İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden veya velîlerden. Peygamber olup olmadığı Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmedi. Babasının ismi Şureyhâ olup, Hârûn aleyhisselâmın neslindendir. Kur'ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ tarafından öldürülüp, yüz sene sonra tekrar diriltildiği haber verilmiştir. Bu sebepten İsrâiloğulları, (Allah'ın oğlu) diye iftirâda bulunmuşlardır. Kudüs'de doğdu ve İsrâiloğullarını, Tevrât'ın hükümlerine uymaya dâvet etti. Kudüs'te vefât etti.
Üzeyr aleyhisselâm, küçük yaşından îtibâren Tevrât ilmini öğrenmişti. Zâten Tevrât'ı ezbere bilen sayılı kimselerden idi. İlâhî emirlere yüz çevirip, peygamberlerin nasîhat ve ikâzlarına kulak tıkamak sûretiyle azgınlık ve taşkınlıkta ileri giden İsrâiloğullarına, Allahü teâlâ, cezâ olarak, Bâbil hükümdârı Buhtunnasar'ı belâ etti. Buhtunnasar, çok kalabalık bir ordu hazırlayarak, Şam ve Ürdün bölgelerini istila etti. Gittiği yerlerin ahâlisine zulmediyor, savunmasız insanları zâlimce öldürüyor, genç ve işe yarar kimseleri esir alıyordu. Bu sırada Kudüs'ü de istila ve harâb etti. Mescid-i Aksâ'yı yıkıp, bağ ve bahçelerini viraneye çevirdi. Orada bulunan insanlardan pek çoğunu öldürüp, birçok genci de beraberinde Bâbil'e götürdü. Üzeyr aleyhisselâm da bu genç esirler arasındaydı. Bâbil'e gittikleri sırada, İsrâiloğullarını tesellî edip, bir gün bu esâret hayatından kurtulabileceklerini söyledi.
Üzeyr aleyhisselâm bir müddet esâret hayatı yaşadıktan sonra, elli yaşında olduğu sıralarda kaçarak, memleketi olan Kudüs'e gitmek üzere merkebine binip yola koyuldu. Kudüs yakınına gelince, bir bahçeye konup yükünü indirerek merkebini bir ağaca bağladı. Bu sırada şehrin etrâfını dolaşıp, binâlarının yıkıldığını, yollarının haraplığını bahçelerinin hazân mevsimindeki gibi viran bir hâlde olduğunu görüp üzüldü. Karnı acıkmıştı. Meyve mevsimi olduğu için, bir miktar incir ve üzüm koparıp, incirin bir kısmını yedi, üzümün de suyunu sıkıp içti. Bir ağaç altına oturup yıkılmış evlere, bozulmuş yollara, çürümüş tenlere, yığılmış kemiklere bakıp, bu âlemin sonunu, yeniden dirilişi ve Allahü teâlânın kudretini düşündü. Kendi kendine; “Acabâ bu hâlden sonra, Hak teâlâ bu şehri nasıl tâmir ve ihya eder” diyerek, tefekküre dalıp uyudu.
Bundan sonrası Kur'ân-ı kerîmde, Bakara sûresi 259. âyetinde meâlen şöyle bildirildi: “Yâhud o kimse gibisini görmedin mi? (yani onun hâli gibi garib, harikulade, kudret-i ilâhiyyeye delil olan şu vakıalardan haberdâr olmadın mı?) O kimse (Üzeyr aleyhisselâm) bir karyeye (beldeye, kendi eski vatanı olan Kudüs'e) uğramıştı. O karyenin (ise) tavanları çökmüş, onların üzerine duvarları yıkılmıştı. (yani büsbütün harâb olup, ahâlisinden kimse görünmüyordu. Üzeyr aleyhisselâm bu hâli görünce, pek müteessir olup üzüldü.) Allahü teâlâ bu kasabayı bu ölümden sonra, nasıl ihya edecek? (Acabâ bu kasabayı yeniden eski hâline getirmeye, irâde-i ilâhiyye nasıl tealluk edecek?) diyordu. Bunun (bu tefekkürün) üzerine Allahü teâlâ, o kimseyi (Üzeyr aleyhisselâmı) yüz sene ölü bıraktı. (Hayattan mahrûm etti. Onun bedenini; yiyecek ve içeceğini, insanların ve hayvanların gözlerinden gizledi. Üzeyr aleyhisselâmın vefâtından yetmiş sene kadar sonra, Allahü teâlâ, Fâris hükümdârlarından Nûşek adındaki hükümdâr eliyle, Beyt-i Mukaddes'i ve Kudüs şehrini imar eyledi. O melik gelip, Kudüs'ü imâr ve Mescid-i Aksâ'yı tâmir etti. Bu sırada zâlim Bâbil hükümdârı Buhtunnasar öldüğünden, esârette bulunan İsrâiloğulları serbest bırakılıp memleketlerine dönmüşler, Kudüs yine eskisi gibi imâr edilmişti. Otuz sene daha geçtikten sonra) onu (Üzeyr aleyhisselâmı) yeniden diriltti. Allahü teâlâ (veya vazifeli melek) ona dedi ki: Ne kadar kaldın? (Ne kadar zaman geçti? Başından geçen hâli biliyor musun? Ölmüş bir hâlde ne kadar bulundun? Farkında mısın?) O da (Üzeyr aleyhisselâm da kendisini uykuda imiş gibi zannederek); Bir gün veya bir günden daha az kaldım dedi. (Çünkü, uyuduğu zaman sabah vaktiydi. Dirildiği zaman, güneş daha batmamıştı. Allahü teâlâ vahy ederek veya melek vâsıtasıyla) buyurdu ki: Hayır, yüz sene kaldın. (Bu müddet içinde ölmüştün.) Yiyeceğin ve içeceğine bak ki, onlardan hiç biri bozulmamış (yüz sene geçtiği hâlde, incir ve üzüm sanki dalından yeni koparılmış ve şıra sıkıldığı saatlerdeki gibi bozulmamış hâlde duruyordu.) Merkebine de bak. (O ne hâle gelmiş, parça parça olan kemikleri vücûdundan nasıl ayrılmış) ve seni insanlara bir âyet (delil) kılmak için böyle öldürüp, dirilttik. (Seni, öldükten sonra dirilmenin varolduğuna delil kıldık) ve (merkebin) kemiklerine bak! Onları nasıl birbirine birleştiriyoruz? (Hepsini yerlerine nasıl iâde ediyoruz.) Sonra da onlara et giydiriyoruz. (Onları yeniden eski hâline getiriyoruz.) Vakta ki o, (ölmüş, etleri çürümüş, kemikleri parça parça olup, kaybolmuş olan merkep, Allahü teâlânın kudretiyle tekrar dirilip yürüdü. Bu hakîkat, ölülerin diriltilmesi husûsu ve Allahü teâlânın kudretinin üstünlüğü) kendisine (Üzeyr aleyhisselâma) tebeyyün etti. (Bunları gözleriyle görüp, müşâhede etti) ve dedi ki: Ben bilirim ki; şüphesiz Allahü teâlâ her şeye kâdirdir. (bütün ölüleri diriltmeye gücü yeter.)
Bu âyet-i kerîmede Allahü teâlâ, bütün canlıları, dilediği gibi öldürüp, dilediği gibi dirilteceğini haber vermektedir. Üzeyr aleyhisselâm yüz sene ölü bir şekilde, insanlar ile diğer varlıklardan gizli kalmış; merkebi ölmüş, kemikleri dağılıp etleri çürümüştü. Allahü teâlâ, yüz seneden sonra Üzeyr aleyhisselâmı ve kemikleri dağılıp etleri çürüyen merkebini yeniden dirilterek, insanlara, kıyâmet gününde bütün canlıları tekrar dirilteceği husûsuna delil göstermiştir.
İnsanların
ve diğer canlıların öldükten sonra tekrar diriltilmesine ve hesap için mahşer
yerinde toplanmalarına haşr denir. Haşr'a yâni öldükten sonra yine dirilmeğe
inanmak lâzım ve farzdır. Nitekim Allahü teâlâ,
Hac sûresi 7. âyetinde meâlen; “Kıyâmet gelecektir, bunda şüphe yoktur. Ve elbette Allahü teâlâ kabirdekileri diriltir” ve Tâhâ sûresi 55.
âyetinde de meâlen; “Sizi ondan (topraktan) yarattık, oraya döndürürüz, ikinci defâ tekrar
çıkarırız” buyurmak sûretiyle, her canlının yeniden dirileceğini
haber veriyor.
İsrâfil aleyhisselâmın birinci defâ sûr'a üflemesiyle kıyâmet
kopar, ölümü tatmayan canlı kalmaz ve bütün canlılar ölür. Allahü teâlânın dilediği kadar bir zaman sessizlik
olur. O zaman, Arş-ı a'lâdan makâm-ı ehadiyete kadar, düşünen ve görünen hiçbir
canlı kalmaz. Zirâ Allahü teâlâ, hûrî ve
gılmânların rûhlarını da Cennetlerinde kabz buyurmuştur.
Kıyâmette
herkes öldükten, kemikler ve etler çürüyüp toprak ve gaz olduktan sonra, hepsi
yine bir araya gelecek, öldüğü zamanki şekli, boyu ve organları ile mezârdan
kalkacaktır. Herkesin kuyruk sokumu kemiği değişmeyecek, başka uzuv ve organlar
bu kemik üzerine yeniden yaratılacaktır. Nitekim Buhârî ve Müslim'in
bildirdikleri Hadîs-i şerîfte
buyruldu ki: “İnsan
kuyruk sokumu kemiğinden yaratılmıştır. Sonra yine ondan iâde olunacaktır.”
Diğer bir Hadîs-i şerîfte; “Kişinin her yeri
mahv olup çürür. Lâkin kuyruk sokumu kemiği çürümez. İnsan ondan çıkmıştır.
Yine ondan iâde olunur” buyruldu. (Kuyruk sokumu kemiği, omurganın
son kemiği olup, içinde iliği bulunmayan nohut büyüklüğünde bir kemiktir.)
Bundan
sonra Allahü teâlâ, İsrâfil aleyhisselâmı diriltir. İsrâfil aleyhisselâm, ikinci defâ sûr'a üfler. Sûr'un
üflenişiyle birlikte, Allahü teâlânın
yarattığı rûhlar yeni bedenlerini bulup girerler.
Allahü teâlâ,
toprak maddelerini, azotlu, fosforlu tuzları, bitki fabrikasında, proteinlere
(yumurta akı maddelerine) döndürmekte, bu nebâtî proteinleri de, hayvan
vücûdunda, ete ve kemiğe ve a'zâ şekline çevirmektedir. Bu gün katalizör ismi
verilen maddeler yardımı ile, binlerce sene sürecek olan kimya reaksiyonları,
bir saniyede, pek çabuk yapılabilmektedir. Allahü
teâlânın, toprak maddelerini, birkaç senede, et, kemik maddelerine
çevirdiği ve bir anda da çevirebileceği bu günkü fen yolu ile kolayca
anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, toprak
maddelerini bir anda organik hâle çevirip, rûhu bir bedene bağlayarak Âdem aleyhisselâmı yarattığı gibi, kıyâmette de,
elemanları, bir anda bir araya toplayıp, insan vücûdunu yapacak ve zâten mevcût
olan önceki rûhları, bu vücutlara verecektir. İnsanın ölmesi, rûhun bedenden
ayrılması demektir. Kıyâmette, her şeyle beraber, rûhlar da yok edilip tekrar
yaratılacaktır. Bugün, fizik, kimya, fizyoloji ve astronomi gibi ilimlerde, Allahü teâlânın kudretini iyi anlayan zekî
kimseler, Âdem aleyhisselâmın ve kıyâmette
bütün insan ve hayvanların topraktan çıkarılacaklarını, bir fen olayı olarak
kolayca anlayabilir. Böyle dirileceğimizi yüce kitabımız Kur'ân-ı kerîm ve sevgili
Peygamberimiz haber vermiştir.
Büyük
İslâm âlimi, İmâm-ı Muhammed Gazâlî,
Kimya-i Seâdet kitabında diyor ki: “Bir insanın çeşitli yaşlarındaki bedenleri
başka başka oldukları gibi, aynı boy ve şekilde, fakat başka zerrelerden
yapılmış bir bedenle kabirden kalkacaktır. Uzuvların, kendileri değil,
benzerleri yaratılacaktır.” İnsanlar, kabirlerinden ve çürüyüp toprak oldukları
yerlerden kalktıkları zaman; dağların pamuk gibi atıldığını, denizlerin susuz
kalıp, yeryüzünün dümdüz olduğunu görürler. Oturdukları yerden etrâfa hayret ve
şaşkınlık içinde bakarlar.
Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) Hadîs-i şerîfte; “İnsanlar kıyâmet günü çıplak haşr olunurlar”
buyurarak, insanların dirildikleri anda çıplak olacaklarını bildirdi.
Hazret-i
Âişe bunu işitince; “Bâzısı, bâzısına bakmazlar mı?” diye sordu. Peygamber efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) Abese sûresinin; “Kıyâmet gününde herkesin hâli, kendisini diğerinin hâlinden
ve durumundan uzaklaştırır” meâlindeki 37. âyet-i kerîmesini
okudular. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu şekilde buyurmakla,
kıyâmet gününün şiddet ve meşakkatinden, insanların, kendi derdlerine düşerek
birbirlerine bakamayacağını anlatmayı murâd buyurdular.
Herkes
kabri üzerine çıkıp oturur. Her biri, şaşkın bir şekilde bin sene kadar
dururlar. Sonra, batıdan zuhûr eden bir ateşin gürültüsüyle, mahşer yerine
yürürler. Bu zamanda her mahlûk dehşete düşer, insanların, cinlerin, her birini
kendi ameli alıp; “Kalk mahşere git” der.
Ameli
güzel olan kimsenin ameli, bâzısına merkep, bâzısına katır sûretinde görünür.
Amel, sâhibini üzerine alıp mahşere getirir. Bâzı kere amel sâhibini üzerine
alır götürür, bâzan da bırakır. Her mü’minin önünde ve sağ yanında, o zamanki
karanlık içerisinde her tarafı aydınlatan bir nûru olur. Sol taraflarında bu
nûr yoktur. Bâzısının nûru iki ayağı üzerinde ve parmakları ucunda görünür.
Bâzısınınki parlak, bâzısınınki sönüktür. Bunların nûru, îmânları kadardır.
Etrâfı karanlık ve zulmet bastırmış olup, kâfirler bu karanlık içinde şaşkın ve
hayrette kalırlar. Îmânlarında şüphe ve bid’at sâhibi olan kimseler de
şaşırırlar. Doğru îtikâd sâhibi olan Ehl-i sünnet mü’minler ise, onların zulmet
ve şaşkınlıklarına bakıp, hidâyet nûrunu ihsân ettiği için Allahü teâlâya hamd ederler. Zirâ Allahü teâlâ, mü’minler için, azâb gören şakîlerin
hâllerini ortaya koyar. Cennet ve Cehennem ehlinin yaptıkları her şey belli
olur. Mü’minler bu durumu görünce, A’râf sûresi 47. âyetinde buyrulduğu gibi
meâlen; “Cehennem
ehline baktıkları zaman, Cennet ehli; Ey Rabbimiz! Bizi zâlim kavimlerle
beraber kılma” derler.
İnsanlar
kabirlerinden kalktıktan sonra, dünyâda iken yaptıkları iyi ve kötü işlere göre
bölük bölük mahşer yerine getirilirler. Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
“Sûra
üfürüleceği o gün, (mezarlarınızdan kalkıp mahşere) bölük bölük
gelirsiniz” meâlindeki Nebe sûresi 18. âyet-i kerîmesi hakkında
kendisine suâl edildiğinde ağladılar. Hattâ mübârek gözlerinden akan göz
yaşları toprağa damladı ve buyurdular ki: “Ey bu suâli soran kişi! Çok büyük bir işten sordun. Kıyâmet
günü ümmetim oniki sınıf olarak haşrolunur (kabirden kalkar) ve mahşer yerine
gelirler.
Birinci sınıf insanlar;
maymun sûretindedir. Bunlar, insanlar arasında çok fitne çıkarırlar, karışıklık
ve huzûrsuzluğa sebep olurlar. Allahü teâlânın, (Kur'ân-ı
kerîmde meâlen); Onların şirk (Allah'a ortak koşma) fitneleri, katlden
(adam öldürmekten) daha kötüdür (Bakara sûresi: 191) buyurduğu
kimselerdirler.
İkinci sınıf insanlar;
hınzır sûretinde haşrolunurlar. Onlar haram yiyenlerdir. Allahü teâlânın (mealen);
Onlar, hep
yalancılık için dinlerler ve hep haram yerler (Mâide sûresi: 42) buyurduğu bunlardır.
Üçüncü sınıf insanlar;
kör olarak haşrolunurlar. Onlar, hüküm vermekte haddi aşan, doğru hüküm
vermeyenlerdir. Allahü teâlânın (mealen); insanlar arasında hükmettiğiniz zaman,
adâletle hüküm vermenizi emreder. Hakikaten Allah, bununla size ne güzel öğüt
veriyor. Şüphe yok ki, Allahü
teâlâ hükümlerinizi hakkıyla işitici, emânete
âit işlerinizi hakkıyla görücüdür (Nisâ sûresi: 58) âyet-i kerîmesi bu
kimseleri bildirmektedir.
Dördüncü sınıf insanlar;
sağır ve dilsiz olarak haşrolunurlar. Onlar, dünyâda iken, kendi amellerini (yaptığı işleri) beğenen
kimselerdir. Allahü
teâlânın (mealen); Allah, gururlu ve
böbürlenen kimseleri sevmez (Nisâ sûresi: 36) buyurduğu kimselerdir.
Beşinci sınıf insanlar;
ağızlarında irin olarak haşrolunurlar. Dillerini çiğnerler. Onlar, sözleri,
işlerine ve hareketlerine uymayan âlimlerdir. Allahü teâlâ (mealen); insanlara iyilik emreder de, kendinizi unutur
musunuz? (Bakara sûresi: 44) buyurduğu kimseler gibi olanlardır.
Altıncı sınıf insanlar;
vücutları ateşten yanmış yara içinde haşrolunurlar. Onlar yalan yere şâhidlik
yapanlardır.
Yedinci sınıf insanlar;
ayakları üzerine bağlanmış olarak
haşrolunurlar.
Onların son derece pis bir kokusu olur. Onlar, şehvetlerine tâbi olanlar ve
haramlar peşinde koşanlardır. Allahü teâlânın (mealen), Bunlar âhıreti
dünyâ hayatına satmış kimselerdir (Bakara sûresi: 86) buyurduklarıdır.
Sekizinci sınıf insanlar;
sarhoş gibi hoşrolunup, sağa sola düşerler. Onlar, dünyâda iken, Allahü teâlânın hakkına mâni olan kimselerdir. Allahü teâlânın hakkını yerine getirmeyenler olup, bunlar hakkında Allahü teâlâ (mealen); Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın ve sizin
için yerden çıkardığımız ürünlerin (mahsullerin) en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın (zekat,
uşr ve sadaka verin) (Bakara sûresi: 267) buyuruyor.
Dokuzuncu sınıf insanlar;
katrandan elbiseler içinde hoşrolunurlar. Onlar gıybetten sakınmayanlardır.
Mü’minlerin arkalarından hoşlanmayacakları şekilde konuşmuşlardır. Allahü teâlâ bunlar hakkında
(mealen); Müslümanların
ayıp ve kusurlarını araştırmayın. Bir kısmınız bir kısmınızı, arkasından,
hoşlanmayacağı sözle çekiştirmesin (Hucurât sûresi; 12) buyurdu.
Onuncu sınıf olarak
haşrolunacaklar ise; dilleri kafasından sarkmış olanlardır. Bunlar, dünyâda
iken söz taşıyıp ara bozanlardır.
Onbirinci sınıf insanlar
ise; sarhoş olarak haşrolunurlar. Onlar, dünyâda iken mescidlerde fuhuş ve kötü
söz konuşanlardır.
Onikinci sınıf insanlar
ise; hınzır sûretinde haşrolunurlar. Onlar, dünyâda iken fâiz yiyenlerdir.”
Mu’âz bin
Cebel'in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği Hadîs-i şerîfte, Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki: “İnsanlar
kabirlerinden kalktıklarında, yerlerinde kırk yıl bir şey yemeden, içmeden,
oturmadan ve konuşmadan dururlar.” Eshâb-ı kirâm radıyallahü anhüm; “Yâ Resûlallah (sallallahü aleyhi ve sellem)! Din ehli, îmân
sâhipleri kıyâmet günü nasıl bilinirler?” diye sordular. Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki; “Benim, ümmetim, abdest uzuvlarının parıl parıl parlaması
nişânıyla bilinirler. Kıyâmet günü, Allahü teâlâ bütün mahlûkâtı
kabirlerinden dirilttiğinde, melekler, mü’minlerin başucuna gelirler ve başlarını
mesh ederler. Biraz toprak serperler. Bu toprak onların secde yerlerine gelir.
Melekler bu yerleri mesh ederler. Oradan mesh izleri hiç gitmez. Bir ses gelir
ki: “Bu toprak, kabirlerinin toprağı değildir. Onların köşk ve saraylarından
getirilmiş topraktır. Oraya çağırılırlar. Sırâtı geçip, Cennet’e girerler.
Kendi yerlerini bilirler.”
Yeniden
dirilen insanlar, cin ve şeytan, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar bir yerde
toplanırlar. Dünyâda iken yaptıklarının hesâbını verecekleri vakti beklerler. O
zaman yeryüzü, beyaz tepsi gibi düz olur.
Üzeyr aleyhisselâm, daha sonra yeniden dirilen eşeğine
binip, Kudüs şehrine girdi. Bulduğu insanları, gördüğü ev ve mahalleleri
tanıyamadı. Lisân-ı hâliyle; “İnsanlar, tanıdığım insanlar, binâlar da bildiğim
binâlar değil” diyerek, şehri hayret içinde dolaştı. Şehrin, çok değişik bir
şekilde yeniden imâr edildiğini gördü. Kendi mahallesi olarak tahmin ettiği
yerde bir evin önünde durdu. Kapıda, gözleri görmeyen, elleri ayakları tutmayan
kötürüm bir kadına rastladı. Kadına; “Üzeyr'in evi neresidir?” diye sordu. Amâ
ve kötürüm olan kadın da; “Üzeyr'in evi burasıdır. Ben onun câriyesiyim. Fakat,
Üzeyr kaybolalı yüz yıldan fazla oldu. Ondan ümîdsiziz” deyip, yanık yanık
ağlamaya başladı. Bunun üzerine kadına; “Ben Üzeyr'im” deyip, başından geçen
hâdiseleri anlattı. Kadın, Üzeyr aleyhisselâmın
duâsının kabûl olunduğunu bilirdi. Üzeyr aleyhisselâma;
“Benim bildiğim Üzeyr'in aleyhisselâm duâsı
kabûl olunurdu. Eğer sen Üzeyr isen, duâ et de gözüm açılsın ve hastalığımdan
şifâ bulayım” dedi. Bunun üzerine Üzeyr aleyhisselâm;
vatanına kavuştuğu için Allahü teâlâya
şükr edip, ellerini kaldırarak duâ ve niyazda bulundu. Duâsı bereketiyle âmâ ve
kötürüm olan kadın, sıhhatine kavuşup, sevinerek âilenin diğer fertlerine Üzeyr
aleyhisselâmın geldiğini haber verdi.
Rivayete
göre, Üzeyr aleyhisselâmın vefât ettiği sırada,
18 yaşında bir oğlu vardı. Bu sırada 118 yaşında ak saçlı bir ihtiyâr hâline
gelen oğlu, babasını tanıyamadı. En sonunda; “Benim babamın sırtında hilal
şeklinde siyah bir ben vardı” dedi. Açıp belirtildiği şekilde bir benin mevcût
olduğunu gördüler. Âiledeki diğer fertler de gözleriyle görüp inandılar ve
şüpheleri kalmadı. Üzeyr aleyhisselâmın geldiği
haberi, kısa zamanda şehir ahâlisi tarafından duyuldu. Şehir halkı sevinç ve
heyecanla koşarak geldiler. Üzeyr aleyhisselâmı,
aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen değişmemiş olarak gördüler. Yaşlılar,
ona çeşitli suâller sorarak imtihân etmeye başladılar.Bu sırada, Üzeyr aleyhisselâma peygamberlik emri bildirilmişti. Üzeyr aleyhisselâm, İsrâiloğullarına Tevrât'ın hükümlerini
tebliğ etmeğe, onları azgınlık ve sapıklıklardan sakındırmaya çalıştı. Ancak,
İsrâiloğulları Tevrât'ı unutmuşlar, hükümlerini tatbik etmekten
uzaklaşmışlardı. Zâten, Bâbil hükümdârı Buhtunnasar, Kudüs'ü işgal ettiği
zaman, Tevrât-ı şerîfi okuyan ve bilen âlimleri öldürmüş, mevcût bütün Tevrât
nüshalarını da yaktırmıştı. Bu sırada İsrâiloğullarından birisi, Tevrât'ın bir
nüshasını, bir dağın başında gözden uzak kimsenin bilmediği bir yerde toprağa
gömmüştü. Daha önce, kendilerini dünyâ ve âhıret saâdetine dâvet eden
peygamberlerin apaçık mûcizelerini gördükleri hâlde, onları yalanlayan, bir çok
peygamberi de şehîd eden İsrâiloğulları, Üzeyr aleyhisselâmın
dâvetini de kabûl etmediler. Onu yalanlamaya başladılar. Okuduğu Tevrât'ın
uydurma olduğunu iddia edenler çıktı.
Bâzıları,
onun okuduklarının Tevrât olup olmadığını kontrol edelim dediler. İçlerinden
biri; “Benim dedem, Buhtunnasar'ın zulmü zamanında bütün Tevrât nüshalarının
yakılmak sûretiyle yok edildiğini bildirdi. Yalnız bir nüsha Tevrât'ı filan
dağın tepesine gömdüğünü söyledi. O nüshayı getirip, Üzeyr’in okuduklarıyla
karşılaştıralım” dedi. Orada bulunanlar tarafından kabûl edilen bu fikir
üzerine, gömülü olan yerden Tevrât nüshasını getirdiler. Üzeyr aleyhisselâmın okuduklarıyla karşılaştırdılar. Yazılı
nüshada olanlarla Üzeyr aleyhisselâmın
okuduklarının aynı olduğunu görünce; “Bu kadar uzun zamandan sonra Üzeyr'in
Tevrât'ı ezbere okuması mümkün değildir” düşüncesiyle Tevbe
sûresi 30. âyetinde bildirildiği gibi meâlen; “Üzeyr Allah'ın oğludur. “Eğer öyle
olmasaydı, aradan yüz seneden fazla zaman geçtiği hâlde Tevrât'ı okuması mümkün
olmazdı” demek sûretiyle iftirâda bulundular. Kendilerini kurtuluş yoluna dâvet
eden peygamberi, yalanlamaya devam ettiler. Böylece küfür ve sapıklıklarına bir
yenisini daha eklediler. Üzeyr aleyhisselâm
ise, onların bu inanışlarının küfür ve sapıklık; kendi vazifesinin ise Tevrât'ı
okumak, insanlara öğretmek ve hükümlerini yerine getirmek olduğunu bildirdi.
Onlara isyân ve günâhlarından dolayı tevbe etmelerini istedi. Allahü teâlânın şiddetli azâbıyla korkuttu. Üzeyr aleyhisselâm, vefât edinceye kadar İsrâiloğullarının
arasında bulundu. Onların işlerini yürüttü ve hak yola dâvet etmeğe devam etti.
Üzeyr aleyhisselâmın vefâtından sonra
İsrâiloğullarının isyânları ve sapıklıkları iyice arttı.
Üzeyr aleyhisselâmın ismi, Kur'ân-ı
kerîmde zikredilmektedir. Fakat, onun peygamber mi, yoksa insanları
iyiliğe ve hak yola dâvet eden, Allahü teâlânın
sevgili bir kulu mu olduğu kesin olarak bildirilmemiştir. Nitekim; Ebû Dâvûd ve
Hâkim'in, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh)
rivâyet ederek bildirdikleri Hadîs-i şerîfte,
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: “Üzeyr'in
peygamber olup olmadığım bilemiyorum. Tûbba'nın mel’ûn olup olmadığını
bilemiyorum. Zülkarneyn'in peygamber olup olmadığını bilemiyorum.”
Peygamberlerden; peygamber olmadan önce veya peygamber olduktan sonra, bâzı harikulade (olağanüstü) hâller zuhûr etmiştir. Peygamber olmadan önce zuhûr eden harikulade hâllere irhas, peygamber olduktan sonra zuhûr edenlere de mûcize denir. Üzeyr aleyhisselâmdan da, peygamber olmasından önce ve sonra aşağıda yazılı bâzı harikulade hâller zuhûr etmiştir:
1- Üzeyr aleyhisselâm, Bâbil esâretinden kurtulup, Kudüs'e geldiği zaman, şehrin viran olmuş hâlini gördü ve çok üzüldü. “Acabâ bu viran olmuş ölü belde, bir daha canlılık kazanıp, hareketli bir şehir olur mu?” diye düşündü. Bu sırada uyuyakaldı. Uykuda iken, Allahü teâlânın dilemesiyle, yüz sene ölmüş hâlde, insanların ve diğer varlıkların gözlerinden gizli kaldı.
2- Yüz sene müddetle öldüğü sırada, yanında bulunan taze incir ve üzüm ile yeni sıkılmış üzüm şırasının, dalından koparıldığı ve sıkıldığı andaki gibi tazeliklerini koruduklarını gördü.
3- Üzeyr aleyhisselâm, elli yaş civarında vefât etmişti. Aradan yüz sene geçtikten sonra, tekrar dirildiğinde elli yaşındaki genç simasıyla duruyordu. Vefât ettiği zaman 18 yaşında delikanlı olan oğlu, dirilip karşılaştıklarında, 118 yaşında ak saçlı bir ihtiyâr hâlinde idi.
4- Üzeyr aleyhisselâm, dirildiği zaman, eşeğinin ölmüş, etlerinin çürümüş ve kemiklerinin dağılmış olduğunu gördü. Allahü teâlâ, o hayvanın kemiklerini birleştirip et giydirmek sûretiyle diriltti ve insanlara yeniden diriliş için delil kıldı.
5- Üzeyr aleyhisselâm, Kudüs'teki evine döndüğü zaman, kör ve kötürüm hâlde gördüğü câriyeye duâ etmişti. Duâsının bereketiyle kadının gözleri görür hâle gelmiş ve sıhhatine kavuşmuştu.
6- Buhtunnasar, Kudüs-i şerîfi işgal edip, yağmaladığı zaman, bütün Tevrât nüshalarını yaktırmıştı. Aradan, yüz yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, Allahü teâlânın kudretiyle Üzeyr aleyhisselâm Tevrât'ı ezbere okumuştu.
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Kebîr (Râzî); cild-7, sh. 30, cild-16, sh. 32
2) Tefsîr-i Mazharî; cild-1, sh. 339, cild-4, sh. 192
3) Rûh-ul Beyân; cild-1, sh. 412, cild-3, sh. 414
4) Tefsîr-i Kurtubî; cild-3, sh. 296
5) Tefsîr-i Tibyan
6) Arâis-ül-Mecâlis; sh. 345
7) Ravdat-ül-Ebrar, cild-1, sh. 81
8) Târih-ül-ümem vel-mülûk
9) Kâmüs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3150
10) Muhâdarât-ül Ebrâr; cild-1, sh. 137
11) Metalib-ül-Hâliyye; cild-3, sh. 277
12) Mir’ât-ı Kâinat; cild-1, sh. 277
13) Ravdat-üs-Safâ; sh. 348
14) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-5, sh. 294
15) Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 669
16) Herkese Lâzım Olan Îmân; sh. 49