin gözünden saklanan senin esma-i hüsnan ve gizli olan
nîmetlerine sığınarak memleketimi bereketlendirecek ve kullarını sulayacak bol
rahmetini senden isterim, ey her şeye kâdir olan Allah'ım!” diyerek duâ etti.
Atâ devamla diyor ki; daha duâ bitmemişti ki, gök gürledi, şimşek çaktı ve
bardaktan dökülürcesine yağmur yağmaya başladı. Bunun üzerine bir köşeye
çekilerek şöyle söyledi: “Zahid ve abidler ne güzel insanlardır. Zirâ onlar
Mevla'ları için yemeyi, içmeyi terkettiler. Allah sevgisinden gözlerine uyku
gelmedi, geceler geçti, kendileri hâlâ bîdâr yâni uyanıktılar. Allah'a kulluk
onları her şeyden alıkoydu. Gâfil insanlar onların mecnûn olduğunu
sanmışlardı.”
İbn-i
Mübârek (rahmetullahi aleyh) de hâtıralarını
şöyle anlatıyor; Şiddetli bir kıtlık ve kuraklık senesi idi. Medîne'ye gittim,
halk ile beraber yağmur duâsına çıktık. Üzerinde adi ketenden iki elbise
bulunan ve birini izâr, diğerini de peştemal olarak kullanan siyahî bir genç,
benim yanı başıma gelerek oturdu ve; “Allah'ım! Amellerimizin kötülüğü, günâhlarımızın
çokluğu senin katında yüzlerimizi kararttı, bizi terbiye etmek için rahmetini
bizden kestin. Ey hilm ve vakâr sâhibi olan, ey kulları kendisinden iyilikten
başka bir şey bilmeyen Allah'ımız, şu anda kullarına rahmetini yağdırmanı
senden dilerim” diye duâ etti. “Bu saatte bu saatte” derken gökyüzü bulandı ve
her taraftan yağmur yağmaya başladı. İbn-i Mübârek şöyle devam ediyor; oradan
ayrıldık. Fudayl'ın (rahmetullahi aleyh) yanına
gittim. Fudayl; “Ne oluyor, seni mahzûn görüyorum?” dedi. Ben de hâdiseyi
kendisine anlattım ve siyahî delikanlının durumunu söyleyince, Fudayl bir ah
çekerek yere düştü ve bayıldı.
Yine
rivâyet olundu ki; Hazret-i Ömer bin Hattâb (radıyallahü
anh), hazret-i Peygamberin amcası Abbâs'ın (radıyallahü
anh) da bulunduğu bir cemâatle yağmur duâsına çıkmıştı. Hazret-i Ömer;
“Allah'ım! Sevgili Habîbin ve O'nun amcası vâsıtasıyla sana ilticâ ediyoruz.
Sen bunların yüzü suyu hürmetine bize rahmetini yağdır” diye duâsını
bitirdikten sonra, hazret-i Abbâs elini kaldırarak; “Allah'ım! Semâdan gelen
her belâ, günâh sebebiyle gelir ve bu belâyı tevbe kaldırır. Ben sevgili
Habîbinin amcası olduğum için halk benim vâsıtamla sana müracaat ediyorlar.
İşte günâhkâr olan bizler ellerimizi sana kaldırdık, boyunlarımızı tevbe ile
karşında eğdik. Sen gayb olanı terketmeyen, beli kırılanı yalnız bırakmayan bir
koruyucusun. İşte küçükler perişân, büyükler sefil oldu. Bu yüzden şikayet
sesleri sana yükseldi. Sen âşikâreyi de gizliyi de bilirsin. Allah'ım, kulların
ümîdleri kesilip helâk olmadan onların imdadına yetiş. Zirâ senin rahmetinden
ancak kâfirler ümîd keserler. Rahmetini yetiştir” diye duâ etti. Duâsını
tamamlamadan dağlar gibi bulutlar gökyüzünü kapladı ve rahmet yağmaya başladı.
--------------------------------------------------------
1)
Tefsîr-i Kebîr
2)
Tefsîr-i Mazharî
3) Tefsîr-i
Taberî
4)
Dürr-ül-mensûr
5)
Tefsîr-i Kurtubî
6)
Bahr-ül-muhît
7)
Feth-ül-Bârî
8)
Ravdat-üs safâ; sh. 353
9)
Mecme'uz Zevaid; cild-8, sh. 208
10)
Ahsen-ül Enbâ’; sh. 21
11)
Kısas-ı Enbiyâ; cild-1 sh. 39
12)
Mir’ât-ı Kâinat; sh. 158
13)
El-Mearif; sh. 24
14)
Mu'cizât-ül enbiyâ; sh. 79
15)
Zad-ül-Mesîr
16)
Et-Tebsıra: cild-1, sh. 339
17)
Muhâdarat-ül Ebrâr; cild-1, sh. 137
18)
Târih-ül Lüga; cild-3, sh. 340
19)
El-Kâmil; cild-1 sh. 298
20) İhyau
ulûmiddîn
21) Rehber
Ansiklopedisi; cild-18, sh. 285
22) İslâm
Âlimleri Ansiklopedisi; cild-4, sh. 70
23) Tam
İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 1152
24)
Arais-ül-mecâlis; sh. 370