İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerin sonuncusu. Şeriat sâhibi yâni yeni bir din getiren peygamberlerdendir. Peygamberler içinde en yüksekleri olan ve kendilerine ülü’l-azm denilen altı peygamberin de beşincisidir.
Îsâ aleyhisselâm insan idi. Peygamber idi. Allahü teâlâ onu, babasız yarattı. Kudüs'de doğdu. Otuz yaşında peygamber oldu. Allahü teâlâ buna, İncîl kitabını gönderdi. Otuzüç yaşında diri olarak göğe kaldırılan hazreti Îsâ, kıyâmet yaklaştığında Şam'da bulunan Ümeyye Câmii minaresine inecek, evlenecek, çocukları olacak, hazreti Mehdî ile buluşacak, kırk sene yaşayıp Medîne-i münevverede vefât edecek ve Hücre-i seâdet'e yâni Muhammed aleyhisselâmın türbesine defnedilecektir.
Îsâ aleyhisselâm, kendisine inananlar arasından havârî denen oniki kişiyi seçti. Yahudilerin çoğu ona inanmadı. Bolüs (Pavlos) isminde bir Yahudi, Îsevîlerden görünüp, havârîler arasına girdi. Îsâ aleyhisselâmın semâya kaldırılmasından hemen sonra, ilk iş olarak İncîl’i yok etti. Îsâ aleyhisselâma îmân eden Barnabas ismindeki zât, Îsâ aleyhisselâmdan görüp işittiklerini doğru olarak yazdı ise de, yahudi Bolüs, bunun yayılmasına mâni oldu. Bozuk İncîl kitapları meydana çıktı. Bolüs bunları her tarafa yaymaya çalıştı. Hakîkî İncîl elde bulunmadığından, yazılan İncîllerin hiç birisi doğru ve aslına uygun değildir. Bunun için şimdi elde bulunan İncîller birbirine benzemez. Katoliklerin, Ortodoksların ve Protestanların birbirine uymayan başka başka İncîlleri vardır.
Îsâ aleyhisselâmın annesidir. Dâvûd aleyhisselâmın neslinden olan İmrân isminde bir zâtın
kızı olup, annesinin adı Hunne'dir.
Kaynak
eserlerde zikredildiğine göre, İmrân'ın hanımı Hunne'nin çocuğu olmuyordu.
Hunne bir zaman, bir ağaç altında otururken, bir kuşun yavrusuyla oynadığını
görünce, imrendi ve bir evlâdının olmasını gönülden diledi. “Allahü teâlâ bana bir çocuk ihsân ederse onu
Beyt-ül-Makdis'e hizmetçi yapacağım” diye nezretti, adakta bulundu. O zaman
Beyt-ül-Makdis hizmetine, erkek çocukları nezretmek (adamak) câiz ve çok sevâb
idi. Böyle nezredilen erkek çocukları, doğumlarından yetişinceye kadar, oranın
hizmetinde bulunur, büluğundan sonra isterse hizmete devam eder, isterse
dilediği yere giderdi. Büluğundan evvel ayrılması câiz olmazdı ve böyle nezir
sâdece erkek çocuklar için yapılırdı. Ancak Allahü
teâlânın, Hazret-i Meryem'i Beyt-i Makdis hizmetinde bulunmaya kabûl
etmesinden sonra, kız çocukları da bu hizmet için kabûl edildi.
İşte,
Hunne böyle bir nezirde bulunduktan sonra, Allahü
teâlânın izni ile hâmile kaldı. Bu husûsta Âl-i
İmrân sûresinin 35. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “İmrân (bin
Mâsân) ın
hanımı (olan Hunne binti Kâfûz ki, Îsâ aleyhisselâmın
ceddesi yâni büyük annesidir) dedi ki: yâ Rabbî! Karnımdakini (çocuğumu) âzâdlı bir kul
olarak, (dünyâ meşgûliyetlerinin hepsinden uzak ve sana ibâdetle,
Beyt-i Makdis'in hizmetinde bulunması için) sana nezrettim, adadım. Allah'ım! O nezrimi
benden kabûl eyle. Muhakkak ki sen, (benim duâmı ve yakarışımı) işitici
(bu nezirdeki niyetimi) en iyi bilicisin.”
Rûh-ul-beyan
tefsîri’nde bildirildiğine göre, bu âyet-i kerîme, Hazret-i Meryem'in
fazîletine delâlet etmektedir. Çünkü Hak teâlâ,
Hazret-i Meryem'in, küçüklüğündeki cismanî ve yetişkinliğindeki rûhanî
terbiyeyi başka hiç bir kadına nasîb etmemiştir.
Hunne
böyle nezredince, İmrân; “Oğlan olacağını bilmeden nasıl nezrettin? Şâyet kız
olursa nezrini nasıl îfâ edeceksin?” dedi.
Tefsîr
âlimleri bildiriyorlar ki, Hunne nezrederken; “Karnımdakini” demiş, erkek veya
kız diye ayrıca bildirmemişti. Âlimler, Hunne'nin böyle iki mânâya da
gelebilecek kapalı bir ifâde kullanmasını iki şekilde izâh etmişlerdir.
1- Bâzı
âlimler demişlerdir ki: Gerçi Beyt-i Makdis için sâdece erkek çocuklar
nezredilirdi. Kız çocukları nezredilmezdi. Buna rağmen onun; “...doğacak
çocuğumu nezrettim” demesi, erkek çocuğu diye ayrıca bildirmemesi,
doğacak çocuğun erkek olmasını çok istemesi ve böyle ümidlenmesi sebebiyle idi.
Yâni çocuğunun erkek olmasını istedi. Bunun için duâ etti. Bu nezrini,
çocuğunun erkek olmasına vesile yaptı. Yâni; “Yâ Rabbî! Karnımdakini sana
adadım. Bu sebeple onu erkek kıl” demek istedi.
2- Bâzı
âlimler de; Hunne (radıyallahü anhâ), eğer
karnımdaki erkek olursa demek istemişti demişlerdir.
Hunne
hâmile iken, Beyt-i Makdis hizmetinde bulunmasını nezrettiği çocuğu doğmadan,
babası İmrân vefât etti.
Bu Meryem binti
İmrân ile Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşi olan
Meryem binti İmrân'ı karıştırmamalıdır. Bilindiği gibi Hazret-i Mûsâ'nın Meryem
isminde bir kızkardeşi vardı ve babalarının ismi de İmrân idi. Bu İmrân'ın
babasının ismi Yasher'dir. Îsâ aleyhisselâmın
dedesi olan İmrân'ın babasının ismi ise Mâsân'dır ve bu iki zât arasında onbeş
asırdan fazla bir zaman vardır. Rivâyete göre, İmrân bin Mâsân'ın baba ve
dedeleri, İsrâiloğullarının önde gelenleri ve reîsleri idiler ve Benî Mâsân
diye tanınırlardı. Ayrıca, Mûsâ aleyhisselâmın
kız kardeşinin adının Gülsüm olduğu rivâyeti de vardır.
İmrân bin
Mâsân'ın vefâtından sonra, hanımı Hunne'nin hâmileliğinden bir kız çocuğu
dünyâya geldi. Halbuki o, çocuğunun erkek olmasını ümid ve temenni ediyordu.
Burnunla beraber, ona Allahü teâlânın
kulu mânâsına Meryem
ismini koydu ve; “Yâ Rabbî! Ne yapayım ki, kızım oldu. Sen onu kabûl buyur”
diye Hak teâlâya yalvardı. Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 36. âyet-i kerîmesinde meâlen
buyruldu ki: “Vaktaki
(Hunne) hamlini
vad' edince (doğurunca), Allahü teâlâ onun ne
doğurduğunu daha iyi bildiği hâlde, o (kız olduğunu görüp, düşündüğü
gibi olmadığı için hüzünlenerek); Yâ Rabbî! Ben, onu kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir.
(Kız, Beyt-i Makdis'e bir erkek gibi hizmet edemez. Zirâ kuvvetsiz ve zayıf
olur.) Ve ben,
ona (bu sıfatların kendisinde bulunması dileğiyle, Allahü teâlânın kulu, çok ibâdet ve hizmet edici,
mânâlarına gelen) Meryem ismini verdim.
Yâ Rabbî! Ben, onu ve
zürriyetini, senin rahmetinden tard olmuş, koğulmuş olan şeytanın vesvese ve
şerrinden, senin muhâfazana, himâyene ısmarlıyorum” dedi.”
Allahü teâlânın
nice hikmetlerinden dolayı, kız çocuğu olunca; “Yâ Rabbî! Kız doğurdum...” demesi,
doğan çocuğunun kız olduğunu Allahü teâlâya
bildirmek için değildir. Böyle düşünmek mümkün olamaz. Allahü teâlâ bunu elbette biliyordu. Zirâ O, her
şeyi en iyi bilendir. Hunne, doğacak çocuğunun oğlan olmasını ümîd ederken,
kızı olması sebebiyle, nezrini yerine getiremeyeceği endişesiyle Hak teâlâya mâzeretini arzederek böyle ilticada
bulunmuş ve çok üzülmüştür. Hak teâlâ
hazretleri de onun bu niyazına karşılık, çocuğu kız olmasına rağmen, nezrini ve
duâsını kabûl buyurdu.
Hunne; “... erkek, kız
gibi değildir” dedi. Bu da onun, nezrini yerine getiremeyeceği için,
Allahü teâlâya mâzeret arzettiği
sözlerindendir. O, bu sözüyle mabedin hizmetlerini görmede erkeğin kadından
üstün olduğunu anlatmak istemiştir. Bunun bir kaç sebebi vardır:
1- O zaman
Beyt-i Makdis'in hizmetine, sâdece erkek çocuklar nezredilebilirdi.
2- Erkek,
ibâdethanenin hizmetinde devamlı sûrette bulunabilirdi. Bilindiği gibi, Beyt-i
Makdis hizmetine nezredilen çocukların orada bulunma mecbûriyeti büluğ çağına
kadar idi. Büluğundan sonra dilerse oradan ayrılır, dilerse hizmetine devam
ederlerdi. İşte, erkek olsun, kız olsun, büluğundan sonra hizmete devamı tercih
edenlerden erkek olanlar devamlı sûrette hizmette, ibâdette bulunabilirler.
Halbuki kadınlar, hayz ve nifas gibi kadınlık hâllerinden dolayı ibâdethanede
devamlı kalıp hizmet edemezlerdi.
3-
Erkekler, bedenî yapıları îtibâriyle kuvvetli olduklarından, hizmette bulunmaya
daha elverişlidir. Kadınlar ise, bedenen zayıf oldukları için, erkekler gibi
hizmete ve diğer işlere müsait değildirler.
İşte bütün
bunlar, Beyt-i Makdis hizmetinde erkeğin kadından üstünlüğünü ve tercihini
icâbettiren sebeplerdendir.
Tefsîr
âlimlerinin bildirdiklerine göre, Hunne (radıyallahü
anhâ) bu sözüyle bunları kasdetmiş ve sanki şöyle demek istemiştir:
“Beyt-i Makdis’in hizmetine nezrettiğim için, çocuğumun erkek olması benim
arzumdur. Doğan bu kız ise, Allahü teâlânın
takdiridir. Benim arzum olan erkek çocuğu, Allahü teâlânın,
benim isteğim dışında hikmetinin icâbı ihsân ettiği bu kız gibi değildir.”
Hunne'nin bu sözü, onun, Allahü teâlânın
marifetine daldığını, Allahü teâlânın,
kulu için yaptığının, kulun kendisi için istediğinden elbette daha hayırlı
olduğunu çok iyi bildiğini göstermektedir.
Âlimler bu
âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurmuşlardır ki: “... İsmini Meryem koydum...” diye
zikredildi. Bu sözden, Hunne hâmile iken, zevci İmrân'ın vefât etmiş olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü, çocuğun ismini normalde babası verir. Bu vazifeyi
Hunne'nin alması, İmrân'ın vefât ettiğini göstermektedir. Yine bundan, çocuk
dünyâya gelince isminin konulacağı anlaşılmaktadır.
Nitekim
Buhârî ve Müslim'de bildirildiğine göre, Enes'in (radıyallahü
anh) bir kardeşi olmuştu. Resûlullah
efendimize götürdü. Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem); “Kardeşin hayırlı
olsun” buyurup ismini Abdullah koydu.
İmâm-ı
Ahmed ve Tirmizî'nin bildirdikleri bir hadîs-i
şerîfte; “Her çocuk akîkasına rehindir. Yedinci günü akîka hayvanı
kesilir, ismi konur ve başının saçı tıraş edilir.” buyruldu.
Âlimler, bu Hadîs-i şerîfi; çocuğun
âfet ve belâlardan korunması, akîkasına bağlıdır şeklinde izâh etmişlerdir.
İslâm
âlimleri buyuruyorlar ki: Akîka, çocuk nîmetine karşılık, Allahü teâlâya şükretmek niyetiyle hayvan
kesmektir. Akîka hayvanı kurbanlık hayvan gibi olmalıdır. Kurban için câiz
olmayan hayvan, akîka için de kesilmez. Çocuğa doğumunun yedinci günü isim
koymak, başını kazıyıp, saçının ağırlığı kadar, erkek için altın veya gümüş,
kız için gümüş sadaka vermek ve erkek için iki, kız için bir akîka hayvanı
kesmek müsteâbdır. Her zaman kesilebilir. Kurban bayramında da kesilebilir. Ölü
olarak doğana isim konmaz ve akîkası kesilmez. Akîka, pişmiş veya çiğ olarak
zengin, fakir herkese verilebilir. Akîka kesmek, Şafiî ve Mâliki mezheplerinde
sünnet-i müekkededir. Şafiî ve Hanbelî mazheblerinde, kemikleri atılmaz,
kırılmaz. Oynak yerlerinden ayrılıp toplanır. Bir temiz, beyaz bez içinde
gömülür. Hanefî ve Mâlikî mezheplerinde, kemikleri kırılabilir. Akîka, çocukları
belâlardan, hastalıklardan korur. Kıyâmette, anaya, babaya, ayrı bir şefâat
ederler. Mevâhib-i ledünniyye kitabında diyor ki: “Hicretin sekizinci yılında
İbrâhim dünyâya gelince, yedinci günü, Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) İbrâhim'in başını
tıraş ettirip, saçının ağırlığı kadar gümüş sadaka verdi ve akîka olarak iki
koç kesti. Saçlarını gömdü.
Şir'at-ül-İslâm’daki
bir hadîs-i şerîfte; (Akîka) erkek çocuk için
iki, kız çocuğu için bir koyun kesmektir.” buyruldu. Koyunun erkek
veya dişi olmasına bakılmaz. Şir'at-ül-İslâm’da buyruluyor ki: Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olduğu kendisine
bildirildikten sonra, kendi akîkasını kesmiş olduğu haber verilmiştir. Buradan,
zaman geçmekle, bu borcun sakıt olmadığı anlaşılmaktadır.
Akîkayı
keserken; “Yâ Rabbî! Bu filan kimsenin akîkasıdır. Bunun kanı, onun kanına, eti
etine, kemiği kemiğine, derisi derisine, kılı kılına karşılık olsun. Yâ Rabbî!
Bu akîkayı filan kimsenin Cehennem’den kurtulmasına karşılık, sebep eyle!”
denir.
Akîka,
doğumunun yedinci günü kesilir. Olmazsa ondördüncü ve yirmidördüncü günü de
kesilebilir. Bu da olmazsa daha sonra istenilen bir zamanda kesilebilir.
Doğumunun
yedinci günü, çocuğun saçı tıraş edilir. Saçının ağırlığınca gümüş veya altın
sadaka verilir. Çünkü bu sünnettir. Nitekim Resûlullah'ın
(sallallahü aleyhi ve sellem), torunu Hazret-i
Hüseyn’in doğumunun yedinci gününde, kızları Hazret-i Fâtıma'ya çocuğun
saçlarını tıraş etmesini ve sadaka olarak saçlarının ağırlığınca gümüş veya
gümüş para vermesini emrettiği bildirilmiştir.
İhyau
ulûmiddîn’de, Ebüşşeyh ve İbn-i Hibbân'ın, Enes'den (radıyallahü
anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte
buyruldu ki: “Çocuk
yedi günlük olunca, akîkası kesilir. İsmi verilir ve temizlenir. Altı yaşında
terbiye edilmeye başlanır. Yedi yaşında yatağı ayrılır. Onüç yaşında namaz
kılması için dövülür. (Namaz kılması için zorlanır.) Onaltı yaşına
ulaşınca, babası onu evlendirir, sonra da elinden tutarak; “Oğlum! Seni terbiye
ettim. İlim, edeb öğrettim. Dünyâda bir felakete, âhırette ise azâba
uğramandan, Allahü
teâlâya sığınırım. Yâni aklını başına al da ona
göre çalış der.”
Âlimler
bildiriyorlar ki: Allahü teâlâ,
Hunne'nin; “Yâ
Rabbî! Ben onu ve zürriyetini, senin rahmetinden tard olmuş, koğulmuş olan
şeytanın vesvese ve şerrinden senin muhâfazana ve himâyene ısmarlıyorum” şeklindeki
duâsını kabûl buyurdu.
Nitekim,
İmâm-ı Âhmed'in (rahmetullahi aleyh) senetleri
ile bildirdiği bir hadîs-i şerîfte
buyruldu ki: “Dünyâya
gelen her çocuğa, doğarken, şeytan parmakları ile dokunur. Ancak, Meryem ve
oğlu (Îsâ aleyhisselâm) bunun dışındadır.
(yani şeytan onlara dokunmamıştır.)”
Ebû
Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği
bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Her dünyâya gelen
çocuğu, doğarken şeytan bir veya iki defâ sıkar. Meryem oğlu Îsâ ve Meryem
bundan müstesnadır.” Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
böyle buyurduktan sonra, Hunne'nin (radıyallahü anhâ)
duâsı olan ve yukarıda bildirilen; “Yâ Rabbî! Ben, onu ve zürriyetini...” meâlindeki
Al-i îmrân sûresinin 36. âyet-i kerîmesini okudular.
Hunne (radıyallahü anhâ), kızı Meryem'i alarak
Beyt-ül-Makdis'e götürdü. Oradakilere durumunu izâh etti. Bu çocuk her ne kadar
kız ise de, daha o doğmadan evvel doğacak çocuğunu mabedin hizmetine vermek
üzere nezrettiğini, bunu bu hâliyle kabûl etmelerini söyledi. Sonra Meryem'i
vazifelilere teslim ederek; “Alınız! Bu çocuk buraya adaktır” dedi. Vazifeli
zevat bunu kabûl etmeye karar verdiler. Ancak, bu kızı kimin himâyesine
vermeleri husûsunda karara varmaları icâbediyordu. İlk davranan Zekeriyyâ aleyhisselâm oldu. Zirâ, Hazret-i Zekeriyyâ,
Beyt-ül-Makdis'in imâmı ve Meryem'in teyzesi olan Elîsânın beyi idi. Zekeriyyâ
(aleyhisselâm); “Bu çocuğa benim yakınlığım
vardır. Bunun teyzesi benim hanımımdır. Bu sebeple onu benim alıp yetiştirmem
daha münâsiptir” buyurdu. Fakat, gelen çocuk, İmrân bin Mâsân gibi meşhûr ve
büyük bir zâtın kızı olduğu için, orada bulunan herkes onu almak ve
yetişmesiyle bizzat meşgûl olmak istediler. Hal böyle olunca herkesin râzı
olacağı bir usûle başvurdular. Herkes Tevrât-ı şerîfi yazdıkları kalemi suya atacaktı.
Kiminki batmazsa o, Hazret-i Meryem'le meşgûl olacaktı. Anlaşmaları bu şekilde
olmuştu. Nihâyet çocuğu himâyesine almak isteyenlerin hepsi, aralarında tespit
edip anlaştıkları şekilde bir derenin kenarına gittiler. Her biri Tevrât
yazmakta kullandıkları kalemlerini suya attı. Atılan kalemlerin hepsi battığı
hâlde Zekeriyyâ aleyhisselâmın kalemi suyun
yüzünde kaldı. Bunun üzerine ittifâkla, Hazret-i Meryem'in Zekeriyyâ aleyhisselâmın himâyesine verilmesi kararlaştırıldı.
Bu husûsta
Âl-i İmrân sûresinin 44. âyet-i kerîmesinde
meâlen buyruldu ki: (Ey Habîbim!) İşte bu (Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ aleyhimüsselâm,
Hunne ve Meryem kıssaları) sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'i
hangisi himâyesine alacak diye (Benî İsrâil âlimlerinin Tevrât
yazdıkları) kalemlerini
nehre bıraktıklarında, sen onların yanlarında değildin ve yine sen, onlar bu
husûsta muhâseme ederlerken (bu husûsta adeta birbirleriyle
çekişirlerken) de
onların yanlarında değildin.”
Rûh-ul-Beyân
tefsîri’nde, hâdisede Tevrât'ı yazdıkları kalemleri seçmeleri, onları mübârek
ve çok kıymetli tuttukları içindir. Ayrıca bereketlenmeleri de söz konusudur
buyrulmaktadır.
Tefsîr
âlimleri, Hazret-i Meryem'i himâye etmeye çok ehemmiyet verilmesi, hattâ onu
kimin himâyesine verecekleri husûsunda aralarında anlaşmazlığa düşmelerinin
sebebini de şöyle izâh etmişlerdir:
1-
Hazret-i Meryem'in babası olan İmrân, kavminin efendisi, reîsi idi. Bunun için,
babasına hürmeten onun himâyesine çok ehemmiyet verdiler, herkes; “Ben himâyeme
alayım” diye can attı.
2-
Bilindiği gibi, Hunne, doğacak çocuğunu Allahü teâlâya
ibâdette ve Beyt-i Makdis’in hizmetinde bulunması için nezretmişti. Orada
bulunanlar bunu, tâ başından beri biliyorlardı. Bu sebeple herkes onu, kendi
himâyesine almak için can attı.
3- Daha
önce nâzil olan ilâhî kitaplarda, Hazret-i Meryem ve oğlu Îsâ aleyhisselâmdan bahsedildiği için, herkes böyle bir
çocuğu kendi himâyesinde bulundurmayı istedi. O kadar ki, bu husûsta aralarında
anlaşmazlık meydana geldi. Bakacak olanı, bir nevi imtihân ile tespit etmeye
karar verdiler.
Zekeriyyâ aleyhisselâm Allahü teâlânın
emriyle gâlip geldi ve Meryem'e hizmet vazifesi ona verildi. Zirâ ne yönden
bakılırsa bakılsın, bu hizmete lâyık ve müstehak olan yalnız o idi.
Allahü teâlâ
Hunne'nin (radıyallahü anhâ) bu samîmi duâsını
kabûl edip, Meryem'i çok güzel bir yere yerleştirmişti. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin 37. âyet-i kerîmesinde meâlen
buyruldu ki: “Bunun
üzerine Rabbi onu (Meryem'i) güzel bir kabûl ile kabûl etti. Onu güzel bir nebât gibi
büyüttü. (Onu iyi bir şekilde yetiştirdi, terbiye etti veya onun
yaratılışını noksansız yaptı.) Zekeriyyâ'yı da ona (bakmaya) kefil kıldı...”
Hazret-i Meryem sütten kesilip, kendisi oturup kalkar bir hâle geldikten sonra, Zekeriyyâ aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis'de onun için husûsi bir oda yaptırdı. Bu oda yüksekçe bir yerde olup, çardağa benzerdi ve oraya merdivenle çıkılırdı. Hazret-i Meryem bu odada yalnız başına kalırdı. Buraya, Hazret-i Zekeriyyâ'dan başka hiç kimse giremezdi. Girerken anahtar ile açıp odaya girer, çıkarken de kapıyı kilitleyip anahtarı üzerine alırdı.
Zekeriyyâ aleyhisselâm bu şekilde her gün Hazret-i Meryem'in odasına bir günlük yiyecek ve içecek götürürdü. Fakat içeriye girdiğinde, odada çeşit çeşit yiyecek ve meyvelerin olduğunu görür ve çok hayret ederdi. İçeriye kendisinden başka kimsenin girip çıkmadığını bildiği hâlde, bu nasıl oluyordu. Üstelik Meryem'in yanında; yazın sıcağında kış meyveleri, kışın soğuğunda ise yaz meyveleri bulunurdu. Hazret-i, Meryem'e sorunca, o, bu nîmetler için; “Hak teâlânın bir ihsânıdır” diye cevap verirdi. Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 37. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki “...Her ne zaman ki, Zekeriyyâ (aleyhisselâm Meryem'in bulunduğu) mihraba (odaya) girse, onun (Meryem'in) yanında bol rızık (ve vakitsiz meyveler yâni kışta yaz, yazda kış meyveleri) bulurdu. Yâ Meryem! Bu rızık sana nereden geliyor? (Normalde bu vakitte böyle meyve bulunmaz. Üstelik senin üzerine kapılar da kilitlenmiştir) derdi. Bunun üzerine Meryem; Bu, Allahü teâlâ tarafındandır. Muhakkak ki, Allahü teâlâ, dilediği kimseyi hesapsız olarak rızıklandırır derdi.”
Hazret-i Meryem'in kerâmeti: Tefsîr-i Mazharî ve Tefsîr-i Kebîr gibi meşhûr ve mûteber eserlerde, bu âyet-i kerîmenin tefsîri için; Bu âyet-i kerîme, evliyânın kerâmetinin hak olduğunu göstermektedir buyrulmuştur. Âlimler; Zekeriyyâ aleyhisselâmın her gelişinde, Hazret-i Meryem'in odasında fevkalâde güzel yiyecekler bulması, Hazret-i Meryem'in bir kerâmetidir buyurmuşlardır.
Fahreddîn-i Razî hazretleri, bunun Hazret-i Meryem'in kerâmeti olduğunu bildirerek buyuruyor ki: Bu hal, Hazret-i Zekeriyyâ'nın bir mûcizesi olsaydı, kendisinin bu mûcizeden haberdâr olması yâni bilmesi lâzımdı. Halbuki o; “Yâ Meryem! Bu rızık sana nereden geliyor?...” diye sormuştu. Suâlinden onun bu fevkalâde durumu bilmediği, dolayısıyla bu hâlin onun bir mûcizesi olmadığı anlaşılmaktadır. O hâlde, bu hal, hazreti Meryem'in bir kerâmetidir ve bu âyet-i kerîme, evliyânın kerâmetinin hak olduğuna delildir.
Hazret-i
Meryem, Zekeriyyâ aleyhisselâmın himâyesinde
yetişti. Hazret-i Zekeriyyâ'nın zevcesi (hanımı) ile Hazret-i Meryem'in annesi
Hunne hanım kardeş idi. Hazret-i Zekeriyyâ'nın hanımı Îsâ’ veya Elîsâ ile
hazreti Meryem'in kardeş oldukları da rivâyet edilmiştir. Buna göre hazreti
Meryem, hazreti Zekeriyyâ'nın baldızı olmaktadır. Aralarındaki bu yakın
akrabâlıktan dolayı hadîs-i şerîfte,
Îsâ ile Yahyâ aleyhimesselâmın teyze oğlu oldukları bildirilmiştir.
Tefsîr
âlimleri âyet-i kerîmede geçen; “Güzel bir kabûl ile kabûl buyurdu...” kısmını şu
şekilde izâh etmişlerdir. Önce, Allahü teâlâ
Hazret-i Meryem'i ve oğlu Îsâ aleyhisselâmı
şeytanın dokunmasından korudu. İkinci olarak, Zekeriyyâ aleyhisselâmın himâyesine verdi. Sonra rızkını Cennet
nîmetlerinden ihsân etti. Yukarıda da zikredildiği gibi, Hazret-i Meryem'in
rızkı Cennet’ten gelirdi. Ayrıca, o zamana kadar Beyt-i Makdis hizmetine sâdece
erkek çocuklar kabûl edildiği hâlde, annesi Hunne'nin yalvarması ve ilticası
üzerine Hak teâlâ onu da kabûl buyurdu.
Rûh-ul-beyan
tefsîri’nde bildirildiğine göre, Hunne'nin, daha başlangıçta yaptığı nezrinde,
niyeti doğru, sâdık idi. Ancak, kız çocuk doğurmakla nezrini yerine
getiremeyeceği için, Allahü teâlâdan
utanmış ve bu husûstaki güçsüzlüğünü Allahü teâlâya
arzetmiştir. Buradan anlaşılıyor ki, kul, nefsini kırmak, ihlâsı kalbine
yerleştirmek için uğraşmalı ve yaptığı amelleri Allahü
teâlânın kabûl etmesi için bütün gücüyle gayret etmeli, bununla
beraber yine de kendini, nefsini kusurlu görmelidir.
Yine
Rûh-ul-beyan tefsîri’nde, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, var gücüyle çalışıp
gayret ettikten sonra, yine kendisini kusurlu görüp istiğfâr etmesi icâb ettiği
husûsunda Şeyh Ebül-Abbâs'ın (rahmetullahi aleyh)
şöyle buyurduğu nakledilmektedir: “Allahü teâlâ
masiyeti (günahı), tâatin (sevab olan amelin) içine katar. Meselâ bir kul tâat
işler, Allahü teâlânın beğendiği amelleri
yapar. Bundan sonra da kendisinde ucb hâsıl olur. Yâni kendini ve ibâdetini
beğenir. Yaptığı tâata güvenir. Bu tâati yapmayanları küçük görür. “Benim
gibisi var mı?” der. Allahü teâlâdan
bunların karşılığını ve bedelini ister. İşte bu kulun yaptığı tâat, güzeldir,
sevâb bir iştir. Fakat çeşitli uygunsuz düşüncelerle bu tâatin etrâfı
günâhlarla kuşatılmış, çok günâh işlenmiş olur. Yâni o tâat sanki tâat olmaktan
çıkarılmış, günâha vesile hâline getirilmiştir.
Diğer
taraftan bir kul da, unutarak, yanılarak bir kabahat, günâh işler. Fakat
günâhın hemen arkasından çok pişman olur, üzülür. Bunun affı için Allahü teâlâya ilticâ eder ve O'na sığınır.
İşlediği bu günâh sebebiyle kendi nefsini çok aşağı ve pek bayağı görür. Bu
günâhı işlemeyen mü’minleri kendinden üstün ve kıymetli bilir.
İşte,
yukarıdaki misâlin aksine olarak bu kul, günâh işlememeye âzamî dikkat ve
gayret ettiği hâlde, yanılarak bir günâh işlemiş, fakat arkasından hemen pişman
olup kendi nefsini aşağılamıştır. Bu sebeple de işlediği günâhın etrâfı
sevâblarla çevrilmiştir.
Bütün
bunlardan anlaşılıyor ki, kul kendi nefsini her zaman haksız, kusurlu ve noksan
bilmeli, hatâyı başkasında değil kendinde görmelidir. Tâat husûsunda,
ibâdetlerde çok gayretli olmalı, gevşeklik göstermemeli, ancak yaptığı ibâdet
ve tâatlara da güvenmemelidir. Tâatı yaptıktan sonra unutmalı, yaptığını noksan
ve kusurlu bilmelidir. Böyle olduğu takdirde yüksek mertebelere ve Cennet
nîmetlerine kavuşması umulur.
Yoksa,
devamlı olarak yaptığı tâatları düşünür, kabahatlerini hiç hatırlamazsa,
kendisinde ucb hâsıl olur. Yaptığı ibâdetleri, dolayısıyla kendini beğenir ve
kibre kapılır. Yaptığı amellerine güvenir. Böyle olunca amelleri boşa gider.
Bunun için; “Taatı muhâfaza etmek, onu işlemekten daha zordur” demişlerdir.
İnsanın,
amellerindeki gayret ve çalışmasındaki maksadı, Allahü
teâlânın rızâsını kazanmaktan başka bir şey olmamalıdır. Kendi
iyiliklerini ve başkalarında gördüğü kusur ve kabahatleri örtmeli, unutmalı,
görmezlikten gelmeli; işlediği hatâ ve günâhları ise aslâ unutmamalı, devamlı
tevbe ve istiğfâr etmelidir.
Tefsîr
âlimleri, Âl-i İmrân sûresinin 37. âyet-i
kerîmesinde; “...Rabbi
onu güzel bir nebât gibi büyüttü...” şeklinde zikredilen kısmı
tefsîr ederlerken buyuruyorlar ki: Rabbi onu güzel terbiye ile terbiye edip,
yetiştirdi. Rabbi onun yaratılışını, noksansız ve eksiksiz bir şekilde tam,
düzgün yaptı. Allahü teâlâ onu ve oğlunu
(Îsâ aleyhisselâmı) âlemlere bir âyet yâni
kudretine alâmet ve delil kıldı.
Hazret-i
Meryem, Dâvûd aleyhisselâmın neslindendir.
İbn-i Asakir'in (rahmetullahi aleyh) rivâyetine
göre, Hazret-i Meryem'in, Dâvûd aleyhisselâma
kadar olan nesebi şöyle bildirilmiştir: Meryem, İmrân'ın kızıdır. İmrân,
Mâsân'ın oğlu, o Âzer'in, o Yûd'un, o Ahnez'in, o Sâduk'un, o Iyazûz'ün, o
Elyakîm'in, o Eybûd'un, o Zeryabil'in, o Şaltâl'ın, o Yûhînâ'nın, o Berşâ'nın,
o Amûn'un, o Mîşâ'nın, o Hazkiyâ'nın (Hazkıyâl'ın), o Ahâz'ın, o Mûsâm’nın, o
Azriyâ'nın, o Yevârim'in, o Yûşâfat'ın, o Îsâ'nın, o İbân'ın, o Rec'âm'ın, o
Süleymân'ın, o da Dâvûd'un (aleyhisselâm)
oğludur. Bu silsile hakkında daha değişik rivâyetler de vardır. Fakat, Dâvûd aleyhisselâmın neslinden olduğunda ihtilaf yoktur.
Babası İmrân, zamanında, çok namaz kılmakla tanınmıştı. Annesi Hunne de
Fâkûd'un kızı idi. Fâkûd, Kâbîl'in oğlu idi. Annesi de o zamanın çok ibâdet
edenlerinden idi.
Meryem (radıyallahü anhâ) gece-gündüz hep ibâdetle meşgûl
olurdu. O kadar çok ibâdet ederdi ki, ibâdeti Benî İsrâil arasında darb-ı mesel
hâline geldi. Hâli ve hareketi, yaşayışı pek güzel idi. Allahü teâlâ ona bir çok kerâmetler, güzel hâller
ihsân etmiş idi. Kerim hâllerden, şerefli muâmelelerden yâni kerâmet cinsinden
onda görünen şeyler, harikulade hâller meşhûr olup yayıldı.
Âyet-i
kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Habîbim! Meryem'i de) yâd eyle ki, o, ırzını (bir kal'a
gibi) haramdan
korumuştu...” (Enbiyâ sûresi: 91)
“(Allahü
teâlâ, îmân edenlere Fir’avn'un hanımı Âsiye binti Müzahim'i (radıyallahü anhâ) bir misâl yaptığı gibi) İmrân'ın kızı
Meryem'i de (radıyallahü anhâ) bir misâl yaptı
ki, o ırzını, bir kal'a gibi korumuş, pek sağlam bir şekilde muhâfaza etmişti.”
(Tahrim sûresi: 12)
“Yâd eyle şu vakti ki;
melekler (yani Cebrâil aleyhisselâm,
Hazret-i Meryem'e şifâhen) şöyle demişti: Ey Meryem! Muhakkak ki Allahü teâlâ (çok ibâdet
etmenle ve tertemiz olmanla) seni seçti ve seni (kötü hasletlerden ve kabîh,
çirkin âdetlerden) pâk etti. Ve seni âlemdeki (zamanındaki) bütün kadınlara
mümtaz kıldı, (Hazret-i Meryem, Allahü
teâlânın pek çok lütûf ve ihsânına kavuştu. Allahü teâlâ bunu beyân buyurduktan sonra, bu
nîmetlere şükür olarak ibâdet ve tâatını arttırmasını ona vâcib kıldı ve
buyurdu ki:) “Ey
Meryem! (Şükür için) Rabbin teâlâ hazretlerine tâata devam eyle!
(Veya O'na şükür için namazında kıyamını uzun eyle!) Rabbine secde eyle! Rükû edenlerle beraber
rükû eyle (namaz kılanlarla namaz kıl). (Âl-i
İmrân sûresi: 42-43)
Bu emirden
sonra hazreti Meryem'in ibâdet ve tâata devamı daha çok arttı. İmâm-ı Evzâî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Vakta ki Meryem (radıyallahü anhâ) bununla emrolundu, namazda çok
durmaktan, çok namaz kılmaktan ayakları şişti...”
Hazret-i
Meryem, o zamanda bulunan bütün kadınların en fazîletlisi idi. Nitekim
Buhârî’de Hazret-i Ali'nin rivâyet ettiği bir hadîs-i
şerîfte, Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem); “İmrân kızı
Meryem, zamanında dünyâda bulunan bütün kadınların hayırlısıdır. Bu ümmetin
kadınlarının en hayırlısı da Hadice'dir.” (radıyallahü
anhümâ) buyurmuşlardır.
Tefsîr
âlimleri yukarıda meâli verilen Âl-i İmrân
sûresinin 42. âyet-i kerîmesini tefsîr ederken buyuruyorlar ki: Hazret-i,
Meryem'e gelerek, söz söyleyen Cebrâil
aleyhisselâm idi. Nitekim Meryem sûresinin 17. âyet-i kerîmesinde bu husûsta
meâlen; “Derken
biz ona rûhumuzu (Cebrâil aleyhisselâmı) gönderdik de o, Meryem'e hilkati tam, her âzası düzgün,
yakışıklı bir genç sûretinde görünüverdi...” buyruldu. Bu âyet-i
kerîme, Hazret-i Meryem ile konuşanın Cebrâil
aleyhisselâm olduğuna delâlet etmektedir. Hal
böyle iken, aynı husûs Âl-i İmrân sûresinin 42.
âyet-i kerîmesinde zikredilirken, Hazret-i Meryem'e söz söyleyenin bir melek
değil de melâike şeklinde çoğul olarak zikredilmesi, Cebrâil aleyhisselâmın
kıymetini ve şânının büyüklüğünü bildirmek içindir. Çünkü, Cebrâil aleyhisselâm
meleklerin reisidir.
Tefsîr
âlimleri yukarıda meâli verilen Âl-i İmrân
sûresinin 43. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyuruyorlar ki: Bu âyet-i kerîmede
Hazret-i Meryem'e, Hak teâlâya şükür için
namazda kıyamı uzun yapması emredildi. Bundan sonra secde ve rükû emredildi.
Böylece bu rükûnlerin fazîletine ve bunlara hakkıyla riâyet edilmesine işâret
olunmuştur. Ayrıca secdenin rükûdan önce zikredilmesi de, namazın en fazîletli
rüknü olmasından dolayıdır. Nitekim bir hadîs-i
şerîfte; “Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secde ettiği andır”
buyruldu. İşte secde bu derece fazîletli ve pek kıymetli bir tâat olduğu için,
âyet-i kerîmede rükûdan evvel zikredilmiştir.
Hazret-i
Meryem'in fazîletleri, üstünlükleri hakkında İmâm-ı Ahmed'in senetleri ile
hazret-i Enes'den bildirdiği hadîs-i şerîfte;
“Âlemdeki
kadınlardan dördü pek yüksektir: Meryem binti İmrân, Fir’avn'ın hanımı Âsiye,
Hadîce binti Huveylid ve Fâtıma binti Muhammed”
buyruldu.
Tirmizînin
çeşitli yollarla hazret-i Enes'den bildirdiği hadîs-i
şerîfte de; “Âlemdeki kadınların en hayırlıları dörttür. Meryem binti
İmrân, Fir’avn'ın hanımı Âsiye, Hadîce binti Huveylid ve Fâtıma binti Muhammed Resûlullah” buyruldu.
Ebû Yala,
senetleri ile İbn-i Abbâs'dan bildirir: Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) toprağın üzerine
dört çizgi çizdi ve; “Bunların ne olduğunu bilir misiniz?” buyurdu.
“Allah ve Resûlü bilir” dediler. Buyurdu ki: “Cennet’teki kadınların en üstünleri; Hadîce
binti Huveylid, Fâtıma binti Muhammed, Meryem binti İmrân ve
Fir’avn'un hanımı Âsiye binti Müzâhim'dir.” Bu Hadîs-i şerîfi Nesâî de bildirmektedir.
İbn-i
Asâkir'in senetleri ile Câbir bin Abdullah'tan bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Dünyâdaki kadınların efendileri dörttür.
Fâtıma binti Muhammed, Hadîce binti Huveylid, Âsiye binti Müzâhim ve Meryem binti
İmrân” buyruldu.
Âyet-i
kerîmede bildirildiği gibi, Cebrâil aleyhisselâm Hazret-i Meryem'e geldiğinde, Allahü teâlânın onu âlemdeki bütün kadınlar
üzerine seçtiğini bildirdi. Allahü teâlâ
bu seçmenin, onun babasız olarak çocuk doğurması ve bu çocuğun büyük bir
peygamber olacağını müjdelemesi şeklinde olduğunu bildiriyor.
Tefsîr
âlimleri buyuruyorlar ki: “Ey Meryem! Muhakkak ki, Allahü teâlâ seni
seçti ve seni pâk etti ve seni âlemdeki bütün kadınlara mümtaz kıldı”
demek, seni kötü ahlâktan arındırdı, iyi ve güzel ahlâk ile seni süsledi
demektir. “Âlemdeki
kadınlar” dan maksat, zamanındaki kadınlardır. Nitekim, A’râf
sûresinin 144. âyet-i kerîmesinde Mûsâ aleyhisselâma
da; “Muhakkak
ki, seni bütün insanlar üzerine seçtim” buyurdu. Halbuki, malûmdur
ki, İbrâhim aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmdan efdâldir, üstündür ve Muhammed Mustafa (sallallahü
aleyhi ve sellem) ikisinden de üstündür. Bunun gibi Duhân sûresinin 32.
âyet-i kerîmesinde İsrâiloğulları için; “İlimde onları bütün âlemler üzerine seçtik”
buyrulduğu hâlde, Resûlullah'ın
ümmeti, geçmiş ümmetlerin hepsinden üstündür; sayı bakımından onlardan çok,
ilimde onlardan efdâl, amelde, İsrâiloğullarından ve başkalarından daha çok
beğenilendir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, âlemdeki bütün insanlar demek, o
zamanda, âlemlerde bulunan bütün insanlar demektir.
Meryem'in
(radıyallahü anhâ) ismi, Kur'ân-ı kerîmde çok zikredilmiş, Enbiyâ sûresinin
91. âyet-i kerîmesinde ismi geçmeden, fakat ona işâretle, ırzını çok güzel
koruduğu bildirilmiş, Mâide sûresinin 75. âyet-i
kerîmesinde ise “Sıddîka”
diye övülmüştür.
Hazret-i
Meryem'in fazîletleri, diğer insanlar arasında mümtaz, ayrı bir yeri olması,
maddeler hâlinde özetle şöyledir.
1-
Beyt-ül-Makdis'e nezir olarak kabûl edilmesi. Halbuki, o zamana kadar, sâdece
erkek çocuklar kabûl edilir, kız çocuklar kabûl edilmezdi.
2-
Beyt-ül-Makdis'de bulunan odasına, Hak teâlâ
tarafından gaybî olarak rızkının gönderilmesi.
3-
Kerâmetlere nâil olması.
4- Cebrâil aleyhisselâm
ile konuşup görüşmesi.
5-
Hazret-i Îsâ'nın kundakta iken konuşması ve böylece, Hazret-i Meryem'in
iftirâlardan temiz olduğunun sabit olması.
6-
Kendinin ve oğlu Hazret-i Îsâ'nın, âleme ibret ve misâl kılınması.
Hazret-i Meryem onbeş yaşına ulaştığında, Yûsuf-i Neccâr isminde biriyle nişânlanmıştı. Fakat onunla evlenmeden, Allahü teâlâ, Hazret-i Meryem'e babasız olarak bir çocuk vereceğini müjdelemişti.
Rivâyete göre, Hazret-i Meryem, Beyt-ül-Makdis'te kendisi için Zekeriyyâ aleyhisselâm tarafından tahsis edilen odada bulunur, ihtiyaç hâlinde dışarı giderdi veya ibâdetini orada yapar, sair zamanlarda Zekeriyyâ aleyhisselâmın hanımının yanında bulunurdu. Bu husûsta rivâyetler muhteliftir. Böyle bir vesile ile, evinin veya Beyt-ül-Makdis'in doğusunda bir yerde bulunurken veya güneşlenirken, yanına Cebrâil aleyhisselâm geldi. Her âzası tam, düzgün bir genç insan şeklinde idi. Aslî şeklinde değil de böyle bir insan şeklinde gelmesi, Hazret-i Meryem'in onu aslî şekliyle görmeye tahammül edemiyeceği içindir.
Hazret-i Meryem, birden karşısında böyle birini görünce, kemâl-i edebinden ve iffetinin çokluğundan pek fazla endişelendi, kalbine ürperti geldi. Bulunduğu yer tenhâ idi. Buna rağmen perde de çekmişti. Böyle iken oraya genç bir kimsenin gelmesi onu telâşa düşürmüştü. Hemen; “Ben senin bana bir zarar vermenden, kullarını böyle zararlardan korumaya kâdir ve her nîmet ve ihsânın sâhibi olan Allahü teâlâya sığınırım. Benim yanımdan çekil. Eğer Allahü teâlânın azâbından korkar, günâh işlemekten sakınırsan, herhangi bir fenâlık yapmazsın. Yanımdan git ve bana taarruz etme” dedi.
Genç bir delikanlı sûretinde gelen Cebrâil aleyhisselâm, ona, kendinin melek olduğunu ve endişelenmemesini bildirip; “Ben senin, benden kendisine sığındığın Hak teâlâ hazretlerinin bir elçisiyim. Yâni ben insan değilim. Allahü teâlâ tarafından gönderilen bir haberci meleğim. Senin temiz bir oğlan doğuracağını müjdelemek için gönderildim” dedi. Meryem (radıyallahü anhâ), onun vazifeli bir melek olduğunu anlayınca, biraz rahatladı. Fakat endişesi de gittikçe arttı. Sonra; “Benim hiç çocuğum olur mu? Ben evli değilim. İffetsiz bir kimse de değilim ki, başkasından hâmile kalmış olayım. Bana hiç bir erkek dokunmadı. Bir erkek ile bir araya gelmedim. Günâh da işlemedim. O hâlde benim nasıl çocuğum olur ki?” dedi.
Cebrâil aleyhisselâm ona; “Evet iş dediğin gibidir. Sen evli değilsin. Şer'î hudûdun dışına taşarak bir iffetsizlik de yapmadın. Fakat Hak teâlâ sana, babasız bir çocuk ihsân edecek. Böyle yapmak O'na pek kolaydır. Zirâ O, her dilediğini yapmaya kâdirdir” dedi.
Hazret-i Meryem, Allahü teâlânın, bir çocuğu babasız olarak halketmeye kâdir olduğunu elbette bilir ve tasdik ederdi. “Benim nasıl çocuğum olur ki...” diye sorup, kendi durumunu izâh etmesi, buna inanmamasından değil, bu işin nasıl olacağını anlamak istemesindendir.
Daha sonra, Cebrâil aleyhisselâm bu işin takdir edildiğini, tamam olduğunu; çocuğun, babasız olarak Allahü teâlânın (Kün=Ol) emriyle yaratılacağını ve isminin Meryem oğlu Mesîh Îsâ olduğunu bildirdi. Ayrıca çocuğun, Allahü teâlâ katında mertebe ve derecesinin pek yüksek, makbûl bir kul olduğunu söyleyerek, onun sıradan bir çocuk olmadığını insanlara hak ve hakîkati bildireceğini de haber verdi.
Mesîh; meshedilmiş, meshedilen demektir. Îsâ aleyhisselâma niçin Mesîh dendiği husûsunda tefsîr âlimlerinden muhtelif rivâyetler gelmiş olup, bunlardan bâzıları şöyledir:
1- Her türlü pisliklerden uzak, günâhlardan temizlenmiş olduğu için ona bu isim verilmiştir.
2- Hangi hastaya dokunsa, Allahü teâlânın izni ile hasta iyi olurdu. Bunun için Mesîh denilmiştir.
3- Îsâ aleyhisselâm yeryüzünde çok seyahat ederdi. Buna işâretle Mesîh denilmiştir.
4- Mesîh, İbranî dilinde Mübârek mânâsınadır. Hazret-i Îsâ'nın şerefinin ve fazîletinin üstünlüğünü bildirmek için, bu mânâya işâretle Mesîh denilmiştir.
Ayrıca kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan Deccal'e de Mesîh denir ki, onun -haşa- yukarıdaki fazîletlerle hiç bir ilgisi yoktur. Ona, Mesîh denmesinin sebebi gözünün birinin silik olmasıdır.
Cebrâil aleyhisselâmın genç bir insan şeklinde Hazret-i Meryem'e gelerek, onu bir oğul ile müjdelemesi ve bu esnada aralarında geçen konuşmalar husûsunda, Âl-i İmrân sûresinin 45-47. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Melâike (Cebrâil aleyhisselâm) dedi ki: Ey Meryem! Allahü teâlâ, kendinden bir kelimeyi ("Ol" emri ile yaratılacak bir çocuğu) sana müjdeliyor ki, o çocuğun ismi, Meryem oğlu Mesîh Îsâ'dır. Dünyâda da âhırette de vecîh (şerefi yüksek, kadri yüce) dir. (Denildi ki, dünyâda vecîh olması, peygamberliği; âhırette vecîh olması ise şefâatidir.) ve o mukarreb (yani Hak teâlâ indinde yüksek derecelere sâhip) olanlardandır. O beşikte iken (süt emerken) de, yetişkin iken de insanlarla konuşacaktır. O sâlihlerden (bütün emirlere uyan ve bütün yasaklardan kaçınan, içini ve dışını Hak teâlânın emirlerine uyduran iyi kimselerden) dir.
(Melek böyle söyleyince, Hazret-i) Meryem; “Ey Rabbim! Bana hiç bir insan dokunmamışken benim nasıl çocuğum olabilir?” dedi. (Bunun üzerine Allahü teâlâ ona Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla, onun lisânıyla) buyurdu ki: “Evet öyledir. Sana bir kimse dokunmamıştır. Fakat Allahü teâlâ neyi dilerse yaratır. Bir şeyi dileyince ona sâdece “Ol" der. O da hemen oluverir.”
Allahü teâlâ eşyayı, mahlûkları bilinen zâhirî sebepler ve maddelerle, tedricen, safha safha yaratmaya kâdir olduğu gibi, bu sebepler hiç olmadan, bir defâda ve bir anda yaratmaya da elbette kâdirdir.
Yine bu husûsta Meryem sûresinin 16-21. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Kur'ân-ı kerîmde Meryem kıssasını da zikret. Hani o, âilesinden ayrılıp şark tarafında, (evinin veya Beyt-ül-Makdis'in doğu tarafında) bir yere çekilmişti. (Bir rivâyette hayzdan temizlenip gusül etmeğe gitmişti. Burası çok tenhâ bir yer ise de, tesettüre, örtünmeye pek çok riâyet ettiğinden) onların kendini görmemesi için ayrıca bir de perde edinmişti. Perde ile örtünmüş, perde çekmiş idi. Derken biz ona rûhumuzu (Cebrâil aleyhisselâmı) gönderdik de, o, Meryem'e, hilkati tam, her âzası düzgün, yakışıklı bir genç sûretinde göründü. (Meryem (radıyallahü anhâ) bu tanımadığı yabancıyı görünce, melek olduğunu bilemediği için, kemâl-i iffetinden dolayı pek telâşlanarak): “Ben senden, rahmân olan Allahü teâlâya sığınırım. Eğer mü’min ve müttekî isen, fenâlıktan hakkıyla sakınan bir insan isen bana taarruz etme. Bana yaklaşma ve yanımdan çekil (yani senden, Allahü teâlâdan korkman ümid olunur. Senin Allahü teâlâdan korkman ise, benim O'na sığınmamla mümkün olur. Bu sebeple senden Allahü teâlâya sığınırım.)” dedi.
(Tefsîr âlimleri Cebrâil aleyhisselâma rûh buyrulması husûsunda muhtelif sebepler bildirmişlerdir. Bâzıları; “Hak teâlânın, onu sevdiğini, ondan râzı ve kendine yakın kullarından olduğunu beyân içindir. Nitekim bir kimsenin sevdiğine “rûhum” demesi âdet olmuştur dediler. Cebrâil aleyhisselâm da ona) dedi ki: Gerçekten ben senin, kendisine sığındığın Rabbin teâlâ tarafından, O'nun emriyle gelen haberciyim ki, sana, bütün fenâlıklardan temiz, hayırlı olmasıyla medholunan, bir oğlan vermeye (vesile olmaya) geldim. (Meryem (radıyallahü anhâ), gelenin hakîkî bir insan değil, bu sûrette görünen bir melek olduğunu, ondan kendisine bir zarar gelmeyeceğini anlayıp, bununla beraber, bunun nasıl olacağını merâk ederek;) “Benim nasıl bir oğlum olabilir ki, bana hiç bir beşer (nikahı ile) dokunmamış, yaklaşmamıştır. Ben zinâkâr, iffetsiz ve fâcire biri de değilim dedi.
(Cebrâil aleyhisselâm) dedi ki: “(Yâ Meryem!) Evet hâl dediğin gibidir. Lâkin, Rabbin teâlâ hazretleri, buyurdu ki; O (zahiri sebepleri bulunmadan bir çocuk halketmek, yaratmak) bana pek kolaydır. Biz onu kudretimize bir alâmet ve insanlardan onun dînine tâbi olanlara onu bir rahmet kılarız. Bu ezelde hükmolunmuş, takdir edilmiş bir iştir. Bu hükümde bir değişiklik, bozulma olmaz.”
Yukarıda da bildirildiği gibi Hazret-i Meryem, Âdem aleyhisselâmdan o zamana kadar hiç olmamış bir durumla, yâni babasız çocuk meydana gelmesi durumuyla karşılaştığı için ziyâdesiyle hayrete düşmüştü. Kendinin evli ve iffetsiz biri olmadığını bildirip, nasıl çocuğum olabilir ki diye suâl etmesi, babasız olarak bir çocuk meydana gelemeyeceğinden değildi. Zâhirî sebepleri olmadan, Allahü teâlânın sâdece "Ol" emri ile dilediğini her an var etmeye mutlak kâdir olduğunu elbette biliyordu. Suâli, böyle bir şeyin nasıl olacağını anlamak içindi. Gerçi Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlânın kudretiyle annesiz ve babasız meydana gelmişti. Ondan sonra, Hazret-i Havvâ, Hazret-i Âdem'in sol kaburga kemiğinden yaratılmıştı. Yâni Âdem aleyhisselâm, anasız ve babasız olarak topraktan halkolunduğu, yaratıldığı gibi, hazreti Havvâ da ondan annesiz olarak yaratıldı. Fakat ondan sonra insanın çoğalmasına hep anne ile babanın bir araya gelmesi sebep kılındığından, bu âdetin aksine bir durum görünüşte mümkün değildi. Hazret-i Âdem'den bu kadar zaman geçtikten sonra yeniden böyle bir hâlin zuhûr etmesi, elbette herkesin hayret ve dikkatini çekecekti. İşte hazret-i Meryem'in hayret ve endişesi de bu noktadan kaynaklanıyordu. Âlemde kimseye nasîb olmamış bu ilâhî lütûf, onu ziyâdesiyle heyecanlandırıyordu. Bu iş ve bu işin netîcesi nasıl olacaktı? Sonra insanların tavrı ne olacaktı? Hazret-i Meryem ne gibi iftirâlara uğrayacak, bu husûsta ne sıkıntılar çekecekti? İnsanlara ne diyecek, bu hâli nasıl kabûl ettirecekti? İnanacaklar mıydı?
Hazret-i
Meryem bu endişe ve heyecan içinde iken, Cebrâil
aleyhisselâm, onun yakasına veya gömleği
üzerine nefha etti, üfürdü, sonra oradan ayrıldı ve gitti.
Böylece Hak teâlânın emri ve kudretiyle, hazret-i Meryem,
hazret-i Îsâ'ya hâmile oldu. Cebrâil aleyhisselâmın o nefhasından, üfürmesinden sonra,
onun hazreti Îsâ'ya hâmile olduğu Meryem sûresinin
22. âyet-i kerîmesinde, bildirilmektedir. Bu sırada onbeş yaşında idi. Hazret-i
Îsâ'ya hâmile olduğunda on yaşında olduğu, yeni büluğa ermiş olup, bundan evvel
sâdece iki defâ hayız gördüğü de bildirilmiştir. Bundan bir müddet sonra,
normal olarak hâmilelik hâlleri görülmeye başlandı. Rivâyete göre onun hâmile
olduğunu ilk farkeden, Yûsuf-i Neccâr oldu. Bilindiği gibi, Yûsuf-i Neccâr ile
Hazret-i Meryem nişânlı idiler.
Yûsuf-i
Neccâr onun hâmile olduğunu görünce, adeta ne olduğunu şaşırdı. Bunu nasıl
yorumlayacağını bilemedi. Onun iffet, hayâ ve edebinin ne derece kemâlde
olduğunu biliyor, yanlış bir iş yapmasına aslâ ihtimâl vermiyordu. Fakat
hazreti Meryem hâmile idi ve bunun, zâhirde bir tek izâhı vardı, o da, bir
erkeğe yakın olması... Bu durum karşısında ne yapacağını, nasıl tavır alacağını
bilemiyor, fakat mes’eleyi çözemediği için de adeta aklını kaçıracak gibi
oluyordu. Nihâyet bir yolunu bulup, hazreti Meryem'e dedi ki: “Ben sende çok
garib bir hâl görüyorum. Bu mes’eleyi saklayıp, kendimle mezâra götürmeyi yâni
ölünceye kadar hiç kimseye bahsetmemeyi istediysem de muvaffak olamadım.”
Hazret-i Meryem ona; “Söylemek istediğini söyle” dedi. Yûsuf-i Neccâr; “Bana
söyler misin? Hiç tohum ekmeden ekin biter mi?” dedi. O; “Evet biter” dedi.
Yûsuf; “Peki yağmur yağmadan ağaç yetiştiği olur mu?” dedi. O; “Evet olur”
dedi. Yûsuf; “Erkek olmadan çocuk meydana gelir mi? Babasız olarak çocuk doğar
mı?” dedi. Bunun üzerine Meryem (radıyallahü anhâ),
şöyle dedi: “Evet doğar. Allahü teâlâ
tohumu ilk yarattığında, tohumdan mı yarattı? Elbette tohumsuz yarattı. Bunu
biliyor musun? Allahü teâlâ, ağacı ilk
yarattığında yağmur ile mi yarattı? Elbette yağmursuz yarattı. O, yağmuru da,
suyu da, ağacı da, tohumu da kendi ilâhî kudretiyle ve sâdece "Ol"
emri ile yarattı. (Yine ezelî takdiri ile bu âlemde her şeyin sebepler ile
meydana gelmesini dilediğinden, meselâ yağmuru, ağacın yetişmesi için bir sebep
kıldı. Böyle sebepler olmadan da elbette yaratır. Fakat yine O, hâdiselerin
sebepler ile vukû bulmasını dilediği için, hâdiseler, sebepler ile cereyan
etmektedir. Meselâ; ateşi yakmaya, bıçağı kesmeye sebep kılmıştır. Fakat
dilerse bunlarda tesir halketmez. Meselâ; ateşin, İbrâhim aleyhisselâmı yakmaması, bıçağın, hazreti İsmâil'i
kesmemesi böyledir.) Yoksa sen, tohum ile yağmur sebepleri olmazsa, Allahü teâlâ ekin ile ağaç yetiştiremeyeceğini mi
zannediyorsun?”
Hazret-i
Meryem'in bu sözlerine karşı Yûsuf-i Neccâr; “Hayır öyle bir şey demiyorum. Bilakis
Allahü teâlâ dilediği her şeyi yapmaya
kâdirdir. Mutlak kudret sâhibi yalnız O'dur. Bir şeyin olmasını dileyince
yalnız "Ol" emrini verir. O şey de hemen oluverir diyorum” dedi.
Meryem (radıyallahü anhâ) “Peki sen Allahü teâlânın Hazret-i Âdem-i ve Hazret-i
Havvâ'yı da anasız ve babasız olarak yarattığını bilmiyor musun?” deyince, o;
“Evet biliyorum” dedi.
Bu
konuşmalardan, Hazret-i Meryem'in -haşa- yanlış bir iş işlemediğini, bu
hâmileliğin, Hak teâlânın takdiri ve
kudretiyle, bir erkekle temas olmadan meydana geldiğini iyice anlayan Yûsuf-i
Neccâr, artık bu husûsta daha fazla soru sormanın, fikir yürütmenin ve çeşitli
zanlarda bulunmanın yersiz olduğunu düşündü ve yanlış karar vermekten kaçındı.
Hazret-i
Meryem'in hâmileliği belli olup, açığa çıkınca, ortalıkta bu mes’ele
konuşulmaya ve herkes tarafından dedikodusu yapılmaya başlandı. Yahudiler çeşit
çeşit iftirâlarda bulunuyor, akla gelmeyecek ve ağza alınmayacak şeyler
söylüyorlardı. Hazret-i Meryem gibi, iffet ve nâmusun, edeb ve hayânın zirvesinde
olan tertemiz bir hanım için bu şekildeki sözler ve dedikodular elbette
tahammülü mümkün olmayan bir sıkıntı, acısı çok şiddetli olan bir dert idi.
Bu husûsta
Meryem sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde meâlen
şöyle buyrulmaktadır: “… Bununla (karnındaki bu çocuğu ile) âilesinden uzak
bir yere (bir dağın ardında ve Beyt-i Lahm denilen bir yere) çekildi.”
(Beyt-i Lahm, Kudüs'ün 10 kilometre güneyinde bir kasaba olup, o zaman sâkin,
tenhâ bir yerdi.)
Hazret-i
Meryem'in bu şekilde ayrı bir yere çekilmesi tabii ki, sıkıntıları gidermiyor,
belki sâdece azalmasına sebep oluyordu. Lâkin insanların böyle ileri geri
konuştuklarını düşündükçe, üzüntü ve sıkıntısı artıyordu. Zâten hâmilelik hâli
başlı başına, çok zahmetli bir durum idi. Bununla beraber, insanların yalan
yanlış, uygunsuz lâflar konuşmaları da bu zahmetin üzerine ikinci bir sıkıntı
ve zahmet oluyordu. O ise, bütün bunların, Hak teâlânın
dilemesi ve takdiri ile olduğunu düşünerek tahammül etmeye çalışıyordu. Günleri
hep böyle üzüntü ve sıkıntı içinde geçiyordu.
Doğumun
ilk alâmetleri belirdiği sırada, bulunduğu yerin bahçesinde yürürken, kurumuş
bir hurma ağacının altına gelmişti. Doğum sancıları şiddetlendiğinden, mecbûren
bu ağaca yaslandı. Çok büyük sıkıntı ve darlık içinde idi. “Ne olaydı ben
unutulmuş, aranmaz, ismi bile kimsenin hatırına gelmeyen bir şekilde yok olup
gideydim. Ve bu hâlleri görmeyeydim” diye hüznünü dile getirdi.
Nihâyet,
yaslandığı kuru hurma ağacının altında, hazreti Îsâ dünyâya geldi. Mevsim kış
olup, hurma ağacı da, dalları ve baş kısmı olmayan kuru bir hâlde idi.
Doğumdan
sonra, iftirâ ve dedikoduların çoğalması ihtimâli muhakkak olduğundan, böyle
durumlara karşı hazreti Meryem'in mahcubiyeti, rûhî elemi de artıyordu. Nihâyet
hazreti Meryem'in aşağı tarafından Cebrâil
aleyhisselâm veya bir irhâs olarak hazreti Îsâ
nidâ edip dedi ki: “Sakın mahcub olma. Üzülecek bir şey yoktur. Bilakis sevin,
haz duy ki, öyle muhterem bir oğula nâil oluyorsun. Muhakkak ki, Rabbin teâlâ
hazretleri, senin ayağının altında küçük bir nehir yarattı. Böyle yapmakla
senin mertebeni yüksek eyledi. O nehirden bedeninde ve elbisende yıkanması
icâbeden yerleri yıkarsın. Elinle tutunduğun kuru hurma ağacını kendine doğru
çek, silkele. O kuru ağaç, hem de bu kış mevsiminde yeşillenecek, taze hurma
verecektir. Bu da başka bir hârikadır, bir iyiliktir. Bundan istifâde et.
Artık o
taze hurmalardan ye! Akarsudan içerek harâretini gider. Gözün aydın olsun. Sen
tebrike lâyıksın. Manevî bir lezzet ile yaşa! İnsanlardan herhangi bir kimseyi
görürsen; Ben, bana bu nîmetleri ihsân eden kerîm Rabbim, Allahü teâlâ hazretleri için orucu nezrettim.
Sükut etmek (susmak) için veya sükut etmek sûretiyle oruç tutmak için adakta
bulundum. Artık bu husûsu size işâretle haber verdikten sonra, bu gün hiç bir
insan ile konuşmayacağım. Ben ancak melekler ile konuşurum. Sırf Rabbime niyaz
ve yalnız O'na münâcâtta bulunurum diye söyle.” (Kâdı Beydâvî hazretlerinin
beyânına göre, onlar oruçlu oldukları gün konuşmazlardı.)
Hazret-i
Meryem de, kendisine yapılan bu nidâdan ve bu sözlerden sonra, ayağının altında
küçük bir su arkının aktığını gördü. Hurma ağacını sallayıp silkelemek
sûretiyle kuru ağaç, Hak teâlânın izni ve
emri ile bir anda yeşeriverdi. O anda ağaçta; dallar, yapraklar ve olgun taze
hurmalar peydâ oldu. Meryem (radıyallahü anhâ)
hurmalardan yeyip, sudan içerek harâretini giderdi. Biraz sâkinleşmiş, hüznü
azalmış, sıkıntısı hafiflemişti. Âlimler buyurmuşlardır ki: Allahü teâlânın kudretiyle, kuru hurma ağacının,
bir anda yeşerip, hem de kış mevsiminde taze hurma vermesinde, Hazret-i
Meryem'i tesellî etmek vardır. Çünkü kuru ağacın yeşerip meyve vermesi ile,
hazreti Meryem'in babasız çocuk doğurmasında benzerlik ve yakınlık vardır.
Dolayısıyla bu hurmanın yeşerip meyve vermesi, hazreti Meryem'in mübârek
hatırını hoş etmek, onu tesellî etmek içindir.
Hazret-i
Meryem'in doğum sancıları içinde kuru hurma ağacının yanına gelmesi ve bundan
sonraki durum hakkında, Meryem sûresinin 23-26.
âyet-i kerîmelerinde buyruldu ki: “Derken doğum sancısı onu kuru bir hurma ağacına dayanmaya
sevketti, mecbûr etti. (Mevsim kış idi. Yanında, doğum esnâsında
kendisine yardımcı olacak birisi de yoktu) Bu hâlden ve doğumdan sonra insanların ayıplama ve
kınamaları düşüncesinden dolayı; “N'olaydı, bundan evvel ölmüş ve tamâmen
unutulmuş olaydım, unutulup gideydim dedi. (Doğum olup, hazret-i
Meryem'in muhtemel iftirâlar düşünerek mahcubiyeti ve kalbî hüznü arttığında) aşağı tarafından
(Cebrâil veya yeni doğan Îsâ aleyhisselâm) ona şöyle nidâ etti; “Tasalanma. Mahzûn olma, Rabbin teâlâ
senin ayaklarının altında küçük bir nehir halketti, yaratıp akıttı. O kuru
hurma ağacını da kendine doğru çek, hareketlendir, silkele ki, ondan üzerine,
taze hurma düşecektir.
Acıktığında o hurmalardan
ye! Susadığında nehrin tatlı suyundan iç. Oğlunla gözün aydın olsun. Rahat ol,
merâk etme (insanlar,
ayağının altından nehrin akmaya başlamasını, kurumuş hurma ağacının, hem de
vaktinden evvel yeşillenip, meyve vermesini görünce, bunları yapmaya kâdir olan
Allahü teâlânın sana da babasız olarak
bir evlad vermeye kâdir olduğunu bilirler. Senin iffetini, temizliğini de
bildikleri için, hakkında şüpheye düşmekten uzak dururlar.)
Şâyet insanlardan birini
görürsün de o senin babasız çocuk getirdiğinden suâl ederse, cevâbında sen,
işâretle; “Bugün ben Allahü teâlânın rızâsı için orucu
nezrettim (oruca
niyetlendim.) Bugün
ben hiç bir insana elbette söz söylemem de!” (Onların şeriatında
oruç, terk-i taam ve kelâm idi. Yâni, onlarda oruç; yemeyi-içmeyi bırakmak ve
konuşmayı terketmek idi.)
Meryem (radıyallahü anhâ) doğumdan sonra bu sesleri duyunca,
bir nebze de olsa rahatlamıştı. Fakat, şu anda her şey bitmiş değildi. O
kendine kalsa, hiç üzülmeyecekti. Fakat insanlara nasıl izâh edecekti? İnsanlar
bu söylediklerini kabûl edecek, inanacaklar mıydı? O aslında en çok buna
üzülüyordu. Fakat, ona nidâ edilerek, yapacağı hareketin ne şekilde olacağı
bildirilmiştir.
Âyet-i
kerîmede, doğumdan sonra, hazreti Meryem'e aşağı tarafından nidâ edildiği
bildiriliyor ise de nidâ edenin kim olduğu zikredilmemiştir. Fahreddîn-i Razî
hazretlerinin beyânına göre, seslenenin Cebrâil
aleyhisselâm olmak ihtimâli varsa da, sahih ve
kuvvetli olan, yeni doğmuş olan hazreti Îsâ'nın nidâ ettiğidir.
Çünkü
Meryem'e tesellî vermek için seslenen kimsenin, malûm yâni belli, görünürde
olması tesellî etmede daha ziyâde tesirlidir. Bu sebeple, seslenenin Îsâ aleyhisselâm olması ihtimâli daha fazladır. Onun
dünyâya gelmesi, harikulade bir şekilde, Allahü
teâlânın ilhâmı ile doğar doğmaz konuşması ve bu konuşmasında mübârek
vâlidesine nasıl hareket edeceğini bildirmesi, hazreti Meryem'i tesellî etmekte
elbette daha tesirlidir.
Vehb bin
Münebbih (rahmetullahi aleyh) bildirdi ki: “O
doğduğu zaman doğudaki ve batıdaki bütün putlar yıkılıp yere döküldü. Şeytanlar
bu duruma şaştı. Nihâyet büyükleri olan iblis, onlara Îsâ aleyhisselâmın dünyâya geldiğini haber verdi. Hepsi
gelip, onu annesinin bulunduğu yerde etrâfını melekler kuşatmış hâlde buldular.
O doğunca
gökte büyük bir yıldız göründü. İran şahı bu yıldızın görünmesinden korktu ve
kâhinlere sordu. (Bu, yeryüzünde büyük bir doğum olduğuna işârettir) cevâbını
verdiler.
Diğer
taraftan İsrâiloğulları, hazret-i Meryem'in yerinde bulunmadığını anlayınca,
hayrette kalıp merâk ettiler. İçlerinden birisi onu, Beyt-i Lahm'de gördüğünü
söyledi. Hemen toplanıp, Beyt-i Lahm denilen yere geldiler.
Hazret-i
Meryem onların geldiğini öğrenince, kucağında çocuğuyla beraber onların yanına
geldi. Onlar. Hazret-i Îsâ'yı görünce; “Ey Meryem! Bu nedir? Gerçekten çok
çirkin bir iş yapmış olarak geldin. Sen pek genç, fakat zevci olmayan bir kız
olduğun hâlde bu çocuğu nereden aldın. Bu ne acâib ve ne garib bir haldir!
Ey
Hârûn'un kız kardeşi! Senin baban İmrân, uygunsuz bir kimse değildi. Zina
etmezdi ve fuhşiyata ise hiç meyli yoktu. Annen Hunne de, zâten çok iffetli
idi. Anası, babası ve kardeşi tertemiz olan bir kız, nasıl olur da gayr-i meşru
bir çocuğun sâhibi olabilir? Onlar çok iyi kimseler oldukları hâlde, sen nasıl
oldu da böyle hâlleri başımıza getirdin?” dediler.
Âlimler
bildirmişlerdir ki, burada geçen Hârûn ile murâd, Hazret-i Mûsâ'nın birâderi
olan Hârûn aleyhisselâm olabilir. Hazret-i
Meryem, Hazret-i Hârûn'un neslinden olduğu için “Hârûn'un kız kardeşi” ibaresi
kullanılmıştır.
Başka bir
rivâyette ise, Hazret-i Meryem'in, Hârûn isminde baba bir kardeşi vardı ve
burada zikredilen odur. Bu rivâyetin daha kuvvetli olduğu bildirilmiştir.
Diğer bir
rivâyete göre ise, o zamanda Hârûn isminde güzel hâl sâhibi sâlih bir zât
vardı. Hazret-i Meryem de onun gibi güzel hâl sâhibi olduğundan kardeş
sayılmışlar, bu sebeple böyle zikretmişlerdir.
Bu husûsta
Meryem sûresinin 27 ve 28. âyet-i kerîmelerinde
meâlen buyruldu ki: “Derken çocuğunu yüklenerek, (kucağına alarak) kavminin yanına
geldi. Onlar (kucağında çocuğu görünce ayıplamaya başlayıp) dediler ki; Ey
Meryem! Doğrusu pek büyük, çirkin bir şey ile geldin. (Çirkin bir iş
yaparak geldin ki o iş pek acâib ve pek garip, bizlere ise âr ve rezilliktir.
Şüphesiz ki sen, çok acâib bir iş yapmışsın, babasız çocuk getirmişsin. Senin
âilende hiç vâki olmayan çok çirkin bir iş işlemişsin.)
Ey Hârûn'un (soy îtibâriyle neslinden gelen) kız kardeşi! Senin
baban kötü bir adam değildi. Annen de iffetsiz bir kadın değildi.”
Onların
anlayışlarına göre bunun başka bir izâh tarzı yoktu. Çok temiz olarak tanınmış
bir hâtun iken, onun zina ile hâmile kaldığını ve bu çocuğun böyle meydana
geldiğini zannetmişlerdi.
Çirkin bir
iş işlemek muhakkak ki, bütün insanlara ayıptır. Fakat çirkin bir iş, sâlih,
iyi olarak tanınmış bir âilenin evlâdından meydana gelirse, daha ziyâde
ayıplanmakta ve çok kınanmaktadır. Onlar da bunu dile getirmişler ve;
“...annen, baban ve kardeşin tertemiz, sâlih kimseler iken böyle yaptığın için
tekdîre, azarlanmaya herkesten ziyâde müstehaksın...” demek istemişlerdir.
Hazret-i
Meryem bütün söylenilenleri sabırla dinledi. Hiç cevap vermedi. Çünkü bu işin
hakîkatini onlara izâh etmek gâyet zor ve belki imkânsız bir işti. Bunun için;
“İşin hakîkatini size o, kendisi haber versin. Siz onunla konuşun, ondan sorup
anlayın” mânâsına, kundakta bulunan Hazret-i Îsâ'yı işâret etti.
Onlar;
“Biz beşikteki sabiye nasıl söz söyleyelim. Zirâ o durumdaki çocuk, söz
söylemeye muktedir değildir. Sen cevap veremeyince, cevâbı ona havâle etmekle,
çâresizlik içinde ondan imdâd istemek için böyle yapıyorsun. Bu çocuk, her ne
kadar o çirkin işin netîcesinde meydana gelmiş ise de onda bir kabahat yoktur”
dediler.
Bunun
üzerine, kundakta (beşikte) bulunan Hazret-i Îsâ, elini kaldırarak cevap verdi
ve dedi ki: “Ey câhiller! Benim yüksek şânıma taarruz etmeyiniz. İffet ve hayâ
bakımından son derece temiz olan annemi ayıplamayınız ve şânına lâyık olmayan
iftirâlarda bulunmayınız. Kadrinin yüksekliğini lekelemeye kalkışmayınız ve
böyle bir şeye cüret etmeyiniz.
Biliniz ki
ben, Allahü teâlânın makbûl bir kuluyum.
Dolayısıyla Hak teâlâ beni, kullarını
irşad ve onları hidâyete sevk etmekle vazifelendirdi. Bunun için bana kitap
verdi. O, çeşit çeşit iyiliklerle beni mümtaz ve seçkin kıldı. Lütfu ve
keremiyle beni babasız olarak, sâdece "Kün=ol" emri ile yarattı. Beni
nebî (peygamber) kıldığı gibi, her nerede bulunursam bulunayım, çok hayırlar ve
tam bereket sâhibi eyledi.
Şu hâlde,
hangi beldede bulunursam bulunayım, bereketim ve faydam, Allahü teâlânın kullarına ulaşır ve onlar
bereketimden istifâde ederler.
Hayatta
olduğum müddetçe, Rabbim bana, namaz ve duâyı, zekâtı vasiyet etti. Bütün
âzâlarımla yönelerek, vücûdumun her zerresiyle O'na kulluğumu izhar edeyim.
Yine O bana, dünyevî alâkaların tamamından alâkamı kesmemi, zekât vermemi ve
emrine uyup anneme ihsânda bulunmamı, hizmetine devam etmemi, tevâzû
kanatlarımı üzerine açmamı ve lâyıkıyla haklarına riâyet etmemi emretti. Rabbim
beni, kibirli ve şakî kılmadı. Kâmil bir temizlik, tam bir iyilik, güzel ahlâk
ve çeşit çeşit kerâmet ve iyiliklerle, nîmetlendirdi, taltif etti.
Allahü teâlânın
selâmı, hıfzı, himâyesi, doğduğum gün benim üzerime nâzil olmuştu. Zirâ Allahü teâlâ, şeytanın şerrinden muhâfaza etti.
Öldüğüm gün de şeytanın şerrinden korumakla selâmet benim üzerime olacaktır.
Mahşer günü dirilip kabrimden kalktığımda da selâmet benim üzerimdedir. Zirâ o
günde zarar göreceklerden değilim.”
Tefsîr-i
Hâzin’de bildirildiğine göre; Hazret-i Îsâ'nın herkesi hayrette bırakan bu
konuşmasında, çok çeşitli hikmetler vardır. Îsâ aleyhisselâm,
evvela Allahü teâlânın kulu olduğunu
beyân etti ki, kendini mâbud edinmesinler.
Bu
sözleriyle annesinin herhangi bir günâh işlemediğini, onun temiz ve muhâfaza
edilmiş olduğunu da çok güzel bir şekilde izâh ve ispat etmiş oldu. Çünkü
gayr-i meşru bir çocuktan, böyle harikulade bir hâl zuhûr edemeyeceği herkesçe
çok iyi bilinir.
Hazret-i
Îsâ, bu sözlerinde yahudilerin iftirâ atmaktan vazgeçmeleri için, ileride
peygamber olacağını, namaz ve zekâtla emrolunacağını, kendisine, Hak teâlâ tarafından kitap verileceğini haber
verdi.
Ebüssü’ûd
hazretlerinin beyânına göre; Hazret-i Îsâ, o sözlerinde, doğumunda, vefâtında
ve kabrinden kalktığında selâmı kendine tahsis etti. Böyle yapmakla, kendisine
ve vâlidesine düşmanlık edenlere lânette bulunulacağını işâret etmiştir. Çünkü
selâmın zıddı lânettir. Selâmı kendine has kılarak söylemek, düşmanlarına
lânetin geleceğini icâb ettirmektedir.
Hazret-i
Meryem'in, kucağında oğlu ile kavminin yanına gelmesinden sonra onların
sözlerine karşı, Hazret-i Meryem'in kundaktaki Hazret-i Îsâ'yı işâret etmesi ve
bundan sonraki durum hakkında Meryem sûresinin
29-34. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki Meryem onlara cevap için, Îsâ'yı (aleyhisselâm) gösterince, onlar; (Böyle çirkin bir fiili
işlediğinden başka bir de bize sihir mi yapacaksın.) Henüz beşikte bulunan bir çocuk ile biz nasıl
konuşabiliriz dediler.
(Îsâ aleyhisselâm onların sözlerini duyunca, fasîh bir
lisân ile) şöyle
söyledi: “Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın kuluyum. O bana kitap
verip, beni peygamber kılacaktır. Her nerede olsam beni mübârek kıldı.
(Beni, insanlara hayrı öğreten ve onlara çok faydalı bir kimse yaptı, baras
hastalığını ve körleri iyi etmemi nasîb etti) ve hayatta olduğum müddetçe, namaz kılmamı ve
zekât vermemi emretti. Beni anneme hürmetkar kıldı (Ona ihsân,
iyilik etmemi emretti.) ve beni, kibirli, mahlûkları inciten, zorba, isyânkar ve
bedbaht bir kimse yapmadı.
Doğduğum günde, öleceğim
günde ve diri olarak kabrimden kaldırılacağım günde selâm (selâmet) benin üzerimedir. İşte, hakkında
(yahudilerle hıristiyanların) ihtilaf edip durdukları, (kimisinin; O Allah'tır,
kimisinin; O Allah'ın oğludur dediği, kimisinin de; O sihirbazdır dedikleri) Îsâ (aleyhisselâm, Allahü teâlânın
oğlu değil) Meryem'in
oğludur. Ona dâir hak kelâmı işte budur.”
Âyet-i
kerîmede bildirildiğine göre, Îsâ aleyhisselâmın
söylediği ilk sözler bunlardır. Konuşmaya başlarken, ilk sözünün; “Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın kuluyum” olması, Rabbinin kulu olduğunu
îtirâf ve ikrardır ve ayrıca, Rabbinin Allahü teâlâ
olduğunu beyândır. Böylece zâlimlerin dediği, Îsâ Allah'ın oğludur sözünü,
cenâb-ı Allah'tan uzak tutmuştur. Kendisinin Allah'ın kulu, resûlü olacağını
haber vermiş ve Allahü teâlânın kulcağızı
olan bir hanımın oğlu olduğunu söylemiştir. Sonra câhillerin, annesi için
söyledikleri sözlerden onun uzak ve temiz olduğunu söyleyip, iftirâlarını
yüzlerine çarparak; “Bana kitap verip, beni peygamber kılacaktır” demiştir.
Çünkü Allahü teâlâ, onların zannettikleri
gibi gayr-i meşru kimselere peygamberlik vermez. Nitekim Allahü teâlâ. Nisâ sûresinin 156. âyetinde meâlen;
“Yahudiler
Îsâ'yı (aleyhisselâm) inkâr ve Meryem'e
zina isnadı ile büyük iftirâda bulundular” buyurdu. Zirâ
yahudilerden bir tâife, o zaman, hazret-i Meryem için, zina edip, ondan hâmile
kaldı demişlerdi. Bunun için Allahü teâlâ,
Hazret-i Meryem'in, böyle çirkin bir fiilden uzak olduğunu bildirip, ondan “Sıddîka”,
yâni çok doğru, temiz ve dürüst kelimesi ve sıfatı ile bahsetti. Oğlunu
peygamber, hem de resûl, hattâ, ülü’l-azm denen altı büyük peygamberden biri
eyledi. Bunun için Hazret-i Îsâ bu ilk konuşmasında; “Her nerede olsam beni mübârek kıldı”
dedi. Zirâ nerede insanları Allahü teâlâya
ibâdete çağırsa, Allahü teâlânın bir
olduğunu, ortağı, eşi, benzeri bulunmadığını söyler, O'nu noksanlık ve ayıptan,
çocuk ve eş edinmekten tenzih eder; “O çok yüce ve mukaddes Rabdır” derdi.
“Beni anneme hürmetkar
kıldı ve beni kibirli, mahlûkları inciten zorba, isyânkar ve bedbaht bir kimse
yapmadı” dedi. Yâni,
ana hakkına çok riâyetkar eyledi. Sert ve şiddetli eylemedi. Bunun içindir ki, Allahü teâlânın emrine ve O'na itâate ters düşen
bir şeyin benden meydana gelmesinden muhâfaza eyledi.
Tefsîr-i
Kebîr ve Rûh-ul-beyan tefsîrlerinde bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde buyruldu
ki: Bu âyet-i kerîmelerde bildirildiğine göre, Hazret-i Îsâ, beşikteki bu ilk
konuşmasında, Allahü teâlânın, kendisine
ihsân buyurduğu bâzı husûsiyetleri zikrettikten sonra; “Hayatta olduğum müddetçe namaz kılmamı ve
zekât vermemi emretti” dedi. (Namaz, azîz ve hamîd olan Allahü teâlâya karşı, gerçek kulluk vazifesidir.
Zekât da, Allah'ın kullarına iyilik ve ihsânda bulunmaktır. Bu iki vazife,
kalbleri kötü ahlâk ve huylardan, malı ise kirve pislikten temizler.)
Beydâvî
tefsîri'nde; “Zekât
vermemi emretti” kısmı; Eğer mala malik isem onun zekâtını vermeyi
yahut, nefsi kötülüklerinden temizlemeyi emretti diye tefsîr edilmiştir. Îsâ aleyhisselâmın zekât ile emrolunması, onun zengin
olduğunu göstermez. Nitekim kaynaklarda, Hazret-i Îsâ'nın fevkalâde zühd sâhibi
olduğu, hattâ kalmak için belli bir evinin bile bulunmadığı bildirilmektedir. O
hâlde bu emir, ümmetinin zenginlerinedir. Çünkü, ilâhî kitaplardaki hükümlerin
hepsi, peygamberlerin kendilerine hitâben bildirilmiştir. Böylece onlar için ümmetlerini,
emirlere uyup, yasaklardan sakındırmaya teşvik vardır.
Nitekim
Tefsîr-i Mazharî’de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde Hazret-i Îsâ'nın sözü;
“Rabbim bana, size namaz ve zekâtı tavsiye etmemi emir buyurdu” şeklinde izâh
edilmiştir.
Hazret-i
Îsâ'nın kundakta iken konuşmasına hayret eden İsrâiloğulları, dillerini yutmuş
gibi oldular. Hiç bir şey söyleyemediler. Buna rağmen daha sonra, dedikodu
yapmaktan, çeşit çeşit iftirâlarda bulanmaktan da geri kalmadılar.
Hak teâlânın
emri, dilemesi ve takdiri ile Hazret-i Meryem'in, Hazret-i Îsâ'ya hâmile
olduktan sonra, hâmilelik müddetinin ne kadar sürdüğü ve doğumdan ne kadar
zaman sonra kavmi ile karşılaştığı husûsunda muhtelif rivâyetler vardır. Ekseri
rivâyetlere göre, hâmilelik müddeti diğer insanlarda olduğu gibi dokuz ay on
gün sürmüştür. Kavmi ile görüşmesi ise doğumdan kırk gün geçip, nifastan
temizlendikten sonradır.
Hazret-i
Îsâ'nın babasız olarak dünyâya gelmesi, Hazret-i Âdem'e benzetilmekte, bu
husûsta Âl-i İmrân sûresinin 59. âyeti
kerîmesinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Muhakkak ki, Îsâ'nın (aleyhisselâm
babasız olarak dünyâya geliş) hâli, Allahü teâlâ katında Âdem'in (aleyhisselâm babasız ve anasız olarak yaratılması) hâli gibidir. Hak teâlâ Âdem'i (aleyhisselâm)
topraktan
yaratıp sonra ona, “Ol" dedi. O da, derhal (beşer, insan) oluverdi.”
Bizans İmparatoru Büyük Konstantin'in, Hıristiyanlık dînine karıştırdığı ve Îsâ aleyhisselâmın doğduğu gece olduğunu iddia edip, bayram îlân ettiği geceye Noel gecesi adı verilmiştir. Miladî senenin Ocak ayının birinci günüdür. Bu günü esas alarak hazırlanan takvime de “Miladî Takvim” denir.
Büyük Konstantin, putperest iken, miladın 313. senesinde, hıristiyanlığı kabûl etmiş ve İstanbul şehrini büyültüp imar etmiş ve (Konstantiniyye) ismini vermişti. Bütün İncîllerin birleştirilmesi için bir konsil toplamış, konsilde mevcût İncîlleri dörde indirtmiş ve noel gecesinin yılbaşı olmasını da kabûl etmiş, böylece yeni bir hıristiyanlık dîni kurulmuştu.
Dünyânın güneş etrâfında dönmesi esnâsında, 1 Ocak târihinin hiç bir husûsiyeti yoktur. Bu târihin sene başı olması için de hiç bir kozmografik mahiyet bulunmamaktadır.
Kudüs civarında dünyâya gelen Hazret-i Îsâ'nın doğum târihi hakkında, o zamanın edip ve münevverlerinin eserlerinde hiç bir bilgiye rastlanmamaktadır. En küçük vakaları bile yazan Roma târihçilerinin, Hazret-i Îsâ gibi büyük bir peygamber hakkında derin bir sükûnet göstermesi ayrıca dikkate şayandır. Yunanca, ibrânîce eser yazanlar da, aynı lakayıdlık, ilgisizlik içindedirler.
Hıristiyanların mukaddes kitabı bu günkü İncîl, bir tane değildir. Bütün İncîllerde hazret-i Îsâ'nın doğum günü ile ilgili olarak en küçük bir bilgi yoktur. Doğduğu sene hakkında da kapalı, tahminler yapılacak malûmatlar vardır. İncîl’in birinde, hazret-i Îsâ'nın yahudi kralının zamanında doğduğunu yazıyor. Roma kaynakları ise, bu kralın mîladdan önce öldüğünü bildiriyor. İki İncîl’de ise hiç bir kayıt yoktur. Miladî târih, altıncı yüzyıla kadar hiç kullanılmadı. Miladdan sonra 525 târihinde Denys adında bir râhip, miladî târihi kullandı. Târihçiler uzun müddet ya Roma'nın kuruluşunu, yahut dünyânın kuruluşu olarak Tevrât’da tahmin edilen mebdei, başlangıç yaptılar. Onsekizinci asra kadar eser yazanlar böyle hareket ettiler. Sorbon profesörlerinden Gungnebert, Hazret-i Îsâ'nın miladî târihinden onbeş sene önce veya sonra doğduğu ispat edilemez diyor. Doğum senesi tahmin edilemeyince, doğduğu gün elbette hesaplanamaz.
Eflatun'un, Îsâ aleyhisselâm zamanında yaşadığı Burhân-ı kâtı’ ve başka bâzı kaynaklarda belirtilmektedir. Avrupa kitaplarında ise Eflatun'un, mîladdan yâni Îsâ'nın (aleyhisselâm) dünyâya gelmesinden 347 sene önce öldüğü yazılıdır. Platon ismi de verilen Eflatun'un, dersleri meşhûr olduğundan ölüm zamanına inanılır. Ancak Îsâ aleyhisselâm gizli dünyâya gelip ve dünyâda az kalıp, göke çıkarıldığından ve kendisine çok az kimsenin îmân edip, senelerce gizli yaşadıklarından, milat yâni noel gecesi doğru anlaşılamamıştır. Miladın, birinci Kânun (Aralık) ayının 25'inde veya ikinci Kânun (Ocak) ayının 6. veya başka gün olduğu sanıldığı gibi, bu günkü miladî senenin beş sene az olduğu, çeşitli dillerdeki kitaplarda, meselâ Hasîb Bey'in 1333 (m. 1915) baskılı Kozmoğrafya kitabında ve Takvîm-i Ebüzziya’da yazılıdır.
O hâlde, miladî sene, müslümanların senesi olan hicrî sene gibi doğru ve kat’î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî ve Burhân-ı Kâtı'ın bildirdiklerine göre, bilinen miladî sene, üçyüz seneden fazla olarak noksandır ve Îsâ aleyhisselâm ile peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm arasındaki zaman, bin seneden az değildir.
Îsâ aleyhisselâmın doğum günü belli olmayınca, noelin mânâsı efsaneden öteye gidememektedir. İslâmiyette, güneş yılının ayları içinde sayılı bir mübârek gün yoktur. Meselâ, Mart'ın yirminci Nevruz günü ve Mayıs'ın altıncı Hıdırellez günü ve Eylül'ün yirminci Mihrican günü, bâzı yerlerde mübârek sanılır. Bu günlerin, müslümanlarla bir ilgisi yoktur ve müslümanlıkta değerli sayılmaz. Noel günü ve gecesinin ise dînimizde yeri hiç yoktur.
İslâmiyet, müslümanların, îmânlarında ve ibâdetlerinde müslüman olmayanlara benzemelerini, onları taklid etmelerini ve onların dinlerinin ve ibâdetlerinin alâmeti olan şeyleri yapmayı ve kullanmayı yasak etmiştir. İslâm dîninde, kâfirlerden her kavmin, her memleketin âdet olarak yaptıkları ve kullandıkları şeylerden, haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kullanmak hiç günâh değildir. Pantolon, gömlek ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak, ekmeği bıçakla dilimlere ayırmak, çeşitli eşya ve aletleri, binek vâsıtalarını kullanmak hep âdete bağlı şeyler olup, İslâmiyet bunlara izin vermiştir. Bunları kullanmak, İslâmiyetin yasak etmediği, günâh saymadığı husûslardır.
Hinduların bayram günlerine ve ateşe tapanların kutsal günlerine ve hıristiyanların noel gecelerine ve diğer paskalyalarına hürmet etmek ve o zamanlarda, onların âdetlerini, onlar gibi yapmak, bu günleri müslüman bayramı zannederek, onlar gibi birbirine hediye göndermek, eşyalarını ve sofralarını, onların yaptığı gibi süslemek, o geceleri başka gecelerden ayırt etmek büyük günâh olur. Bezzâziye fetvasında diyor ki: “Nevruz günü, mecûsîlerin bayramıdır. O gün, mecûsîlerin yanına gidip onların yaptıklarını yapmak küfürdür. O gün, bayram yapan müslümanın îmânı gider de haberi olmaz.” Noel günü ve gecesinde ve kâfirlerin paskalya ve yortularında, onlar gibi bayram yapanın da îmânsız olduğu bu fetvadan anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, sûre-i Yûsuf’da meâlen buyuruyor ki: “Biz Allahü teâlânın varlığına, birliğine, her şeyi yaratan O olduğuna inandık, müslüman olduk diyenlerin çoğu; başkalarına ibâdet ve itâat ederek ve daha bir çok hareketleri ve sözleri ile, müşrik oluyorlar.”
Din düşmanları, müslümanları aldatmak için, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, müslüman âdeti, müslümanların mübârek günü diyerek bunların, İslâmiyetin kabûl etmediği bozuk inançlar olduğunu örtmeye uğraşıyorlar. Büyük Konstantin'in hıristiyanlık dînine karıştırdığı noel gecesini ve Cemşid'in ortaya çıkardığı Nevruz günü mecûsî bayramını, millî bayram olarak tanıtıyorlar. Müslümanların bu günlerde bayram yapmalarını istiyorlar. Genç ve saf müslümanların bunlara aldanmaması gerekir. Meşhûr olan din bilgilerini bilmediği için aldanan, Cehennem’den kurtulamayacaktır. Allahü teâlâ, bu gün, dînini dünyânın her tarafına duyurmuş, îmânı, helâli, haramı, farzları, güzel ahlâkı öğrenmek pek kolaylaşmıştır. Bunları, lüzumu kadar öğrenmek farzdır. Öğrenmeyip câhil kalan, farzı terk etmiş olur. Öğrenmeye lüzum görmeyen, ehemmiyet vermeyen îmânsız olur.
Muharrem ayının birinci gecesi, müslümanların kamerî yılbaşı gecesidir. Müslümanların Şemsî yılbaşı gecesi ise, efrencî Eylül ayının 20. gecesidir. Muharrem ayı, İslâm kamerî yılının birinci ayıdır. Muharrem ayının birinci günü, müslümanların yeni yılının, yâni, hicrî yılın birinci günüdür. Kâfirler, kendi yılbaşıları olan Ocak ayının birinci gecesinde, noel baba yapıyorlar. Güyâ hıristiyan dîninin emrettiği küfürleri işliyorlar. Bu gecede tapınıyorlar. Müslümanlar da kendi yılbaşı gecelerinde ve günlerinde birbirlerini ziyâret eder, hediye verir ve müsafeha ederek, mektuplaşarak tebrikleşirler. Yılbaşını mecmua ve gazetelerle kutlarlar. Yeni yılın, birbirlerine ve bütün müslümanlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler. Büyükleri, akrabâyı, âlimleri ziyâret edip duâlarını alırlar. O gün, bayrammış gibi temiz giyinirler. Fakirlere sadaka verirler.
Îsâ aleyhisselâmın kundakta iken ve en açık sözlerle,
iftirâya mahal bırakmayacak şekilde konuşması, yahudileri susturmuştu. Bu
sözlerle onların bütün iftirâlarını, yalan yanlış sözlerini çürütmüştü.
Fakat bir
müddet sonra aynı iftirâ ve ithamlarını tekrarladılar. Hazret-i Meryem'e -haşa-
zinâ isnat ediyorlar, hiç bir şekilde, çocuğun babasız olarak meydana
gelemeyeceği iddiasında bulunuyorlardı. Bu iftirâ ve çirkin yalanlarını
Zekeriyyâ aleyhisselâma da bulaştırdılar. Hâşâ;
“Bu zinayı yapsa yapsa o yapmıştır” dediler. Bunu insanlar arasında yaydılar ve
nihâyet o mübârek peygamberi şehîd ettiler. (Bkz. Zekeriyyâ aleyhisselâm) Bâzı bozuk itikatlı, pis, kötü kalbli
zındıklar, Hazret-i Meryem'e ve onunla -haşa- zina etti diye Hazret-i
Zekeriyyâ'ya iftirâ ettikleri, hattâ işi, Zekeriyyâ aleyhisselâmı
şehîd etmeye kadar vardırdıkları gibi, bununla da kalmadılar. Hazret-i
Meryem'le aynı mescidde bulunan ve değişik bir odada ibâdetle meşgûl olan
Yûsuf-i Neccâr'a da iftirâ ettiler. Hazret-i Meryem, Yûsuf ile gayr-i meşru
alâka kurmuş diye ithamda bulundular.
İşte
Hazret-i Meryem'in insanlardan saklanıp, tenhâ bir yere çekildiği ve âyet-i
kerîmede de bildirildiği gibi: “Keşke bundan evvel ölmüş ve tamâmen unutulmuş olsaydım”
sözünü, bu zaman söylediği de rivâyet edilmiştir.
Hazret-i
Meryem, insanların, kendisini töhmet altında tutacaklarını, elinde çocukla
onların yanına gelince, ona inanmayacaklarını, ne söylerse yalanlayacaklarını
biliyordu. Halbuki yine o insanlar, onun çok ibâdet ettiği mescidde mücâvir
olup, hep tâat üzere bulunduğunu, zarurî bir ihtiyâcı olmayınca dışarı
çıkmadığını, ayrıca peygamberler âilesinden, dînini seven ve kayıranlardan
olduğunu da biliyorlardı. Bu sebepten büyük ve ağır gam yükünü yüklenip, keşke
bundan evvel ölmüş olaydım ve tam unutulaydım. Yâni hiç yaratılmayaydım dedi.
Onların
Hazret-i Meryem'e yaptıkları iftirâların çirkinliği husûsunda Nisâ sûresi: 156.
âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Yahudiler, Îsâ'yı (aleyhisselâm) inkâr ve Meryem'e
zina isnat etmekle büyük iftirâda bulundular.”
Kaynak
eserlerde zikredildiğine göre, Hazret-i Îsâ doğduğu sırada, Filistin’deki
yahudi kralı çocukları öldürtüyordu. Bu sebeple, Hazret-i Meryem, oğlu Îsâ aleyhisselâmı alarak Mısır'a gitti. Orada oniki sene
kaldılar. Mısır'a gitmeleri husûsunda daha değişik rivâyetler de vardır.
Bu husûsta
Mü’minun sûresinin 50. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Biz, Meryem oğlu
Îsâ'yı (aleyhisselâm, beşikte iken
konuşmasıyla) ve
annesini (herhangi bir erkekle, temas olmadan bir oğlan
doğurmasıyla) kudretimize
delâlet eden bir âyet (alamet) kıldık ve o ikisini, oturaklı (sabit, geniş,
üzerinde oturmaya çok müsait) akarsuları bulunan yüksek bir mekânda barındırdık.”
Âyet-i
kerîmede bildirilen mekânın Mısır olduğu haber verilmiş, Dımeşk (Şam) ve başka
yerler olduğu husûsunda da çeşitli rivâyetler gelmiştir.
Hazret-i
Meryem'in, oğlu Hazret-i Îsâ ile birlikte Mısır'a hicret etmesine sebep olarak
şu rivâyet de zikredilmiştir: Hazret-i Îsâ'nın doğduğu gece gökyüzünde büyük
bir yıldız görünmüş ve İran şahı bu hâdiseden korkarak kâhinlere sormuştu.
Onlar da; “Bu, yeryüzünde büyük bir doğumun olduğuna işârettir” cevâbını
vermişlerdi. Böylece şah, dört bir yana elçiler gönderip, bu durumu (doğumu)
anlamalarını emretti. Onlara altın ve mücevherden çeşitli hediyeler verip,
etrâfa yolladı. Şam kıtasına geldiklerinde, oranın hükümdârı, geliş sebeplerini
sordu. Durumu ona anlattılar. O zamanı (yani yıldızın gökte göründüğü zamanı)
sordu. Hükümdâr ve adamları cevap olarak hazret-i Îsâ'nın o saatte Beyt-i
Lahm'de doğduğunu ve daha sonra beşikte iken konuşması mûcizesinin her tarafta
duyulduğunu söylediler. Bunun üzerine Şam hükümdârı, elçileri, yanlarındaki
hediyelerle Hazret-i Meryem'in yanına gönderdi. Tanıdık bir adamını da
yanlarına katıp; “Bunlar onun yanından ayrılınca, sen çocuğu öldürürsün” dedi.
Hediyelerle birlikte Hazret-i Meryem'e geldiklerinde, Hazret-i Meryem'e nidâ
gelip; “Şam hükümdârının elçileri, senin çocuğunu öldürmek için geldiler”
dendi.
Bunun
üzerine Hazret-i Meryem, Hazret-i Îsâ'yı yüklenip, onu Mısır'a götürdü.
Hazret-i Îsâ, oniki yaşına ulaşıncaya kadar orada ikâmet ettiler. Bu küçük
yaşta, kendisinden kerâmetler ve fevkalâde hâller zâhir oldu. Bunlardan biri şu
idi ki; evinde kaldıkları ağanın bir şeyi kaybolmuştu. Bu evde, fakirler,
zayıflar, düşkünler muhtâçlar kalırdı. Ağa, kaybolan bu malı, parayı kimin
aldığını anlayamadı. Hazret-i Meryem'e bu hâdise çok ağır geldi. Orada kalan
diğer insanlar da çok üzüldü. Ev sâhibinin canı çok sıkılmıştı. Bu işi siz
yaptınız diyerek oradakileri azarladı. Îsâ aleyhisselâm
bu hâli görünce, duruma müdahale etti. O sırada orada biri kör, biri kötürüm
iki kişi vardı. Hazret-i Îsâ, kör adama seslenip; “Hadi, şu kötürümü al ve
ayağa kalk” dedi. “Ben bunu yapamam” diye cevap verince; “Hadi, hadi. Evin
şurasındaki delikten, ikiniz parayı alırken yaptığın gibi yap” buyurdu. O böyle
deyince, körle kötürüm onu tasdik ettiler ve aldıkları parayı getirdiler. Îsâ aleyhisselâm, insanların gözünde büyüdü. Halbuki yaşı
daha pek küçük idi.
Hazret-i
Îsâ'nın Mısır'da kaldığı oniki sene içinde kendisinde görülen, fevkalâde
hâllerden biri de şudur: Ağanın oğlu, çocuklarının sadakası olarak insanlara
ziyâfet tertip etmişti. İnsanlar toplanıp, yemeğe başlayınca, onlara içecek bir
şey de vermek istemişti. Küplerin yanına gelince bir şey bulamadı. Canı sıkılıp
mahcub oldu. Îsâ aleyhisselâm bu hâlini
görünce, kalktı yanına geldi ve elini küpün ağzına sürdü. Böyle yapar yapmaz
küplerin hepsi pek güzel şerbetler ile doluverdi. Oradaki insanlar,
parmaklarını ısırırcasına hayrette kaldılar ve ona tâzim ettiler. Kendisine ve
annesine pek çok mal ve para arz ettiler. Onlar ise kabûl etmediler.
Hazret-i
Meryem, oğlu Hazret-i Îsâ ile birlikte oniki sene Mısır'da kaldı. Sonra tekrar
Kudüs'e gelerek Nâsıra şehrine yerleştiler.
Îsâ aleyhisselâm oniki yaşına kadar annesiyle Mısır'da kaldı. Sonra, küçüklüğünde gittikleri Mısır'dan Kudüs'e dönerek Nâsıra kasabasında yerleştiler. Otuz yaşına girince, burada, Hak teâlâ tarafından peygamber olduğu bildirildi. Bulunduğu Nâsıra şehrine nispetle, Hazret-i Îsâ'ya tâbi olanlara Nâsrânî denilmiştir. Nâsrânî denilmesinin sebebi hakkında başka rivâyetler de vardır.
Peygamber olduğu kendisine bildirilince, hemen tebliğe başladı. İnsanların îmâna gelmelerini, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğreterek, ona göre amel etmelerini ve isyânda bulunmamalarını istedi.
Îsâ aleyhisselâmın peygamberliği husûsunda Hadid sûresinin 26 ve 27. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Hiç şüphesiz ki biz, (Hazret-i) Nûh'u (kavmine) ve (Hazret-i) İbrâhim'i de (kavmine ve Nemrud ve ona tâbi olanlara) birer peygamber olarak gönderdik. Peygamberliği de, kitabı da onların nesillerine verdik. Onların kavimlerinden bâzısı, pek azı îmân edip, hidâyet buldular. Pek çoğu da, peygamberlerine itâati ve kitaplarıyla ameli terkederek fâsıklardan oldular. (Âyet-i kerîmede husûsen Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmın zikredilmesi, onların şerefini bildirmek içindir. Bilindiği gibi Hazret-i Nûh, Hazret-i Âdem'den sonra bütün insanlığın atasıdır. Hazret-i İbrâhim de Arabların ve İbranîlerin ceddi, atasıdır.)
(Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmdan) sonra, onların arkalarından peygamberlerimizi ardarda gönderdik. Hepsinden sonra da Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm) onlara tâbi kıldık, peygamber olarak gönderdik. Ona İncîl’i verdik. Ona tâbi olan mü’minlerin kalblerinde birbirlerine şefkât ve merhamet ihsân ettik...”
Îsâ aleyhisselâm tebliğ vazifesine devam ederken birçok kimse küfürde direterek söylenilenleri kabûl etmiyordu. Nitekim yukarıdaki meâli verilen âyet-i kerîmelerde, Hak teâlâ hazretleri, Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmın peygamberliklerini ve bunların gönderildiği kavimlerin pek azının îmâna geldiğini, ekseriyetinin ise küfürde kaldıklarını, haber vermektedir.
Târih boyunca, insanların çoğu kendilerine gönderilen peygamberlere karşı çıkmış, yalnız pek azı inanıp kabûl etmiştir. İnanmayanlar, inanmamakla yâni dâveti kabûl etmemekle kalmamış, o peygambere ve ona tâbi olanlara, çirkin iftirâlar atmaya, çeşit çeşit sözler ve hareketlerle onları incitmeye, akla hayâle gelmeyen ezâ ve cefâlarda bulunmaya başlamışlardır. İşte Hazret-i Îsâ tebliğe devam ederken insanların çoğu inanmayıp, ona da karşı çıktı.
Îsâ aleyhisselâmın peygamberliğinin dâvetinin üç safhada olduğu bildirilmiştir. O, ilk önce kendisinin, Allahü teâlâ tarafından İsrâiloğullarına peygamber gönderildiğini ve Rabbinden bir hikmet ile geldiğini bildirdi. Kendisine îmân etmelerini söyledi. İnsanlara Allahü teâlâdan korkmalarını, peygamber olduğu için kendine tâbi olmalarını ve itâat etmelerini emretti.
Bütün peygamberlere yaptıkları gibi, insanlar ondan da, peygamberliğine delil olarak, mûcizeler istediler. Umûmiyetle, kabûl etmeye yanaşmayan insanlar, inâdlarına bir sebep bulmak isterlerdi. Bu yüzden mûcize göster derlerdi. Güyâ peygamber olduğunu söyleyen zât, mûcize olacak fevkalâde bir şey gösteremeyecek, onlar da inanmamalarının bahanesini bulmuş olacaklardı. Bâzıları da, hakîkaten samîmi kalb ile, o zâtın peygamber olduğunu anlamak için, mûcize ister ve mûcizeyi görünce de derhal kabûl ve tasdik ederdi.
İşte, bütün peygamberler gibi, Îsâ aleyhisselâm da bütün bu istekler karşısında pek çok mûcizeler gösterdi. Böylece şüphe ve tereddüde mahal bırakmadı.
Hazret-i Îsâ, dâvetinin ikinci safhasında; kendinden önce, Benî İsrâil peygamberlerinin ilki olan Mûsâ aleyhisselâma gönderilen Tevrât'ın ve hükümlerinin bozulmamış aslî şeklini tasdik edici olduğunu bildirdi. Bununla beraber, Hak teâlânın, kendisine yeni bir din verdiğini ve İncîl kitabını indirdiğini söyledi. Böylece Tevrât’da bulunan bâzı hükümlerin değiştirildiğini açıkladı.
Bilindiği gibi, Tevrât'ı tasdik demek, onun ilâhî kitaplardan olduğunu kabûl etmek demektir. Îsâ aleyhisselâma hattâ bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma bildirilen dinlerde, ibâdetlere ve muâmelâta âit bâzı hükümlerde değişiklikler bulunması onun ilâhî bir kitap olduğunu tasdike mâni değildir. Nitekim şimdi bütün mü’minler, Tevrât ve diğer ilâhî kitapların hak olduklarına inanmakta, fakat bugün Kur'ân-ı kerîm hariç diğerlerinin tahrif edilip, değiştirilmiş olduğunu bilmektedirler. Yine bütün ilâhî kitaplarda, Allahü teâlâ tarafından, peygamberler vâsıtası ile bildirilen îmân, îtikâd husûsları hep aynı olup, hiç değişmemiştir. Bütün peygamberler ümmetlerine aynı îmânı bildirmişler, hep aynı şeylere inanmayı emretmişlerdir. Çeşitli zamanlarda gönderilen ilâhî dinlerde olan değişiklikler, hep ibâdetlerde, kalb ve beden ile yapılması ve sakınılması icâbeden husûslarda olmuştur. Îmâna âit husûslar değişmemiştir.
Îsâ aleyhisselâm da kavmine, kendinden önce gönderilmiş olan Tevrât'ı tasdik ettiğini bildirip, bununla beraber, Hak teâlânın kendisine İncîl ismindeki ilâhî kitabı vahyedip bildirdiğini söyledi. Bu husûsta Âl-i İmrân sûresinin 50. âyet-i kerîmesinde meâlen Îsâ aleyhisselâmın kavmine şöyle dediği bildirilmiştir; “... Size hem benden önce nâzil olan Tevrât'ı tasdik edici olarak, hem de üzerinize haram kılınmış olan şeylerin bâzısını helâl kılmak (Hak teâlânın sizlere mubah ettiğini bildirmek) için geldim ve sizlere Rabbinizden, peygamberliğimi tasdik edici bir alâmet, mûcize getirdim. O hâlde artık Allahü teâlâdan korkun ve sizi O'na dâvet ettiğim şeyde bana itâat edin.”
Saf sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Bir vakit Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm) şöyle demişti; “Ey İsrâiloğulları! Ben size Allahü teâlânın peygamberiyim. Benden evvel Mûsâ'ya (aleyhisselâm) nâzil olan Tevrât'ı tasdik edici ve benden sonra gelecek Ahmed (Muhammed aleyhisselâm) ismindeki peygamberin müjdecisiyim...”
Zuhruf sûresinin 63. âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki Îsâ (aleyhisselâm) mûcizelerle (İncîl âyetleri ile ve yeni bir din ile) geldiğinde şöyle demişti: “Ben size ilâhî hükümlerle ve ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklayayım diye geldim. Onun için Allahü teâlâyı inkâr etmekte ve insanları O'nun dîninden alıkoymakta O'ndan korkun ve size tebliğ ettiğim husûslarda bana itâat edin.”
Tefsîr-i Mazharî'de bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyruldu ki: Mûsâ aleyhisselâmdan sonra yahudiler hevâ ve arzularına uyarak 71 fırka oldular. Îsâ aleyhisselâm gelince, onların bâtıl ve bozuk inanışlarına mâni oldu. Onlara hak dîni, doğru yolu gösterdi.
Nitekim Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği bir hadis-i şerîfde, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Yahudiler yetmişbir fırkaya, nasârâ (hıristiyanlar) da yetmişiki fırkaya ayrılmışlardı. Ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır.” Bu Hadîs-i şerîfi; Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn-i-Mace sahih senetle rivâyet etmişlerdir.”
Fahreddîn-i Razî hazretlerinin beyânına göre; âyet-i kerîmede geçen “hikmet”, Allahü teâlânın zâtı, sıfatları ve fiillerinden lâzım olanlar yâni îtikâd edilecek husûslardır. Yâni akaid ilmidir. “Ayrılığa düştükleri şeylerin bâzısı...” ile murâd ise, dînin fürûî kısımları yâni amelî hükümlerdir.
Îsâ aleyhisselâm dâvetinin üçüncü safhasında, kendilerine peygamber olarak geldiği İsrâiloğullarını tevhîde, ancak ve sâdece Allahü teâlâya inanmaya, sırf O'na îmân etmeye dâvet etmiştir. Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “(Îsâ aleyhisselâm İsrâiloğullarına şöyle dedi:) Şüphe yok ki, Allahü teâlâ benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na ibâdet edin. İşte dosdoğru yol budur." (Âl-i İmrân sûresi: 51, Zuhruf sûresi: 64, Meryem sûresi: 36)
“(Îsâ aleyhisselâma ilâhlık isnat ederek;) “Meryem oğlu Mesîh Îsâ şüphesiz ki, Allah'ın kendisidir” diyenler, muhakkak ki, kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh (Îsâ aleyhisselâmın kendisi, bizzat) onlara; “Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allahü teâlâya ibâdet ediniz. Her kim Allahü teâlâya şirk, ortak koşarsa, muhakkak ki, Allahü teâlâ ona Cennet’i haram etmiştir. Onun meskeni, varıp kalacağı yer Cehennem’dir. Şirkle kendi nefislerine zulmedenlere, kendilerini Cehennem’den kurtarma husûsunda yardım edecek hiç kimse yoktur demişti.” (Mâide sûresi: 72)
Tefsîrlerde bu âyet-i kerîme açıklanırken buyruluyor ki: “Hazret-i Meryem'in oğlu Mesîh Îsâ ilâhdır diyenlerin sözleri küfür ve bunları söyleyenlerin kâfir oldukları bildirildi.”
Fahreddîn-i Razî hazretlerinin bildirdiğine göre, hıristiyanlardan Yakubiyye fırkası böyle söylemişlerdir. Onlar; “Allahü teâlâ, Hazret-i Meryem'in oğlu Îsâ'ya hulûl edip, girdi. Onun bedeninde şekillendi, onun şeklinde göründü. Dolayısıyla Allah budur. Yâni Îsâ'dır” dediler. Böylece Hak teâlâya şirk koştular. Böyle söyleyip îtikâd edenlerin hepsi kâfir oldu.
Îsâ aleyhisselâm onların bu bozuk îtikâdlarını düzeltmek ve kendilerini hak yoluna sevketmek için onlara buyurdu ki: “Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allahü teâlâya ibâdet edin. Benim ilâh olduğum şeklinde bir îtikâdda bulunmayın. Zirâ ilâh olmakla benim münâsebetim yoktur. Çünkü ben de sizin gibi bir beşerim. Dolayısıyla Allahü teâlâ sizin nasıl Rabbiniz ise benim de Rabbimdir. Ben de O'nun bir kuluyum. Şu hâlde bu yanlış îtikâddan vaz geçin, Hak teâlâya şirk koşmayın. Zirâ şirk koşan kimseye, Allahü teâlâ Cennet’i haram kılmıştır. Müşrik olan kimsenin makâmı, meskeni, kalacağı yer Cehennem ateşidir.” Îsâ aleyhisselâm böyle söylemekle onlara, hem hak olan doğru îtikâdı bildirip târif etti, hem de şirk ve başka sebeplerle kendilerine zulmedenlere aslâ yardımcı bulunmayacağını bildirdi.
Yine tefsîr âlimlerinin bildirdiklerine göre, Hak teâlâ hazretleri, bu âyet-i kerîmede, müşrik olanların, Allahü teâlâya şirk koşanların cezâlarının üç şekilde olduğunu beyân etmiştir. Birincisi, Cennet’in onlara haram olması; ikincisi, meskenlerinin, kalacakları yerin Cehennem ateşi olması ve üçüncüsü ise, o gibi zâlimlere herhangi bir şekilde yardım edebilecek yardımcıları olmamasıdır.
Kaynak
eserlerde bildirildiğine göre, Îsâ aleyhisselâm,
İsrâiloğullarının îmâna gelmeleri ve hidâyete kavuşmaları için ne kadar dâvet
ve tebliğde bulundu ise de, pek az kişi inandı. Üstelik onun, dâvette ısrârı
çoğalıp devam ettikçe, İsrâiloğullarının bunu kabûl etmemek husûsundaki inâd ve
ısrarları da artıyordu. Gün geçtikçe biraz daha hırçınlaşıyorlar, bu dâveti
kabûl etmemelerinin yanında, onun, tebliğe devam etmesine de dayanamıyorlardı.
Bir de, onu, bu vazifeden alıkoymaya çalışmak için fevkalâde gayret
sarfediyorlardı.
Nihâyet
Benî İsrâil işi daha da ileri götürüp Hazret-i Îsâ'yı öldürmeye (şehîd etmeye)
teşebbüs ettiler. Bunun üzerine Hazret-i Îsâ, kendisine îmân edenler arasından
seçtiği oniki mü’mine (havârîlere); “Allahü teâlânın
dînine hizmette ve onu muhâfaza edip korumada kim bana yardımcı olacak?”
buyurdu. Havârîlerin hepsi birden dediler ki: “Bizler, Allahü teâlânın dînine yardımcılarız. Bizler, Hak teâlâ hazretlerine inanıp, îmân ettik. Bütün
varlığımızla, her şeyimizle Allahü teâlânın
dînine yardım edeceğiz, bu yola destek olacağız. Allahü
teâlânın dîninin yardımcıları olmamız elbette lâzımdır. Çünkü biz, Allahü teâlâya îmân ettik. O'na îmân ise; O'nun
dînine yardımcı olmayı, O'nun sevdiklerini himâye ve müdâfâa etmeyi, Allahü teâlânın dîninin düşmanları ile de muhârebe
etmeyi icâbettirir.
Sen şâhid
ol ki bizler sana tam bağlı gerçek müslümanlardanız. Yâni biz, sana yardım
husûsunda bizden istediğine boyun eğici, seni himâye ve müdâfâa edicileriz. Bu
husûsta Allahü teâlânın emrine teslim
olucularız. Peygamberlerin aleyhimüsselâm, kavimlerinin lehinde ve aleyhinde
şâhidlik edecekleri o kıyâmet gününde, bizim müslüman olduğumuza şâhidlik
eyle.”
Onların bu
sözleri, dinlerinin İslâm olduğunu ve İslâm’ın ise her peygamberin
(aleyhimüsselâm) dîni olduğunu ikrâr ettiklerini ifâde etmektedir. Bundan sonra
da havârîler, Hak teâlâya yönelerek; “Ey
Rabbimiz! Tarafından, katından bize ne inzal etmiş, göndermiş isen, biz onların
hepsine îmân ettik. Artık bizi, birliğini ve peygamberlerinin hak olduğunu
tasdik eden, emrine uyup, nehyettiklerinden sakınanlarla ismimizi onların
isimleri ile beraber yaz. İkram ettiğin şeylerde bizi de onların arasına kat”
diye yalvarıp ilticada bulundular.
Bu husûsta
Âl-i İmrân sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde
meâlen buyruldu ki: “Vaktâ ki Îsâ (aleyhisselâm)
onlardan
(ısrar ile taşan) küfrü hissedip, anladı. (ve kendisini öldürmeye
kasd ve teşebbüs ettiklerini bildi.) Bunun üzerine; Allahü teâlânın yolunda bana yardım
edecekler kimlerdir? dedi. Havârîler; Biz Allahü teâlânın
(dininin, resûlünün ve onun yardımcılarının) yardımcılarıyız. Biz Allahü teâlâya îmân ettik. (Yâ Îsâ aleyhisselâm!)
Sende şâhid ol
ki, biz muhakkak müslümanlarız dediler.”
Aynı
sûrenin 53. âyet-i kerîmesinde ise, havârîlerin Hak
teâlâ hazretlerine şöyle münâcât ve ilticâ ettikleri
bildirilmektedir: “Ey Rabbimiz! Bize inzal ettiğine (İncîl ve diğer
kitaplara) îmân
ettik. (Bize emrettiği her husûsta) peygambere (Hazret-i Îsâ'ya) tâbi olduk. Artık
sen bizi, (vahdaniyetini, birliğini tasdik eden) şâhidlerle beraber
yaz.”
Havârîlerin
böyle söylemeleri, şâhidlerin onlardan üstün olmalarını icâbettirmektedir. Bu
sebeple İbn-i Abbâs (radıyallahü anh) âyet-i
kerîmede geçen şâhidleri, Muhammed aleyhisselâm ve ümmeti olarak tefsîr etmiştir. Çünkü
bunlarda bu üstünlük ve efdâliyet mevcûttur.
Şâhidleri,
peygamberler olarak da tefsîr etmişlerdir. Çünkü ümmetler, kıyâmet gününde
peygamberlerinin (aleyhimüsselâm) tebliğ yaptığına dâir şâhidlik edecekleri
gibi, peygamberler aleyhimüsselâm da, kendi ümmetleri hakkında şâhidlik
edeceklerdir.
Sâf
sûresinin 14. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ey mü’minler! Allahü teâlânın (dinini
yaymakta O'nun Resûlüne) yardımcı olunuz. Nitekim Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâm,
havârîlere; “Allahü
teâlânın dînini yaymakta kimler bana
yardımcıdır?” demişti. Havârîler de; “Biziz, Allahü teâlânın dîninin
yardımcıları” demişlerdi...”
Ayet-i
kerîmelerde de bildirildiği gibi, Allahü teâlânın
dînini yaymak husûsunda Hazret-i Îsâ'ya hakkıyla yardımcı olan bu mümtaz
(seçkin) kimselere; “Allahü teâlânın
dîninin yardımcıları” mânâsına “Ensârullah” denmiştir. Bu hâlis mü’minler
“Havârîler” adı ile de anılmışlar ve daha çok bu isimle tanınmışlar, âyet-i
kerîmelerde de bu isimle zikrolunmuşlardır.
Havârîler, Îsâ aleyhisselâmın,
kendisinden sonra İsevîliği dünyâya yaymak için, eshâbı arasından
seçtiği oniki mü’min zâttır. Bunların isimleri şöyledir:
1- Petrus
veya Pierre: Asıl isminin, Şem’ûn, Simon veya Sim'ân olduğu da bildirilmiştir.
2-
Andreas: Petrus'un kardeşidir. Buna Andre de denir.
3-
Yuhannâ: Yahyâ demektir. Buna; Johannes, Jean ve Jani de denir. Ortodokslar
Juvan, İngilizler John, Ermeniler de Ohannes demektedirler.
4- Büyük
Ya’kûb: İngilizler buna James, Fransızlar ise Jacque derler. Yuhannâ'nın
kardeşidir.
5- Filip.
6- Toma
yahut Thomas.
7-
Bartelemi veya Bartolome.
8-
Matthias veya Mathias: Bilindiği gibi, Yudas İshar Yot (Yehuda) mü’min iken
mürted olmuş yâni îmândan ayrılmış ve Îsâ aleyhisselâmın
bulunduğu yeri yahudilere haber vermişti. Netîcede yahudilerin gözüne, Îsâ aleyhisselâm şeklinde gösterilmiş, dolayısıyla onlar,
Hazret-i Îsâ zannıyla bunu çarmıha germişlerdi. Hazret-i Îsâ da semâya
kaldırılmıştı. İşte, dinden çıkarak, mürted olup çarmıha gerilen Yudas'ın
yerine, havârîler, Mathias'ı havârî seçtiler.
Îsâ aleyhisselâmdan sekiz sene sonra ondan işittiklerini
yazan Metta (Matthaus, Mattieu) başka olup havârîlerden değildir.
9- Küçük
Ya’kûb veya Jacque.
10- Simon
veya Şem’ûn.
11- Yehuda
veya Yudas: Küçük Ya’kûb'un kardeşidir.
12-
Taddeus (Thaddaus): Luka'nın İncîl’inde, havârî olarak bunun yerine Judas
Yakobi'nin ismi yazılıdır. Metta'nın İncîl’inde ise Lebbaus denildiği
bildirilmiştir.
Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işittiklerini doğru
olarak yazmış olan Barnabas, kendisinin oniki havârîden biri olduğunu
bildiriyor. Hıristiyan kitaplarında bunun yerinde Thomas yazılıdır.
Bunlara
niçin havârî dendiği husûsunda ihtilaf vardır. Tefsîr-i Hâzin kaynak alınarak,
Mir’ât-ı Kâinat kitabında şöyle bildirilmektedir: Bir cemiyetin seçkinlerine
Arapça'da havârî
derler. Havâriyyûn
da çoğul olup havârîler demektir. Hazret-i Îsâ'nın eshâbına havârîler denmesinin
sebebinde ihtilaf olundu. Bâzıları hâlis niyetlerinden dolayı; bâzıları
üzerlerinde ibâdet nûrlarının eserleri bulunduğundan havârî demişlerdir. Ayrıca
bâzıları, bunların avcı olduklarını, beyaz elbise giydikleri için bu adla
anıldıklarını söylediler. Zirâ tam beyaza Arapça'da hûr derler. Rivâyete göre,
hazret-i Îsâ bir yolculukta bunlara uğradığında balık avlarlarken gördü ve;
“Siz şimdi balıkçılarsınız. Bana tâbi olursanız, halkı ebedî hayatta ve sonsuz
saâdette tutarsınız” dedi. “Sen kimsin?” diye sorduklarında; “Ben Allah'ın kulu
ve resûlü olan Meryem oğlu Îsâ'yım” buyurdu. Mûcize istediler. Reisleri olan
Şem’ûn balık ağını gece suya atmış ve boş çıkmıştı. Îsâ aleyhisselâm tekrar sal buyurdu. Ağı tekrar saldığında o kadar
balık avlandı ki, iki sandalın adamları toplanıp balıkları güçlükle çıkardılar.
Sandalları balıkla doldurdular. Sonra hepsi îmân ettiler deniyor.
Bâzıları;
bunlar gemici idiler. Gemiciliği terkederek, Hazret-i Îsâ'ya tâbi oldular. Bir
ara; “Ey Rûhullah acıktık, susadık” dediklerinde; Hazret-i Îsâ mübârek
elleriyle yere vurunca, Allahü teâlânın
izni ile her biri için iki ekmek ve içecek su çıkardı. “Bizden üstün kimlerdir
ki, sana îmân getirip, istedikçe yiyecek ve içecek verirsin” dediklerinde;
“Sizden üstün olan, elinin emeği ve alnının teri ile geçinendir” buyurdu. Bunun
üzerine bunlar da ücretle bez ağartmaya başladılar. Böylece ağartıcılar
mânâsına havârîler diye anıldılar.
Bâzıları,
bunlar beyaz elbiseler giyen beyler idiler. Bir defâsında bir pâdişah halka
ziyâfet vermişti. Îsâ aleyhisselâm da orada
idi. Yedikleri yemek eksilmeyince, bu durumu pâdişaha haber verdiler. Pâdişah
Hazret-i Îsâ'yı çağırtıp; “Sen kimsin?” dedi. Îsâ aleyhisselâm;
“Meryem oğlu Îsâ'yım” diye cevap verdi. Olanlara şâhid olan pâdişah, saltanatı
bırakıp, erkânıyla birlikte Hazret-i Îsâ'ya eshâb oldu demişlerdir.
Meşhûr
âlimlerden Kaffâl (rahmetullahi aleyh) der ki:
“Bu oniki kişinin kiminin balıkçı, kiminin boyacı olması mümkündür. Hepsi
hazret-i Îsâ’nın eshâbı olduklarından havârîler ismi ile anılmışlardır.”
Mîrhand,
Ravdat-üs-safa’da, birçok târihçiler, havârîler kumaş ağartıcısı olup, Îsâ aleyhisselâm bunlara uğrayınca; “Nefislerinizi
günâhlardan yıkayıp ağartsanız, sizin için daha faydalı olurdu” demişti. Bu söz
üzerine onlar, Hazret-i İsâ'ya tâbi olmuşlardır, diyor. Bir çokları da boyacı
olduklarını söylemişlerdir. Îsâ aleyhisselâm
onlara uğrayıp, dîne dâvet ettiğinde, mûcize istemişler ve kumaşlarını, içinde
boya olan büyük bir kazana atmışlar. Sonra kumaşların her birinin türlü renge
boyanmış olduğunu görmüşler ve îmân etmişlerdir. Velhasıl havârîler hakkında
ihtilaf olup, isimlerinde dört-beş türlü rivâyet vardır.
İmâm-ı
Begavî (rahmetullahi aleyh) Meâlim-üt-tenzil
isimli tefsîrinde, Selmân-ı Fârisî hazretlerinden rivâyet ederek özetle şöyle
bildirmektedir: Havârîler, gökten bir sofra inmesi için, Hazret-i Îsâ'dan duâ
etmesini istediler. Îsâ aleyhisselâm onlara;
hakîkî îmân sâhibi iseler, Allahü teâlâdan
korkmalarını ve böyle şeyler istememelerini bildirdi. “Siz Allahü teâlânın kudretinden şüphe mi ediyorsunuz?
O'nun gökten bir sofra indirmeye kâdir olduğu husûsunda tereddüdünüz olduğundan
mı böyle bir şey istemeye cesâret ediyorsunuz?” diyerek, bu isteklerinin
münâsip olmadığını anlattı. Daha evvel kendilerine mûcize gösterdiğini, artık
Allah'tan korkmalarını, fazla ileri gidip haddi aşmamalarını emretti.
Havârîler; “Biz o maideden (sofradan) yemeyi, kalbimizin mutmain olmasını,
senin bize söylediklerinin doğru olduğunu yakînen bilmek istiyoruz. Maksadımız,
Allahü teâlânın lütfuna nâil olmak, buna
kavuşmakla îmânımızın kuvvet bulmasını te’min etmektir. Yoksa bozuk bir
maksadımız yoktur” dediler. Böylece havârîler, bunu istemekteki maksatlarının, Hak teâlânın kudretinde tereddüt ve daha önce
gördükleri mûcizelere kanaatsizlik olmadığını bildirdiler. Gerçekten
maksatları; açlıklarını gidermek, sofranın indiğini bizzat görerek kalben
mutmain olup îmânlarını kuvvetlendirmek; bir de bizzat gözleriyle gördüklerini
orada bulunmayanlara anlatmaktı.
Böylece
istek ve niyetlerinde samîmi oldukları anlaşılınca, Îsâ aleyhisselâm gusledip iki rekat namaz kıldı. Üzerinde eski bir
elbise vardı. Ayakta durdu ve ellerini bağlayarak, başını önüne eğdi. Çok
ağlıyordu. Allahü teâlânın lütfuna
güvenerek duâ edip yalvardı. Hak teâlâdan,
kendilerine bir maide (sofra) indirmesini, sofranın kendisinin peygamberliğine
bir âyet, mûcize olmasını, o günün, kendileri ve daha sonra gelenler için
bayram, neşe ve sevinç günü olmasını niyaz etti. Niyazında Hak teâlânın, rızık verenlerin en hayırlısı
olduğunu beyân etti.
Mâide; üzerinde yemek bulunan sofradır.
Mâide bizim için bayram olsun demek, maidenin indiği günü bayram kabûl edelim
demektir. Bayram insanlara, neşe ve sürûr verecek bir gün olduğundan ıyd
denilmiştir. Mâidenin inmesi neşe ve sürûr bahşedeceğinden, Îsâ aleyhisselâm, maidenin indiği günün, o zamanda
bulunanlara ve daha sonra geleceklere bir bayram olmasını, duâsına ilave
etmiştir.
Havârîler,
maide istemekten maksatlarını beyân ederlerken, önce dünyevî olan yemek yemeyi,
daha sonra ise uhrevî olan îmânlarının kuvvet bulmasını zikretmişlerdi. Îsâ aleyhisselâm ise münâcâtında, önce uhrevî olan kısmı
zikretmiş, daha sonra; “Bizi hayırlı rızıklarla rızıklandır. Şüphesiz sen,
rızık verenlerin en hayırlısısın” diyerek dünyevî olan kısmı söylemiştir.
Böylece âhıret işini önce zikretmenin münâsip olduğuna işâret etmiştir.
Hazret-i Îsâ'nın bu münâcâtı üzerine Allahü teâlâ
buyurdu ki: “Yâ Îsâ! Ben istenilen maideyi istenilen şekilde semâdan indirmeye
mutlak kâdirim, elbette indiririm. Lâkin maide geldikten sonra nîmete nankörlük
ve küfreden olursa, böylelerine âlemde hiç bir kimsenin görmediği azâbı
ederim.”
Bundan
sonra, insanların gözleri önünde, duman gibi hafif iki bulut arasından kırmızı
bir sofra indi. Îsâ aleyhisselâm ağlıyor, bir
taraftan da; “Ey Allah'ım! Beni şükredenlerden eyle. Yâ Rabbî! Onu rahmet kıl!
Ceza ve azâb kılma” diye yalvarıyordu.
Sofra
indiğinde orada bulunan herkes sanki hayretten donakalmıştı. Bereketli sofranın
güzel kokusu hazır olanların üzerine misk ve amber gibi yayılıverdi. Sonra Îsâ aleyhisselâm abdestini tazeleyip namaz kıldı. Ümmeti
hakkında, bu nîmetlere şükretmemeleri hâlinde çok büyük cezâya uğrayacaklarını
düşünerek endişeleniyor ve bu sebeple ağlayıp, sızlıyordu. Daha sonra;
“Bismillah hayr-ur-râzıkîn” yâni rızık verenlerin en hayırlısı olan Allahü teâlânın ismi ile diyerek sofranın üstünde
bulunan örtüyü kaldırdı. Örtü kaldırılınca, sofranın üzerinde, kendi yağıyla
kızarmış ve kebap olmuş bir balık gördüler. Balığın üstünde pul, içinde kılçık
yoktu. Baş tarafında tuz ve kuyruk kısmında ise bir kase içinde sirke ve
etrâfında çeşit çeşit sebze (yeşillik) bulunuyordu. Ayrıca sofrada ayrı ayrı
konmuş beş adet ekmek (çörek) vardı. Ekmeklerden birinin üzerinde zeytin,
ikincisinde bal, üçüncüsünde yağ, dördüncüsünde peynir ve beşincinin üzerinde
de kurumuş et (pastırma) vardı.
Havârîlerin
reîsi olan Şem’ûn, Hazret-i Îsâ'ya “Yâ Rûhallah! Bu yemek dünyâ mı yoksa âhıret
yiyeceklerinden midir?” diye suâl etti. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm; “Hiç birinden değil. Allahü teâlânın, kudretiyle şimdi yarattığı
yemektir. Yeyin ve Allahü teâlânın
nîmetlerine şükredin” buyurdu.
Havârîler;
“Ey Allah'ın peygamberi! Bu mûcize içinde bir mûcize daha gösterir misiniz?”
deyince; Hazret-i Îsâ; “Ey balık! Kâinatın Rabbinin izni ile diril!” buyurdu.
Sofradaki balık o anda canlandı. Üzerinde pullar peydâ oldu ve hareket etti.
Havârîler endişeye kapıldılar. Îsâ aleyhisselâm
onların, mûcize üzerine mûcize istemelerini hoş karşılamadı. Sonra; “Korkarım
ki, azâb olunursunuz” dedi. Ardından da; “Ey balık! Hak
teâlânın izni ile eski hâline dön” buyurdu. Balık hemen eski
kızarmış hâlini aldı.
Orada
bulunanlar, Hazret-i Îsâ'ya; “Yâ Rûhallah! önce siz yeyin” dediler. O ise;
“Hayır kim istediyse onlar yesin” buyurdu. Havârîlerde bir korku meydana geldi.
Îsâ aleyhisselâm fakir, hasta, cüzzamlı, abraş
ve sakatları çağırıp; “Allahü teâlânın
ihsân ettiği bu rızıktan yeyin! Sizin için âfiyet, başkaları için belâdır”
buyurdu. Bunlardan erkek ve kadın binüçyüz kişi yedi. Hepsi doydu. Bereketinden,
herkes yeyip doyduğu hâlde balık olduğu gibi kalmış, sofrada bir eksilme
olmamıştı. İnsanların gözleri önünde bu bereket sofrası tekrar göğe çekildi.
Sofranın bereketiyle hastalar şifâ bulup, fakirler zengin oldu. Üstelik; bunlar
ömürleri boyunca hastalık ve yoksulluk da görmediler. Sofradan yemeyenler bu
hâli görünce üzülüp, pişman oldular.
Sofranın
inmesinin keyfiyeti, nasıl olduğu husûsunda şöyle bir rivâyet de
zikredilmiştir: Îsâ aleyhisselâm havârîlerine,
otuz gün oruç tutmalarını emretmişti. Onlar sözünü tutup orucu
tamamladıklarında, Îsâ aleyhisselâmdan, gökten
üzerlerine bir sofra indirilmesini, ondan yemelerini, oruçlarının Allahü teâlâ tarafından kabûl edilip,
istediklerini kabûl buyurduğuna dâir kalblerinde itminan ve rahatlık hâsıl olmasını,
orucu bitirip yedikleri günün; bu vesile ile onlara bir bayram, zengin ve
fakirleri, evvelleri ve âhirleri için yeterli olmasını ricâ ettiler. Îsâ aleyhisselâm böyle bir istekte bulundukları için
onlara nasîhat eyledi ve şükrünü yerine getiremeyeceklerinden, şartlarını
gözetemeyeceklerinden korktuğunu söyledi ve onları bundan men etmeye çalıştı.
Onlar bu
isteklerinden vaz geçmeyince, seccadesi üzerinde durdu. Onlar da arkasında saf
oldular. Îsâ aleyhisselâm başını önüne eğdi ve
gözyaşlarını iplik iplik akıtmaya, Allahü teâlâya
isteklerini kabûl buyurması için yalvarıp, yakarmaya başladı. O daha duâsını
bitirmemişken, bütün insanların gözü önünde Allahü
teâlânın kudretiyle gökten sofra indi. Sofrayı iki sarıklı kimse
taşıyor, ağır ağır insanlara yaklaşıyordu. Yaklaştıkça, Îsâ aleyhisselâm, Rabbine duâ edip, bunun rahmet
olmasını, azâb olmamasını, bereket ve selâmet olmasını diliyor, böyle duâ
ediyordu. Sofra yaklaştı, yaklaştı, nihâyet Îsâ aleyhisselâmın
önüne gelip durdu. Sofra bir örtü ile örtülü idi. Îsâ aleyhisselâm
kalkıp; “Bismillâhi hayr-ur-râzıkîn” yâni rızık verenlerin en hayırlısı olan Allahü teâlânın adıyla deyip, örtüyü kaldırdı. Bir
de ne görsünler, üzerinde yedi balık ve yedi pide var. Ayrıca sirke, nar ve
başka meyveler de vardı diyenler de olmuştur. Balıklar ve pideler taze pişmiş,
kızarmış olup, cidden çok hoş kokuyorlardı. Allahü
teâlâ onlara; “Ol” demiş ve hemen oluvermişlerdi.
Sofra, gün
aşırı inmeye başladı. Tıpkı Sâlih aleyhisselâmın
devesinin sütünü gün aşırı içtikleri gibi. Sofranın gökten inmesi kesilmeyip,
kırk gün devam etti. Yalnız kuşluk vakitlerinde ve gün aşırı olarak indi.
Erkek-kadın, fakir-zengin, küçük-büyük, köle-hür kim varsa hepsi toplanıp
yediler. Kuşluk vaktinde inen, öğleyin göke çekilen sofranın bu hâlini insanlar
seyrederlerdi. Hattâ göke doğru yükselirken gölgesi yere düşerdi.
Bundan
sonra; “Soframı ve rızkımı fakirlere ve hastalara mahsus kıldım. Sağlamlar ve
zenginler yemesin” diye vahiy geldi. Bu hâl bâzı kimselere pek ağır geldi.
Görünüş îtibâriyle zengin ve sağlam, fakat kalbi bozuk ve hasta olanlar; bu
ilâhî ihsânı hafife alarak ileri geri konuşmaya başladılar. Üstelik; “Siz bu
sofrayı gerçekten hak nesne mi zannedersiniz?” diyerek alay ettiler. Netîcede
böyle yaramaz söz söyleyenlerin hepsi bir gece içinde domuz sûretine
dönüştüler. Otuz veya üçyüzotuz kişi olduğu bildirilen bu kişiler, böylece Hak teâlânın bildirdiği azâba uğradılar.
İnsanlar
bunları görüp korktular ve Hazret-i Îsâ'ya sığındılar. Domuz hâlini almış
olanlar da Hazret-i Îsâ'yı gördükleri zaman derman dilerler, etrâfında
dolaşarak bunu ifâde edici hareketler yaparlardı. Hazret-i Îsâ bunlardan her
birine ismi ile hitâb ettiği zaman, başlarıyla işâret edip, ağlarlar, fakat
konuşamazlar ve bir şey söyleyemezlerdi. Netîcede bunlar üç gün sonra helâk olup
gittiler. Leşlerini bile hiç kimse görmedi.
Bu sofrada
bulunan yiyeceklerin neler olduğu, kimlerin nasıl yedikleri, sofranın ebadı,
kaç gün indiği ve sofrada bulunan nîmetlere nankörlük edip alaya ve hafife
almakla domuz şekline girenlerin adedi hakkında İslâm âlimlerinden başka
rivâyetler de gelmiştir.
Mâide
hâdisesi Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiş
olup, Mâide sûresinin 112-115. âyet-i
kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Hani bir vakit, havârîler; “Ey Meryem oğlu Îsâ!
(Allahü teâlâya duâ etsen, duâna icâbet
edip) Rabbin
bize gökten (içinde taam, yemek bulunan) sofra gönderir mi? demişlerdi de o; Eğer siz
mü’min iseniz (Allahü teâlânın
kudretine ve benim peygamberliğime hakîkaten inanmış kimseler iseniz) bu gibi şeyleri
istemekten sakının demişti. Havârîler de şöyle söylemişlerdi: (Gerçi
Hak teâlânın kudretinin tam olduğunda
şüphemiz yoktur.) Lâkin, isteriz ki, ondan (o bildirdiğimiz şekilde
gelecek olan sofradaki yemeklerden bereketlenmek için) yiyelim. (O'nun kudretinin kâmil
olduğunu böyle gözümüzle görerek) kalblerimiz mutmain otsun. Senin bize hakîkaten doğru
söylediğini bilelim (ve sen sıdk ile Hak
teâlâdan ne istersen onu vereceğini bilmiş olalım.) Böylece bu
mûcizelere, yakînen görerek şâhidlik edenlerden olalım.
Bunun üzerine Meryem oğlu
Îsâ (aleyhisselâm) şöyle yalvardı: “Yâ ilâhî! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir
sofra indir ki, onun inme vakti (günü) bizim hem evvelimiz, hem de sonra gelenlerimiz
için bir bayram ve senden (kudretinin kemâline ve benim
peygamberliğimin hak olduğuna) bir âyet (bir mûcize) olsun. Bizi hayırlı rızıkla rızıklandır. (Bize
o sofrayı gönder ve ona şükretmeyi de nasîb ve kolay eyle.) Çünkü sen rızık
verenlerin en hayırlısısın. (Rızkın yaratıcısı ve hiç bir niyet,
karşılık istemeden karşılıksız olarak herkesin rızkını vericisin.)”
(Hazret-i
Îsâ'nın bu duâsı üzerine) Allahü teâlâ buyurdu ki:
“Şüphesiz ki ben o sofrayı size elbette indiririm. Fakat ondan sonra içinizden
kim nankörlük ederse, (küfre dönerse) muhakkak ki, ben ona, öyle bir azâbla azâb
ederim ki, zamanlarında, âlemde hiç kimseye öyle azâb etmem.”
Tefsîr-i
Hazin’de bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde bildiriliyor ki: Havârîlerin bu
sözleri mecazdır. Buradaki mânâ zâhire göre değildir. Havârîlerin, Hak teâlânın kudreti hakkında şüphe ettiklerini
düşünmek, sözlerinden böyle mânâ çıkarmak doğru değildir. Onların bu sözleri,
bir kimsenin, arkadaşına; Benimle beraber kalkabilir misin? demesi gibidir.
Halbuki, bu kimse, bunu söylerken arkadaşının kalkmaya gücünün yettiğini, hemen
kalkabileceğini bilmektedir. Yâni arkadaşına böyle söylemekle; Benimle beraber
kalkman sana kolay olur mu? Sence bir mahzuru var mı? demek istemektedir.
Havârîlerin sözlerinde de böyle mânâ vardır. Çünkü havârîler, Allahü teâlâya, O'nun kudretinin kemâline ve her
şeye kâdir olduğuna inanıyor, tasdik ediyor ve bunu îtirâf ediyorlardı. Bu
şekilde bir talebde bulunmaları, inanmamaları sebebiyle değil, bizzat görerek
bilmek ve böylece kalblerindeki itminanın artması için idi.
Nitekim
İbrâhim aleyhisselâmın; “Yâ Rabbî! ölüleri
nasıl diriltiyorsun, bana göster.” demesi de böyledir. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın
ölüleri dirilttiğini, buna mutlak kâdir olduğunu elbette biliyordu. O, bizzat
görerek anlamak ve bilmek istedi. Zirâ, duyularak, öğrenilerek, başkalarının
bildirmesi ile öğrenilen bilgilere şek ve şüphe karışabildiği hâlde;
görerek,müşâhede ederek elde edilen bilgiye şek ve şüphenin karışması ihtimâli
yoktur. Bu sebeple; “Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster” dedi. Aynı
sebepten dolayı havârîler de; “Kalblerimiz mutmain olsun” dediler. Şüphesiz ki
bu büyük mûcizeyi görmek kalbdeki itminanı elbette arttırır. Onlar da bunun
için böyle söylediler.
Onların
böyle bir mûcize talebinde bulunmalarına karşı, Îsâ aleyhisselâm;
“Eğer mü’min
iseniz Allah'tan korkun!” dedi. Burada iki husûs vardır.
1-
Hazret-i Îsâ, havârîlere; “Mûcizeyi tâyin ederek istemekte Allahü teâlâdan korkun” buyurdu. Bunda kendi arzu
ve isteğine göre hareket etmek düşüncesi olabileceğini haber verdi. Rabbi
hakkında, kuldan böyle bir şeyin meydana gelmesi ise büyük cüret ve cürüm yâni
suçtur.
Ayrıca,
daha bir çok mûcizeler görülmüş iken, tekrar bir mûcize daha taleb etmek,
üstelik bu mûcizeyi kendileri tâyin etmek de büyük bir cürümdür.
2- Îsâ aleyhisselâm; “Eğer mü’min iseniz Allah'tan korkun!” demekle,
onlara, isteklerinin meydana gelmesine vesile olması için takvâyı emretti.
Nitekim
Talak sûresi, 2. âyet-i kerîmesinin sonunda; “...Kim ki, Allahü teâlâdan
korkup, yasak ettiklerinden sakınırsa, Allahü teâlâ ona
dünyâ ve âhıret mihnet ve sıkıntılarından bir çıkış yeri, kurtuluş ihsân eder
ve ona hatırına hayâline gelmeyen, hiç ummadığı yerden rızık ihsân eder...”
buyruldu. Bâzı âlimler bu husûsta şöyle söylemişlerdir: Îsâ aleyhisselâm: “Eğer mü’min iseniz Allah’dan korkun!” demekle;
“Eğer Allahü teâlânın sofra indirmeye
kâdir olduğuna inanıyorsanız, Allahü teâlâdan
korkunuz. Bu takvânız (korkunuz) matlûbunuzun, maksadınızın husulüne, meydana
gelmesine vesile olsun” demek istemiştir.
İbn-i Ebî
Hatim ve İbn-i Cerir'in (rahmetullahi aleyhima)
senetleri ile Ammâr bin Yasir'den, onun da Resûlullah'tan
(sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Sofra gökten inerdi, üzerinde ekmek ve et
bulunurdu. Yiyenlere, hıyânet etmemeleri, alıp saklamamaları ve ertesi gün için
ayırmamaları emir olundu. Onlar dinlemeyip, hıyânet ettiler, aldılar,
sakladılar. Bunun üzerine maymun ve domuz hâline döndürüldüler”
buyruldu.
Mîrhând târihinde Selmân-ı Fârisî hazretlerinden şöyle rivâyet edilir: Îsâ aleyhisselâm Nusaybin'de bulunan kibri ve zulmü ile meşhûr bir hükümdârı îmâna dâvete me’mûr edilince, harekete geçti. Havârîlere; “Hanginiz bu şehre varıp; Allahü teâlânın kulu ve resûlü ve kelimesi olan Îsâ aleyhisselâm, size doğru geliyor diye seslenir” buyurdu. İçlerinden Ya’kûb; “Ben gideyim” dedi. Îsâ aleyhisselâm ona; “Peki git, ama benden en önce uzaklaşan sen olacaksın” buyurdu. Sonra yine içlerinden Tevmân, izin alıp beraber gittiler. Hazret-i Îsâ, Tevmân'a; “Ey Tevmân! Takdir böyledir ki, yakın zamanda senin başına belâ gelecek” buyurdu. Şem’ûn da; “Yâ Rûhallah! İzin verirseniz ben de gideyim, ama bir şartım vardır. Eğer dara düşersem ve sizi çağırırsam, nazarınızı, himmet ve yardımınızı eksik etmeyesiniz” deyip, izin aldı. Üçü beraber o şehre doğru gittiler. Şem’ûn, şehrin dışında durup, yoldaşlarına; “Siz girin seslenin, zarara uğrarsanız, ben sizi kurtarmaya çalışırım” dedi. Ya’kûb'la Tevmân şehre girdi. Ya’kûb bildirilen şekilde seslendi. Sesi duyunca insanlar onların başlarına toplandı. “Konuşan hanginizdir” dediler. Ya’kûb inkâr etti, Tevmân ise söylediklerini ikrâr yâni kabûl ettikte, onlar inanmadılar.
Oranın halkı, daha önce Îsâ aleyhisselâm ile Meryem'i gerçek dışı şekilde işitip, su-i zan ettiklerinden, -haşa- dil uzatıp, lânet ettiler. Tevmân'ı şâha götürdüler. Şâh, bunun ellerini, ayaklarını kestirdi. Gözlerine kızgın mil çektirip, zindana bıraktırdı. Şem’ûn bu hâli haber alıp şehre girdi. Hâlini gizledi. Güzel tedbir ve bâzı çârelerle şâha yaklaştı. Hususî adamlarından ve nedimlerinden, sohbet arkadaşlarından oldu. Bir gün şâha; “Müsamahanıza sığınarak Tevmân'dan birkaç şey sormama izin vermenizi isterim” dedi. Şâh; “Peki” dedi. Şem’ûn; Tevmân'ı yanına getirtti. Birbirlerini hiç tanımıyor gibi davrandılar. Şem’ûn; “Ey kişi, senin sözün nedir?” dedi. Tevmân; “Îsâ aleyhisselâm Allah'ın kulu ve resûlüdür derim” dedi. “Sözünün doğruluğuna delilin nedir” deyince; “Her hastalığa ilaç olmaktır” dedi. “Tabipler de bunu yapabilir, başka hüccet (delil) var mı?” diye sordu. Tevmân delil olarak; “Evlerinde ne yeyip ne sakladıklarını bildirmektir” cevâbını verdi. Şem’ûn yine; “Kâhinler de bunu yapabilir, başka alâmet var mı?” dedi. “Çamurdan kuş sûreti yapıp üfleyince, kuşun canlanıp uçması” deyince; “Sihirbazlar da bunu yapabilir, başka alâmet var mı?” dedi. Tevmân; “Hak teâlânın izni ile ölüleri diriltir” dedi. Bunun üzerine Şem’ûn şâha bakıp; “Bu kimse büyük iddiadadır. Ölüleri diriltmek, Allahü teâlâya ve mûcize olarak peygamberlere mahsustur, sihirbaz ve yalancıların işi değildir. Eğer doğru ise, Îsâ'yı çağırtıp soralım. O bunu inkâr ederse, bu adama her çeşit azâbı yapalım; yok ölüyü diriltirse ki bu çok zor bir ihtimâldir, o zaman ona îmân getirelim” dedi. Şah, Şem’ûn'un bu sözlerini hoş karşıladı. Haber gönderdiler. Hazret-i Îsâ geldi. Şem’ûn yine tanımıyor gibi davranıyordu. Uzun uzun suâller sorup, Îsâ aleyhisselâm ikrâr ve kabûl edince, Şem’ûn; “Eğer doğru isen, hastaya şifâyı bu sakat adamında deneyelim dedi. Îsâ aleyhisselâm, Tevmân'ın kesilen ellerini, ayaklarını koyup, her birini kesilen yere bitiştirerek üzerlerine eliyle sürünce, bitişip düzeldiler. Gözlerini eliyle silince, açıldılar. Şem’ûn şâha bakıp, bu alâmet peygamberliğe delildir dedi. Sonra; “Ey Îsâ! Meclisimizde olanlar bu gece evlerinde ne yediler, ne sakladılar, haber ver” dedi. O da hepsini bir bir söyledi. Çamurdan yarasa teklif etti. Onu da yapıp uçurdu. Diğer hastalar için de şifâ istedi. Bütün hastalar sıhhate kavuştu, ölüyü diriltmeyi söyledi. Sam bin Nûh'u tâyin ettiler. Yukarıda anlatıldığı gibi onu da diriltti. Sam, hazret-i Îsâ'nın hak peygamber olduğuna şehâdette bulundu ve ardından yine vefât etti. Şâh ve askerleri, kumandanları bu mûcizeleri görüp, Hazret-i Îsâ'nın, Allah tarafından peygamber olarak, gönderildiğine gönülden inanıp îmân getirdiler.
Îsâ
aleyhisselâm havârîlerinden iki kişiyi, Allahü teâlânın
emri ile Antakya'ya göndererek, orada yaşayan ve putlara tapan insanları, îmâna
dâvet etmeleri için vazife vermişti. Bu emir üzerine Antakya’ya giden elçiler,
halkı Allahü teâlâya îmâna, tevhide,
dâvet ettiler. Onların bu dâvetleri, Antakya'yı idâresi altında bulunduran kral
tarafından da duyuldu. Elçileri yanına çağırtıp görmek istedi. Elçiler kralın
yanına geldiklerinde onlara; “Siz kimsiniz?” dedi. Elçiler; “Biz Îsâ
aleyhisselâmın elçileriyiz” dediler. Kral putlara tapardı. Elçilere; “Bu şehre
niçin geldiniz, maksadınız nedir?” deyince, şöyle cevap verdiler: “Sizi;
işitmeyen, görmeyen ve hiç bir şeye kâdir olmayan âciz putlara tapmaktan
vazgeçip, her şeye kâdir olan ve her şeyi yaratan Allahü
teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet için geldik.” dedi. Kral;
“Putlarımızdan başka bir ilâh mı vardır?” deyince de; “Evet vardır. Seni ve
ilâh diye taptığın putları ve her şeyi yaratan Allahü
teâlâdır” diyerek, kralı îmâna dâvet ettiler. Bunun üzerine kral
onları hapsettirdi.
Bu
hapsedilme hâdisesinden sonra, Îsâ aleyhisselâm, havârîlerinin reîsi olan
Şem’ûn'u (radıyallahü anh) da, Antakya'ya gönderdi. Şem’ûn oraya varıp, kendini
tanıtmadan ve dikkat çekmeden, kralın yakınlarıyla yavaş yavaş temas kurdu.
Onlarla samîmi bir hava içinde görüşüp konuşmaya başladı. Onlar da Şem’ûn'un
kral ile temas kurmasını sağladılar. Nihâyet Şem’ûn, kralın muhabbetini
kazandı. Bundan sonra hapsedilmiş olan elçileri kurtarmak, kralı ve halkı, Allahü teâlâya îmâna dâvet etmek için faaliyete
geçti.
Şem’ûn,
krala çok tesir ettiğine iyice kanaat getirdikten sonra, maksadını krala
açıkladı. Bunun üzerine kral ve krala bağlı olanlardan bir cemâat îmân ettiler.
Halka da tebliğde bulundular. Fakat halk onları yalanlayıp, îmân etmedi.
Onlarla mücâdele ettiler.
Diğer
taraftan halkın bu îtirâzlarını haber alan, Habîb'ün-Neccâr, şehrin uzağında
bulunan evinden koşarak halkın arasına geldi. Bu elçilerin bildirdiğine kendisinin
inandığını söyledi. Halka da, îmân etmelerini bildirdi. Fakat dinlemediler.
Büyük bir kızgınlıkla, Habîb'ün-Neccâr'ın üzerine yürüyüp, onu şehîd ettiler.
Bu hâdiseler, Kur'ân-ı kerîmde Yâsîn-i
şerîf sûresinde bildirilmiş olup, meâlen şöyledir: “(Ey Resûlüm!) Onlara
(Mekke halkına) o
şehir halkının (Antakyalıların) hâlini misâl ver. Hani oraya (Îsâ aleyhisselâmın gönderdiği) elçiler gelmişti. Biz o zaman iki elçi
göndermiştik de, bunları tekzip etmişlerdi, yalanlamışlardı. Biz de bir
üçüncüsüyle bunları takviye etmiştik. (Bu üç elçi Antakya halkına) şöyle demişlerdi;
Gerçekten biz, size, (imana dâvet etmek için) gönderilmiş elçileriz. (Allahü teâlâya îmân ediniz.) (Yâsîn sûresi: 13,14)
Tefsîr-i
Kebîr’de ve Tefsîr-i Hazin’de bu âyet-i kerîmeler tefsîr edilirken şöyle
buyrulmuştur; Antakya ahâlisi putperest olduğu için, irşada (doğru yol
bildirilmeye) muhtâç durumda idi. Bunun için Allahü
teâlâ, Îsâ aleyhisselâma, oraya elçi
göndermesini emir buyurdu. Bu emir üzerine, Îsâ aleyhisselâm,
Antakya ahâlisini îmâna dâvet etmek için, önce iki elçi gönderdi. Rivâyete göre
bu elçilerin ismi, Yûnus ve Yahyâ idi. Bunlar Antakya'ya gidip, halkı îmâna
dâvet ettiklerinde, halk küfür ve isyân içinde olduğundan, onları yalanladılar,
inanmadılar. Onları yalanlayıp, hakâret ve alay etmeleri üzerine, Îsâ aleyhisselâm, emire uyarak üçüncü bir elçi gönderdi.
Bu da Şem’ûn idi.
Bu üç
elçinin dâveti ve halkın îtirâzı, Kur'ân-ı kerîmde
meâlen şöyle bildirilmektedir: “Onlar resûllere (elçilere) dediler ki; “Siz de bizim gibi insansınız,
bizden üstün bir meziyetiniz yoktur (ki iddia ettiğiniz gibi bir
işle vazifelendirilmiş olasınız). Hem Rahmân (Allahü
teâlâ) bir şey indirmemiştir. (Allahü teâlâ âleme ne vahiy, ne risalet, kısaca
hiç bir şey göndermemiştir.) Siz yalan söyleyenlerdensiniz.” (Yâsîn sûresi:
15)
Antakya
ahâlisi, elçileri kendilerine kıyas ederek; “Siz de bizim gibi insansınız, bize
risalet, böyle bir vazife gelmedi ki, size gelmiş olsun” dediler. Allahü teâlânın kullarından seçtikleri
peygamberlerine vahiy yoluyla emirlerini bildirdiğini kabûllenemediler. Bu
sebeple: “Biz sizin söylediklerinize inanmayız” dediler. Elçilerin, onlara
verdikleri cevap, Yâsîn sûresi 16 ve 17. âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle
bildirilmektedir: (Elçiler) dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki biz, hakîkaten size
gönderilmiş elçileriz. (Biz, Rabbimizin emriyle, Îsâ aleyhisselâmın sizi îmâna dâvet etmek için gönderdiği
elçileriz.) Bizim
üzerimize düşen vazife apaçık bir tebliğdir. (Sözümüzün doğruluğuna
şâhid olarak âmânın gözünü açmak, baras hastalığını tedavi ve hastaları
iyileştirmek, ölüyü diriltmek gibi, açık deliller göstermek sûretiyle vazifemiz
açık bir tebliğdir.”
Tefsîr-i
kebir’de bu âyet-i kerîmelerin tefsîrinde buyruluyor ki: Îsâ aleyhisselâmın dâvet için gönderdiği zâtlar, Antakya
halkının kendilerini yalanlamaları sebebiyle bıkkınlık ve gevşeklik
göstermediler. Bilakis; “Hakikaten, size (Allahü
teâlânın emri ile sizi îmâna dâvet için) gönderilmiş elçileriz” sözlerini
ısrarlı olarak tekrarladılar. “Rabbimiz biliyor ki...” diyerek, bu sözlerini
yemînle tekîd ettiler, pekiştirdiler. Allahü teâlâ
biliyor demek, yemîn yerindedir. Olmamış bir şeyde, bu işin olmadığını bile
bile olduğunu kastederek; “Allahü teâlâ
biliyor ki, bu iş böyle oldu” demek, îmândan çıkmaya, cezâ ve azâba sebeptir.
Çünkü böyle demekle yalan söylemiş ve yalanına hâşâ Hak
teâlâyı şâhid tutmak istemiş olmaktadır.
Yukarıda
meâli geçen 15. âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi, Antakyalılar, vazifeli
elçilere; “...
Siz de bizim gibi insansınız. Bizden üstün bir meziyetiniz yoktur (ki,
iddia ettiğiniz gibi bir işle vazifelendirilmiş olasınız)...”
demişlerdi. İşte, elçilerin; “Rabbimiz biliyor ki” sözlerinde. Antakyalıların
sözlerine cevap vardır. Yâni; “Allahü teâlâ
her şeyi bilir ve her şeye kâdirdir. İşte Allahü teâlâ
bizi bu vazife için seçti” dediler.
Îsâ aleyhisselâmın gönderdiği elçiler; “Bizim üzerimize
düşen, apaçık bir tebliğdir” demekle, hem kendilerini tesellî
ediyorlardı. Yâni; “Biz size tebliğde bulunmak sûretiyle vazifemizi yaptık.
Artık biz bunun mes’ûliyetinden, boynumuzdaki bu borçtan kurtulduk” dediler.
Hem de Antakya halkını, dâvetleri üzerinde düşünmeye teşvik ettiler. Çünkü “Bizim üzerimize
düşen, apaçık bir tebliğdir” demek, onların bu tebliğ hakkında ve
kendi durumları hakkında düşünmelerini icâbettiriyordu. Çünkü bu elçiler,
tebliğlerine karşılık olarak onlardan ne bir ücret, ne de bir riyâset
(başkanlık, makâm, mevki) istiyorlardı. Onların işleri sâdece tebliğ (insanları
îmâna dâvet) ve bunu insanlara anlatmak idi. Bütün bunlar ise akıl sâhiplerini,
tefekküre, iyi düşünmeye sevkeden sebeplerden idi.
Yine
âyet-i kerîmede, onların yaptıkları dâvet için; “Apaçık bir tebliğ” buyrulmuştur.
Bunun bir kaç izâhı vardır:
1- Bu
dâvet, mûcize ve burhan (kat’î delil) ile hakkı bâtıldan ayıran bir tebliğdir.
2- Sâdece
bir iki kişiye mahsus olmayıp, herkese ulaştırılan bir tebliğdir.
3- Hakkı,
hakîkati mümkün ve münâsip olan her yolla izhar eden bir tebliğdir.
İşte böyle
tam olarak, şümullü bir tebliğ yapılır da, buna rağmen kabûl etmezlerse o
insanlar, elbette ki helâke müstehak olurlar.
“(Antakya ahâlisi) dediler ki;
Doğrusu biz, sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük (sizin sebebinizle
yağmursuz kaldık). Eğer (bu sözünüzden) vazgeçmezseniz, muhakkak sizi taşlarız (taşla
öldürürüz.) Bizden
size acıklı bir işkence de dokunur.” (Yâsîn sûresi: 18)
Putperest
ahâlinin, sizin yüzünüzden uğursuzluğa düştük demeleri, îmân etmek
istemedikleri içindir. Böyle söylemeleri, elçilerin kendilerine telkin
ettikleri tevhid dînini sevmediklerinden ve bu dîne girmek, nefislerine ağır
gelmesinden dolayı idi. Elçilerin; “Rabbimiz biliyor ki, biz, hakîkaten size gönderilmiş
elçileriz” diyerek, dâvetlerinde kesin ve doğru söylediklerini
bildirmelerine rağmen, inanmayıp, yalan dediler. “Rabbimiz biliyor ki” demeleri bir
nevi yemîn olduğundan, onların yalan yere yemîn ettiklerini söylediler. Bunu da
uğursuzluk ve kötülüğe alâmet saydılar. “Siz yalancısınız, uğursuzluk ve
yalanınızda ısrâr ve yemîn ediyorsunuz. Bu ise yağmurun kesilmesine ve kıtlığa
sebep olur. Siz hayra alâmet değilsiniz!” dediler. Böylece kendilerini saâdete
kavuşturmak için îmâna dâvet eden elçileri, kendilerince güyâ suçlu çıkarmak
istediler.
Câhillerin
âdeti şöyledir ki, hep nefislerinin arzu ettiği şeyleri ararlar. Hevâ ve
heveslerine uygun görmedikleri şeyi red ve inkâr ederler. Hattâ bütün hayırları
ve saâdetleri içinde toplayan bir şeyi nefslerinin hevâsına ve bozuk
isteklerine uymadığı için kabûl etmezler. Evliyânın büyüklerinden
Zeyn-ül-mecalis Ebû Mücâhid hazretleri; “Mahlûkâtın en ahmağı nefstir. Çünkü hep
kendi aleyhine olan şeyleri ister” buyurmuştur.
İşte bu
sebeple, Antakya ahâlisi, elçilere; “Biz sizi sevmiyoruz. Zirâ siz, bizim
arzumuzun tersine bir takım şeyler teklif ediyorsunuz. Bize böyle bir
tekliften, (iman ediniz demekten) vaz geçin. Eğer bu teklifinizden
vazgeçmezseniz, sizi taşa tutarak öldürürüz” dediler. Nefslerinin hevâsına ve
taşkın isteklerine uyan azgın insanların âdeti şöyledir ki; maksatlarına
kavuşmak için önce çeşitli hîle ve desiselere başvururlar. Böylece, içlerinde
bulundurdukları azgınlığı ve kötülükleri gizlemek isterler. Eğer böylece
maksatlarına ulaşamazlarsa, zora ve tehdide başvururlar. Nitekim putperest
Antakyalılar, Îsâ aleyhisselâmın gönderdiği
elçilere karşı bu yola başvurmuşlardır. Size bizden acıklı bir işkence dokunur
diyerek, öldürünceye kadar taşlayacaklarını söylemeleri bu sebepledir.
Yâsîn
sûresinin 19. âyet-i kerîmesinde bildirildiğine göre, onlar böyle söyleyince,
elçiler; “Uğursuzluğunuz
beraberinizdedir (batıl inancınızda ve bozuk amelinizdedir.) Size nasîhat
edilirse bunu uğursuzluk sayacak ve küfrünüzde devam mı edeceksiniz? Doğrusu
siz haddi aşmış bir kavimsiniz” dediler.”
Antakya
ahâlisi, kendilerini saâdete kavuşturmak isteyen elçiler ile inâdçı bir
mücâdeleye girdiler ve aslâ dinlemediler. Netîcede onları taşlayarak öldürmeye
karar verdiler. Bu kararlarını, daha önce elçilerle görüşüp îmân eden,
Habîb'ün-Neccâr işitmişti. Şehrin en uzak bir yerinde olan evinden çıkıp,
sür’atle koşarak, îmân etmeyenlerin, elçiler ile mücâdele etmekte oldukları
yere geldi. Halka, böyle bir işten vazgeçip, onlara inanmalarını söyledi. Bu
husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle
bildirildi: “Bir
adam (Habîb'ün-Neccâr) şehrin tâ ucundan (kenarından) koşarak geldi. Ey
kavmim! Uyun bu gönderilen elçilere dedi. Uyun sizden hiç bir ücret istemeyen o
kimselere... Onlar hidâyet üzeredirler. (Onlara uyunuz ki, tebliğ
etmeleri ve sakındırmalarından dolayı, sizden bir ücret istemiyorlar. Onlar
sizi dünyâ ve âhıret hayrına dâvet etmektedirler. Layık olan şey, onlara ittibâ
etmeniz, tâbi olmanızdır.) (Yâsîn sûresi: 20, 21)
Habîb'ün-Neccâr
böyle deyince, putperest halk; “Yoksa sen, bizim dînimize muhâlefet edip, bu
elçilerin dînine mi tâbi olursun? Bizim ilâhlarımıza tapmayıp, onların ilâhına
mı ibâdet ediyorsun?” dediler. Bunun üzerine meâlen şöyle cevap verdiği, Yâsîn
sûresinde bildirilmektedir: “Bana ne oldu ki, beni yaratan Allahü teâlâya ibâdet etmeyeyim? Siz (öldükten sonra) O'na
döndürüleceksiniz. (Allahü teâlânın
huzûrunda küfrünüzün, bâtıl amellerinizin cezâsını göreceksiniz.) Ben, Allah'tan
başkasını (putları) tanrı edinir miyim? Eğer Allahü teâlâ bana
bir zarar yapmak dilerse, onların (putların) şefâati bana hiç bir fayda vermez ve onlar
beni kurtaramazlar. Eğer ben, Allahü teâlâdan başkasına ibâdet edersem,
apaçık bir hüsrân, sapıklık içinde olurum. (Zirâ fayda ve zarar
vermeye kâdir olmayan şeylere yâni putlara tapmak, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya inanmamak ve O'na ibâdet etmemek
apaçık bir sapıklıktır.)” (Yâsîn sûresi: 22-24)
Habîb'ün-Neccâr,
kavminin inkâr içinde olduğunu görünce, onlara karşı ifâde tarzı çok üstün olan
bir hitapla konuştu. Böylece, insanı yoktan yaratanın Allahü teâlâ olduğunu ve insanın öldükten sonra
yeniden dirileceğini, dünyâda yaptıklarının hesâbını vereceğini anlatmak
istedi. İnsanın yaratılmasının bir nîmet olduğuna, bu nîmete şükür gerektiğine
işâret etti. Bu şükrün de, insanın, Allahü teâlâya
îmân ve ibâdet etmesi ile olacağını belirtti. “Bana ne oldu ki, beni yaratan Allahü teâlâya ibâdet etmeyeyim” diyerek, kabahati kendine
nispet etmek tarzıyla hitâb etmesi, aslında kavmini uyarmaktır. Bu söz; “Neden
sizi yaratan Allahü teâlâya îmân ve
ibâdet etmiyorsunuz da mânâsız ve âciz putlara tapıyorsunuz?” demektir. Kendine
nispet ederek konuşması, dinleyenlerin kızgınlığını teskin etmek maksadından
dolayı idi. Bu hitap ve ifâde tarzıyla, yaradılışı ve ölümü, dünyâ ve âhıretin
hâllerini kısaca anlattı.
Fahreddîn-i
Razî hazretleri, Tefsîr-i Kebîr’inde Allahü teâlâya
yapılan ibâdetin üç derece olduğunu kaydederek şöyle buyurmuştur.
1-
İbâdeti, sâdece ve sâdece Allahü teâlânın
rızâsı için yapmak. Başka bir şey düşünmemek. İster çeşitli nîmetlere kavuşmuş
olsun isterse kavuşmamış olsun, insanın her halükarda vazifesinin kulluk
olduğunu düşünerek kulluk yapmasıdır. Bu hal, ibâdetin en üstün derecesidir.
2- Allahü teâlânın verdiği nîmetleri düşünerek ve bu
nîmetlerin şükrünü edâ etmek maksadıyla ibâdet etmektir. Bu, kullukta orta
derecedir.
3- Allahü teâlânın kahrını ve gadabını düşünerek ve
bundan korkarak ibâdet etmektir. Bu hâl ise ibâdette aşağı derecedir.
Habîb'ün-Neccâr,
kavmini ikaz edip, gelen elçileri dinlemelerini ve Allahü
teâlâya îmân etmelerini söyledikten sonra, kendisinin Allahü teâlâya îmân ettiğini şöyle bildirmiştir: “Şüphe yok ki ben,
(sizi yaratan) Rabbinize
(Allahü teâlâya) îmân ettim. İşte bunu benden duyun.
(Gelin nasîhatlerimi dinleyin.) (Yâsîn sûresi: 25) Habîb'ün-Neccâr bu sözleri
söyleyince, bunu işiten putperest halk, hep birden hücûm edip, taşa tutarak onu
şehîd ettiler. Bir rivâyete göre de, ayakları altına alıp üzerinde tepinmek
sûretiyle şehîd etmişlerdir. Habîb'ün-Neccâr, şehîd edilmek üzere iken de; “Yâ
Rabbî! Kavmime hidâyet ver” diyerek duâ ediyordu. O şehîd edilince, Allahü teâlâ tarafından rûhuna hitâben; “Haydi gir
Cennet’e” buyruldu.
Bu husûsta
Yâsîn sûresinin 26 ve 27. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “(Bütün
nasîhatlerine rağmen kavmi onu şehîd ettiler. Şehit edilince, Hak teâlâ tarafından onun rûhuna hitâbedilerek;) Haydi gir Cennet’e
denildi. (Onun rûhu) dedi ki: Ne olurdu, kavmim, Rabbimin beni bağışladığını,
Cennet’le ikrâm edilenlerden kıldığını bilselerdi. (Böylece küfürden
vazgeçip, îmân etselerdi ve böyle nîmeti kazanmaya rağbet etselerdi.)”
Tefsîr-i
Mazharî’de bildirildiğine göre; Allahü teâlâ
onun rûhuna böyle hitâb buyurdu. Diğer şehidler gibi, Cennet’e girmesine izin
vererek, ona ikrâmda bulundu.
Beydâvî
tefsîri’nin Şihâb hâşiyesinde buyruluyor ki: “Şehidlerin rûhları Cennet’te
dolaşırlar. Onlar kabirlerinde diridirler. Cennet’teki makâmlarını görürler.”
Meşhûr ve
mûteber tefsîrlerde şöyle bildirildi: Habîb'ün-Neccâr şehîd edilince, rûhuna
hitâben; “Haydi
gir Cennet’e” denildikten sonra o, kavminin kendi hâlini bilmelerim
temenni etti. Böyle bir temennide bulunması, kavminin küfür ve inkârdan dönüp
tevbe etmelerini, şiddetti kızgınlık zamanında sâlih kimselerin yaptıkları gibi
yapmalarını, yâni düşmanlarına bile acıyıp, merhamet göstermelerini ve bu
husûsta kendisine benzemelerini teşvik içindir. Nitekim o, kavmi kendisini
öldürdükleri esnada bile, onlara acıyıp; “Yâ Rabbî! Kavmime hidâyet ver” diye
duâ etmiştir.
Habîb'ün-Neccâr'ın
kabrinin Antakya'da olduğu rivâyet edilmiştir.
Allahü teâlâ,
îmân etmeyen ve Habîb'ün Neccâr'ı şehîd eden putperest kavme gadab edip,
cezâlarını hemen verdi. Cebrâil aleyhisselâmın sayhası ile hepsi helâk oldu. Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Ondan
(Habîb'ün Neccâr'ın, kavmi tarafından şehîd edilmesinden) sonra, kavminin üzerine gökten
(onları helâk edecek meleklerden) bir ordu indirmedik, indirecek de değildik.
(Helak edilişlerine sebep) yalnız bir sayha (Hazret-i Cebrâil'in sayhası) oldu, hemen sönüverdiler (ölüp
gittiler). Daha önce yaşayan ümmetlerden, Semûd kavmi ve Şuayb'ın (aleyhisselâm) gönderildiği ümmet de Cebrâil aleyhisselâmın
sayhası ile helâk edilmişlerdi. Cebrâil
aleyhisselâm, Antakya ahâlisini helâk etmek
üzere emir alıp bir sayha edince, hepsi ölüp yere seriliverdiler. Bu husûsu
bildiren âyet-i kerîmede; “Hemen sönüverdiler” buyrulmasında, Cebrâil aleyhisselâmın
sayhası ile birlikte hiç te’hir edilmeden sür’atle helâk edildiklerine işâret
vardır.
Bu sayha
ile helâk edilenler, parlak bir ateşe, helâk edilmeleri de ateşin sönüşüne
benzetilmiştir. Canlı kimse parlak bir ateş gibidir. Canlı kimsede tabii bir
harâret vardır. Bu harâret arttığı, çoğaldığı zaman, insandaki gadab ve şehvet
hâlleri de artar. İşte Habîb'ün Neccâr'ın kavminde de gadab ve şehvet hâlleri
pek fazla idi. Çünkü aşırı gadab ve hiddetleri sebebiyle, kendilerine nasîhatte
bulunan mü’min bir zâtı şehîd ettiler. Şehvetlerine, arzu ve isteklerine o
kadar düşkün idiler ki, bir anlık, bir göz açıp kapayıncaya kadarlık bir
lezzeti, tadı tadabilmek için ebedî azâbı yüklenmişlerdi. İşte onlar, arzu ve
isteklerini yerine getirmekte ve gadablarında pek şiddetli oldukları için,
sanki yanan bir ateş gibi idiler. Yine onlar o kadar kibirli idiler ki, sanki
topraktan değil de ateşten yaratılmışlardı. Nitekim iblis de; “Âdem aleyhisselâm topraktan, ben ise ateşten yaratıldım. O
hâlde ben ondan daha üstünüm” demişti de bu kibri yüzünden Hazret-i Âdem'e
secde etmemiş, Allahü teâlânın emrine
karşı çıkmış, bu sebeple de, Allahü teâlânın
rahmetinden kovulmuştu.
İşte
Antakya ahâlisi de, gadablarının şiddeti sebebi ile Habîb'ün Neccâr’ı şehîd
ettiler. Şehvetlerine, nefslerinin nevasına pek ziyâde dalmış olduklarından,
hevâ ve heveslerine tâbi olarak hak ve doğru sözü dinlemediler. Kendilerine
gelen elçiler ve bu elçileri dinleyip, söylediklerini kabûl etmelerini söyleyen
Habîb'ün Neccâr, onların dünyâ ve âhıret saâdetine kavuşmalarını istemişti.
Fakat ne var ki, nefslerinin isteklerine uymaları ve isyânları sebebiyle helâk
edildiler ve bir anda sönüp gittiler. Kur’ân-ı kerîmde
bunların helâk edilişi beyân edildikten sonra, meâlen şöyle buyruldu:
“Ey (îmân etmeyen) kullar üzerine çöken büyük hasret, nedamet!
Zirâ (bu îmân etmeyenler), her ne zaman kendilerine bir peygamber geldiyse onlar
muhakkak o peygamberi alaya alırlardı.” (Yâsîn sûresi: 30) Hasret tabiri,
bahsedilen zamanın ve hâlin, hasret, nedamet, gam ve hüznü icâbettiren bir hâl
veya zaman olduğunu muhatabın zihninde yerleştirmek ve onu ikaz içindir. Çünkü
Araplar, bu zamanın veya hâlin nedamet ve hüzün zamanı olduğuna kuvvetli bir
şekilde delâlet etmesi için tembih, ikaz ve dikkati çekmek olarak; “Ey hasret! Ey
aceb (taaccüb)! tabirini kullanırlar.
Bâzı âlimler,
bu âyet-i kerîmede Allahü teâlânın;
“Onların işlediklerinin kendileri aleyhine olduğunu, bunun pek büyük ve çok
vahim bir suç olduğunu bildirmektedir” demişlerdir. “Ey kullar üzerine çöken hasret...”
sözünü söyleyenin Allahü teâlâ olduğu
bildirildiği gibi, söyleyenin melekler veya müslümanlar olduğu da haber
verilmiştir. Fahreddîn-i Razî hazretlerinin bildirdiğine göre, âyet-i kerîmede
geçen “kullar”
ile murâd, sayha ile helâk edilen Antakya halkıdır. Yâhud bütün kâfirlerdir.
Dünyâda
iken îmân etmeyip isyân içinde yaşayan ve küfür üzere ölen âsî insanların
dehşetli hâllerine herkes esef edecektir. Çünkü kendilerini dünyâ ve âhıret
saâdetine kavuşturmak için hâlisane nasîhatler yapan resûlleri alaya alan ve
dâvetlerini kabûl etmeyenlerin hâli esef vericidir. Küfürde, îmân etmemekte
ısrâr göstermekten daha büyük bir cinayet yoktur. Bu hâl, herkesi büyük bir
üzüntüye sevkeder. Kur'ân-ı kerîmde beyân
buyrulan bu hâdise, îmân etmemekte ısrâr eden Mekke müşriklerine bir uyarma ve
ibrettir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm,
müşriklere; putlara tapmaktan vazgeçip, Allahü teâlâya
îmân ederek müslüman olmalarını söyleyince, alaya almışlar ve îmân
etmemişlerdir. Onların bu hâline misâl olarak bildirilen Antakya ahâlisinin
hâli ve helâk edilişleri beyân edildikten sonra, meâlen şöyle buyruldu: “(Ey
habîbim! Mekke ehli seninle alay ve dînini inkâr ederler de) bilmezler mi ki,
onlardan önce nice kavimleri helâk ettik. Onlardan hiç biri dünyâya geri
dönmezler. (Mekke ehli onlardan ibret almaz mı? Ümmetlerin) hepsi
(kıyâmet gününde) toplanıp huzûrumuza getirileceklerdir. (Her biri
amelinin karşılığını elbette görecektir.) (Yâsîn sûresi: 31, 32)
Îsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarına gönderilen bir
peygamberdir. İsrâiloğulları daha önce kendilerine Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği hak dîne uymakta gevşeklik gösterdiler.
Pek çok îtirâzda bulundular, hattâ doğru yoldan tamâmen ayrıldılar. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra da nebîler gönderildi. Bu
nebîler, İsrâiloğullarını Mûsâ aleyhisselâmın
bildirdiği dîne uymaları için uyarıp, tebliğde bulundular. İsrâiloğulları
bunları dinlemediği gibi, pek çoğunu da şehîd ettiler, İsrâiloğullarının bütün
bu isyânları ve azgınlıkları; bâzan zulüm ile öldürülmelerine, bâzan da esir
edilip zillet içinde yaşamalarına sebep oldu.
Îsâ aleyhisselâma peygamberliği bildirildiği sırada da
İsrâiloğulları dağınık bir şekilde ve zillet içinde yaşıyorlardı. Hattâ
kendilerini kurtaracak bir peygamber bekliyorlardı. Bekledikleri bu
peygamberin, mücâdeleci, tuttuğunu koparan, çok şiddetli, kavgacı, yahudileri
diğer milletlerin esâretinden kurtaracak olan bir şahsiyet olmasını
umuyorlardı. Îsâ aleyhisselâm, onları hidâyete
kavuşturmak için gönderilip, vazifelendirilince, İsrâiloğulları ona
inanmadılar. Onu çok yumuşak buldular.
Kurtarıcı
olarak gelen Îsâ aleyhisselâm, dünyâda sulh ve selâmet hisleri yerleştirmeye,
insanları birbirleriyle barıştırmaya çalıştı. Yahudilere, sapık yolda
olduklarını ve bundan dönmelerini söyledi, ibâdet olarak yaptıkları şeylerin
gerçek ibâdet olmadığını ve ahlâklarının bozukluğunu bildirdi. Kendisine tâbi
olmalarını ve sâdece gösterdiği yolun doğru olduğunu söyledi. Îsâ aleyhisselâma
inanmayan yahudiler, sonunda onu öldürmeye kalkıştılar. Fakat Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı diri olarak semâya
kaldırdı.
Yahudilerin,
Îsâ aleyhisselâmı öldürmeye teşebbüsleri ve Îsâ
aleyhisselâmın semâya kaldırılmasının keyfiyeti
husûsunda farklı rivâyetler vardır:
İbn-i
Abbâs'dan şöyle rivâyet edilmiştir: Yahudilerden bir cemâat, Îsâ aleyhisselâm ve annesi Hazret-i Meryem'e dil
uzattılar. Îsâ aleyhisselâm bunu duyunca onlar
hakkında; “Allah'ım! Sen benim Rabbimsin. Sen beni “Ol” kelimen ile yarattın.
Bana ve anneme dil uzatanlara lânet eyle” diye bedduâda bulundu. Allahü teâlâ, onun bu duâsını kabûl eyledi.
Hazret-i Îsâ'ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevirdi. Bu durumu
gören yahudiler, hâdiseyi aralarında görüştüler. Hepsi Hazret-i Îsâ'yı öldürmek
üzere anlaştılar. Hazret-i Îsâ'yı aramaya başladılar. Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden biri olan Yehuda
(Judas), birkaç kuruş karşılığı Îsâ aleyhisselâmın
yerini onlara haber verdi. Îsâ aleyhisselâmı
yakalamak için yahudilerle beraber eve girince, Allahü
teâlâ, Yehuda'yı Îsâ aleyhisselâma
benzetti. Yahudiler de, onu Îsâ aleyhisselâm
diye yakaladılar, öldürüp astılar. Îsâ aleyhisselâm
da göğe kaldırıldı. Bu sırada 33 yaşında idi.
Hıristiyanlar,
Îsâ aleyhisselâmın haça gerilip, orada
öldüğüne, fakat sonra dirilip göke çıktığına; müslümanlar ise, Îsâ aleyhisselâmın haça gerilmediğine, doğrudan doğruya
göke kaldırıldığına inanırlar.
Yahudiler,
Îsâ aleyhisselâma benzetilen şahsı yakalayıp,
Îsâ aleyhisselâm diye öldürdükten sonra; “Eğer
bu Îsâ (aleyhisselâm) ise, bizim arkadaşımız
nerede? Şâyet, bu bizim arkadaşımız ise, Îsâ aleyhisselâm
nerede?” dediler. İşte bu, yahudilerin Îsâ aleyhisselâm
hakkındaki ihtilaflarıdır. Bu husûsta şüpheye düştüler. “Yüzü ona benziyor,
bedeni o değil” dediler.
Bu
husûsta, Kur'ân-ı kerîmde Tevrât'ı
değiştiren İsrâiloğullarının inkârları ve isyânları sebebiyle lânete
uğradıkları meâlen şöyle bildirildi: “Bu, (onları lânetlememiz) bir de inkârlarından, Meryem'e büyük iftirâda
bulunmalarında, Allah'ın resûlü Meryem oğlu Îsâ'yı; öldürdük demelerinden
ötürüdür. Yoksa onu öldürmediler ve haça germediler. Fakat onlara öyle göründü.
(Onlardan biri Îsâ (aleyhisselâm)
şeklinde kendilerine gösterildi ve bu adam öldürüldü.) Bu husûsta ihtilaf edenlerin bilgileri ancak
zan etmekten ibârettir.
Onu asmadılar, onu
öldürmediler.
(Onların Îsâ aleyhisselâmı öldürmeleri, iddia
ettikleri gibi, aslâ meydana gelmemiştir. Veya onların, onu öldürmeleri,
kendileri yanında kat’î olarak sabit değildir. Onların; “Biz Îsâ'yı öldürdük”
demeleri zan iledir. Fakat bu bir hakîkat değildir. Yâhud onlar öldürdükleri
şahsın Îsâ aleyhisselâm olduğunu kat’î bir
şekilde bilip öldürmemişlerdir.” Bilakis, Allahü teâlâ, onu kendi katına yükseltti.
Allahü teâlâ her şeye kâdirdir, (yahudilerden intikâmını alır.
Dilediği şeyde O'na kimse mâni olamaz.) Hakîmdir, (yahudiler üzerine lânet ve gadabı ile
hükmetti. Nitekim onlara Yentıyûnus bin Esbisyanûs Rûmî'yi musallat etti. O,
pek çok yahudiyi topluca öldürdü. Yâhud Îsâ aleyhisselâmı
yahudilerden kurtarıp, onu kendi katına yükseltmesine dâir tedbirinde hikmet
sâhibidir.)”
(Nisâ sûresi: 157, 158)
Îsâ aleyhisselâmın diri olarak göke çıkarılması husûsunda
Âl-i İmrân sûresinde de şöyle buyrulmaktadır: “Yahudiler
(Îsâ aleyhisselâmı öldürmek için) hîleye saptılar.
Allah da (Îsâ aleyhisselâmı göke
kaldırmak ve hîlekârlardan birini Îsâ aleyhisselâm
gibi gösterip, yine kendilerine öldürtmek sûretiyle onlara) mukabele etti,
cezâ verdi. Allahü
teâlâ (hile yapanlara, umulmayan yerden cezâ vermeye) onlardan daha
kâdirdir. O zaman Allahü
teâlâ buyurdu ki: “Yâ Îsâ! Muhakkak ben, seni
yerden (en mükemmel şekilde) alıp meleklerin makâmına yükselteceğim. Seni (ecelin
bitince) öldürecek
olan benim. Seni (sana kasteden) kâfirlerin arasından çıkaracağım, onların
şerlerinden kurtaracağım. Senin dînine tâbi olanları, kıyâmet gününe kadar
küfredenlerin (inkâr edenlerin) üstünde tutacağım. Sonra (ahirette) dönüşünüz (yani,
Îsâ aleyhisselâm, ona îmân edenler ve inkâr
edenlerin dönüşü) de yalnız banadır. O vakit aranızda, ihtilaf ettiğiniz şeyde
(Îsâ aleyhisselâmın durumuna dâir, hak olan
şeyde) hükmü
ben vereceğim.
O kâfirlere gelince, ben
onları dünyâda da âhırette de en şiddetli bir azâb ile (dünyâda kat’î, esirlik, cizye ve
zillet ile âhırette Cehennem azâbı ile) cezâlandıracağım ve onları azâbdan kurtarmak için (azabımıza
mâni olacak) hiç
bir yardımcıları yoktur. Fakat îmân edip, sâlih amel işleyenlere gelince, Allah
onların hayır amellerinin sevâbını (mükâfatını) noksansız olarak verecektir. Allah zâlimleri
sevmez (kâfirlere merhamet etmez, merhamet etmeyince, onlara azâb
eder). (Âl-i İmrân sûresi: 54-57)
Fahreddîn-i
Razî (rahmetullahi aleyh); “Yahudiler hîle yaptılar. Allahü teâlâ onlara mukabelede bulundu ve cezâ verdi...”
meâlindeki bu âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken şöyle buyurdu: Yahudilerin mekri
(hilesi), Îsâ aleyhisselâmı öldürmeye
kastetmeleridir. Onların bu mekrine, Allahü teâlânın
ne ile mukabele buyurduğu, onları ne ile cezâlandırdığı hakkında şunlar
bildirilmiştir:
1-
Yahudilerin Îsâ aleyhisselâmı öldürme
teşebbüsleri üzerine, Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâmı göke yükseltti. Bu şöyle olmuştur:
Yahudilerin Îsâ aleyhisselâmı öldürmeye
kastettikleri sırada, Cebrâil aleyhisselâm bir an bile Îsâ aleyhisselâmdan
ayrılmıyordu. Nitekim âyet-i kerîmede; “Biz onu Rûh-ul-kuds (Cebrâil
aleyhisselâm) ile te’yid ettik” (Bakara sûresi:
253) buyrulmuştur. İşte, yahudilerin bu teşebbüsleri üzerine, Cebrâil aleyhisselâm
Îsâ aleyhisselâma çatı penceresi olan bir eve
girmesini söyledi. Îsâ aleyhisselâm böyle bir
eve girince, Cebrâil aleyhisselâm onu bu evden göke çıkardı. Yehuda, Îsâ aleyhisselâm gibi gösterildi. Îsâ aleyhisselâm diye o yakalandı ve haça gerildi. Orada
hazır bulunanlar üç fırkaya (gruba) ayrıldılar. Onlardan bir fırka; “Îsâ
aramızda Allah idi. Şimdi gitti”, diğer fırka; “Îsâ aleyhisselâm,
Allahü teâlânın oğlu idi”, öbür fırka
ise; “Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür. Hak teâlâ semâya (göke) kaldırmak sûretiyle ona
ikrâm ve ihsânda bulundu” dediler. Bu fırkalardan her birinin müstakil cemâati
vardır. Ancak itikatlarının bozukluğu sebebiyle, ilk iki fırka kâfir olup,
îtikâdlarının düzgünlüğü sebebiyle üçüncü fırka mü’min kalmıştır.
Hülasa, Allahü teâlânın onların mekrine mukabelesi; Îsâ aleyhisselâmı göke kaldırması ve onlara Îsâ aleyhisselâma zarar vermeye imkân vermemesi ile
olmuştur.
2-
Havâriler 12 kişi idiler. Onlar bir evde toplanmışlardı. İçlerinden birisi
münâfıklık etti. Yahudilere, Îsâ aleyhisselâmın
bulunduğu yeri gösterdi. Allahü teâlâ,
onu, yahudilere Îsâ aleyhisselâm gibi gösterdi.
Îsâ aleyhisselâmı ise göke kaldırdı. Onlar da o
münafığı, Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar,
haça gerdiler. İşte Allahü teâlânın
onların mekrine mukabelesi böyle olmuştur.
3- Muhammed bin İshâk (rahmetullahi
aleyh) şöyle anlattı: Yahudiler, Îsâ aleyhisselâmın
göke kaldırılmasından sonra, havârîlere pek çok eziyet ve işkence yaptılar.
Onlara güneşte eziyet ettiler. Fakat havârîler bütün bu eziyetlere sabır ve
tahammül gösterdiler.
Âl-i
İmrân sûresinin 55. âyet-i
kerîmesinde geçen “müteveffîke” lâfzı sıfat olup, seni öldüreceğim
mânâsına değildir. Bir hıristiyan papazın hazırlamış olduğu ve Beyrut'ta
katolik matbaasında basılan Arapça El-Müncid lügat kitabında (teveffâ)
kelimesine; “Hakkını tam olarak almak” mânâsı verilmiştir. Şânına lâyık olanı
vermek demektir. Öldürmek mânâsına mecazen kullanılmaktadır. Yâni bu âyet-i
kerîmenin meâli; “Ben, senin şânına lâyık olanı yaparım, meleklerin makâmına yükseltirim”
demektir. Allahü teâlâ dilerse yükseltir.
Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı yükseltmeyi dilemiş ve yükseltmiştir. Yahudiler
tarafından öldürülmesini dilememiş ve çarmıha başkasını gerdirmiş, Hazret-i
Îsâ'yı öldürtmemiştir. Bunun için bâzı tefsîr âlimleri “teveffî” kelimesine
“almak” mânâsını verip; “Yahudilerin katlinden hıfzetmek için, yerden seni kâmilen
alır kabzederim” meâli ile tevil etmişlerdir.
Kurtubî
tefsîrinde bu âyet-i kerîme tefsîr edilirken şöyle buyrulmuştur: Dahhak ve
Ferrâ; “Ben
seni yerden (en mükemmel şekilde) alıp...” meâlindeki âyet-i kerîmede
“teveffî”
kelimesi ile “râfî”
yâni yükseltmek kelimesi arasında takdim te’hir vardır. Çünkü bu iki kelime
arasındaki “vav”, tertipi gerektirmez. Takdim te’hire göre mânâ şöyledir: “Seni, îmân
etmeyip küfredenlerin arasından, tertemiz olarak kurtarıp meleklerin makâmına
yükselteceğim. Yeryüzüne indirilmenden sonra da (ecelin gelince) vefât
ettireceğim.”
Bu husûsta
Hasen-i Basri hazretleri ve İbn-i Cüreyc (rahmetullahi
aleyhima) şöyle buyurmuşlardır: Teveffînin mânâsı, “Seni ölmeden yeryüzünden alıp semâya
yükseltirim” demektir. Nitekim Arapça'da; “Falan kimseden malımı
teveffî ettim” demek, malımı aldım demektir. Bu bakımdan “teveffî” kelimesi
öldürmek mânâsına değil, almak mânâsınadır... İbn-i Zeyd de; Teveffî, kabz yâni
almak mânâsınadır. Teveffî ve yükseltme birlikte olmuştur. Îsâ aleyhisselâm ölmemiştir, diridir buyurdu.
Rebî' bin
Enes de; “Teveffî, uyku ölümüdür, yâni uyumak, uyutmak mânâsınadır”
buyurmuştur. Nitekim En’âm sûresi 60. âyet-i kerîmesinde bu kelime; uyutmak,
uyutarak ölü gibi yapmak mânâsında geçmektedir. Çünkü uyku, ölümün kardeşidir
yâni ölüme benzer. Peygamber efendimize
(sallallahü aleyhi ve sellem) “Cennet’te uyku
var mıdır?” diye sorulunca; “Hayır, uyku ölümün kardeşidir. Cennet’te ise ölüm yoktur”
buyurdu. Bu husûsta sahih olan kavl, Hasen-i Basri'nin (rahmetullahi aleyh) ve İbn-i Zeyd'in (radıyallahü
anh) buyurdukları gibi olup, şöyledir: “Allahü
teâlâ Îsâ aleyhisselâmı diri olarak
göke kaldırmıştır. Göke çıkarılırken vefât ettirilmemiş ve uyutulmamıştır. Bu
kavl, Taberî'nin tercihidir.”
Rûh-ul
Beyân tefsîrinde, Hasen-i Basri'nin (rahmetullahi
aleyh) şöyle buyurduğu kaydedilmiştir. Allahü
teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı semâya
kaldırdı. Semâ, Allahü teâlânın ihsân ve
ikrâm mahallidir. Meleklerin mekânıdır. Orada Allahü
teâlâdan başka hiç bir kimsenin hükmü geçerli değildir. Bu sebeple,
Îsâ aleyhisselâmın böyle bir mekâna
kaldırılması, Allahü teâlâya kaldırılmak
gibi oldu. Çünkü bu mekânda Allahü teâlâdan
başkasının hükmü cereyan etmez.
Yine
Rûh-ul-Beyân’da Îsâ aleyhisselâmın semâya
kaldırılmasındaki hikmet şöyle bildirilmiştir: “Îsâ aleyhisselâm,
Allahü teâlânın kelimesi olduğu için,
meleklerin onunla beraber bulunmak sûretiyle, ondan bereketlenmelerini,
faydalanmalarını murâd buyurmuştur. Nitekim melekler, Âdem aleyhisselâm ile beraberlikleri sırasında ondan
isimleri ve çeşitli ilimleri öğrenmek sûretiyle bereketlenmişlerdi.”
Yahudilerin,
Îsâ aleyhisselâmı öldürüyoruz zannederek, ona
benzetilen birini öldürmeleri ve onu çarmıha germe hâdisesi, o zaman Rum
imparatoru tarafından duyuldu. Yahudiler, o Rum imparatoruna bağlı idiler. Rum
imparatoruna şöyle denildi: “İsrâiloğullarından birisi çıktı. Kendisinin Allahü teâlânın resûlü olduğunu haber verir,
ölüleri diriltir, abraş ve ekmehi (anadan doğma körü) iyileştirirdi. Fakat
şimdi o öldürüldü.” Bunun üzerine Rum imparatoru; “Haberim olsa idi, onun
öldürülmesine mâni olurdum” dedi. Ve havârîleri yahudilerin arasından çekip
aldı. Havârîlere Îsâ aleyhisselâm hakkında
sordu. Onlarda, Îsâ aleyhisselâmın ahvâlini olduğu
gibi anlattılar. İmparator, Îsâ aleyhisselâmın
dînine tâbi oldu. Yahudilerin haça gerdikleri şahsı indirip, gözler önünden
kaldırdı. Onun asıldığı haça, hürmette bulundu. Onu muhâfaza etti. Sonra
İsrâiloğulları ile muhârebe etti. Onlardan pek çok kimse öldürdü. İşte Rumlar
arasında nasrânîlik böyle zuhûr etti. Rum imparatorunun ismi Tabârîs idi. O,
böylece nasrânî oldu. Ancak nasrânîliğini belli etmedi. Bundan sonra gelen
Maltîs ismindeki imparator, Îsâ aleyhisselâmın
göke yükseltilmesinden 40 sene sonra Beyt-ül-Makdis'e hücûm etti. Pek çok
kimseyi öldürdü ve esir etti. Şehirde taş üstünde taş bırakmadı. Bu hâdiseden
sonra, Kureyza ve
Nadr
isimlerindeki yahudi kabîleleri buradan çıkıp, Hicaz'a gittiler. İşte bütün
bunlar, Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâmı yalanlamaları ve öldürmeye
kastetmelerine karşılık yahudilere verdiği cezâlardır.
Hazret-i
Îsâ'nın son günleri hakkında Barnabas İncîl’i aşağıdaki bilgiyi veriyor: “Roma
askerleri Îsâ aleyhisselâmı yakalamak için
evden içeri girdikleri zaman, cenâb-ı Hakk'ın
emriyle Kerubiyyun (dört büyük melek) Cebrâil,
İsrâfil, Mikâil ve Azrâil aleyhimesselâm onu kucaklayıp pencereden çıkararak
göğe kaldırdılar. Romalı askerler kendilerine kılavuzluk eden Yehuda'yı
(Judas'ı); “Sen Îsâ'sın!” diye yakaladılar. Bütün inkârına, bağırıp
çağırmasına, yalvarmasına rağmen, sürükleye sürükleye hazırlanmış olan çarmıha
götürüp astılar.
Daha sonra
hazret-i Îsâ, annesi Meryem ve havârîlerine göründü. Meryem'e; “Anneciğim,
görüyorsun ki ben asılmadım. Benim yerime hâin Yehûda haça gerildi ve öldü.
Şeytandan sakının! Çünkü o, dünyâyı süsleyerek aldatmak için her şeyi
yapacaktır. Gördüğünüz ve duyduğunuz şeyler için sizi şâhid yapıyorum” dedi.
Ondan sonra inananları koruması ve günâhkârların nedamet getirmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Şakirdlerine yâni
havârîlere dönerek; “Allahü teâlânın
nîmeti ve rahmeti sizinle olsun” dedi. Bundan sonra dört büyük melek onu
şakirdlerinin ve anasının gözü önünde tekrar semâya kaldırdılar.) (Bâb:
215-222)
Îsâ aleyhisselâm kıyâmet yaklaşınca, Şam'daki Ümeyye Câmii minaresine inecek ve kırk sene yaşayacaktır. Bu zaman zarfında, İslâmiyeti yayacak ve Mehdî aleyhisselâm ile buluşacak evlenip çocukları olacaktır. Sonra Medîne'de vefât edip, Peygamber efendimizin medfûn bulunduğu Hücre-i seâdete defnolunacaktır.
Îsâ aleyhisselâm, gökten indirildiği zaman, İslâmiyete uyup, kendi ictihâdı ile hüküm çıkaracaktır. İchtihad ile çıkaracağı bütün ahkam, Hanefî mezhebindeki ahkama benzeyecek, yâni İmâm-ı âzam’ın ictihâdına uygun olacağını büyük âlim Muhammed Pârisâ hazretleri bildirmektedir.
Kur'ân-ı kerîmde Zühruf sûresi 61. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyruldu: “Gerçekten o (Îsâ'nın nüzûlü) kıyâmet için (yaklaştığını bildiren) bir beyândır, alâmettir. Onun için, o kıyâmetin geleceğinde sakın şüphe etmeyin de, benim şeriatime tâbi olun. İşte bu biricik doğru yoldur.”
İmâm Ahmed'in râvîleri ile Ebû Hüreyre’den, onun da bizzat Resûlullah'tan bildirdiği hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu: “Peygamberlerin babaları bir, dinleri (nin furû'u ayrı, esası) bir, anneleri ayrıdır. Ben, Meryem oğlu Îsâ'ya (aleyhisselâm) herkesten lâyıkım. Çünkü benimle onun aramızda peygamber yoktur. Kıyâmete yakın o inecektir. Onu görünce şu hâlleri ile tanıyın: Orta boylu, kırmızı beyaz tenli, düz (kıvırcık olmayan) saçlıdır. Yaş olmasa da saçı ıslak gibidir. İki asâsı (küçük bastonu) olur. Salîbi (haçı) kırar, domuzu öldürür. Cizyeyi kaldırır. Zamânında müslüman olmayan bütün milletler pasif ve helâk olur. Allahü teâlâ onun zamanında Deccal'i helâk eder. Yeryüzünde emniyet (ve adâlet) tesis olur. Hattâ deveyle aslan, inekle kaplan, koyunla kurt birlikte otlar. Çocuklar yılanlarla oynar da zarar görmezler. Allahü teâlânın dilediği kadar yeryüzünde kalır. Sonra vefât eder. Cenâze namazını Müslümanlar kılıp, sonra onu defnederler.” Yine İmâm-ı Ahmed'in bir başka yolla Ebû Hüreyre hazretlerinden olan rivâyetinde: “Yeryüzünde kırk sene kalır. Sonra vefât eder ve müslümanlar namazını kılarlar” diye gelmiştir.
Hazret-i Îsâ, Şam'daki Mescid-i Emevî’nin Ak minaresine iner. Tam sabah namazı kılınacağı sırada indiğinden, müslümanların imâmı ona; “Ey Rûhullah! Öne geç namazı sen kıldır” der. “Hayır, sen kıldır. Ben sana uyayım” deyip, arkasında durur ve namazını kılar. Sonra müslümanlarla birlikte çıkıp, Deccal'i aramaya koyulur ve Lud kapısında ona yetişir. Kerâmetli eli ile onu öldürür. Îsâ aleyhisselâm inince, domuzu öldürür, istavrozu kırar. İslâm'dan başka hiç bir şeyi kabûl etmez. Revha geçidinden hac yahut umre yahut her ikisi için çıkar. Kırk sene kalır. Sonra ölür ve denildiğine göre Resûlullah'ın ve Eshâbından hazret-i Ebû Bekr ile Ömer'in bulunduğu hücreye, yâni Ravda-i mutâhharaya defnolunur.
İbn-ül-Harrât’ın (radıyallahü anh) El-Cem'u beyn-es-Sahîhayn adlı kitabında bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Vallahi Meryem'in oğlu (Îsâ aleyhisselâm) adil bir hakem olarak mutlaka inecek ve mutlaka haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, genç-dişi develer başıboş bırakılarak onlara rağbet edilmeyecek, bütün düşmanlıklar, küsüşmeler ve hasetlikler muhakkak sûrette kalkacak. (Îsâ aleyhisselâm) insanları mala dâvet edecek, fakat malı hiç bir kimse kabûl etmeyecektir” buyrulmuştur.
Sahîh-i Müslim’de Deccal'den bahsedilen bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “...Mesîh (Îsâ aleyhisselâm), Dımeşk'ın doğusundaki Ak minare’ye iki boyalı elbise içinde, elini iki meleğin kanatları üzerine koymuş olarak inecek. Başını eğdiği zaman su damlayacak, kaldırdığı zaman ondan inci gibi gümüş taneleri yuvarlanacaktır. Onun nefesinin kokusunu duyan her kâfir mutlaka ölecektir. Nefesi de gözünün gördüğü yere varacaktır. Mesîh (Îsâ aleyhisselâm) bu adamı (Deccal'i) arayacak, nihâyet ona Lud kapısında yetişerek öldürecektir. Sonra bu adamın şerrinden kendilerini Allahü teâlânın koruduğu bir kavim, Meryem oğlu Îsâ'ya gelecek, onların yüzlerini silecek, onlarla Cennet’teki derecelerine güre konuşacaktır. O bu hâlde iken, Allahü teâlâ Îsâ'ya (aleyhisselâm); “Ben öyle bir takım kullarımı çıkardım ki, onları öldürmeye hiç bir kimsenin eli varmaz. Şimdi sen benim kullarımı Tûr'a götürerek koru” diye vahiy indirecek ve Allahü teâlâ Ye’cüc'ü ve Me’cüc'ü gönderecektir. Bunlar her tepeden sür’atle sızacaklardır. Bu sûretle öncüleri Taberiye gölüne uğrayacak ve içindeki suyu içecekler. Son gelenleri oraya uğrayacak ve; “Bu gölde bir zamanlar hakîkaten su vardı” diyeceklerdir. Nebiyyullah Îsâ aleyhisselâm ile arkadaşları muhâsara edilecek, hattâ onlardan birine bir öküz başı, sizden birinize bugün yüz altından daha makbûl olacaktır. Bunun üzerine Nebiyyullah Îsâ aleyhisselâm ile arkadaşları (Allahü teâlâya) niyaz edecekler. Allahü teâlâ da Ye’cüc ve Me’cüc'ün üzerine, boyunlarına isabet edecek deve kurdu gönderecektir. Böylece bir kişinin ölmesi gibi helâk olarak sabahlayacaklardır. Sonra Nebiyyullah Îsâ aleyhisselâm ile arkadaşları (Tûr’dan) yeryüzüne inecekler. Yeryüzünde onların lâşe ve pislikleri ile dolmadık bir karış yer bulamayacaklardır. Nebiyyullah Îsâ aleyhisselâm ile arkadaşları yine Allahü teâlâya niyaz edecekler, Allahü teâlâ da Horasan develerinin boyunları gibi kuşlar gönderecek, bu kuşlar onların cesetlerini yüklenerek Allah'ın dilediği yere atacaklardır. Sonra Allahü teâlâ öyle bir yağmur gönderecek ki, ona ne kerpiç ev, ne de çadır mâni olabilecektir. Bu yağmur yeryüzünü yıkayacak, onu ayna gibi yapacaktır. Sonra yere, mahsulünü bitir, bereketini tekrar getir, denilecektir. İşte o gün cemâat, nar yiyecekler ve onun kabuğu altında gölgeleneceklerdir. Süte bereket verilecek hattâ yeni doğurmuş bir deve, bir çok insana kâfi gelecek; yeni doğurmuş bir sığır, insanlardan bir kabîleyi doyuracak, yeni doğurmuş bir koyun, akrabâdan bir oymağa yetecektir. Onlar bu hâlde iken Allahü teâlâ latîf, hoş bir rüzgâr gönderecek, bu rüzgâr onları koltuklarının altlarından yakalayacak, her mü’minin ve her müslümanın rûhunu kabzedecek, (dünyâda) insanların kötüleri kalarak yeryüzünde eşekler gibi alenen çiftleşeceklerdir. İşte kıyâmet bunların üzerine kopacaktır.”
İmâm-ı Süyutî hazretleri, Îsâ aleyhisselâmın kıyâmete yakın geleceğine dâir yazdığı, “Nüzulü Îsâ fî âhır-iz-zemân” isimli eserinde buyuruyor ki: Allahü teâlâya hamd ve seçtiği kullarına selâm olsun. 888 (m. 1483) senesi Cemâzil-evvel ayının altısı Perşembe günü bana bir suâl geldi. Suâlde; “Îsâ aleyhisselâm âhır zamanda gökten indiği zaman, bu ümmet arasında ne ile hükmedecek? Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği din (İslâmiyet) ile mi, yoksa kendi tebliğ ettiği İsevîlik dîni ile mi hükmedecek? v.s.” deniliyordu. Ben de ona kısa olarak şu cevapları verdim.
Îsâ aleyhisselâm gökten inince, bu ümmet arasında Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği din ile hükmedecektir. Âlimler bunu açık olarak beyân etmişlerdir. Bu husûsta Hadîs-i şerîfler ve icma' vardır.
Ahmed ibni Hanbel, Bezzâr ve Taberânî’nin (rahmetullahi aleyhim) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Îsâ bin Meryem, Muhammed'i, dîni üzere tasdik ettiği hâlde iner. Deccal'i öldürür, sonra kıyâmet kopar.”
İbn-i Hibbân, Sahîh’inde şu Hadîs-i şerîfi rivâyet etmiştir. “Îsâ bin Meryem gökten iner. İmâm olur. Rükû'dan kalkınca; “Semi' Allahü limen hamideh” der. Deccal-i öldürür ve mü’minler gâlip olur.”
Böyle söylemek ise, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine mahsustur.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Îsâ bin Meryem iner. Beş vakit namazı ve Cumâ namazını kılar.” Bu Hadîs-i şerîf, Îsâ aleyhisselâmın, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) dîni üzere ineceği husûsunda çok açıktır. Çünkü beş vakit ve Cumâ namazı Muhammed aleyhisselâmın ümmetine mahsustur.
İbn-i Abbâs'ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Evvelinde benim, sonunda Îsâ bin Meryem'in, ortasında Ehl-i beytimden olan Mehdî'nin bulunduğu bir ümmet nasıl helâk olur.” (Aynı Hadîs-i şerîfi, Nesâî de İbn-i Abbâs'dan rivâyet etmiştir. İmâm-ı Süyutî Ed-Dürer-ül-Mensur’da da rivâyet etmiştir.)
Alimlerin bu husûsta buyurdukları:
Hattâbî (rahmetullahi aleyh) Meâlim-üs-sünen kitabında buyurdu ki: Hadîs-i şerîfte; “Îsâ aleyhisselâm domuzu öldürür” buyruldu. Bu Hadîs-i şerîf; domuzun öldürülmesinin vâcib ve bu hayvanın necis yâni pis olduğuna delildir. Îsâ aleyhisselâmın domuzu öldürmesi, Muhammed aleyhisselâmın dîninin hükmüne göredir. Îsâ aleyhisselâm âhır zamanda inecektir. İslâmiyet ise, kıyâmete kadar bâkîdir.
İmâm-ı Nevevî, Müslim'in şerhinde buyuruyor ki: “Îsâ aleyhisselâmın gökten inmesinden murâd, Muhammed aleyhisselâmın dînini nesh eden, onun hükmünü ortadan kaldıran bir din ile inmesi değildir. Hadîs-i şerîflerde bu mânâda hiç bir şey bulunmamaktadır. Bilakis, Hadîs-i şerîfler, Îsâ aleyhisselâmın, Muhammed aleyhisselâmın dînine dokunmayacağını, Muhammed aleyhisselâmın dîninden insanların terkettikterini ihya edeceğini göstermektedir. Îsâ aleyhisselâmın, Muhammed aleyhisselâmın dînini bilmesi ve onun ile hükmetmesinin dört yolla olduğu söylenebilir.
1- Bütün peygamberler, kendi zamanlarında kendilerinden önceki ve sonraki peygamberlerin aleyhimüsselâm dinlerini biliyorlardı. Bu ise vahiyle onlara indirilen kitaplarda görülmekte ve diğer peygamberlerin dinlerine dâir işâretlerle olmaktadır.
Bunun delili şöyledir: Hadîs-i şerîflerde ve eserlerde Îsâ aleyhisselâm, ümmetine, Muhammed aleyhisselâmın kendisinden sonra geleceğini müjdelediği; O'nun dîninin kendi dîninden başka olacağını haber verdiği bildirildi.
Arais-ül-mecalis kitabında, Ka’b-ül-Ahbâr'dan (radıyallahü anh) şöyle nakledilmektedir: Ka'b-ül-Ahbâr, bir yahudiyi ağlarken gördü ve; “Niye ağlıyorsun” dedi.
Yahudi; “Bâzı şeyleri hatırladım da onun için ağlıyorum” diye cevap verdi. Ka'b; “Allah için, seni ağlatan şeyi sana haber verirsem, beni tasdik eder misin?” dedi. Yahudi âlimi; “Evet, tasdik ederim” dedi. Ka'b-ül-Ahbâr dedi ki: “Allah için söyle! Tevrât’da; Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; “Ben burada bir ümmet buluyorum. Onlar insanlar içinden çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısıdır. Mârufu, yâni Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği şeyleri emrederler. Münkeri, yâni O'nun sevmediği beğenmediği şeyleri yasaklarlar. Bütün kitaplara îmân ederler. Kör Deccal'i, öldürünceye kadar, dalâlet ehli ile harbederler” buyrulduğunu gördüğünü ve; “Yâ Rabbî! Onları bana ümmet eyle” dediğini. Allahü teâlânın da ona; “Onlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir ey Mûsâ!” buyurduğunu buldun mu? Okuduğun kitaplarda hiç böyle bir hâdiseye rastladın mı?” Yahudi âlimi; “Evet” dedi.
Ka'b buyurdu ki: “Allah için söyle! Mûsâ aleyhisselâmın, Tevrât'a bakıp; Ben bir ümmet buluyorum ki, onlar hamd edici, güneşi gözetip, ona göre amel edici bir iş yapmak isteyince, inşâallahü teâlâ deyicidirler” buyrulduğunu ve; “Onları bana ümmet eyle” dediğini, Allahü teâlânın; “Onlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir, ey Mûsâ!” buyurduğuna, rastladın mı?” Yahudi âlimi; “Evet” cevâbını verdi.
Ka'b dedi ki: “Allah için söyle! Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; “Yâ Rabbî! Ben bunda bir ümmet buluyorum. Kefâret (yemin, oruç) borçlarını ve sadakalarını (zekatlarını) emredilen yerlere verirler, heba etmezler. Onlar tesbîh ederler, duâlarının kabûl olmasını isterler, duâları kabûl olunur, şefâat ederler, şefâatleri kabûl olunur” buyrulduğunu ve Mûsâ aleyhisselâmın; “Yâ Rabbî! Onları bana ümmet eyle” dediğini, Allahü teâlânın; “Onlar Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir, ey Mûsâ!” buyurdu dediğini buluyor musun? Kitaplarınızda bunu da okudun mu?” Yahudi âlimi; “Evet okudum” dedi.
Ka'b (radıyallahü anh) devam edip; “Allah için söyle! Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; Ben burada bir ümmet buluyorum, onlardan biri yüksek bir yere çıkınca, Allahü teâlâyı tekbir eder, yâni “Allahü Ekber” der, alçak bir yere inince “Elhamdülillah” der. Toprak onlar için temiz, yeryüzü onlara mesciddir. Nerede olsalar, cünüplükten temizlenirler. Su bulamadıkları zaman, temiz toprakla temizlenmeleri (teyemmüm etmeleri), su ile abdest almaları gibidir” buyrulduğunu ve Hazret-i Mûsâ'nın; “Onları bana ümmet eyle” dediğini, Allahü teâlânın; “Onlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir ey Mûsâ!” buyurduğunu da görüp okudun mu?” dedi. Yahudi âlimi; “Evet” dedi.
Ka'b dedi ki: “Allah için söyle!” Hazret-i Mûsâ'nın Tevrât'a bakıp; “Yâ Rabbî! Ben bunda bir ümmet buluyorum. Onlardan biri, bir iyilik yapmaya niyet edince, yapmasa da ona sevâb verilir. Kötülük yapmaya niyet edince, yapmayınca günâh yazılmaz, yaparsa bir günâh yazılır” buyrulduğunu ve; “Yâ Rabbî! Onları bana ümmet eyle” dediğini, Allahü teâlânın; “Onlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir” buyurduğunu buluyor musun?” Yahudi âlimi; “Evet” dedi.
Ka'b yine dedi ki: “Allah için söyle! Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; “Yâ Rabbî! Ben seçilmiş, rahmet olunmuş bir ümmet buluyorum, kitaba vâris olurlar. Kimi nefsine zulmeder, kimi hak, adâlet üzere olur, kimi de iyilikte çok ileriye geçer. Ben onların hepsini merhamet olunmuş buluyorum. Onları bana ümmet eyle” dediğini ve Allahü teâlânın; “Onlar, Ahmed'in (Muhammed aleyhisselâmın) ümmetidir ey Mûsâ!” buyurduğunu buluyor musun?” Yahudi âlim; “Evet” dedi.
Ka'b (radıyallahü anh) devam edip; “Allah için söyle! Mûsâ aleyhisselâmın Tevrât'a bakıp; “Yâ Rabbî! Ben bir ümmet buluyorum. Mıshafları göğüslerindedir. (Kitapları olan Kur'ân-ı kerîmi ezberlemişlerdir.) Cennet ehlinin çeşitli elbiselerini giyerler. Namazlarında melekler gibi saflar hâlinde dururlar, mescidlerinde sesleri arı vızıltısı gibidir. Onlardan bir kişi Cehennem’e girmez ve onlardan kimisi, hesâba çekileceği kıyâmet gününü, ölümü, ağaç ardındaki harman gibi (yani pek yakın) görürler. Onları bana ümmet eyle dediğini” ve Allahü teâlânın ona; “Onlar Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir ey Mûsâ!” buyurduğunu buluyor musun?” Yahudi âlim; “Evet” dedi.
Mûsâ aleyhisselâm, Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine ihsân olunan iyiliklerin ve nîmetlerin bu kadar çok olduğunu hayretle müşâhede edince; “Keşke Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) eshâbından olsaydım” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona vahyederek, “O'nu seçip beğendiğini, O'nun esbabından olmasının imkânsız olduğunu, çünkü O'nun daha sonraki zamanlarda yâni kıyâmete yakın geleceğini bildirdi. Fakat, kıyâmette seni O'nunla buluştururum. Yakınında eylerim.” buyurdu. Bunlar ve daha başka husûslar, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği dîne (İslâmiyete) mahsus hükümler olup, önceki dinlerde bulunmamaktadır. Allahü teâlâ bunları Mûsâ aleyhisselâma bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm da, ictihâd ve taklid ile değil, vahy ile öğrendi.
Allahü teâlâ peygamberlerine aleyhimüsselâm ve onlara indirdiği kitaplarda, bu ümmetle alakalı haberleri, hâdiseleri ve halîfelerle ilgili haberleri de bildirmiştir.
Peygamberlere bu bilgiler ictihâda ve taklide ihtiyaç duymadan vahiy yoluyla, Allahü teâlâ tarafından bildirilmiştir. Kur'ân-ı kerîm önceki kitapların bilgilerini kendinde toplamıştır.
2- Îsâ aleyhisselâmın, Hadîs-i şerîflere müracaat etmeden Kur'ân-ı kerîmden İslâmiyetle alakalı hükümleri çıkarması mümkündür. Zâten Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân-ı kerîmin mânâlarını ümmetine açıklamıştır. Îsâ aleyhisselâmın peygamber olması, doğrudan Kur'ân-ı kerîmden İslâmiyetle alakalı bilgileri anlamasını gerektirir. Bu bakımdan, din bilgilerinin hepsi, Resûlullah efendimizin, Kur'ân-ı kerîmi açıklayıp bildirdikleridir. İmâm-ı Şafiî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Din âlimlerinin bildirdiklerinin hepsi, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesinin; sünnet-i seniyyenin hepsi de, Kur'ân-ı kerîmin açıklamasıdır.
3- Aralarında Tacüddîn Sübkî'nin de bulunduğu bâzı âlimler, Îsâ aleyhisselâmın peygamberliği devamlı olmakla beraber, Resûlullah efendimizin ümmetinden ve Eshâb-ı kirâmdan sayıldığını; Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken, tasdik edip O'nunla görüştüğünü söylemişlerdir. Îsâ aleyhisselâm, İsrâ (Mîrâc) gecesindeki görüşmelerinden başka, Peygamber efendimizle birkaç defâ görüşmüştür.
İbn-i Asakir, Enes bin Mâlik’ten şöyle rivâyet etti. Enes bin Mâlik (radıyallahü anh) buyurdu ki: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kâbe-i muazzamanın etrâfında tavâf ediyordu. Bu sırada Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) görmediğimiz birisi ile müsafeha ettiler. Biz; “Ey Allah'ın Resûlü senin, tanımadığımız birisi ile tavâf ettiğini gördük.” deyince, Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem); “O, kardeşim Îsâ bin Meryem'dir. Tavâfını bitirinceye kadar onu bekledim ve ona selâm verdim” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâmın, İslâmiyete dâir hükümleri doğrudan Resûlullah efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) almış olması da mümkündür. Bunun için bir mâni bulunmamaktadır.
4- Îsâ aleyhisselâm gökten indiği zaman yeryüzünde Resûlullah efendimizle buluşacağı ve lâzım olan dîni bilgileri Resûlullah efendimizden alacağıdır. Bunda da hiç bir mâni yoktur. Bu, bana zâhir olan yoldur. Bu husûsta dört senedim var:
a) Ebû Yala (rahmetullahi aleyh) Müsned’inde Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) şu hadîs-i şerîfi bildirmiştir. “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Îsâ bin Meryem elbette inecektir. Sonra kabrime gelip, “Yâ Muhammed!” dese, elbette ona cevap veririm.”
b) Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken, peygamberleri aleyhimüsselâm görür ve yeryüzünde onlarla buluşurlardı. Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) mîrâc yolculuğunda, kabrinde namaz kılarken Mûsâ aleyhisselâma uğradığı doğrudur. Resûl-i ekrem buyurdu ki: “Peygamberler diridirler ve kabirlerinde namaz kılarlar.” Aynı şekilde Îsâ aleyhisselâm yeryüzüne inince, peygamberleri görecek ve onlarla buluşacaktır. Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile de buluşup, lâzım olan dîni bilgileri O'ndan öğrenecektir.
c) Bâzı âlimler şöyle buyurdular: “Evliyânın, Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) uyanık olarak görmesi ve onunla buluşması, Resûlullah efendimizden ilim ve marifet alması, o velînin kerâmetlerindendir.”
İmâm-ı Gâzâlî, Ahmed Rıfâî, Tacüddîn Sübkî, İmâm-ı Yafiî, Kurtubî, İbn-i Ebî Hamza bu âlimlerdendir. Bunu açık açık söylemişlerdir.
Evliyâdan birisi şöyle anlattı: Bir âlimin yanına gitmiştim. Bu âlim, hâdis diye bir şey rivâyet etti. O sırada orada bulunan velî bir zât, o âlime; “Senin söylediğin söz hadîs-i şerîf değildir.” dedi. Âlim olan zât; “Sen bunun hadîs-i şerîf olmadığını nereden biliyorsun?” deyince, velî zât; “İşte bak! Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) başında durmuş; “Ben bu sözü söylemedim” buyuruyor) dedi. Bu hâl o âlime de keşfolundu. O âlim de Resûlullah efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) gördü ve tevbe etti.
Şeyh Ebü’l-Hasen de şöyle buyurdu: “Bir göz açıp kapayıncaya kadar, Resûlullah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) görmeseydim kendimi müslümanlardan saymazdım.”
Evliyânın böyle hâlleri olunca, Îsâ aleyhisselâm gibi bir peygamberin istediği vakitte Resûlullah efendimizle buluşması, ictihâd ve Hadîs-i şerîfleri ezberleme gibi durumlara ihtiyaç duymadan, doğrudan Resûlullah efendimizden dînin hükümlerini alması elbette mümkündür.
d) Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) çok Hadîs-i şerîf rivâyet ediyordu. Fakat onun bu kadar Hadîs-i şerîf rivâyet etmesi iyi karşılanmıyordu. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) da onlara şöyle cevap verdi: “Eğer ben vefât etmeden önce Îsâ aleyhisselâm inse, ona Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bir Hadîs-i şerîfini nakletsem, o beni tasdik ederdi” dedi. Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh), Îsâ aleyhisselâm beni tasdik eder sözü; “Hazret-i Îsâ'nın, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnet-i seniyyesinin hepsini bildiğine delildir. Hattâ bu sözü ile Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Hazret-i Îsâ'yı, rivâyet ettiği Hadîs-i şerîflerin sahih olduğu husûsunda da merciî kabûl etmiş oluyor.
Kıyâmete
yakın geleceği, Peygamber efendimiz
tarafından haber verilen ve İslâmiyeti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek bir
zâttır. Nesebi, peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâma dayanacak ve Hazret-i Fâtıma evlâdından olacaktır. İsmi Muhammed, babasının ismi Abdullah’tır.
Müceddid ve müctehid olacaktır. O zaman gökten inecek olan Îsâ aleyhisselâm ile
buluşacaktır. Eshâb-ı Kehf uyanıp, Mehdî aleyhisselâmın askeri olacaktır. (Bkz.
Eshâb-ı Kehf) Geleceği haber verilen Mehdî aleyhisselâm, Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve
sellem) kızı Hazret-i Fâtıma'nın oğlu Hazret-i Hüseyn’in neslinden yâni seyyid
olacak, Medîne-i münevverede doğacak ve Mekke-i mükerremede ortaya çıkıp,
tanınacaktır. İlimde ve evliyâlıkta derecesi çok yüksektir. Kendi ictihâdı ile
bir mezhep kuracaktır. Kuracağı mezhebin hükümlerinin Hanefî hükümlerine uygun
olacağını büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî hazretleri haber vermektedir. Bütün
müslümanlar, Hazret-i Mehdî’ye tâbi olacak ve yeryüzünün tamamına hâkim
olacaktır.
Ebû
Sa’îd'i Hudrî'nin (radıyallahü anh) rivâyet
ettiği Hadîs-i şerîflerde buyruldu
ki: “Yeryüzü
zulüm ve düşmanlıkla dolduktan sonra, benim Ehl-i beytimden mutlaka birisi
çıkar. Dünyâ daha önce nasıl zulüm ve düşmanlık ile dolu ise, o, dünyâyı
adâletle doldurur.”
“Ümmetim, bal arılarının
beyleri etrâfında toplanması gibi, Mehdî'ye sığınırlar. O daha önce zulümle
dolu olan dünyâyı adâletle doldurur. Uykuda olan uyandırılmaz ve bir damla bile
kan dökülmez.”
İbn-i
Mes’ûd'dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte
de şöyle buyruldu: “Mehdî ile müjdelenmiş olun. Mehdî, Kureyş kabîlesinden ve
benim Ehl-i beytimden biridir. O, insanların ihtilaf içinde oldukları ve
içtimâi sarsıntılar içinde bulundukları bir zamanda çıkar. Mehdî, daha önce
zulüm ve cevr ile dolu olan dünyâyı, adâlet ve insâf ile doldurur. Ondan yer ve
gök ehli (insanlar, cinler ve melekler) râzıdır. O, malı insanlar arasında adâletle
dağıtır. Ümmet-i Muhammed'in kalplerini zenginlik ile doldurur ve adâleti onları
kuşatır. O kadar ki, bir münadiye; Kimin ihtiyâcı varsa bana gelsin diye nidâ (ilan) etmesi
emrolunduğunda, bir kişiden başka kimse gelmez. O kimse istekte bulunur.
Mehdî (aleyhisselâm) da ona; Hazînedara git sana versin der. O kişi, hazînedâr'a
gidip, Mehdî'nin aleyhisselâm gönderdiğini söyleyip, hazînedârdan götürmeye
gücünün yettiği kadar mal alır. Fakat daha sonra pişman olarak; “Ben, herkesten
daha mı muhtâcım, kimse gitmedi, ben gittim!” diyerek aldığı malı iâde etmek
ister, o zaman hazînedâr şöyle der: Biz verdiğimizi geri almayız.Bu devir; altı,
yedi, sekiz veya dokuz sene devam eder. Bundan sonraki hayatta, hayır yoktur.”
Târihte
bâzı câhiller, büyük zan ettikleri kimselere Mehdî demişlerdir. Mehdî'nin
alâmetlerini Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirmiştir. İbn-i
Hacer-i Mekkî hazretlerinin Alamât-ül-Mehdî kitabında ve İmâm-ı Süyuti'nin
El-Bürhân kitabında, bu alâmetlerden, ikiyüze yakını yazılıdır.
Fütûhât-ül-İslâmiyye, ikinci cüz, 297. sayfasında diyor ki: “Beklenilen Mehdî,
hazret-i Fâtıma'nın (radıyallahü anhâ) soyundan
olacaktır. Mekke'de zuhûr edecektir. O zaman, müslümanlar halîfesiz olacaktır.
O istemediği hâlde, zor ile halîfe yapılacaktır. Zuhur edeceği zaman, yaşı ve
ömrü kesin olarak bildirilmiş değildir.” Mehdî çıkacağı zaman yeryüzünde halîfe
bulunmayacağı ve mehdiliklerini îlân edenlerin veya Mehdî diye tanıtılanların
gerçek Mehdî olmadıkları buradan anlaşılmakladır.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, birinci cildin 255. mektubunda, Mehdî'nin, Medîne'deki
sapık din adamlarını öldüreceğini yazmakta ve şöyle buyurmaktadır:
“İşittiğimize göre, hazret-i Mehdî, hükûmet sürdüğü zaman, dîni yayarken ve
sünnetleri ortaya çıkarırken, bid’at işlemeğe alışmış olan Medîne'deki âlim
tanınan bir kimse, bid’ati güzel sandığı ve ibâdet olarak yaptığı için, hazret-i
Mehdî'nin emirlerine şaşarak; Bu adam, bizim dînimizi yok etti ve milletimizi
öldürdü diyecektir. Hazret-i Mehdî, bu kimseyi öldürüp, onun güzel sandığı
bid’atlerin kötülüğünü insanlara bildirecektir.”
İmâm-ı
Rabbânî (rahmetullahi aleyh), ikinci cilt 68.
mektubunda da buyuruyor ki: Hadîs-i şerîfte;
“Yeryüzünü
küfür kaplamadıkça ve her yerde küfür ve kâfirlik yayılmadıkça, hazret-i Mehdî
gelmez” buyruldu. Bundan anlaşılıyor ki, hazret-i Mehdî çıkmadan
evvel, küfür ve kâfirlik her tarafa yayılacak. İslâm ve müslümanlar garip
olacaktır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) âhır zamanda,
müslümanların garip olacaklarını haber vermiştir.”
İbn-i
Hacer-i Mekkî Heytemî hazretleri El-Kavl-ül muhtasar fî alâmet-il-Mehdî
kitabında şöyle buyurdu: “Mehdî, Ehl-i beytten olacaktır. Hazret-i Hüseyin’in
neslinden gelecektir. İsmi, Resûlullah efendimizin
(sallallahü aleyhi ve sellem) ism-i
şerîflerinden yâni Muhammed
olacaktır. Babasının ismi de, Resûl-i ekremin
(sallallahü aleyhi ve sellem) mübârek babasının
ismi gibi olacaktır. Hazret-i Mehdî'nin alnı geniş ve dişleri seyrektir.
Hadîs-i şerîflerde
buyruldu ki: “Nefsim
yed-i kudretinde olan Allahü
teâlâya yemîn ederim ki, Allahü teâlâ benim neslimden, dişleri aralıklı, alnı açık, yeryüzünü
adâletle dolduracak, malı ve mülkü insanlara bol bol ikrâm edecek bir evlâdımı
gönderecektir. Zulüm ve fıskla dolu olan dünyâ, o geldikten sonra adâletle
dolup taşacaktır.”
“Mehdî'nin başı hizasında
bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek; “Bu Mehdî'dir. Sözünü dinleyiniz!” diyecektir.”
Allahü teâlâ,
İslâmiyeti nasıl Resûlullah efendimizle
(sallallahü aleyhi ve sellem) başlatmışsa,
Hazret-i Mehdî ile sona erdirecektir. Sayıları Bedir gazâsında bulunan Eshâb-ı
kirâm kadar olan bir grup insan ona bîat edecek ve her zâlim onun karşısında
mağlûb olacaktır. Zamânı son derece imrenilecek bir şekilde adâletle
dolacaktır. Onun bayrakdârı, doğudan, Temîmî nesline mensup bir gençtir.
İnsanlar hakka dönünceye kadar, Hazret-i Mehdî mücâdelesini sürdürecek ve
fitnelerin zuhûr ettiği bir zamanda gelecektir. İhsânı karşılıksız olacaktır.
Îsâ aleyhisselâm, namazı Hazret-i Mehdî'nin
arkasında kılacaktır. Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “(Hazret-i) Îsâ, saçlarından sanki sular damlıyormuş gibi
gökten inecektir. (Hazret-i) Mehdî ona; “Yâ Îsâ, geç de bize namaz kıldır” dediğinde, Îsâ
(aleyhisselâm); İkâmet senin için getirilmiştir diyecek ve
benim evlatlarımın birisinin arkasında namaz kılacaktır” buyurdu.
Hazret-i Mehdî'nin sağ yanağı üzerinde yıldız gibi parlayan bir ben vardır.
İnsanlar, Hazret-i Mehdî'nin etrâfında toplanırlar. Zülkarneyn ve Süleymân
aleyhimesselâm gibi, bütün dünyâya sâhip olur. İslâmiyet aleyhine söylenen bir
söz ona ağır gelir. Mehdî aleyhisselâm bir
hakem olarak çıkacak, haçları kıracak, domuzu öldürecek, çok mal, mülk
dağıtacaktır. Fakat o kadar bolluk olacak ki, kimse ihtiyaç duyup verileni
almayacak. Hazret-i Mehdî, yeryüzünün hazînelerini çıkaracak ve küfür
diyârlarını fethedecektir.
Masum
insanlar katloluncaya kadar, Mehdî çıkmayacaktır. Bu katliamlara, yerde ve
göktekiler tahammül edemez bir hâle gelince, ortaya çıkacaktır. Hazret-i Mehdî
gelince, insanlar onu aşk ve muhabbetle kucaklayacaklardır. O, bütün haramların
helâl sayıldığı, büyük bir fitneden sonra gelecektir. Hilafet, ona evinde
otururken gelecek ve devrinde yeryüzünün en hayırlısı olacaktır.
O çıkmadan
önce, Medîne'de simsiyah taşların kan gölünde kalacağı büyük bir vak'a
görülecektir. O zamanda bir kadının öldürülmesi, bir kamçının sallanması kadar
kolay olacaktır.
Hazret-i
Mehdî'nin karşısına dağlar bile çıksa, onları kolayca aşıp kendisine yol
bulacaktır.
Hazret-i
Mehdî çıkmadan önce, milletlerin birbiri ile olan münâsebetleri (ticaret ve
yolları) kesilecek, insanlar arasında fitne çoğalacaktır. Doğudan siyah
bayraklı bir ordu çıkacak, hiç bir kavmin yapmadığı, eşine rastlanmadık bir
savaşa giriştikten sonra, Mehdî aleyhisselâm
Mekke'de ortaya çıkıp görünecektir. Çeşitli memleketlerden bir çok âlim,
birbirlerinden habersiz olarak, Hazret-i Mehdî'yi aramak için yola çıkacak, bu
âlimlerin her birine yaklaşık olarak 310 kadar insan refakat edecektir. Sonunda
hepsi Mekke'de buluşup, birbirlerine niçin geldiklerini soracaklar,
maksatlarının aynı olduğu anlaşılınca, Hazret-i Mehdî'yi arayıp bulacaklardır.
Sonra ona; “Sen Mehdî'sin” dediklerinde, o kendini buna lâyık görmeyip kaçacak.
Nihâyet âlimler ikna edecekler ve ona tâbi olacaklardır. İnsanların kalbleri
onun muhabbeti ile dolup taşacaktır.
Hazret-i
Mehdî, Kudüs'e hicret edecektir. Onun sakalı gür ve sık, gözü de sürmeli
olacaktır. Dişleri seyrek ve parlaktır. Yüzünde yıldız misâli parlayan bir ben,
omzunda ise Peygamber efendimizdeki (sallallahü aleyhi ve sellem) nübüvvet mührü gibi bir
mühür bulunacaktır. Hazret-i Mehdî, birçok beldede câmi inşâ eder ve Peygamber efendimizin bayrağıyla görünür. O
bayrak dikişsiz olup siyah ve dört köşelidir. Resûl-i
ekremin (sallallahü aleyhi ve sellem)
vefâtından sonra hiç açılmayan bu bayrağı, Hazret-i Mehdî açacaktır. Allahü teâlâ ona yardım için üçbin melek
vazifelendirip gönderecektir. Bunlar, Hazret-i Mehdî'ye karşı gelenin yüzüne ve
arkasına vuracaktır.
Mehdî aleyhisselâmın yaşı otuz ile kırk arasında olacaktır.
Hâşimî soyundan olup, hilâfeti Hazret-i Îsâ'ya devredecektir.
Hazret-i
Mehdî havada uçmakta olan bir kuşa işâret ettiği zaman, kuş hemen yere düşecek,
kuru bir ağaç diktiğinde, o anda yeşillenip, yapraklanacaktır. Onun zamanında,
kurtla koyun bir arada oynayacak, yılanlar insanlara zarar vermeyecektir.
İnsanlar tarlaya bir avuç tohum atacak, yediyüz avuç mahsul kaldıracak, yerden
bereket fışkıracaktır. Riyâ, ribâ zina, içki ortadan kalkacaktır. Ömürler
uzayacak ve emânetler zâyi olmayacaktır. Kötüler helâk olacak, Resûl-i ekreme buğzeden kimse kalmayacaktır.
Hazret-i Mehdî bütün bid’atleri ortadan kaldırıp, sünnet-i seniyyeyi ihyâ
edecektir.
Gökte ve
yerde bulunan mahlûkâtın hepsi ondan râzı olacak, adâleti âlemi tutacak ve Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce sünneti ile muâmele edecektir.
Onun devrinde ümmetin iyileri ve kötüleri, o zamana kadar görülmemiş pek çok
nîmetlere kavuşacaklardır. Hattâ çok yağmur yağacak, bir damlası bile boşa
gitmeyecek, az bir tohum ile yerden bereket fışkıracak ve çok mahsul
alınacaktır.
Hazret-i
Mehdî'nin alâmetlerinden biri de, Deccal'in onun zamanında ortaya çıkmasıdır. Hadîs-i şerîfte; “On büyük alâmet görülmeyince kıyâmet kopmaz;
Duhân, Deccâl, Dâbbet-ül-erd, güneşin batıdan doğması, Îsâ'nın (aleyhisselâm) gökten inmesi, Ye’cüc ve Me’cüc'ün çıkması, doğuda, batıda
ve Arabistan'da yer batması. Bunlardan sonra Yemen'den bir ateş çıkıp, halkı
bir araya getirecektir” buyruldu.
Ali
Muttakî el-Hindî hazretleri de; Mehdî-yi âhır zaman adlı kıymetli eserinde,
âhır zamanda Mehdî aleyhisselâmın geleceğini
uzun olarak anlatmaktadır. Bu kitapta, Mehdî aleyhisselâmın
bir çok alâmetleri yazılmıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Kıyâmet
kopmadan önce, Mehdî (aleyhisselâm) muhakkak
gelecektir. Ebû Sa’îd-el-Hudrî'den rivâyet edilen hadîs-i
şerîfte buyruldu ki: “Benim ümmetimden Mehdî gelecektir. Ömrü uzasa da kısalsa
da, altı, yedi, sekiz veya dokuz yıl saltanat sürecektir. Daha önce zulümle
dolu olan dünyâyı, adâletle dolduracaktır...”
2- Mehdî (aleyhisselâm), yeryüzünün zulüm ve fitnelerle dolu
olduğu bir zamanda gelip, dünyâyı adâletle dolduracaktır. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Âhır zamanda,
ümmetimin başına sultânlardan şiddetli belâlar gelir. Öyle ki, yerler
müslümanlara dar gelir. O zaman Allahü teâlâ, daha önce zulümle dolu olan
dünyâyı adâletle dolduran, benim soyumdan birisini gönderecektir. O zaman
gökyüzü yağmur damlasını esirgemeyecek, yer de bereketlenecektir. O, dünyâda
altı, yedi, sekiz veya dokuz yıl hüküm sürecektir.”
3-
Hazret-i Mehdî'nin ismi Muhammed ve
Hazret-i Fâtıma evlâdından olacaktır. Hadîs-i
şerîfte de buyruldu ki: “Mehdînin adı Muhammed'dir. Mehdî benim neslimdendir ve
Fâtıma'nın evlâdındandır.”
4-
Hazret-i Mehdî'nin fizikî özellikleri hakkında, hadîs-i
şerîfte; “Mehdî benim evlâdımdandır. Yüzü nûrlu, alnı açıktır.
Burnunun üst tarafı yüksekçedir. Yeryüzünü adâlet ve doğrulukla doldurur.
Nitekim ondan önce dünyâ zulüm ve cefâ ile dolu olur...” buyruldu.
5-
Hazret-i Mehdî gelmeden önce, fitne fesâd çok olacaktır. Hakem bin Uyeyne'den
rivâyet edilir: O dedi ki: Ben Seyyid Muhammed
bin Ali'ye dedim ki: “İşittiğimize göre sizden (Peygamberimizin
soyundan) bir zât çıkıp, bu ümmet arasında adâlet yapacak.” O dedi ki: “Biz de
insanların umduğunu ummaktayız ve ümîd ediyoruz ki, dünyâda bir gün bile kalsa,
Allahü teâlâ o günü uzatır, tâ ki bu
ümmetin umduğu olsun. Ancak, ondan önce fitneler görülecektir. Bu fitnelerin
içinde en şerlisi; bir kişinin mü’min olarak akşama ermesi, ama sabah kâfir
olarak kalkması, mü’min olarak sabahlayıp, kâfir olarak akşama ulaşmasıdır.”
6- O zaman
açıkça Allahü teâlâyı inkâr eden kişiler
çok olacaktır. Hadîs-i şerîfte
buyruldu ki: “Açıkça
Allahü teâlâ inkâr edilmedikçe, Mehdî'ye bîat edilmez.”
7-
Hazret-i Mehdî çıkacağı zaman, sünnetler unutulup bid’atler yaygınlaşmış
olacaktır.
Hadîs-i şerîfte;
“Kıyâmete yakın
mü’minlerin kalbi; ölüm, açlık, fitneler, sünnetlerin kaybolması, bid’atlerin
yaygınlaşması, emr-i bil-maruf ve nehy-i anil-münkerin terkedilmesi gibi
sebeplerle zayıfladığı zaman, benim evlâdımdan Muhammed bin
Abdullah'la (Mehdî), Cenabı-ı Hak, sünnetleri ihyâ eder. Onun adâlet ve
bereketiyle, mü’minlerin kalbi ferahlar. Acem ve Arab milletleri arasında ülfet
ve muhabbet yerleşir. Bu durum bir müddet devam ettikten sonra, o vefât eder”
buyruldu.
8- Mehdî,
Îsâ aleyhisselâmla buluşacak, Îsâ (aleyhisselâm) onun arkasında namaz kılacaktır.
Hadîs-i şerîfte
buyruldu ki: “Mehdî,
bu ümmettendir ve Îsâ'ya imâm olacaktır.” Kendisinde bu alâmetlerin
hiç biri bulunmadığı hâlde, târihte değişik zamanlarda Mehdî olduğunu iddia
eden birçok kimseler, çeşitli maksatlarla ortaya çıkmıştır. Bunlar bâzı
câhilleri etrâflarında toplamışlarsa da, İslâm âlimleri ve sâlih müslümanlar
tarafından bunlara lüzumlu cevaplar verilmiş, fitneleri önlenmiş ve isimleri
unutulmuştur. Geleceği bildirilen Mehdî'nin(aleyhisselâm)
alâmetleri meydandadır ve bunlar açıkça bildirilmiştir. Bu ölçülere göre ve
alâmetleri belli iken hiç alakası bulunmayan çeşitli kimseleri Mehdî sanmak ve
Mehdî demek, doğru yoldan ayrılmak olur.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, Mektûbât'ının ikinci cildi, altmışyedinci mektubunda şöyle
buyurdu: “Hindistan'da birisi, Mehdî olduğunu iddia etmişti. Bir çok câhiller
de, ona inanmıştı. Bunlara göre, Mehdî gelmiş ve ölmüş, mezârı da Fere şehrinde
imiş. Meşhûr, hattâ mânâsı tevatür derecesine varmış birçok Hadîs-i şerîfler böylelerinin bu îtikâd ve
sözlerini yalanlamaktadır. (Bâzı câhiller, tasavvuf kitaplarından tercüme
ederek söyleyen ve yazan kimselere Mehdî diyor. Bunları, kendisi yazıyor
sanıyorlar.) Halbuki bir çok Hadîs-i şerîflerde
buyruldu ki: “Mehdî'nin
başı hizasında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek; Bu Mehdî’dir, sözünü
dinleyiniz! diyecektir.”
“İsmini duyduğunuz
kimselerden, yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi.
Mü’min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhimesselâm) idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrut ile
Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, yâni Mehdî
de malik olacaktır.”
“Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evlâdımdan birini yaratır ki, ismi, benim ismim gibi,
babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur.
Ondan önce dünyâ zulümle dolu iken, onun zamanında adâlet ile dolar.”
“Eshâb-ı kehf, (hazret-i) Mehdî'nin yardımcıları olacaktır ve Îsâ (aleyhisselâm) bunun zamanında gökten inecektir, Îsâ (aleyhisselâm), Deccal ile harb ederken, (hazret-i) Mehdî, onunla (Îsâ
aleyhisselâm ile) beraber olacaktır. Bunun hükümdârlığı
zamanında, her zamankinin aksine olarak ve hesapların tersine olarak, Ramazân-ı
şerîfin ondördüncü günü güneş tutulacaktır ve birinci gecesinde ay
tutulacaktır.”
Âhır
zamanda kıyâmetin yaklaştığı sırada ortaya çıkacak olan azgın ve zâlim bir
kimsedir. Âdem aleyhisselâmdan beri benzeri
görülmemiş büyük bir musîbet olarak insanlara musallat olacak ve onlara zarar
verecektir. Bu kimsenin ortaya çıkması, kıyâmetin büyük alâmetlerindendir. Allahü teâlâ kullarını onunla imtihân edecektir.
Deccal, önce istidrâc olarak bâzı harikulade hâller gösterecek, fakat sonunda
büsbütün âciz kalacaktır. Çok memleketleri istila edip, ilâh olduğunu
söyleyerek insanları aldatacaktır. Dünyâda kalacağı müddet kesin olarak
bildirilmemiştir. Ancak bu zamanın, kırk gün veya kırk sene olduğu rivâyet
edilmiştir. Sonunda Îsâ aleyhisselâm tarafından
öldürülecektir.
Deccal
kelimesi “Decl” kelimesinin mübalağa sîgası olup; yalan söyleyen hîlekâr
demektir. Bu mânâda Deccal, hakkı-batılı, iyiyi-kötüyü birbirine karıştıran
kişi demektir. Ayrıca Deccal'e Mesîh denilmiş. Deccal yalancı, Mesîh de mel’ûn
mânâsına kullanılmıştır.
Sahîh-i
Buhârî, Sahîh-i Müslim ve diğer Hadîs-i şerîf
kitaplarında Deccal hakkında pek çok Hadîs-i
şerîf bildirilmiş olup, bunlardan Deccal'in çıkışı, çeşitli
vasıfları ve işleri bildirilmiştir.
Deccal
hakkındaki pek çok hadîs-i şerîften
bâzıları şöyledir:
“Geçmiş peygamberler;
şaşı, kör ve yalancı olan Deccal'in, büyük fitne ve musîbet olduğunu haber
verip, ümmetlerini onun şerrinden, zararından korkuttular.”
“Şüphesiz Deccal
çıkacaktır. Ve şüphesiz beraberinde su ve ateş olacaktır. Ama insanların su
gördüğü şey ateştir, yakar. İnsanların ateş gördüğü şey ise tatlı, soğuk sudur.
Sizden buna kim erişirse, ateş gördüğüne koşsun. Çünkü o güzel, tatlı sudur.”
“Ben, Deccal'in
beraberinde olan şeyleri pekala biliyorum, onun beraberinde sudan bir nehir ve
ateşten bir nehir olacaktır. Ama ateş gördüğünüz şey sudur. Su gördüğünüz de
ateştir. İmdi sizden buna kim erişir de su içmek isterse, ateş gördüğünden
içsin. Çünkü onu su bulacaktır.”
“Size Deccal'den hiç bir
peygamberin kavmine söylemediği bir hâdis haber vereyim mi? Muhakkak onun bir
gözü kördür. Ve muhakkak o beraberinde Cennet ve Cehennem’in misli olduğu hâlde
gelecektir. Cennet’tir diye söylediği ateştir. Ben sizi Nûh'un, kavmini
uyardığı gibi uyardım.”
Deccal'in
çıkması, akıllara hayret verecek derecede büyük bir fitne olacaktır.
Rivâyetlerde beyân edildiğine göre, Deccal, istidrâc olarak bir çok garib
hâller gösterecek, yanında sudan ve ateşten nehirler bulunduracak ve ilâhlık
iddia edecek, halkı aldatarak davasına inandırmaya çalışacaktır. Gittiği
yerlerde fazla durmayıp sür’atle geçtiğinden, îmânı zayıf olanlar, onun
hakkında düşünmeye vakit bulamadan ve alâmetlerini inceleyemeden onu tasdik
edecekler. Bu sebeple bütün peygamberler, Deccal'e karşı ümmetlerini
uyarmışlardır.
Kâdı
Iyâd'ın beyânına göre, Deccal bir şahsı öldürecek, sonra istidrac olarak onu
tekrar diriltecek. Dirilen şahsa kendini tasdik ettirmek isteyince, o şahıs;
“Senin şerrini böylece daha iyi anladım” diyerek onu reddedecektir. Deccal'in
beraberinde ateşten ve sudan bir nehir bulundurması, Allahü teâlâ tarafından kullara bir imtihândır. Su misâlinden
murâd, Cennet’tir. Çünkü su, bütün nîmetlerin zâhirî sebeplerindendir. Ateş
misâlinden murâd da, elem ve azâba sebep olacak şeylerdir. Fakat kullarını
imtihân için bu hârikaları ona veren Allahü teâlâ,
Deccal'in ateşini suya, suyunu da ateşe çevirecek. Böylece Deccal, insanlar
arasında rezil rüsva olacaktır. Bu sûretle Deccal’in gösterdiği hârikaların,
istidrac ve sihir nev’inden bir şey olduğu anlaşılacaktır. Bilindiği gibi,
harikulade bir hal, din düşmanlarından zuhûr ederse, buna istidrac denmektedir.
Sahîh-i
Müslim’de, Nevvâs bin Şem'ân’dan rivâyet edilen bir Hadîs-i
şerîf şöyledir: Nevvâs dedi ki: “Bir sabah Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) Deccal'i zikretti. Onun hakkında alçaltma ve yükseltme
(tahkir ve büyültme veya konuşurken seslerini yükseltip alçaltma) yaptı. Hattâ
Deccal'i hurma bahçeliğinde zannettik. Akşam Resûlullah'ın
(sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna
vardığımızda bu zannımızı anladı ve; “Hâliniz nedir?” diye sordu. Biz; “Yâ Resûlallah!
Sabahleyin Deccal'den bahsettiniz. Onun hakkında o kadar alçaltma ve yükseltme
yaptınız ki, onu hurma bahçesinde zannettik” dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
“Deccal'den başkası sizin
namınıza beni daha çok korkutur. Eğer ben sizin aranızda iken çıkarsa, sizin
namınıza ben ona galebe çalarım. Ben aranızda yok iken çıkarsa, herkes kendi
nefsinin gâlibi olur. Allahü teâlâ her müslümanı, benim onu
ondan (Deccal'den) koruduğum gibi
korur.
Bu adam (Deccal) kıvırcık saçlı bir gençtir. Gözü fırlamıştır.
Ben onu, Abdü'l-uzzâ bin Katan'a benzetir gibiyim. Sizden ona kim yetişirse,
üzerine Kehf sûresinin ilk âyetlerini okuyuversin. O, Şam ile Irak arasında bir
semtten çıkacak ve sağa sola fesâd saçacak. Ey Allah'ın kulları sebât edin.”
Biz; “Yâ
Resûlallah! Deccal yeryüzünde ne kadar kalacaktır?” dedik. “Kırk gün. Bir gün, bir sene gibi. Bir gün bir
ay gibi. Bir gün bir hafta gibi. Diğer günleri de sizin günleriniz gibi olacaktır”
buyurdular.
“Yâ
Resûlallah! Bu bir sene gibi olacak günde, bir günün namazı bize kâfi gelecek
mi?” dedik.
“Hayır! Onun için günün
miktarını takdir edin”
buyurdu.
“Yâ
Resûlallah! Onun yeryüzünde sürati ne olacak?” dedik.
“Arkasından rüzgâr esen
yağmur gibidir. Bir kavim üzerine gelerek onları dâvet edecek. Onlar da
kendisine inanacak ve icâbette bulunacaklar. Gökyüzüne emredecek, o yağmur
yağdıracak. Yere emredecek o da nebât bitirecektir. Akşamleyin deve sürüleri o
kavmin yakınlarına alabildiğine uzun hörgüçlü ve bol sütlü, böğürleri dolu
olarak döneceklerdir. Sonra, bir kavme gelerek onları da dâvet edecek, fakat
onun sözünü reddedecekler. O da kendilerinden uzaklaşıp gidecektir. Bunlar
kıtlık içinde sabahlayacaklar, ellerinde mallarından bir şey kalmayacaktır.
Deccal, bir harâbeye uğrayacak ve harâbeye definelerini çıkar diyecek.
Harâbenin defineleri arı kovanları gibi hemen arkasına düşeceklerdir. Sonra
genç babayiğit bir adam çağıracak ve onu kılıçla vurarak ikiye bölecek, her
parçayı bir ok atımı yere fırlatacaktır. Sonra bu adamı çağıracak. Adam ona,
gülerek, yüzü parlar bir hâlde gelecektir. O, bu hâlde iken aniden Allahü teâlâ, Meryem oğlu Mesîh'i
(Îsâ aleyhisselâmı) gönderecektir. Mesîh, Dımeşk'ın doğusundaki Ak
minâre'ye iki boyalı elbise içinde, elini iki meleğin kanatları üzerine koymuş
olarak inecek. Başını eğdiği zaman su damlayacak, kaldırdığı zaman ondan inci
gibi gümüş taneleri yuvarlanacaktır. Onun nefesinin kokusunu duyan her kâfir
mutlaka ölecektir. Nefesi de gözünün gördüğü yere varacaktır. Mesîh bu adamı
arayacak, nihâyet ona Lud kapısında yetişecek ve öldürecektir...”
Râmûz’da
bildirilen diğer bâzı Hadîs-i şerîflerde
de buyruldu ki: “İsfehan
yahudilerinden yetmişbin yahudi, Deccal'e tâbi olur. Hepsinin üzerinde taylasan
(şal)
vardır.”
“Deccal, Medîne ve
Mekke'ye giremez.”
Îsâ aleyhisselâm daha doğmadan evvel onun, fevkalâde hâlleri görülmüştü. Diğer peygamberler gibi o da, kavminin en asîl, şerefli ve îtibâr sâhibi sülalesinden geldi. Annesi Hazret-i Meryem, Kur'ân-ı kerîmde Hak teâlâ tarafından, ırzını çok güzel koruduğu bildirilerek Sıddîka diye medholunmuştur. Böylece o, her kadına nasîb olmayan çok yüksek bir şerefe kavuşmuş, oğlu Îsâ aleyhisselâm da Allahü teâlânın takdiri ve emri ile babasız olarak doğmuştur.
Doğumundan hemen sonra, annesinin ayağının altından pek güzel bir su kaynamış, Hazret-i Meryem'in yaslandığı, kurumuş hurma kütüğü yeşermiş, mevsimi olmadığı hâlde sallanmakla taze hurmalar dökülmüştür. Bütün bunların yanında, Îsâ aleyhisselâm beşikte iken konuşmuş, çocukluğunda kendisinden çeşit çeşit gizli hâlleri haber vermiştir. Bunların hepsi ondan meydana gelen belli başlı fevkalâde hâllerdir. İslâm âlimleri, herhangi bir peygamberden, peygamber olduğunun bildirilmesinden evvel görülen böyle alışılmışın yâni âdetin üstünde olan hâllere irhâs demişlerdir.
Peygamberlerden
hâsıl olan, insan gücünün yapamayacağı harikulade hâdisedir. Peygamber olduğunu
haber veren zâtın doğru söylediğini ispat için, Allahü
teâlânın, âdetini değiştirerek, bozarak ilâhî kudret ile
peygamberlerine ihsân ettiği fevkalâde şeylerdir. Bir peygamberin elinde,
peygamberliği zamanında, peygamberlik iddiasını ispat sebebiyle görülen, âdet
dışı hâl ve hâdiselere mûcize denir. Diğer insanlar, onun benzerini
göstermekten âciz oldukları için böyle denmiştir. Zâten mûcize, lügatte;
“Konulamayan, âciz bırakan, harikulade şey” mânâlarına gelir. Harikulade; sık
rastlanmayan, ortaya çıkmasında insan gücünü aşan ve âdetin üstünde olan
demektir.
Allahü teâlânın
yarattığı şeylerin hepsi, O'nun ezelde tâyin ettiği âdet-i ilâhiyyesi içinde
meydana gelmektedir. Yâni Allahü teâlâ
her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir
yâni kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere; tabîat kuvvetleri, fizik, kimya kanunları
denir. Bir işi yapmak, bir şeyi elde etmek için, bu işin sebeplerine yapışmak
lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için; tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek
lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri ve işleri, Allahü
teâlânın âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikrâm olmak
için, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor. Meselâ, peygamberlerden âdet
dışı olarak kudret-i ilâhî ile meydana gelen bu şeylere mûcize denir.
Peygamberlerin mûcize göstermesi lâzımdır. Evliyâda meydana gelen âdet dışı
şeylere kerâmet denir. Sâlih, îtikâdı ve ameli düzgün olan temiz müslümanlardan
meydana gelene de firaset denir.
Mûcize,
peygamber olan zâtın, peygamberliğini kabûl etmeyen kimselere karşı meydan
okumak üzere elinde bulunan ve eşyanın alışılmış düzeninden inhiraf eden
(ayrılan), öyle bir şeydir ki, başka kimselerin benzerini yapmaları imkânsız
bir mahiyet taşımaktadır. Böylece mûcize, peygamberlerin doğruluğunu göstermek
husûsunda, Allahü teâlânın bir şehâdeti
olmaktadır. Mûcize ile peygamber olduğunu iddia eden kimsenin doğruluğunu ispat
etmesi kastedilmiştir. Mûcizenin şartları vardır. Bunlar;
1- Allahü teâlânın mu'tad (alışılmış) sebepler
olmadan yapmasıdır. Çünkü, peygamberlerini tasdik ettirecektir.
2-
Harikulade olmalıdır. Âdet olan şeyler, meselâ güneşin her gün şarktan doğması,
ilkbaharda çiçeklerin açması mûcize olmaz.
3- Başka
hiç kimsenin yapamaması lâzımdır.
4-
Peygamber olduğunu bildiren zâtın, istediği zaman hâsıl olması gerekir.
5-
İstediğine uygun olmalıdır. Meselâ şu ölüyü dirilteceğim deyince, başka hârika
hâsıl olursa, meselâ dağ ikiye ayrılırsa veya başka bir ölü dirilirse mûcize
olmaz.
6-
İsteyince hâsıl olan mûcize, kendisini yalanlamamalıdır. Meselâ şu hayvan ile
konuşacağım deyince, hayvan; “Bu yalancıdır” derse mûcize olmaz.
7- Mûcize,
peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Hazret-i Îsâ'nın beşikte
konuşması, kuru ağaçtan hurma isteyince, annesi Hazret-i Meryem'in eline taze
hurma gelmesi, Muhammed aleyhisselâmın çocuk iken göğsünün yarılarak kalbinin
yıkanıp temizlenmesi, başının üstünde bulut bulunması, ağaçların, taşların,
kendisine selâm vermeleri gibi önceden hâsıl olan hârikalar mûcize değildir.
Bunlara irhâs
denir. Peygamberliği kuvvetlendirmek içindir. Bunların evliyâda olması da
câizdir. Evliyâda hâsıl olanlara kerâmet denir. Peygamberler, peygamberlikleri
kendilerine bildirilmeden önce evliyâ derecesinden aşağı değildirler.
Kendilerinde âdet dışı şeyler görülür. Mûcize, peygamber olduğunu bildirdikten
az zaman sonra hâsıl olabilir. Meselâ; bir ay sonra şöyle olur deyince, hâsıl
olduğu zaman mûcize olur. Fakat ortaya çıkmadan önce, onun peygamber olduğunu
tasdik etmek lâzım olmaz.
Mûcize
gösterirken açıkça tehaddî etmek, yâni; “Haydi siz de yapsanıza!
Yapamazsınız ki” demek şart değil ise de, mûcizenin mânâsında tehaddî vardır.
Kıyâmet hâllerinden ve ileride olacak şeylerden haber vermekte tehaddî
olmayacağı için, bunlar kâfirlere karşı mûcize değildir. Mü’minler bu
haberlerin mûcize olduklarına inanırlar. Evliyânın kerâmetleri de, peygamberlik
iddia etmedikleri için ve tehaddî bulunmadığı için, mûcize olmazlar. Mûcizenin
peygamberlik iddiasının doğruluğunu ispatlaması, başkalarının aynısını
yapamayıp âciz kaldıkları içindir. Bu da mûcizenin husûsi tesiri var demektir.
Hattâ asıl ispat eden budur.
Her
peygamber mûcize göstermiştir. Allahü teâlâ
her peygambere, o zamanda yayılmış olan, kıymet verilen şeylere benzer
mûcizeler ihsân etti. Kur'ân-ı kerîmde
bâzı peygamberlerin gösterdiği mûcizeler haber verilmektedir. Meselâ; Mûsâ aleyhisselâm zamanında sihir (büyücülük)
ilerlediğinden, bu işle uğraşan pek çok insan vardı. Mûsâ aleyhisselâmı imtihân etmek istediler. Sihirbazlardan
her biri ellerindeki ipleri yılan şekline soktular. Mûsâ aleyhisselâm ise, asâsı ile onların sihirlerini
(büyülerini) bozdu. Asâ ejderhâ olup, sihirbazların yılanlarını yuttu. Mûsâ aleyhisselâmın elinin nûr (ışık) gibi parlaması da
mûcizesi idi. (Bkz. Mûsâ aleyhisselâm)
Allahü teâlâ,
Sâlih aleyhisselâma taş içinden deve yarattı.
Hazret-i İbrâhim üzerine Nemrut'un ateşini serin ve selâmet kıldı. Hazret-i
Dâvûd'a demiri mum gibi yumuşak kıldı. Böylece ondan zırh yapardı. Allahü teâlâ, birlikte tesbîh etmeleri için,
dağları ve kuşları hazret-i Dâvûd'un emrine verdi. Cinleri ve kuşları Süleymân aleyhisselâmın emrine verip, rüzgârı da hizmetinde
kıldı. Ayrıca kuşlar ile karıncaların ve diğer hayvanların dillerini bildirdi.
Son
peygamber Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği mûcizeler ise sayılamayacak
kadar çoktur. Her peygamberin mûcizesinden O'na da verilmiştir. Bunların çoğu
kitaplarda, meselâ Mirât-ı Kâinât’ta yazılıdır. Muhammed
aleyhisselâm zamanında, konuşmada (hitabette)
ve yazmada: fesâhat ve belâgat çok ileri gitmişti. Muhammed
aleyhisselâm; içinde ilâhî ilimler, astronomi
bilgileri, ahlâk, helâl, haram, hikmet, tasavvuf, tıp, târih, kıssalar ve daha
nice bilgileri toplayan Kur'ân-ı kerîm
ile; inkar edenleri, kıyâmete kadar âciz bıraktı. (Bkz. Muhammed aleyhisselâm)
Bakara
sûresi 87. ve 253. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Meryem oğlu
Îsâ'ya (aleyhisselâm) açık mûcizeler
verdik ve kendisini Rûh-ul-kuds (Cebrâil
aleyhisselâm) ile takviye ettik, kuvvetlendirdik.”
Bilindiği
gibi, her peygamberin, peygamberliğini ispat için gösterdiği mûcizeler, o
zamanda bulunan insanların hâline uygun idi. Meselâ; Mûsâ aleyhisselâmın mûcizesi zamanın hâline uygun cinsten
olup, o zaman sihirbazlık çok yayılmıştı. Pek usta ve gerçekten mâhir
sihirbazlar var idi. Bunun için Mûsâ aleyhisselâm;
gözlere hitâb edip, gâlip gelen, boyunları Hakk'a eğdiren, âyet, alâmet ve
mûcizelerle gönderildi. Sihirbazlar, sihir mevzuunda son derece mâhir ve
bilgili oldukları hâlde, yaptıkları sihirleri mahveden ve kendilerine üstün
gelen Mûsâ aleyhisselâmın elinde, Allahü teâlânın ihsân eylediği hârika ve
mûcizeleri görünce, âciz kalmışlar, sonunda peygamberliğini tasdik edip, hiç
tereddütsüz o anda îmâna gelmişlerdir.
Aynı
şekilde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), edebiyatın zirvede
olduğu, fesâhat ve belâgatın meyvelerinin olgunlaştığı bir zaman ve mekânda
gönderildi. Allahü teâlâ ona Kur'ân-ı
azîmi indirdi. Hükümler, hikmetler taşıyan ve çok övülmüş olan Kur'ân-ı kerîm, bütün şâir ve edipleri susturacak
üslup, ifâde ve beyân ile geldi. Kur'ân-ı kerîmin
lâfzı da mûcizedir. İnsanlar ve cinler onun bir benzerini yapmak için bir araya
gelip, birbirlerine yardımcı olsalar, değil on sûresinin, bir kısa sûresinin
bile bir mislini getirmeye çalışsalar, yapamazlar. İnsanlar buna güçlerinin
yetmeyeceğini kat’î olarak anlamışlardır. Çünkü bu, insan sözü değil, âlemleri
yaratanın kelâmıdır. Allahü teâlânın ise,
zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde hiç benzeri yoktur.
Bunun
gibi, Îsâ aleyhisselâm da, tıbbın, doktorluğun
kuvvetli olduğu bir zamanda gönderildi. Allahü teâlâ,
ona da, insanların karşı duramayacakları, tıp ilmi ile çâre bulamayacakları
mûcizeler verdi. Ben hakîmim, tabîbim, anadan doğma körleri, gözsüzleri iyi
ederim. Abraşları, cüzzamlıları ve müzmin hastalıklara yakalanmış olanları
sıhhate kavuştururum dedi. Ölüleri diriltti. Bunlar, değil ölüleri diriltmek,
hastalığa bile kesin çâre bulamayan tabiplerin işi olamazdı. Velhasıl, Îsâ aleyhisselâm, onlara hüccet, burhan yâni mûcizeler
gösterdiği hâlde, yine de pek çoğu küfür ve sapıklıklarına devam ettiler, inâd
ve taşkınlıklarını arttırdılar. Aralarında çıkan sâlih bir tâife de hemen
inanarak ona tâbi olup, nasîhat arkadaşları ve yardımcıları olma şerefine
kavuştu.
1- Ölüleri diriltmesi: Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın
izni ile mûcize olarak ölüleri diriltirdi. Bu hâl pek çok vâki olmuştur.
Bir kız çocuğunun
diriltilmesi: Îsâ aleyhisselâm, bir gün bir yerden geçiyordu. Bir
kabrin başında oturmuş ağlayan bir kadın çördü. Kadının hâline acıyıp; “Ey
Allah'ın kulu, sana ne oldu?” buyurdu. Kadın; “Bir tek kızım vardı, o da öldü.
Ya burada öleceğim, yâhud onu benim için diriltinceye kadar buradan
ayrılmayacağım diye, Rabbime söz verdim. Bakalım ne olacak” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Onu görsen, buradan ayrılır mısın?”
buyurdu. Kadın; “Evet” dedi. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm
iki rekat namaz kıldı. Sonra gelip, kabrin yanına oturdu ve; “Ey kızcağız!
Rahmân olan Allahü teâlânın izni ile kalk
ve kabrinden çık!” dedi. Kabir sallandı. İkinci defâ seslendi. Kabir, Allah'ın
izni ile yarıldı. Bir daha seslendi. Kızcağız, başındaki toprakları saçarak
çıktı. Îsâ aleyhisselâm ona; “Niçin geciktin”
buyurunca; “İlk sesi duyduğum zaman, Allahü teâlâ
bana bir melek gönderdi. Beni öldüğüm zamanki şeklime getirdi. İkinci sesi
duyunca, Allahü teâlâ rûhumu bedenime
iâde eyledi. Üçüncü ses gelince, kıyâmetin sayhası (öd koparan sesi) dir diye,
korktum. Başımdaki saçlar, kaşlarım ve gözlerimin kirpikleri, kıyâmetin
dehşetinden bir anda beyazlaştı”. Sonra annesine dönüp; “Ey anneciğim! Ne
olursun, ölümün şiddetini bana iki defâ yükleme. Anneciğim, sabret ve sevâbını
Allah'tan bekle! Benim dünyâya hiç ihtiyâcım yok.” Bundan sonra Hazret-i Îsâ'ya
dönerek; “Ey Rûhullah ve Kelimetullah! Hak teâlâya
duâ et de, beni âhırete döndürsün ve ölüm şiddetini baha hafif eylesin” dedi.
Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm duâ eyledi ve
kızın rûhu kabz olundu. Tekrar üzerine toprak örtüp düzelttiler. Kadının acısı
hafifledi. Verdiği söze sadâkat gösterip, oradan ayrıldı. Bu büyük mûcize,
yahudilere ulaşınca Îsâ aleyhisselâma
düşmanlıkları ve kızgınlıkları daha da arttı. Çünkü onlar inanmıyorlar,
muhâlefet ediyorlardı.
Âzir isminde bir zâtın
diriltilmesi:
Ârais-ül-mecalis kitabında anlatıldığına göre, Hazret-i Îsâ'nın Âzir isminde
bir dostu vardı. Bu zât hastalandı. Can çekişirken, kız kardeşi Îsâ aleyhisselâma haber gönderip, onun durumunu bildirdi.
Hazret-i
Îsâ haber alır almaz yola çıkıp oraya geldi. Yol epeyce uzun olduğundan,
geldiğinde Âzir vefât etmiş ve defnedilmişti. Îsâ aleyhisselâm,
Âzir'in kabri başına varıp duâ etti.
“Ey
Allah'ım! Ey yedi kat göklerin ve yerin sâhibi! Sen beni, İsrâiloğullarına
peygamber olarak gönderdin. Onları senin dînine dâvet ederim ve onlara, senin
izninle ölüleri dirilttiğimi söylerim. Âzir'i dirilt” diye yalvardı. Allahü teâlânın izni ile Âzir kalktı. Nice zaman
yaşadı. Hattâ evlendi ve bir de oğlu oldu.
Arais’de
şöyle yazar: Îsâ aleyhisselâm, Havârîlerle
seyahat ederken bir şehre uğramıştı. “Burada bir hazîne vardır. Onu bizim için
gidip kim çıkarır?” buyurdu. Havârîler; “Ey Rûhullah! Bu şehrin halkı, oraya
giden her garibi, yolcuyu öldürürler” dediler. Îsâ aleyhisselâm;
“Siz durun, ben varıp geleyim” buyurup, şehre girdi. Bir kapıda durup, selâm
verdi; “Ey ev sâhipleri! Garibim, yemek verin” dedi. Bir kadın kapıya gelip;
“Seni tutup zabtiyeye vermediğimiz yetmez mi? Başka ne istersin?” diye çıkıştı.
O sırada, kadının oğlu da geldi. O da aynı şekilde söyledi. Îsâ aleyhisselâm, gence; “Beni misâfir etseniz,
hükümdârın kızını sana nikâh ederdim” buyurdu. O yiğit; “Sen ya delisin, ya da
Îsâ'sın” dedi. Hazret-i Îsâ sesini çıkarmadı. Genç onu misâfir etti. Sabahleyin
Îsâ aleyhisselâm; “Ey yiğit! Hükümdâra varıp,
kızını kendime istemeye geldim de!” buyurdu. O da öyle yaptı. Sarayda dövülüp,
kovuldu, hakârete uğradı. Üzüntülü hâlde geri geldi. Hazret-i Îsâ; “Yarın
tekrar git, iste” buyurdu. Genç, ertesi gün gitti. Yine dövülüp, sövülüp geri
geldi. “Yarın yine git. O sana, kızımı bir saray dolusu altın, gümüş ve çeşitli
mücevherat vermek şartıyla veririm diyecek. Sen de kabûl et. Adam gönder,
istediklerini teslim edeyim de!” buyurdu. Genç, gidip söyledi. Hükümdâr aynı
şeyleri isteyip, yiğit de öyle deyince, hükümdâr gencin yanına adamlar katıp
gönderdi. Îsâ aleyhisselâmın yanına
geldiklerinde, Hak teâlânın kudretiyle
altın ve mücevheratın hepsini hazır bulup, hükümdâra götürdüler. Hükümdâr çok
hayrette kaldı. Fakat sözünden dönmedi. Kızını gence verdi. Damat da şaşırıp
kaldı. Hazret-i Îsâ'yı tanıyıp; “Ey Rûhullah! Sen bu mertebelere yükselmiş
iken, ne kadar fakirlik üzeresin. Dilesen her şey senin için altın olur” dedi.
O da; “Ben, Allah sevgisini kalbimde yerleştirmişim ve bu fânî dünyâyı, bakî
olan âhıret için terk etmişimdir” deyince, o yiğit, annesini ve hanımını
bırakıp, Îsâ aleyhisselâmın ardına düştü.
Beraberce havârîlerin yanlarına geldiklerinde, Îsâ aleyhisselâm;
“Size söylediğim hazîne işte bu idi. Alıp getirdim” buyurdu.
Bir zaman
sonra bu yiğit vefât etti. Tabut içinde götürülürken, Îsâ aleyhisselâm görüp duâ etti. Hak teâlânın izni ile genç dirilip, elbisesini
giydi. Tabutunu omuzlayıp evine gitti. Uzun bir ömür sürdükten sonra öldü.
Bir kızın diriltilmesi: Lübâb’da yâni Tefsîr-i Hazin’de
bildirildiğine göre, Îsâ aleyhisselâm zamanında
bir kimsenin kızı vefât etmişti. Bir gece sonra Îsâ aleyhisselâm
duâ etti. Kız dirildi. Çok yaşadı. Evlendi ve çocuğu da oldu.
İbn-i
Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet edildi ki:
İsrâiloğullarının meliklerinden biri ölmüş, tabut üzerinde götürülüyordu. Îsâ aleyhisselâm gelip, duâ eyleyince, Allahü teâlâ onu diriltti. İnsanlar bu müthiş
manzara karşısında hayran ve şaşkın kaldılar.
Nûh aleyhisselâmın oğlu
Hâm'ın diriltilmesi:
Bir gün havârîler, n'olaydı Nûh aleyhisselâmın
gemisinde bulunanlardan birini diriltseydiniz de, geminin durumunu bize haber
verseydi dediler. Îsâ aleyhisselâm onlarla
birlikte gidip, bir evin yanına vardı. Oradan bir avuç toprak alıp; “İşte bu,
Nûh aleyhisselâmın oğlu Hâm'ın toprağıdır”
buyurdu. Asâ ile o toprağa vurdu ve; “Allah'ın izni ile kalk!” dedi. Hâm, hemen
canlanıp, başından toprak saçarak yerden çıktı. İhtiyâr görünüyordu, Hazret-i
Îsâ ona; “Vefât ettiğinde böyle mi idin?” dedi, O; “Hayır, yiğit idim, lâkin şimdi
kıyâmet koptu sanıp, korkumdan kocadım, birden ihtiyârladım” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Nûh aleyhisselâmın
gemisinden bize haber ver” dedi. Hâm; “Geminin boyu binikiyüz, eni altıyüz
arşın; yâni boyu altıyüz, eni üçyüz metre olup, üç kat idi. Birinde vahşî ve
ehlî hayvanlar, birinde insanlar, birinde de kuşlar vardı” dedi. Îsâ aleyhisselâm, ona “Eski hâline dön” dedi. Hâm tekrar
ölüp, hemen toprağa döndü. Arais'de, İbn-i Abbâs'dan nakledilerek, Îsâ aleyhisselâmın gemiyi sormak için dirilttiği
kimsenin, Nûh aleyhisselâmın oğlu Sâm olduğu
rivâyet olunmuştur.
Âd oğlu Şeddâd’ın
diriltilmesi: Îsâ aleyhisselâm, Yemenli bir kısım kimselere Allahü teâlânın dînini anlatıyor, onları îmâna
dâvet ediyordu. Onlar, bulundukları bölgede, Hûd aleyhisselâmın
kavminden Âd oğlu Şeddad ismindeki zâlim hükümdârın kabrinin bulunduğunu,
mûcize olarak onu diriltmesini söylediler.
Bunun
üzerine Îsâ aleyhisselâm, Hak teâlâya duâ etti. Duânın hemen akabinde kabri
bir dağın başında bulunan Şeddad, dirilip kalktı ve insanlara şöyle seslendi:
“Ey insanlar! Biliniz ki, ben tam bin sene hükümdârlık yaptım. Bin tane bâkire
kız ile evlendim. Çok büyük mülk ve saltanata malik oldum. Yalnız kendi askerî
gücüm ile, hasmım olan orduları mağlûb ve perişân eyledim. Bin ayrı kasabanın
mâliki, hâkimi oldum.
Bütün
bunların hepsi bir hiç imiş. Mal ve servetim, ordu ve adamlarım bu kadar çok
olduğu hâlde, bunların hiç biri benden ölümü def edemedi. Aklınızı başınıza
toplayınız. Dünyâyı, ömrünüzü benim gibi faydasız boş şeylerle geçirmeyiniz.
Ölüm mutlaka var ve herkese gelecek. Ondan sonra, sonsuz âhıret hayatı
başlayacak. Hak teâlâya ibâdet ve tâata
sarılınız, sebât ediniz...)
Üzeyr aleyhisselâmın
diriltilmesi:
Mir’ât-ı Kâinat kitabında Tefsîr-i Hazin ve Arais-ül-mecalis’den alarak şöyle
anlatılmaktadır: Yahudiler; Îsâ aleyhisselâma
gelerek; “Hazret-i Üzeyir'i dirilt, yoksa seni ateşte yakarız” deyip, odun
topladılar. O da; “Gidin, cesedini getirin” buyurdu. Hazret-i Üzeyir'in
kabrinin taştan olan kapağını kaldıramadılar. Gelip haber verdiler. Îsâ aleyhisselâm bir kase su verdi ve; “Bu suyun bir
kısmını tabuta saçın” buyurdu. Öyle yaptılar; kapak açıldı. Peygamberlerin
cesedleri çürümediğinden bedenin taptaze olduğunu gördüler. Çıkarıp,
getirdiler. Hazret-i Îsâ kefenini açıp, tabaktaki sudan üzerine serpti. “Ey Üzeyir!
Allahü teâlânın izniyle diril” dedi.
Hazret-i Üzeyir, hemen dirilip kalktı, oturdu. İnsanlar onu gördüklerinde; “Ey
Üzeyir! Bu kişinin (Hazret-i Îsâ'nın) hakkında ne dersin?” dediler. O da;
“Şehâdet ederim ki, o Allah'ın kulu ve resûlüdür” dedi. Bunun üzerine halk; “Ey
Îsâ! Duâ et de, Üzeyir aleyhisselâm bizim
aramızda kalsın ve yaşasın” dediler. Îsâ aleyhisselâm;
“Hayır, bunu hemen kabrine iletin!” deyince, hemen vefât etti. Kabrine
ilettiler. Bu mûcizeyi görenlerin pek çoğu hazret-i Îsâ'ya îmân etti.
2- Hastaları iyi etmesi: (Körlerin gözünü
açması, abraşı iyi etmesi): Îsâ aleyhisselâm,
Allahü teâlânın izni ile, mûcize olarak,
hastaları iyi ederdi. Mübârek elini dokundurmakla, anadan doğma körlerin
gözleri hemen açılıverirdi. Yine aynı şekilde, elinin temasıyla, vücûdunda
baras yâni alacalık bulunan hastalar o anda iyileşirler ve hastalıklarından hiç
bir eser kalmazdı. Bütün bu mûcizeler sâdece elini sürmesi ile olduğundan,
elini dokunan mânâsına Mesîh dendiği ve Mesîh isminin buradan geldiği
bildirilmiştir.
Arais-ül-mecalis
isimli eserde zikredildiğine göre, Îsâ aleyhisselâmın
hastalığı iyi etmede ve ölüyü diriltmede ettiği duâ şu idi: “Yâ Rabbî!
Göklerdekilerin ve yerdekilerin mâbudu yalnız sensin. Senden başka ilâh, mâbud
yoktur. Gökte ve yerde olanların meliki, sâhibi sensin. İkisinde senden başka
melik yoktur...
Gökte ve yerde
olanların hâkimi sensin, bu ikisinde senden başka hâkim yoktur. Yerdeki
kudretin, gökteki kudretin gibidir. Yerdeki saltanatın, gökteki sultânlığın
gibidir. Yâni sâdece yerlerin veya sâdece göklerin hâkimi, sâhibi, meliki
değil, bütün âlemlerin, her şeyin sâhibi, mâliki, yaratıcısısın. Kudretinin ve
saltanatının dışında hiç bir şey yoktur. Kerim olan isminle istiyorum. Muhakkak
ki, sen her şeye kâdirsin!”
3- Yenilenleri ve evlerde
saklanılanları bilmesi:
Îsâ aleyhisselâm yine mûcize olarak, kavminin ne
yediklerini ve evlerinde ne sakladıklarını bilip, haber verirdi.
4- Çamurdan kuş yapıp
uçurması: Îsâ aleyhisselâm, çamurdan bir kuş şekli yapıp ona
üfleyince, Hak teâlânın izni ile, mûcize
olarak o kuş canlanır, uçup giderdi.
Bir
defâsında İsrâiloğulları, bir parça çamuru kuş şeklinde yapıp Îsâ aleyhisselâma getirdiler ve; “Gerçekten hak peygamber
isen, bu çamuru canlı kuş hâline getir” dediler. Hazret-i Îsâ duâ etti. Kuş o
anda canlandı ve uçup gitti.
5- Mâide (Gökten sofra
inmesi) hâdisesi:
İmâm-ı Begavî hazretlerinin Meâlim-üt-tenzil isimli tefsîrinde, Selmân-ı Fârisî
hazretlerinden rivâyet edilerek bildiriliyor ki: Havârîler, gökten bir sofra
indirilmesi için duâ etmesini ricâ ettiler. Hazret-i Îsâ, ağlayarak, Hak teâlâya yalvardı. Allahü
teâlâ duâsını kabûl edip, bir sofra indirdi. Bu da Hazret-i Îsâ'nın
bir mûcizesi idi. İndirilen bu sofrada çeşit çeşit nîmetler vardı ve bir çok
insan yeyip karnını doyurdu. Hastalar şifâ buldu. Fakirler zengin oldu.
6- Uyku hâlinde iken,
etrâfta söyleneni ve yapılanı duyması ve bilmesi: Îsâ aleyhisselâm,
Allahü teâlânın izni ile, mûcize olarak,
kendisi uyurken neler konuşulduğunu bilir anlardı.
7- Semâdan yemek ve meyve
gelmesi: Îsâ aleyhisselâm ne zaman acıksa veya yemek ihtiyâcı
duysa, ellerini kaldırıp duâ ederdi ve mûcize olarak gökten yemek ve meyve
gelirdi. Bu, yukarıda zikrolunan mâide (sofra) mûcizesinden ayrı, başka bir
mûcizesi idi.
8- Uzakta ve gizli olarak
konuşulan şeyleri duyması:
Îsâ aleyhisselâm, uzakta bulunan insanların
neler konuştuklarını, aralarında gizli gizli neler fısıldaştıklarını, mesâfenin
uzak olmasına rağmen, mûcize olarak, duyar ve bilirdi.
Kur'ân-ı kerîmde
Îsâ aleyhisselâmın bâzı mûcizeleri haber
verilmekte ve Mâide sûresinin 110-115. âyet-i
kerîmelerinde meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Allahü
teâlâ o kıyâmet gününde şöyle buyuracak: “Ey
Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm)! Sana ve annene
olan nîmetimi hatırla! Hani seni Rûh-ul-kuds (Cebrâil aleyhisselâm)
ile
kuvvetlendirmiş, desteklemiştim. Hem beşikte hem de kemâl yaşında insanlarla
konuşuyordun. Hani sana kitabı (yazı yazmayı), hikmeti, Tevrât'ı İncîl’i öğretmiştim. Hani
benim iznimle, çamurdan kuş sûretinde bir kuş şekli yapıyordun. Sonra ona
üfleyince, benim iznimle o, canlı bir kuş oluveriyordu. Hani anadan doğma körü
ve abraşı da yine benim iznimle iyi ediyordun. Hani, ölüleri yine benim iznimle
(kabrinden diri olarak) çıkarıyordun.
Hani, İsrâiloğulları seni
öldürmeye kastettiklerinde onların şerrini senden men ve def etmiştim (de seni öldürememişlerdi).
Sen, İsrâiloğullarına
apaçık deliller ve mûcizeler getirdiğin zaman da, içlerinden kâfir olanlar; “Bu
apaçık sihirden başka bir şey değildir demişlerdi.
Hani havârîlere; Bana ve
resûlüm Îsâ'ya (aleyhisselâm) îmân edin diye ilham etmiştim de onlar; “Îmân ettik. Hakîki
müslümanlar olduğumuza sen de şâhid ol demişlerdi.
Hani bir vakit de
havârîler; “Ey Meryem oğlu
Îsâ! (Allahü teâlâya duâ
etsen, duâna icâbet edip,) Rabbin bize gökten (içinde yemek, taam bulunan) sofra gönderir mi?
demişlerdi de, o; “Eğer siz mü’min iseniz (Allahü teâlânın kudretine ve benim peygamberliğime
hakîkaten inanmış kimseler iseniz) bu gibi şeyleri istemekten sakının demişti. Havârîler de
şöyle söylemişlerdi: “(Gerçi Hak teâlânın
kudretinin tam olduğunda şüphemiz yoktur.) Lâkin, isteriz ki, ondan (o bildirdiğimiz şekilde
gelecek olan sofradaki yemeklerden bereketlenmek için) yiyelim. (O'nun kudretinin kâmil
olduğunu böyle gözümüzle görerek) kalblerîmiz mutmain olsun. Senin bize hakîkaten doğru
söylediğini bilelim (ve sen sıdk ile Hak
teâlâdan ne istersen onu vereceğini bilmiş olalım). Böylece, bu
mûcizeleri yakînen görerek şâhidlik edenlerden olalım.
Bunun üzerine Meryem oğlu
Îsâ (aleyhisselâm) şöyle yalvardı: “Yâ İlâhî! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir
sofra indir ki, onun inme vakti (günü) bizim hem evvelimiz, hem de sonra gelenlerimiz
için bir bayram ve senden (kudretinin kemâline ve benim
peygamberliğimin hak olduğuna) bir âyet (bir mûcize) olsun. Bizi hayırlı rızıkla rızıklandır.
(Bize o sofrayı gönder ve ona şükretmeyi de nasip ve kolay eyle.) Çünkü sen, rızık
verenlerin en hayırlısısın (Rızkın yaratıcısı ve hiç bir niyet,
karşılık istemeden, karşılıksız olarak herkesin rızkını vericisin.)”
(Hazret-i
Îsâ'nın bu duâsı üzerine) Allahü teâlâ buyurdu ki:
“Şüphesiz ki, ben o sofrayı size elbette indiririm. Fakat ondan sonra içinizden
kim nankörlük ederse (küfre dönerse), muhakkak ki ben ona, öyle bir azâbla azâb
ederim ki, zamanlarında, âlemde hiç kimseye öyle azâb etmem.”
Âl-i
İmrân sûresinin 49.
âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Allahü
teâlâ Îsâ'yı (aleyhisselâm), İsrâiloğullarına peygamber gönderdi. Îsâ (aleyhisselâm) resûl (peygamber) olunca, şöyle dedi: Muhakkak ki ben, Rabbiniz
tarafından âyetle (mucize ile) size geldim.
Muhakkak ki ben, sizin
için çamurdan bir kuş sûreti yapar, sonra ona üfürürüm. Allahü teâlânın izni ile, o canlı bir kuş oluverir. Yine Allahü teâlânın izni ile, anadan doğma körü ve abraş illetini de iyi ederim. Ve
yine Allahü
teâlânın izni ile ölüleri diriltirim. Evlerinizde
ne yediğinizi ve ilerisi için ne biriktirdiğinizi bilirim ve size haber
veririm.
Eğer îmân ederseniz,
muhakkak ki, bu mûcizelerde sizin için alâmetler ve iddialarımın doğru olduğuna
delâlet eden işâretler, deliller ve ibretler vardır.”
Hazret-i Îsâ'nın fazîletleri pek çoktur. Daha doğumundan önce onun üstünlükleri, fevkalâde hâllerine işâret olan hâdiseler görülmeye başlamıştır.
Tefsîr-i Hazin’de bildirildiğine göre, Meryem (radıyallahü anhâ) Hazret-i Îsâ'ya hâmile iken, Zekeriyyâ aleyhisselâmın hanımı Elîsâ’ da Yahyâ aleyhisselâma hâmile idi. Bu hâmilelik günlerinden birinde Elîsâ’ (radıyallahü anhâ), Hazret-i Meryem'e; “Ben hâmileyim biliyor musun?” dedi. O da; “Ben de hâmileyim” dedi. Bunun üzerine Elîsâ’; “Benim karnımdakinin (Yahyâ aleyhisselâmın) senin karnındakine (Îsâ aleyhisselâma) hürmet ve tâzimde bulunduğunu hissediyorum” dedi.
İmâm-ı Kurtubî (rahmetullahi aleyh); “Elîsâ’, karnındaki oğlunun, başını Meryem'in karnı tarafına döndürdüğünü hissederdi” buyurdu.
Hazret-i Meryem demiştir ki: “Îsâ (aleyhisselâm) karnımda iken, yalnız olduğum zaman birbirimizle konuşurduk. Yanıma bir kimse gelse, konuşmayı keserdik. Ben zikir ve tesbîhle meşgûl olsam, o da karnımda tesbîhle meşgûl olurdu ve ben onun tesbîh ettiğini devamlı olarak işitirdim.”
Hazret-i Îsâ bir günlük iken, iki aylık kadar görünürdü. Bu şekilde çok güzel olarak büyüdü. Bir miktar büyüyüp yetişince, Hazret-i Meryem onu hocaya vermek istedi. Hazret-i Îsâ; “Anneciğim! Allahü teâlâ bana hocaya lüzum ve ihtiyaç göstermedi. Senin karnında iken bana, Tevrât'ı ve İncîl’i öğretti” dedi. Hazret-i Meryem; “Evet doğrudur. Ama, yine de hocanın yanında bulunman iyidir” dedi. Mektebe ilk vardığında hoca, hemen ona yakın gel deyip derse başlamak istedi. Îsâ aleyhisselâm; “Ey hoca! Sen câhil imişsin. Zirâ sana bir çocuk getirildiği zaman önce ismini sorup, sonra öğretmeye başlaman lâzım değil mi?” dedi. Hoca; “Doğru söylüyorsun, ismin nedir?” dedi. O da; “Îsâ’dır” dedi.
Bundan sonra Hoca; “Besmeleyi oku” dedi. O da okudu. Sonra; “Ebced'i oku” dedi. Hazret-i Îsâ başını kaldırıp; “Ebced'in ne olduğunu bilir misin?” dedi. Hoca; “Bilmiyorum” dedi. O; “Bilmediğin şeyi bana nasıl öğreteceksin?” buyurdu. Hoca; “Öyleyse sen bana öğret” dedi. Hazret-i Îsâ ona; “Kürsiden in!” dedi. O da indi. Hazret-i Îsâ kürsîye çıkıp oturdu ve; “Şimdi sor” dedi. Hoca; “Ebced yâni elif, bâ, cim, dâl nedir?” dedi. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: “Ebced'in elifi, Allah'a ve âlâullah'a yâni Allahü teâlânın nîmetlerine; bâ'sı behcetullah'a (Allahü teâlânın güzelliğine) ve behâullah’a yâni Allahü teâlânın kadrine, yüceliğine; cim'i cemâlullah'a (Allahü teâlânın güzelliğine); dâl'ı, dînullaha; hevvez'in hâ'sı, hâviyyeye yâni Cehennem’e; vav'ı “Veyl, nâr ehli içindir” demeye; zâ'sı, zefîr-i Cehennem’e yâni Cehennem’in feryâdına; huttî'nin hâ'sı, istiğfâr edenlerin hatâlarının düşmesine; kelemen, “Kelâmullah mahlûk değildir” demeye; sa'fes, “Gayrete gayret, cezâya cezâ” demeye; karaşet, “Kıyâmette Allahü teâlâ halkı bir yere toplar” demeye işârettir.” O böyle söyleyince, hoca efendi şaşıp kaldı ve Hazret-i Meryem'e haber gönderip; “Hâtun, oğlunu al git. Onun üstâda ihtiyâcı yoktur. Kendisi üstâddır” dedi. Böylece Ebced'in mânâsını ilk veren Îsâ aleyhisselâm oldu.
Salebi'nin Arais-ül-Mecâlis isimli kitabında şöyle yazar: “Îsâ aleyhisselâm mektebde çocukların her birine evlerindekilerin yaptıklarını haber verir, ey filan, evine git. Evindekiler filan yemeği yeyip, senin hisseni ayırdılar der. Çocuklar eve gidince, bize Îsâ haber verdi, hani hissemiz deyip, alırlardı. Yahudiler çocuklarına, o sihirbazdır. Onunla oynamayın derlerdi. Sonra çocuklarını onunla görüştürmemek için bir odaya kapatırlardı.
Bir defâ Îsâ aleyhisselâm çocukları aramıştı. Anne-babaları yalan söyleyip, burada yoklar dediler. Bu odada ne var dedi. Maymunlar ve domuzlar vardır dediler. Îsâ aleyhisselâm, öyle olsunlar dedi. O gittikten sonra yahudiler kapıyı açıp baktıklarında, çocuklarının maymun ve domuz şekline dönüşmüş olduğunu gördüler. Yahudilerin arasında bu haber yayılınca, hepsi çok korktular. Hazret-i Meryem oğluna bir zarar gelmesinden korkup, bu hâdise üzerine bir merkebe binerek oğlu Îsâ (aleyhisselâm) ile Mısır'a gitti.
İshak bin Bişr, Cüveybir'den ve Mukatil'den, onlar, Dahhak'tan, o da İbn-i Abbâs hazretlerinden bildirdi: “Îsâ aleyhisselâm çocukluğunda, Allahü teâlâ tarafından ilhamla, acib, garib, yâni insanların görmedikleri şeyleri görür ve bilirdi. Bunlar yahudiler arasında yayıldı. Îsâ aleyhisselâm büyüdükçe İsrâil oğullarının düşmanlığı arttı. Ona kastettiler, yâni öldürmek istediler. Annesi korktu. Allahü teâlâ, annesine ilham edip, onu Mısır'a götürmesini bildirdi.”
Bütün âlimler bildirmişlerdir ki, peygamberlerin hepsi diğer insanların hepsinden elbette daha üstün, şerefli ve fazîletlidir. Peygamberler içinde resûller, yâni şeriat sâhibi, kendisine yeni bir din verilen peygamberler diğerlerinden daha fazîletli, üstün ve şereflidir. Bunlar arasında da, kendilerine ülü’l-azm denilen altı peygamber, diğerlerinden üstün ve kıymetlidir. Bu altı peygamber; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Bu Ülü’l-azm peygamberlerin de en üstünü, bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdır.
İşte hazret-i Îsâ da ülü’l-azm peygamberlerden olmakla, makâm ve derecesi pek üstün, fazîlet ve kemâlâtı pek yüksektir, Hazret-i Ebû Hüreyre de; “Peygamberlerin efendisi; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır” buyurmuştur.
Hazret-i Îsâ, Allahü teâlânın emri ve kudreti ile babasız olarak doğduğundan, ona Kelimetullah denir. Nitekim, daha evvel yukarıda geçen Âl-i İmrân sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde bu husûsa işâret vardır. Yine bu husûsta Nisâ sûresinin 171. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak ki, (Allahü teâlânın kulu) Meryem oğlu Îsâ Mesîh, Allahü teâlânın (insanları, Allahü teâlânın dînine dâvet için gönderdiği) resûlü ve Allahü teâlânın kelimesidir (ki. Hak teâlânın “Ol” emri ile, babasız olarak, Allahü teâlânın kudretiyle meydana geldi)...”
Tefsîr-i kebir ve Rûh-ul-beyan’da yukarda meâli verilen Âl-i İmrân sûresinin 45. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde, Îsâ aleyhisselâmın kelimetullah olması izâh edilirken buyruluyor ki: Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâmı; “Kün-Ol” emri (kelimesi) ile yarattı. Gerçi her şey Allahü teâlânın “Kün” emri ile var olmaktadır. Hakîkî sebep budur. Fakat, zâhirî (insanlar arasında bilinen, meşhûr olan) sebeplerde vardır ki, Hak teâlânın âdet-i ilâhiyyesi, işlerin bu zâhirî sebeplerle meydana gelmesidir. Hak teâlâ, hiç bir sebep olmadan da yaratmaya elbette kâdirdir. Fakat, kendi bildiği nice hikmetler ve kullar için nice faydalardan dolayı sebepler araya koymakta, sebepler ile yaratmaktadır.
Bilindiği gibi, bir çocuğun meydana gelmesi, diğer her şey gibi, zâhirî bir sebebe bağlıdır. O da ana ve babanın bir araya gelmesidir. Allahü teâlâ, belki herkesin anlayamayacağı nice hikmetlerinden dolayı, Hazret-i Îsâ'yı işte bu zâhirî sebep olmadan sâdece “Kün” emriyle yarattı. Bu bakımdan Hazret-i Îsâ'yı, Hak teâlânın “Kün” kelimesine nispet etmek daha muvafık olmaktadır. Bu sebeple, Hazret-i Îsâ, sanki Allahü teâlânın “Kün” kelimesinin bizzat kendisidir. Bunun için ona, Kelimetullah denilmiştir.
Hazret-i Îsâ'nın bir lakabı da Rûhullah'dır. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin devamında buna işâret olunmuş ve Hazret-i Îsâ'nın diğer rûhlar gibi, Allahü teâlânın halk ettiği, yarattığı, O'nun tarafından gelen bir rûh olduğu bildirilmiştir. Hak teâlânın izni ile ölüleri dirilttiği, kalbleri ihya ettiği için ona Rûhullah denildi diyenler de olmuştur.
Yine yukarıda meâli verilen Âl-i İmrân sûresinin 45. âyet-i kerîmesinde, Hazret-i Îsâ'nın dünyâ ve âhırette vecîh (şerefi yüksek, kadri yüce) olduğu bildirildi. Âlimler bu vecîh olmayı iki şekilde izâh etmişlerdir:
1- Îsâ aleyhisselâmın dünyâda vecîh olması; duâsının kabûl olması, Allahü teâlânın izni ile ölüleri diriltmesi, duâ ile körleri ve baras hastalığı olanları iyileştirmesidir. Âhırette vecîh olması ise; yolundan ayrılmayan, gösterdiği yolda bulunmuş olan ümmetine şefâatçi kılınmasıdır.
2- Dünyâda vecîh olması; yahudilerin, hakkında söyledikleri ayıplardan berî (uzak) olmasıdır. Âhırette vecîh olması ise; sevâbının çok ve Allahü teâlâ indinde derecesinin yüksek olmasıdır.
Bu âyet-i kerîmede, Hazret-i Îsâ'nın dünyâ ve âhırette vecîh olduğu zikredildikten sonra, onun mukarrebînden olduğu bildirildi. Âlimler bunun, Hazret-i Îsâ'nın semâya yükseltileceğine, meleklerin onunla birlikte bulunacaklarına işâret olduğunu bildirmişlerdir.
İshak bin Bişr'in senetleri ile Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) verdiği haberde şöyle bildirildi: Îsâ aleyhisselâm bebekken olan ilk konuşmasından sonra, Allahü teâlâya, kulakların duymadığı bir tâzim münâcâtında bulunup şöyle dedi: “Ey Allah'ım! Yüceliğinde yakınsın; yakınlığında yücesin. Yarattıklarının hepsinden üstünsün. Sözlerinle havada yedi kat gök yarattın. Hepsi emrine hazır, el pençe divân durmaktadır. İçinde meleklerin vardır; seni tesbîh ve takdis ederler. Karanlıklar içinde, onlarda, yâni gökte ışık kaynakları yarattın. Geceyi ay ve yıldızla aydınlık, gündüzü güneşle ışıklı eyledin. Havada hamd ile tesbîh eden gök gürültüsü yarattın. Gökte yıldızlar yarattın ki, yolunu kaybetmiş olanlar, onlarla yollarını bulur.
Ey yüce Allah'ım! Denizleri, dağları yarattın. O yücelikleri, yükseklikleri ile dağlar, huzûrunda başları eğik ve itâatkar, emrine hazır, denizin dalgaları, izzetin karşısında dökük ve dağınıktır. Nehirler, dereler, kaynaklar akıttın. Ağaçlar, meyveler yarattın. Hepsi senin emrindedirler.
Ey Allah'ım! Sen ne yücesin! Seni hakkıyla kim medhedebilir? Vasfı ile senin vasfına, sıfatları ile senin sıfatlarına kim ulaşabilir? Bulutları yayar, esirleri darda kalanları kurtarırsın. Hükmün haktır, hak olan hükmü verirsin. Hüküm verenlerin en hayırlısı sensin. Senden başka ilâh yoktur. Sen her ayıb ve noksandan münezzehsin! Bize her günâhımızdan sonra istiğfâr etmemizi emrettin. Senden başka ilâh yoktur. Akıllı kulların senden muhakkak korkar. Şehâdet ederiz ki, sen ihdâs edilen, meydana çıkarılıp, uydurulan bir ilâh değilsin. Zikri bitecek bir Rab değilsin! Bizi yaratmada sana yardım eden bir başkası yoktur ki, senin kudretinden şüphe edelim. Şehâdet ederiz ki, sen, bir teksin, samedsin, doğurmamış ve doğurulmamışsın ve senin eşin, benzerin yoktur.”
İshak bin Bişr, Cüveybir ve Mukatil'den, onlar Dahhak'tan, o da, İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anhüm) alarak dedi ki: Îsâ aleyhisselâm bebekken yaptığı mûcizevî konuşmadan sonra bir daha konuşmadı; çocukların konuşma çağına gelince konuşmaya başladı. Bu yaşa gelince, Allahü teâlâ, onu hikmet ve beyânla konuşturdu. Yahudiler onun ve annesinin hakkındaki iftirâlarını arttırdılar ve ona âsî oğlu diye isim verdiler. Nitekim Allahü teâlâ bunu bildirip, Nisâ sûresi: 156. âyet-i kerîmesinde; yahudilerin, Îsâ aleyhisselâmı inkâr etmekle küfre düştüklerini ve Hazret-i Meryem'e zina isnadı ile büyük bir iftirâda bulunup, aleyhinde konuştuklarını haber vermektedir.
İmâm-ı Buhârî ve Müslim (rahmetullahi aleyhima) râvîleri ile birlikte Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh), o da, Resûlullah efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle bildirmektedirler: “Îsâ (aleyhisselâm) çalan (hırsızlık eden) bir adamı görüp ona; “Çaldın mı? Dedi. O da, hayır kendisinden başka ilâh olmayan (Allahü teâlânın) hakkı için söylüyorum ki, çalmadım dedi. Bunun üzerine Îsâ (aleyhisselâm); Allah'a inandım ve gözümü yalanladım (yani gözümle gördüğüme inanmadım) dedi.”
Yâni, yemîn ettiğin için gözümü yalanladım buyurmakla, kendisinin çok temiz yaratılış ve seciye üzere olduğunu gösterdi.
Yine Buhârî ve Müslim'de, Ubâde'nin (radıyallahü anh) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, O'nun bir olup, ortağı, eşi, benzeri bulunmadığına ve Muhammed (aleyhisselâmın) Allahü teâlânın kulu ve resûlü olduğuna, Îsâ'nın (aleyhisselâm) Allah'ın kulu, resûlü, Meryem'e ilkâ' eylediği kelimesi ve rûhu olduğuna, Cennet ve Cehennem’in hak olduğuna şehâdet edeni, ameli ne olursa olsun Allahü teâlâ Cennet’e koyar” buyruldu.
Yine Buhârî'de Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) isnadı ile bildirilen bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Beşikte iken konuşan sâdece üç kişi olmuştur. Birisi (hazret-i) Îsâ'dır. Biri şudur ki, İsrâiloğullarından Cüreyc adında biri vardı. Namazda idi. Birden annesi gelip, onu çağırdı. (Kendi kendine) ona mı cevap vereyim yoksa namaza mı devam edeyim dedi. Annesi (onun kasıtlı olarak cevap vermediğini zannedip); Yâ Rabbî! Ona fahişe kadınların yüzlerini göstermeden canını alma dedi. Cüreyc bir kulübede kalırdı. Bir taraftan bir kadın gelip, onunla konuşmak istedi. Cüreyc konuşmaktan kaçındı. Kadın bir çobana yaklaşıp, nefsini ona teslim etti. (Çobanla zina etti.) Ondan bir oğlu oldu. Kadına, bu çocuk kimdendir dediler. Cüreyc'dendir dedi. Adamlar oraya koşup, kulübesini yıktılar, sövdüler, hakâret eylediler. (Cüreyc) abdest alıp namaz kıldı. Sonra o çocuğun yanına gitti ve; Ey oğlan! Baban kimdir? dedi. Çocuk; Filan çobandır dedi. İnsanlar (hakikati anlayınca, Cüreyc'e); Senin kulübeni altından yapalım mı? dediler. Hayır, topraktan yapın dedi.
Yine İsrâiloğullarında bir kadın vardı. Bir de emzikli oğlu vardı. Bir gün, hayvan üstünde heybetli, güzel elbiseli bir adam oradan geçti. Kadın; Yâ Rabbî! Oğlumu onun gibi yap dedi. Çocuk, annesinin göğsünü bırakıp, gelen atlıya döndü ve; Yâ Rabbî! Beni onun gibi yapma dedi. Sonra annesinin göğsünü emmeye başladı. Daha sonra kadın, çocuğuyla birlikte bir câriyeye uğradı. Kadın; Yâ Rabbî! Oğlumu bunun gibi yapma dedi. Çocuk, annesinin göğsünü bırakıp; Yâ Rabbî! Beni onun gibi eyle dedi. Annesi; Niçin böyle dedin? deyince, çocuk; O hayvan üstündeki heybetli adam, cebbârlardan, zâlimlerdendir. Bu kadın ise, zina ve hırsızlıkla itham edildi, ama, ikisini de yapmamıştır, temizlerdendir” dedi.”
Ebû Osman'dan gelen haberde buyruldu ki: Îsâ aleyhisselâm bir dağın başında namaz kılardı. İblis, yanına gelip; “Sen her şeyin kazâ ve kader ile olduğunu mu söylersin?” dedi. O da; “Evet” buyurdu. “Öyleyse kendini bu dağdan aşağı at ve kaderim böyle idi de!” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Ey mel’ûn! Allah, kullarını tecrübe, imtihân eder, kulların O'nu imtihân etmeğe hakkı yoktur” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm ile alakalı olarak bâzı âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Meryem oğlu Mesîh (Îsâ aleyhisselâm) muhakkak bir peygamberdir. Ondan önce de bir çok peygamberler geçti. Annesi (Hazret-i Meryem) ise sıddîka (çok doğru, dürüst ve iffetli) bir kadın idi...” (Mâide sûresi: 75)
“Sonra (Nûh ve İbrâhim aleyhimesselâmın) arkalarından peygamberlerimizi ardarda gönderdik. Arkalarından da Meryem oğlu Îsâ'yı (aleyhisselâm) gönderdik ve ona İncîl’i verdik. Kendisine tâbi olanların (bağlı kalanların) kalplerine de ince bir duygu ve merhamet ihsân ettik...” (Hadid sûresi: 27)
“...Meryem oğlu Îsâ'ya (ölüleri diriltmek, anadan doğma kör olanları ve baras illeti bulunanları tedavi etmek ve gaybden haber vermek gibi) apaçık mûcizeler verdik ve onu Rûh-ul-kuds ile takviye ettik, kuvvetlendirdik...” (Bakara sûresi: 87, 253)
Tefsîr âlimleri bu âyet-i kerîmelerde geçen Rûh-ul-kuds'ü çeşitli şekillerde tefsîr edip, açıklamışlardır.
1- Bâzı âlimler; Rûh-ul-Kuds'ün, Cebrâil aleyhisselâm olduğunu bildirmişler ve bunu bir kaç şekilde izâh etmişlerdir.
a) El-Kuds, tâhir yâni temiz demektir ve bu kelime ile burada Allahü teâlâ zikredilmektedir. Dolayısıyla Rûh-ul-Kuds, Rûhullah demektir. Rûh'la murâd, Cebrâil aleyhisselâmdır. Cebrâil aleyhisselâmın, Allahü teâlâya nispet edilmesi, yâni Rûh-ul-Kuds (Allahü teâlânın rûhu) buyrulması, Cebrâil'in aleyhisselâm şerefini bildirmek, onun Hak teâlâ katındaki derecesinin yüksekliğini beyân etmek içindir.
Nitekim, Allahü teâlâya nispet etmek sûretiyle şerefini ve kıymetini bildirmek için Kâbe-i muâzzamaya Beytullah (Allahü teâlânın evi), Sâlih aleyhisselâmın devesine de Nâkat-üllah (Allahü teâlânın devesi) buyrulması da böyledir.
b) Beden, rûh ile canlı kalabildiği gibi, din de Cebrâil aleyhisselâm ile canlı kalır. Çünkü Cebrâil aleyhisselâm, peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy getirmekle me’mûr olup, mükellef olan insanlar; ancak Hazret-i Cebrâil'in Hak teâlâdan peygamberlere getirdiği vahiyle, dîni hayatlarında sabit kalabilmektedir.
c) Cebrâil aleyhisselâm ve diğer melekler rûhanî mahlûklardır. Ancak rûhanîlik, Cebrâil aleyhisselâmda daha tam ve kâmildir.
Âlimlerden Rûh-ul-Kuds ile alakalı olarak başka rivâyetler de gelmiş ise de, bu husûstaki en kuvvetli rivâyet, Rûh-ul-Kuds'ün, Cebrâil aleyhisselâm olduğu şeklindedir.
2- Bâzı âlimler Rûh-ul-Kuds, İncîl’dir demişlerdir. Nitekim Şura sûresinin 52. âyet-i kerîmesinde; “Sana emrimizden bir rûh vahyettik...” buyruldu. Mazharî, Celâleyn ve Medarik gibi birçok mûteber tefsîrlerde, bu âyet-i kerîmede geçen “Rûh”un, Kur'ân-ı kerîm olduğu bildirilmiştir.
İncîl’e rûh buyrulması, o asırda din işlerinin onunla canlı kalması, dünyâya âit faydaların onunla muntazam olması sebebiyledir. Çünkü, Allahü teâlânın kitabı, kalbleri canlı tutmaktadır.
3- Bâzı âlimler; “Burada geçen Rûh-ul-Kuds'le murâd, ism-i âzamdır. Îsâ aleyhisselâm ölüleri bunu okuyarak diriltir, bir çok mûcizeleri bunu söyleyerek gösterirdi” demişlerdir.
4- Bâzı âlimler de; “Rûh, Îsâ aleyhisselâmın rûhudur. Kuds ise Allahü teâlâdır. Hazret-i Îsâ'nın rûhunun Hak teâlâya nispet edilmesi, onun şerefine, yüksekliğine işârettir” demişlerdir.
Rûh kelimesinin, Cebrâil aleyhisselâma, İncîl’e ve İsm-i âzama söylenmesi, isnat edilmesi mecazdır. Çünkü rûh, insanın bedeninin canlılığına sebep olduğu gibi, Cebrâil'in (aleyhisselâm) bildirdikleri (Allahü teâlâdan vahiy yoluyla getirdikleri) de kalblerin canlılığına sebep olmaktadır.
İncîl, Allahü teâlânın emir ve yasaklarının öğrenilmesine sebeptir. İsm-i âzam ise, maksatların ve dileklerin hâsıl olmasına vesiledir.
Rûh ile Cebrâil aleyhisselâm arasındaki yakınlık ve beraberlik daha tamdır. Şöyle ki:
1- Cebrâil aleyhisselâm, nûranî, latîf bir mahlûktur. Bu sebeple ikisi arasındaki benzerlik daha tamdır. Dolayısıyla Rûh-ul-Kuds'e, Cebrâil demek daha lâyık olmaktadır.
2- Âyet-i kerîmede; “...Biz onu Rûh-ul-Kuds ile takviye ettik” buyrulmasından murâd; yardım etmektir. Yardım etmenin, Cebrâil aleyhisselâma isnat edilmesi hakîkî mânâ ile; İncîl ve İsm-i âzama isnat edilmesi ise mecazî mânâ iledir. Bu sebeple de Rûh-ul-Kuds'ün, Cebrâil (aleyhisselâm) olması daha lâyıktır.
Îsâ aleyhisselâm zühd sâhibi olmakta pek ileri idi. Dünyâ malına hiç meyletmezdi. Hasen-i Basri (rahmetullahi aleyh); Îsâ aleyhisselâm, kıyâmette zahidlerin reîsidir buyurmuştur.
Zühd,
şüpheli olmak korkusuyla mubahların fazlasından sakınmak, ihtiyatlı davranmak, dünyâya
düşkün olmamak demektir. Âhıret yolcularının şerefli makâmlarından biridir.
İlim, hâl ve amelden meydana gelir. Zühd; dünyâda kalb ve beden rahatının,
âhırette ise seâdet ve nîmetlere kavuşmanın sebebidir.
Yahyâ bin
Mu'âz (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Zühd,
dünyâ zînetini terk etmektir. Zirâ Resûl-i ekrem
(sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfte; “Dünyâya düşkün olmak bütün hatâların başıdır.
Dünyâdan kendini sakınan kimseler, zahid olanlardır” buyurmuştur.
İbrâhim
bin Edhem (rahmetullahi aleyh), zühdün; farz,
selâmet ve fazîlet olmak üzere üç derecesinin bulunduğunu bildirip, bu
dereceleri şöyle izâh etti: “Farz olan zühd, haramlardan sakınmak. Selâmet olan
zühd, şüphelileri terketmek. Fazîlet olan zühd ise, helâl olanlardan yetecek
miktarı alıp, bir çoğunu terketmektir.”
Cömertlik
göstermek veya âhıreti istemekten başka bir sebeple dünyâyı terk eden kimseye
zahid denemez. Zühd,
ancak haramlar ve şüphelilerde olur. Helâl, Allahü
teâlânın emriyle mubah kılınmış olduğu içindir ki, ondan zühde
varmak yâni helâlden yüz çevirmek câiz değildir. Ancak, zühd sâhibi, helâller,
mubahlar dairesini daraltabilir ve hareketlerini farz ve sünnetlerle
sınırlandırabilir. Yoksa zühd, malı, kazancı ve mubah olan şeyleri büsbütün
terketmek demek değildir. Asıl zühd, bütün bu mâlî ve mübah şeylere sâhip
olduğu hâlde, kalbinde onlara karşı muhabbet beslememek, bunlara düşkün olmamak
demektir. Nitekim Hazret-i Ömer, yeryüzündeki malları elinde tuttuğu hâlde,
kalbinde bu mallarla ilgili hiç bir düşünceye, yer vermezdi. Onlardan tamâmen
yüz çevirmişti.
Zühd, Hâk
teâlâdan başka her şeyden tamâmen yüz çevirmek olduğuna göre, bu, ancak
bunlardan daha sevgili olana yönelmekle mümkün olur. Yoksa daha kuvvetli bir
sevgi bulmadan, kimse evvelki meyl ve muhabbetini terkedemez. İmâm-ı Şibli'ye (rahmetullahi aleyh) zühdden sorduklarında; “Allahü teâlâ hariç, her şeye sırt çevirmektir”
buyurmuştur. Ebû Süleymân-ı Darani de (rahmetullahi
aleyh) buyurdu ki: “Zühd bir çok şekillerde olur. Bize göre zühd, insanı
Allahü teâlâdan alıkoyan her şeyi
terketmektir.”
Allahü teâlâ,
bildiğimiz ve bilmediğimiz her şeyden daha sevgili olduğu için, Allahü teâlâdan başka her şeyi bir tarafa bırakıp,
yalnız Allahü teâlâyı seven kimse, mutlak
sûrette zahiddir. Kişinin Allahü teâlâya
karşı olan sevgisi de, O'nun emirlerine uyup, uymadığından anlaşılır. Her ne
kadar müslümana amelleri karşılığında Cennet nîmetleri verilecekse de, asıl
olan, bütün amelleri Allahü teâlâ için
yapmaktır.
Yalnız
dünyâ zevklerini terk edip, âhıret zevklerinden vazgeçmeyen de zahiddir. Fakat
yukarıdaki durum elbette daha kıymetlidir. Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu
ki: “Haramı terk, herkesin zühdüdür. Seçkin kulların zühdü, mubahların
fazlalarından kaçınmaktır. İrfan ehlinin yâni âriflerin zühdü de, kalbi, Allahü teâlâdan başkasıyla meşgûl olmaktan
sakındırmaktır.”
Büyüklerden
birine; “Bize ne oluyor ki, ölümü istemiyoruz ve ondan hoşlanmıyoruz. Halbuki o
bize mutlaka gelecektir” dediklerinde, o zât buyurdu ki: “Siz ölüme
hazırlanmadınız. Dünyânızı ma’mûr etmeye baktınız. Dolayısıyla, âhıretinizi
harâb ettiniz. Elbetteki ma’mûr olan yerden harâb olan yere gitmek
istemezsiniz. Ama isteseniz de, istemeseniz de, ölüm bir gün mutlaka gelecek,
sonsuz olan âhıret yolculuğuna başlayacaksınız.” Hakikat bu kadar açık bir
şekilde ortada iken, hâlâ dünyâya düşkün olanlara ne kadar şaşılır.
Dünyâ
sevgisi insanı iki cihânda helâke, ondan yüz çevirmek ise saâdete götürür.
Resûl-i ekrem
(sallallahü aleyhi ve sellem); “Kendisine susmak
ve zühd verilen bir kimseyi gördüğünüz vakit, ona yaklaşın. Zirâ o, hikmet
telkin eder” buyurmuştur. Allahü teâlâ
da Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Her kime hikmet
verilmişse, ona çok hayır verilmiştir” buyurmuştur. (Bakara sûresi:
269) İslâm âlimleri bu Hadîs-i şerîf
ve âyet-i kerîmeyi; “Kırk gün dünyâdan yüz çeviren zahidin kalbine, Allahü teâlâ nehirler gibi hikmet akıtır ve diline
hikmetli sözler söyletir” şeklinde tefsîr etmişlerdir.
Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) “Allahü teâlânın seni sevmesini istiyorsan, dünyâda zahid ol”
buyurdu. Hârise (radıyallahü anh), Resûlullah efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem); “Ben hak mü’minim” dediği zaman; “Bunun alâmeti
nedir?” buyurdu. Hârise (radıyallahü anh),
cevâbında; “Nefsim öyle zahiddir ki, altın ve taş bana göre aynıdır. Sanki
Cennet’e ve Cehennem’e bakıyorum” dedi. Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem); “İyi muhâfaza et,
lâzım olanı bulmuşsun” deyip, sonra; “Bu, kalbini Allahü teâlânın
nûrlandırdığı bir kuldur” buyurdu.
Eshâb-ı
kirâmdan (radıyallahü anhüm) biri şöyle
anlatır: Resûl-i ekreme (sallallahü aleyhi ve sellem) “İnsanların hayırlısı
kimdir?” diye suâl ettik. “Kalbi mahmûm, dili doğru olan kimsedir” buyurdu.
Biz; “Kalbi mahmûm ne demektir?” dedik. “Takvâ sâhibi olan, gıll ü gışşı, kin ve çekememezliği
bulunmayan temiz kalbdir” buyurdu. Bunun üzerine biz tekrar; “Bundan
daha hayırlı olan kimdir?” diye sorduk. Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
“Dünyâyı
kötüleyip, âhıreti sevendir” buyurdular ki, bu da ancak zühd
sâhibinde bulunur.
Sahâbeden
bâzısı, Tabiînden olanlara; “Sizin ibâdetiniz sahâbenin ibâdetinden çoktur.
Fakat onlar, sizden daha üstündür. Çünkü dünyâda sizden daha zahid idiler”
dediler. Ömer (radıyallahü anh) buyurdu ki:
“Dünyâda zühd, hem kalb, hem beden rahatlığıdır.” İbn-i Mes'ûd (radıyallahü anh); “Zahidin iki rekat namazı, zahid
olmayanların ömrünün sonuna kadar olan ibâdetlerinden fazîletlidir” ve Sehl-i
Tüsterî de; “Amelin ihlâsla olması, dört şeyden korkmadığın zaman mümkündür;
Açlıktan, susuzluktan, fakirlikten ve hakîrlikten” buyurmuştur.
Rivayete
göre, İslâm fütûhâtı genişleyip İslâmiyet etrâfa yayıldığı ve hazîne, ganîmet
malları ile dolup taştığı vakit, Hazret-i Ömer'in kızı Hafsa (radıyallahü anhâ) babasına; “Etrâftan ziyâretçilerin
geldiğinde, kıymetli ve ince kumaşlar giy, emret de güzel yemekler yaptır. Sen
de ye, misâfirlerine de yedir” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer şöyle buyurdu:
“Ey Hafsa! Hiç kimse kocanın hâlini hanımından daha iyi bilemez. Sen, Resûlullah'ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) zevcesi olduğun için, O'nun hâlini herkesten iyi
bilirsin. Bu kadar yıl kavmi arasında bulundu. Hiç bir vakit hem akşam, hem
sabah karnı doydu mu? Akşam buldu ise sabah, sabah buldu ise akşam bulamadı.
Öyle değil mi? Yine Allah aşkına soruyorum: Hayber fethedilinceye kadar Resûl-i ekrem ve O'nun Ehl-i beyti hurma yiyip
doydular mı? Yine Allahü teâlâ adına sana
sorarım, hatırlar mısın ki, Resûl-i ekreme
yüksek bir sofra getirdiğimiz vakit, üzülmüş, rengi değişmişti. Sonra da o
sofranın kaldırılıp, yemeğin daha alçak bir şey üzerine veya yere konulmasını
emretmemiş miydi? Yine sana yemîn verdiririm. Resûl-i
ekrem, geceleri bir aba üzerinde yatarken, bir gece bu aba dört kat
yapıldığı vakit sabaha kadar uyanamayıp; “Beni gece ibâdetimden alıkoydunuz, bunları ikiye indirin”
demedi mi? Yine sana yemînle sorarım. Resûl-i
ekrem sırtındaki elbiseyi yıkamak için çıkardığı sırada, Bilâl (radıyallahü anh) gelip de “Namaz” diye seslendiği
vakit, giyecek başka elbisesi olmadığı için kuruyuncaya kadar o elbiseyi
beklediğini bilmez misin? Yine yemînle sorarım. Zafer kabîlesinden bir kadın, Resûl-i ekreme, iki parça olan bir elbise
hazırlamıştı. Bunlardan birinin dikilmesi henüz tamamlanmadığı için elbisenin
yalnız bir kısmını önce gönderince, Resûl-i
ekremin sade ona bürünerek namaz kıldırdığını ve başka giyeceği olmadığı
için onu omuzlarına bağladığını bilmiyor musun?” Hazret-i Ömer'in bu
sözlerinden sonra, Hafsa (radıyallahü anhâ) onu
tasdik etti ve her ikisi de kendilerinden geçinceye kadar ağladılar.
Îsâ aleyhisselâm zühd sâhibi olmakta pek ileri idi. Bir
gün Îsâ aleyhisselâm, başının altına yastık
yerine bir taş koyup yatarken, canı uyumak istedi. O anda iblis yanına gelerek;
“Ey Îsâ! Sen dünyâ malından bir şey istemediğini söylemez miydin? Şimdi başının
altındaki taş dünyâ malı değil midir?” dedi. Îsâ aleyhisselâm,
bunu işitince, kalktı ve o taşı tuttuğu gibi iblisin üzerine fırlattı, sonra;
“Ey mel’ûn! Dünyâ ile birlikte bu da senin olsun, al!” buyurdu.
Mu'temir
bir Süleymân şöyle anlattı: “Îsâ aleyhisselâm,bir
gün eshâbının yanına geldi. Üzerinde yünden cübbe, elbise ve iç çamaşırı vardı.
Yalın ayak idi. Ağlıyordu. Saçı taranmamış, açlıktan yüzünün rengi sararmış,
harâretten dudakları kurumuş bir hâlde idi. Eshâbına şöyle dedi: “Esselâmü
aleyküm ey İsrâiloğulları! Ben, Allahü teâlânın
izni ile dünyânın değerini düşürür, ona lâyık muâmele edilmesini söylerim. Bunu
kendimi beğenmek ve öğünmek için söylemiyorum. Benim evim nerededir bilir
misiniz?” Onlar da; “Evin nerededir?” diye sorduklarında, o; “Evim,
mescidlerdir. Esansım, sudur. Katığım, açlıktır,Kandilim, geceleyin parlayan
aydır. Kışın, ateşim güneştir. Çiçek bahçem, sebzelikler, yeşilliklerdir.
Elbisem yün, şiarım izzet sâhibi olan Rabbimden korkmak, sohbet arkadaşlarım
sakatlar ve fakirlerdir. Sabahleyin kalktığımda bir şeyim yoktur. Akşam
olduğunda yine bir şeyim olmaz. Gönlüm rahat, kaygusuzum. O hâlde benden zengin
ve mes’ûd kim vardır” buyurdu.
İbn-i Ömer
(radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: Îsâ aleyhisselâm, havârîlerine buyurdu ki: “Arpa ekmeği
yiyin. Saf su için ve dünyâdan salim ve emîn olarak çıkın. Size kendisinden
bahsettiğim Allahü teâlâ hakkı için şöyle
derim: Muhakkak ki dünyânın tatlısı, âhıret için acıdır. Dünyâ acılığı da
âhıret için iyidir. Allahü teâlâ
kullarını dünyâya sırf dünyâ nîmetlerine kavuşmak, nîmetlerle rahatlamak için
göndermedi. Sizin en kötünüz, nefsinin arzu ve isteklerini ilmine tercih eden
âlimlerdir. Onlar bütün insanların kendileri gibi olmasını severler.”
Şöyle
anlatılır: Merv şehrinin kadısının bir kızı vardı. Merv şehrinin eşrâf ve ileri
gelenleri, bu kızı istediler. Kâdı, meşveret edilecek kişilerle meşveret etti.
Kadının bir hıristiyan komşusu vardı. Bir de onunla meşveret edeyim. Başka
dindendir ama, görünüşte komşumuzdur deyip, onu çağırdı. Onunla meşveret etti.
Hıristiyan komşu, kadıya; “Ey kadı! Bu işte, bizim, bizden öncekilerimizin
sünneti, yâni yolları, âdetleri vardır. Sizin yâni sizden öncekilerin de âdeti,
sünneti vardır. Zamanımızın insanlarının da âdetleri vardır. Şimdi sen
serbestsin. Hangisini istersen seç” dedi. Kadı ona; “Üç yolu da açıkla?” dedi.
Bunun üzerine şöyle anlattı: “Bizden öncekilerin yolu; asîl, soylu birisini
bulup kızını ona verirlerdi. Sizden öncekilerin sünneti, âdeti; takvâ sâhibine
vermekti. Zamanımızdakilerin âdeti ise, zenginleri tercih etmektir. İyi soya,
asalete ve kuvvetli dîne îtibâr etmezler. Sen hangisini seçiyorsun?” Kadı; “Ben
bizden öncekilerin sünneti ile amel eder ve takvâ sâhibini tercih ederim” dedi.
Sonra düşündü. Merv şehrinde kendi kölesinden daha münasibini bulamadı. Kölesi,
Mübârek isminde, müttekî ve dindar bir kimse idi. Kızını ona verdi.
Kölesi,
kırk gün kızın yanına gitmedi. Bu durumdan kızın annesinin haberi olunca,
efendisine yâni kadıya şikayet edip; “Böyle sâliha bir kızı, kölene verdin de,
henüz yüzüne bile bakmadı. Senin bu yaptığın nedir?” dedi. Kadı, kölesi
Mübârek'e; “Ey Mübârek! Sen benim çocuğuma naz mı ediyorsun da, yanına
gitmiyorsun” dedi. Mübârek cevap olarak; “Ey müslümanların kadısı! Ben sizin
kerîmenize nasıl naz ederim de yaklaşmam. Ama siz kadı olduğunuz için, korktum
ki, bu kız sizin evinizde iken şüpheli bir şey yemiştir. Ben ise, lokmalarda
çok dikkat ediyorum ve ona helâl yemek yediriyorum. Vücûdunun kanının tamâmen
temiz olmasını istiyorum” dedi. Kırk gün tamam olunca, hanımının yanına
yaklaştı. O, lokmalarında bu kadar ihtiyatlı olunca, Allahü teâlâ ona, Abdullah isminde bir evlat ihsân etti. İşte
bu çocuk, büyüyünce pek büyük bir âlim olan Abdullah bin Mübârek hazretleri
idi.
Yine şöyle
anlatılır: Şah Şücâ’ Kirmânî’nin bir kızı vardı. Kirman vâlileri ona talip idi.
Şah onlardan üç gün mühlet istedi. Bu üç gün içinde mescidleri dolaştı. Güzel
namaz kılan bir genç gördü. Namazı bitinceye kadar onu seyretti. Sonra yanına
gidip; “Ey genç! Evli misin?” diye sordu. Genç; “Hayır” deyince ona; “Kur'ân-ı kerîm okuyan, takvâ sâhibi ve güzel bir
kızla evlenmek ister misin?” dedi. Genç; “Bana kim kız verir ki, dünyâda üç
dirhemden başka hiç bir şeyim yok” dedi. “Ben veririm, bu üç gümüşün biri ile
ekmek, biri ile katık, biri ile güzel koku satın al” dedi. Şah Şücâ’ kızını o
genç ile evlendirdi. Kızı o fakir gencin evine girdiğinde, bir kuru ekmek
parçası gördü. “Bu nedir?” diye sorunca, genç; “Senin nasîbindir. Yarın sabah
yemek için ayırmıştım?” dedi. Şâh’ın kızı babasının evine doğru gitmeye
başlayınca, genç; “Ah! Ben, Şâh’ın kızının benim yanımda durmayacağını
bilmiştim” dedi. Kız bunu işitince; “Ben senin fakirliğin sebebiyle gitmiyorum,
îmânının zayıflığından dolayı gidiyorum. Sen, akşamdan sabahın ekmeğini
hazırlıyorsun. Ben ise babama çok şaşıyorum. Çünkü o, bunca senedir bana; “Seni
takvâ ve zühd sâhibi birine vereceğim” derdi. Bu gün öyle birine verdi ki,
Rabbine itimat etmiyor. Bu evde ya ben kalırım, ya bu ekmek. Sen karar ver”
dedi. Genç ekmeği bir fakire verdi. Şâh’ın kızı geri döndü ve onunla mes’ûd
olarak yaşadı. İşte Allahü teâlânın velî
kulları bu derece zühd sâhibi idiler.
Âl-i
İmrân sûresinin 81 ve
82. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Hatırla şu zamanı ki, Allahü teâlâ peygamberlere hitâben; Size kitap ve hikmet verdim. Sonra
sizin elinizdeki kitap ve hükümlerimizi tasdik edecek bir peygamber gelecektir.
O'na elbette îmân edecek ve yardımda bulunacaksınız diye söylemiş ve bunun için
peygamberler ve ümmetlerinden ahd, kuvvetli, sağlam söz almıştı.
(Hak teâlâ hazretleri böyle ahd alma sırasında
onlara bu sözleri söyledikten sonra) “Bunu ikrâr ettiniz mi? Bu ağır ahdimi üzerinize alıp kabûl
eylediniz mi? buyurdu. Onlar da; ikrâr ettik dediler. Allahü teâlâ da; öyle ise birbirinize karşı (kendiniz ve size tâbi
olanlar üzerine) şâhid olun. Ben de sizinle beraber şâhidlerdenim. Artık
ikrardan sonra, kim yüz çevirirse, işte onlar îmândan çıkmış asi, fâsık
kimselerdir.”
Bu âyet-i
kerîmede, Hak teâlânın peygamberlerden
ahd aldığı bildirilmektedir. Peygamberden ahd almak, ümmetinden ahd almak
demektir. Zirâ herhangi bir peygamberin, Allahü
teâlâya itâatten yüz çevirmesi, aslâ düşünülemez. Böyle bir şey
mümkün olmadığından, âyet-i kerîmede ümmetler muhatab alınmıştır. Yâni hitâb
peygamberlere değil ümmetleredir.
Tefsîrlerde
zikredildiğine göre, bu âyet-i kerîmeler, peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâmı
haber vermektedir. Âyet-i kerîmede geleceği bildirilen peygamber, Muhammed aleyhisselâmdır.
Allahü teâlâ Muhammed
aleyhisselâmı, dünyânın her tarafında bulunan
insanlara peygamber olarak göndereceğini, vaktiyle bütün peygamberlere ve onlar
vâsıtasıyla bütün ümmetlere haber vermiş, O'nun bu risaletini (peygamberliğini)
kabûl ve ikrâr etmelerini emir buyurmuştur.
Yine Hak teâlâ hazretleri, bütün insanlardan Muhammed aleyhisselâmın
zamanına erecek olanların, muhakkak sûrette O'na îmân getirmelerini ve
kendisine yardım etmelerini emretmiştir. Bununla beraber, buna riâyet etmeleri
husûsunda onların hepsinden ahd yâni kuvvetli söz almıştır.
Bu ahde
uymayanların fâsıklardan olacağı bildirilmiş, bütün bunlar Kur'ân-ı kerîmde haber verilmiştir. Hal böyle
olunca, peygamberlerin hepsi diğerlerini kabûl ve tasdik etmekte ve Muhammed aleyhisselâmın
geleceğini haber verip, O'nu doğrulamaktadırlar. Ayrıca, O, peygamberlerin en
yükseği, en üstünü ve sonuncusu olup, bütün insanlara ve cinnîlere peygamber
olarak gönderilmiştir. Bu bakımdan bütün peygamberler, diğerlerine ve
ümmetlerine, O'nun zamanına ulaşanlardan ne pahasına olursa olsun, O'na inanıp
uymalarını sıkı sıkıya emir ve vasiyet etmişlerdir. Bu husûs çok önemlidir.
Onun için Hak teâlâ hazretleri,
peygamberlerden ve dolayısıyla ümmetlerinden ahid almayı kâfi görmedi.
Peygamberlere hitâben; “Âhır zaman peygamberi olan Muhammed
aleyhisselâma, îmân edip; dînine yardımcı
olacağınızı ikrâr ettiniz mi ve bu şekilde ümmetlerinizden ahid aldınız mı?”
buyurdu. Enbiyâ-i kirâm (aleyhimüsselâm); “Bu minval üzere ahdimizi ikrâr
ettik” dediler. Böylece Hak teâlâ
hazretleri; “Siz, nefsinizin ve ümmetinizin ikrarına şâhid olun. Ben de sizinle
beraber bu ikrarınıza şâhidim” buyurdu.
Bu husûsta
Saf sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Bir vakit Meryem oğlu Îsâ (aleyhisselâm) şöyle demişti: “Ey İsrâiloğulları Ben, size, Allahü teâlânın peygamberiyim. Benden evvel Mûsâ'ya (aleyhisselâm) nâzil olan Tevrât'ı tasdik edici ve benden sonra gelecek
Ahmed (Muhammed aleyhisselâm) ismindeki peygamberin müjdecisiyim. Sonra o (Îsâ
veya Muhammed aleyhimesselâm) apaçık mûcizelerle
onlara geldiğinde; işte bu apaçık bir sihirdir dediler.”
Tefsîr
âlimleri, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde, Ebû Mûsâ el-Eş’arî'nin (radıyallahü anh) şöyle rivâyet ettiğini
zikretmektedirler: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk müslümanların ağır
işkence ve zulüm altında zor duruma düşmeleri üzerine; “Siz Habeş ülkesine gidiniz. Allah sizi orada
ferahlığa kavuşturur ve sizi yine toplar...” buyurdu.
Bunun
üzerine müslümanlardan bir grup, Habeşistan'a hicret ettiler. Habeş hükümdârı
Necâşî, onlarla konuşunca, kendilerine çok yardım etti. Sonra kendisi de
müslüman oldu. Necâşî dedi ki: “Muhakkak ki, Muhammed
aleyhisselâm, Allahü
teâlânın resûlüdür. Îsâ aleyhisselâm
onu müjdeledi. Sâhip olduğum şu mülk ve şu insanların işlerini yüklenmem
olmasaydı, O'na gider nalınlarını taşırdım...”
Abdullah
bin Selâm'ın (radıyallahü anh) rivâyetine göre;
Tevrât’da, Muhammed aleyhisselâmın sıfatı ve Îsâ aleyhisselâmın,
Muhammed aleyhisselâmın
yanına defnedileceği yazılıdır.
Âlimler,
Hücre-i saâdette yâni Peygamber efendimizin
medfûn bulunduğu türbede, bir kabirlik boş yer bulunduğunu, o yerin Îsâ aleyhisselâma âit olduğunu bildirmişlerdir.
Ka'b-ül-Ahbâr'dan
(radıyallahü anh) şöyle rivâyet olunur:
Havârîler, Îsâ aleyhisselâma; “Ey Rûhullah!
Bizden sonra gelecek bir ümmet var mıdır?” diye suâl ettiler. Bunun üzerine Îsâ
aleyhisselâm; “Evet. Sizden sonra hakîm, âlim
ve takvâ sâhibi bir ümmet gelecektir. Onlar, ilimde sanki peygamberler gibidir.
Onlar az bir rızıkla Allahü teâlâdan
râzıdırlar, Allahü teâlâ da az bir
amelleri sebebiyle onlardan râzıdır.”
Görüldüğü
gibi. Îsâ aleyhisselâm, Peygamber efendimizi Ahmed ismiyle haber
vermiş ve geleceğini müjdelemiştir. Ahmed, Resûlullah
efendimizin güzel isimlerinden biri olduğu gibi, mânâ bakımından
hamd ve senâsı, medhi en ziyâde ve çok olan demektir. Nitekim bizzat kendileri
bir Hadîs-i şerîflerinde, isimlerinin
Kur'ân-ı kerîmde Muhammed, İncîl’de ise Ahmed olarak
bildirildiğini haber vermişlerdir. Resûlullah
efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem),
Ahmed isminin iki mânâda olabileceği bildirilmiştir:
1-
Peygamberler (aleyhimüsselâm) Allahü teâlâya
çok hamdederler. Fakat Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâya hamdetmekte bütün peygamberlerden
daha ileridedir. Ahmed ism-i şerîfi bunu ifâde etmektedir.
2- Güzel
hasletleri sebebiyle peygamberler medholunurlar. Fakat medholunacak, övülecek,
güzel huylar ve fazîletler bakımından Muhammed
aleyhisselâm diğer peygamberlerin hepsinden
daha ileridedir.
Başta,
Buhârî, Müslim, Tirmizî, Dârimî, Nesâî ve başka hâdis âlimlerinin (rahmetullahi aleyhim) bildirdikleri bir hadîs-i şerîfte de buyruldu ki: “Benim müteaddid
isimlerim vardır. Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im. Ben Mâhî'yim
ki, Allahü teâlâ benimle küfrü yok eder. Ben Hâşir'im ki, halk, kıyâmet günü
benim izimce haşrolunacaktır. Ben Âkıb'ım (Sonuncuyum) ki, benden sonra
peygamber yoktur.”
Peygamberlerin
hepsi, Muhammed aleyhisselâmın geleceğini haber vermişlerdir. Îsâ aleyhisselâm da, O'nun gelmesinin çok yakın olduğunu
müjdelemiştir. Bu sebeple, peygamberler içinde, ümmetlerine Muhammed aleyhisselâmdan
en çok bahseden Îsâ aleyhisselâm olmuştur. Resûlullah efendimiz de Hazret-i Îsâ ile olan
yakınlıklarını, Hadîs-i şerîflerinde
beyân buyurmuşlardır.
Muhammed
bin İshak, Sevr bin Yezid'den, o Hâlid bin Ma'dân'dan, o da Resûlullah'ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) Eshâbından alarak şöyle dedi: Eshâb-ı kirâm
aleyhimürrıdvân dediler ki: “Yâ Resûlallah! Bize kendinizden haber verir
misiniz?” Buyurdu ki: “Ben, ceddim İbrâhim'in duâsıyım. Kardeşim Îsâ’nın
müjdesiyim! Annemin ise rüyâsıyım. O bana hâmile iken Şam saraylarını
aydınlatan bir nûrun kendinden çıktığını görmüştü...”
Peygamberlik,
İsrâiloğulları içinde Îsâ aleyhisselâma
ulaşınca, onlar arasında kalkıp; “Artık peygamberlik, İsrâiloğullarında son
buldu. Bundan sonra peygamberlerin mutlak sonuncusu olan Nebî, Arabî, ümmî
Ahmed gelecektir. O, Muhammed bin
Abdullah bin Abdülmuttalîb bin Hâşim olup, Halîlullah İbrâhim aleyhisselâmın oğlu. İsmâil'in (aleyhisselâm) neslindendir” buyurdu.
İshak bin
Bişr (rahmetullahi aleyh), senetleri ile Ebû
Hüreyre'den bildirir: Allahü teâlâ, Îsâ
bin Meryem'e vahyedip buyurdu ki: (Ey Îsâ! Emrimi yerine getirmeye çalış. Sakın
gevşeklik gösterme! Ey çok temiz, iffetli hanımın oğlu, dinle ve itâat et! Seni
âlemlere, âyet, alâmet olarak yarattım. Bana ibâdet ve tevekkül eyle! Kitabı
kuvvetli tut, onu açıkla! Onlara beni anlatırken, haktır, haydır, hiç zeval
bulmaz de! Ümmî, Arabî peygamberi, deve ve tâc (sarık), kaftan, nalın ve kılıç
sâhibini tasdik etsinler. O (yani Muhammed
Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem); iri
gözlü, geniş alınlı, nûr yüzlü, hafif kıvırcık saçlı, sık sakallı, kaşları
arası açık, latîf burunlu, ön dişleri seyrek, alt dudağı ile çene arası
çukurca, boynu gümüş ibrik gibi, mübârek karnı geniş olup, göğsü ile karnı
beraber, göğsü geniş, avuçlarının içi geniş, bakmak isteyince bütün bedeni ile
dönen, yürüyünce sanki taşlık bir yerden yürüyor ve yukarıdan aşağı iniyormuş
hissini veren, yüzündeki ter, inci taneleri gibi olup, kendisinden misk kokusu
yayılan, kendinden önce ve sonra misli görülmemiş ve görülmeyecek olan, boyu,
huyu, kokusu güzel, hanımı çok, nesli az, nesli ancak mübâreklerden olan bir
şanlı peygamberdir. Cennet’te bir sarayı vardır. Onda sıkıntı ve gürültü
yoktur. Benim katımda öyle bir yeri vardır ki, insanoğlundan oraya ulaşan kimse
yoktur. Sözü Kur'ân, dîni İslâm'dır. Ben ise Selâm'ım. Tûbâ, O'nun zamanına
ulaşıp, O'nun günlerini görüp, sözünü dinleyenlerin, O'na tâbi olanlarındır.”
Hişâm bin
Ammâr, Velîd bin Müslim'den, o Abdurrahmân bin Zeyd'den, o da babasından (rahmetullahi aleyhim) şöyle bildirir: Hazret-i Îsâ;
“Yâ Rabbî! Bu merhume ümmetten bana haber ver” dedi. Allahü teâlâ da buyurdu ki: “Ahmed'in (sallallahü
aleyhi ve sellem) ümmetidir. Peygamberler gibi âlim ve hâkimlerdir.
Onlara az bir şey versem, benden râzı olurlar. Ben de az bir amelleri sebebiyle
onlardan râzı olurum. La ilâhe illallah demeleri ile onları Cennet’e sokarım.
Ey Îsâ! Cennet’te bulunanların çoğunu onlar teşkil eder.” Bunu, İbn-i Asakir
rivâyet etti.
Yine İbn-i
Asakir senetleri ile bildiriyor ki: Allahü teâlâ
Îsâ aleyhisselâma vahy edip buyurdu ki: “Ey
Îsâ! En çok düşündüğün, en fazla kıymet verip azîz tuttuğun şey, benim emir ve
yasaklarım olsun. Onlara tam uy. Âhıretin için benim rızâmı azık tut. Nafile
ibâdetlerle bana yaklaş ki, seni seveyim. Benden başkasına dönme. Ziyan
edersin. Belalarıma sabret. Kazâma râzı ol! Senden râzı ve memnun olmama çalış.
Benim memnuniyetim ve rızâm, itâat etmeye (bağlıdır.) İsyâna değil. Bana yakın
ol. Zikrimi dilinde devamlı et. Muhabbetim kalbinde olsun. Ömrünün hiç bir ânı
gaflet ile geçmesin. Beni arayıcı, bana koşucu ol. Kalbin, haşyetimden ölecek
gibi olsun. Benim rızâmı kazanmak için geceleri kolla, uyuma; mahşer gününde
susuz kalmamak için gündüzleri su içme, yâni oruç tut. Gayretini iyiliklere
sarf et. Her yerde iyilik üzere ol, yüzün hayra, iyiliğe dönük olsun. Kullarım
arasında nasîhatimle bulun, onlara adâletimle hükmet. Gözünü yorgunluk
perdesinden koruyup parlattım. Ölü misâli yatıp uyuma, çünkü dirisin, nefes
alıyorsun.
Ey Meryem
oğlu Îsâ! Kulum, kendini benim huzûrumda küçük ve aşağı tutmadıkça, kâmil îmân
etmiş olmaz. Benim için alçalırsa sevâbını bulur. Seni şâhid tutarım ki, o kul,
değişmediği ve benim yolumu değiştirmediği müddetçe azâbımdan emîndir.
Ey bekâr,
temiz, çok iffetli Meryem'in oğlu Îsâ! Yaşadığın müddetçe kendin için ağla!
Dünyâdan ve dünyâ ehlinden uzak dur. Dünyâ lezzetlerini, dünyâyı sevenlere
bırak. Tatlı ve yumuşak sözlü, açıkça selâm verici ol. Herkes uyurken, sen
uyanık bulun. Âhıretle ilgili tehlikelerden sakın, geleceğe âit korku ve
belâlardan kurtulma çârelerini ara. Çoluk-çocuğun ve malın fayda vermediği gün
gelmeden hazırlan. Gâfiller gülerken, sen gözüne hüzün mili ile sürme çek.
Bunda sabırlı ve sevap bekleyici ol. Sabredenlere vâd ettiklerime kavuşursan,
sana müjdeler olsun. Dünyâdan maksadın, âhıreti kazanmak olsun. Sende
kalmayacak olanı tatsan da, tadı nerede! Sana gelmeyenden ise, zâten tat
alamazsın. Dünyâdan, sana yetecek kadarla yetin, rahat ol! Gör ki, bunlarla
nelere ulaşacaksın. Hesaplı amel et. Çünkü mesul olacaksın. Eğer sâlih evliyâm
için hazırladıklarımı gözlerin görseydi, kalbin erir, canın çıkardı.”
Ebû
Huzeyfe'nin (radıyallahü anh) rivâyetine göre, Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma
vahyedip, buyurdu ki: “Ey Îsâ! Gökleri ve yeri yarattığım zaman; bana ibâdet
edip, senin ve annen için benim söylediğimi söyleyenleri sana komşu, arkadaş
yapacağımı, sana olan iyilik ve ihsânımda onları da sana ortak edeceğimi takdir
ettim. Yine gökleri ve yeri yarattığım zaman, seni ve anneni ilâh edinenlerin
Cehennem’in en dibinde azâb görmelerini takdir eyledim.
Gökleri ve yeri yarattığım gün, dînimi kulum Muhammed'in elinde kuvvetlendirmeyi ve O'nunla
peygamberlerin sonunu getirmeyi irâde eyledim. O Mekke'de doğar, Medîne'ye
hicret eder ve Şam'a sâhip olur. O kaba ve sert değildir. Sokaklarda gürültü
etmez. Giyinmede, süste, konuşmada yaramaz söz etmez. Her işte, her şeyde O'na
güzel istikamet veririm. Her iyi ahlâkı ona ihsân ederim. İçini takvâ ile
doldururum. Hikmeti O'nun aklı, vefâyı O'nun tabîatı, adâleti, O'nun sîreti,
hakkı O'nun şeriatı, İslâm'ı O'nun dîni ederim. İsmi Ahmed'dir. O'na hidâyet ve
ilim verir, şânını yüceltirim. O'nun eliyle insanlara hidâyet veririm. O'nunla;
duymayan kulakları, perdeli kalbleri açarım. Çeşitli zararlı düşünce ve
istekleri O'nun vâsıtasıyla yok ederim. Onlar marûfu emir ve münkeri nehyederler.
İsmime karşı saygılı, ihlâslı olup, peygamberlerin getirdiklerini tasdik
ederler. Mescidlerinde, meclislerinde, evlerinde ve bulundukları ve gittikleri
yerlerde onlara tesbîh, takdis ve tehliller veririm. Rükû ve secde ederler,
benim için namaz kılarlar. Benim uğrumda saflar ve kitleler hâlinde cihâd
ederler. Kurbanları kanlarıdır. İlmin aslı kalblerinde olur. Gece bana ibâdette
abid, gündüz benim için cihâdda arslandırlar. Bunlar benim onlara fazîlet ve
ihsânlarımdır. Bunları dilediğime veririm. Ben büyük fazîletler, ihsânlar
sâhibiyim.”
İsevîlik, Allahü teâlâ tarafından Hazret-i Îsâ’ya bildirilen semâvî, ilâhî dindir. Îsâ aleyhisselâmın bildirdiği, tebliğ ettiği bu dîne Îsevîlik, onu kabûl edip tâbi olanlara da İsevî denilmiştir. Bilindiği gibi, Hazret-i Îsâ, Kudüs yakınlarında bulunan Nâsıra kasabasında yetişmiş idi. Bu bakımdan Hazret-i Îsâ’nın bildirdiği dîne Nâsranîlik ve Nâsrâniyyet, ona tâbi olanlara da Nâsrânî ve çoğul olarak Nasârâ denilmiştir.
Îsâ aleyhisselâm yahudi dînini ıslâh için gönderildi. Yâni hakîkî İsevîlik, ıslâh edilmiş yahudi dînidir. İsevîlik dîni, sonradan değiştirildi ve hıristiyanlık ortaya çıktı. Şu hâlde hıristiyanlık, aslı bozulmuş olan semâvî dinlerden biridir. Semâvî din, değeri üstün ve yüce olan, ilâhî bir kaynağa dayanan ve tek Allah'a inanmayı kabûl eden hak din demektir. Hıristiyanlığın aslı, ilâhî vahye dayanır. Allahü teâlâ tarafından Hazret-i Îsâ'ya gönderilmiştir. Hazret-i Îsâ, 30 yaşında iken, Benî İsrâil'e peygamber olarak gönderildi. Bozulan yahudilik dîninin hükümlerini neshetti (yürürlükten kaldırdı). Kendisine İncîl kitabı verildi. İncîl’de, Allahü teâlânın bir olduğu, Hazret-i Îsâ'nın Allahü teâlânın kulu ve peygamberi olduğu ve bundan sonra âhır zamanda Ahmed (diğer adı ile Muhammed aleyhisselâm) isminde bir peygamber geleceği yazılıydı.
Îsâ aleyhisselâm peygamber olarak vazifelendirilince, önce bu yetiştiği kasaba halkına dîni tebliğ etmeye başladı. Mûsâ'nın aleyhisselâm gösterdiği doğru yoldan ayrılan yahudiler, bundan sonra çok sıkıntı çektiler. Zulüm ve işkence gördüler. Çeşitli devletlerin esâreti altında yaşadılar. Kendilerini bu esâretten ve zulümlerden kurtaracak bir peygamber bekliyorlardı. Hazret-i Îsâ peygamber olarak gönderilince, beğenmediler ve ona îmân etmediler. Hattâ Hazret-i Îsâ’yı öldürmeye teşebbüs ettiler. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı göke çıkardı.
Hazret-i Îsâ göke çıkarıldıktan 40 sene sonra Romalılar, Kudüs'e hücûm ettiler. Yahudilerin kimini öldürdüler, kimini esir aldılar. Kudüs'ü de yağmaladılar ve yakıp, yıktılar. Tevrât nüshalarını ve başka din kitaplarının hepsini yaktılar. Kudüs şehri harâbe hâline geldi. Yahudiler bundan sonra derlenip toparlanamadılar. Dağıldıkları yerlerde hor, hakîr ve aşağılanarak yaşadılar.
Hazret-i Îsâ'nın 12 havârîsinden birisi olan Yehuda mürtet olunca, yerine Matthias'ı havârî seçtiler ve etrâfa dağılıp İsevîlik dînini yaymaya başladılar. Bunlardan Barnabas, havârîlerin en eskilerindendir. Kıbrıslıdır. Anadolu'yu ve Yunanistan'ı dolaşmıştır. Hazret-i Îsâ'nın semâya kaldırılmasından otuz sene sonra Kıbrıs'ta şehîd edildi. Bugünkü hıristiyanlar, Barnabas'ı havârîlerden kabûl etmemekte, onun yerine Thomas'ı kabûl etmektedirler. İsevîlik yayılmaya başlayınca, yahudiler, putperestler, Yunanlılar ve Romalılar, hep birleşip bu dînin karşısına çıktılar.
Hazret-i Îsâ'nın dînine inananlar yakalanıp öldürüldüler. Hattâ sirklerde vahşi hayvanlara yem oldular. Fakat hak olan bu din, kendini tanıtmakta ve sevdirmekte gecikmedi. İsevîler dinlerini gizli gizli sürdürmeye başladılar. Gizli yerlerde kurdukları mabetlerde ibâdet ettiler. Fakat Allahü teâlânın gönderdiği bu dînin, doğru olarak yayılması ve değiştirilmeden kalabilmesi ancak 80 sene sürebildi.
Peşâver Üniversitesi öğretim üyelerinden, Ülfet Aziz Essamed,1399 (m. 1976) senesinde üçüncü baskısı Pakistan'da yapılan, “A Comparative Study of Christianity and İslâm” yâni İslâmiyet ile Hıristiyanlığın bir mukayeseli incelenmesi isimli kitabının, hıristiyan akîdelerinin kaynağı kısmında diyor ki:
Îsâ aleyhisselâmın tebliğ ettiği nasrânilik ile, göğe yükseltilmesinden sonra tesis edilen ve çeşitli kiliselerin inandığı hıristiyanlık, birbirinden çok farklıdır.
Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın emirlerini, ümmetine tebliğ ve onlara vâz ve nasîhat eden ve insan olan bir peygamber idi.
Ümmetinden, tevbe etmelerini ve eski, bozuk, kötü âdet ve alışkanlıklarından vazgeçmelerini istemişti. Îsâ aleyhisselâm, yeni bir dînin kurucusu değildi. Mûsâ aleyhisselâmın şeriatının yenileyicisi idi.
İsevî dîni, vâz ve nasîhat idi. Bu dinde vaftiz ve işâ-i rabbânî gibi, âyinler de yok idi.
O, günâhlara keffâret olarak ve çarmıha gerilerek kurban edilmeye gelmemişti.
Îsâ aleyhisselâmın, göğe yükseltilmesinden hemen sonra, kendisine îmân eden ve yakın arkadaşları olan havârîler, kendilerine resûller ismini verdiler.
Havârîler, hiç şüphesiz Îsâ aleyhisselâmın yolunda olan, tek Allah'a inanan ve Îsâ aleyhisselâmı O'nun peygamberi bilen kimselerdi. Havârîler, her işte Îsâ aleyhisselâmın kendilerine emrettiği gibi, Mûsâ aleyhisselâmın şerîatına göre amel ettiler.
Filistin civarında büyük yahudi cemâatleri oturmakta idi. Fakat, Kudüs'de oturan yahudiler, dünyâ yahudilerine göre çok azdı.
İskenderiyye şehri, büyük bir kültür merkezi idi. Burada birçok dîni ve felsefî görüşler öğretiliyordu.
Yahudilerin parçalanmaları ve bozulmaları, Yunan felsefesi ve mevcut putperest cemâatlerin tesiri ile olmuştu. Bu putperest cemâatlerin, her biri kurtarıcı tanrılar edinmişlerdi.
Îsâ aleyhisselâm, peygamberlik vazifesini yapmaya başladığı zaman, yahudilerden bâzıları, onu, beklenilen Mesîh kabûl ettiler. (Îsâ aleyhisselâmın, üç sene gibi kısa bir zaman süren tebliğinden sonra, kendisine inanan yahudiler çoğaldı.) Ancak, onun sözlerini ve zâtını; Yunan felsefesi ve putperest cemâatlerin fikirleri ışığında, tefsîre tâbi tuttular. Böylece, Îsâ aleyhisselâmın hakîkî dîni, değiştirilmeye başlandı. Îsâ aleyhisselâmın yolunu öğretmek yerine, onun şahsını yüceltmek teşebbüsleri de bu değişikliğin ilk işâretleri oldu.
Hazret-i
Îsâ'nın hak olan dîni, az zaman sonra yahudiler tarafından sinsice
değiştirildi. Bolüs adındaki bir yahudi, Îsâ’ya inandığını söyleyerek ve
İsevîliği yaymaya çalışıyor görünerek, hakîkî İncîl’i yok etti. Dört kişi
ortaya çıkıp, oniki havârîden işittiklerini yazarak, İncîl adında dört kitap
meydana geldi ise de, Bolüs'ün (Paulos) yalanları, bunlara da karıştı. Bir
yahudi olan Bolüs, Yunan felsefesi ile meşgûl oluyordu. Havârîlerden Barnabas
ile senelerce arkadaşlık yaptı. Yıkıcılık taşıyan bozuk fikirlerini ona aşılamak
istedi; muvaffak olamayınca, açıkça düşmanlık yapmaya başladı. Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyen Bolüs, İsevî görünüp
kendisini din âlimi tanıtarak; “Îsâ Allah'ın oğludur” dedi. Daha başka şeyler
de uydurup söyledi. Şarabın ve domuzun helâl olduğunu bildirdi. Namazdaki
kıbleyi Mescid-i Aksâ'dan şarka yâni güneşin doğduğu tarafa döndürdü. “Allah'ın
zâtı birdir, sıfatları üç türlüdür” dedi. Bu sıfatlara Uknum adı verildi.
Bolüs'ün sapık fikirleri, Yunan filozofu Eflatûn'un felsefesine dayanıyordu.
Eflatun felsefesine göre bir çok puta tapmak, her tanrı için ayrı bir put
yapmak doğru değildi. İlâhlar hakîkatte üçtür: 1- Bunlardan en büyüğü, görünmez
yaratıcı ilâh (ekinom). 2- Görünen veya hissedilen ve birincisinin veziri,
yardımcısı olan logos (mantık), 3- Görünen ve bilinen kâinâtdır. İşte Bolüs,
hıristiyanlığı buna benzetmek istemiştir. Hazret-i Îsâ; “Ben ancak sizin gibi
bir insanım” dediği hâlde, onu “Allah'ın oğlu” olarak kabûl etmiş, buna bir de
“Rûh-ul kuds” ekleyerek “Baba-oğul-kutsal rûh” adı altında üçlü tanrı
manzumesini meydana getirmiştir.
Barnabas
(Barnabe) adındaki havârî, Bolüs'ün yalanlarına aldanmadı. Hazret-i Îsâ'dan
işittiklerini ve gördüklerini doğru olarak yazdı ise de, kendi adı ile anılan
İncîl’i de yok edildi. Günümüze kadar ancak bir nüshası gelebildi.
Bu durumda
Îsevîler ikiye ayrıldı. Bolüscüler ve Barnabascılar. Bolüscüler, yanlış
propaganda ve okşayıcı sözlerle, Avrupa krallarını elde edip kuvvetlendiler.
Barnabas'ın yolunda olanlar; “Hazret-i Îsâ insandır. İlâh değildir. Allah'ın
oğlu da değildir. Ona tapılmaz” diyorlardı.
Uydurma
İncîller zamanla çoğalarak, her yerde birbirini tutmayan başka başka İncîller
okunur oldu. Büyük Konstantin putperest iken, mîladın 313. senesinde
hıristiyanlığı kabûl etmiş, İstanbul şehrini büyütüp imâr etmiş ve
Konstantiniyye ismini vermişti. Bir konsil toplayarak, İncîl nüshalarını dörde
indirtmiş, ayrıca eski dîni olan putperestlikten de pek çok şeyi bu İncîllere
sokturmuştu. Noel gecesinin yılbaşı olmasını da kabûl etmiş, böylece yeni bir
hıristiyanlık dîni kurulmuştu.
Barnabas'ın
yazdığı İncîl’de, Allah'ın bir olduğu bildirilmişti. Fakat bu İncîl elde
bulunmadığı için, filozof diyerek kıymet verdikleri Eflatun’un ortaya atılan ve
İncîllere sokulan teslis (üçlü tanrı) fikri, kabûl edilen dört bozuk İncîl’de
aynen bırakılmıştı. Aryûs ismindeki bir papaz, bu dört İncîl’in yanlış
olduğunu, Allah'ın birliğini, Hazret-i Îsâ'nın O'nun oğlu değil, kulu olduğunu
söyledi. Fakat söz geçiremedi. Onu dinlemedikleri gibi aforoz ettiler. Aryûs,
Mısır'a kaçtı ve orada tevhidi (tek Allah inancını) yayarken öldürüldü.
Konstantin'den
sonra gelen krallar, Aryûs'un mezhebi ile, yeni hıristiyanlık arasında şaşkına
döndüler. İstanbul'da ikinci, sonra üçüncü, daha sonra, İzmir ile Aydın
arasında bulunan Efes’te (Ephesus) dördüncü, Kâdıköy'de beşinci ve İstanbul’da
altıncı meclisler kurulup, yeni yeni İncîller meydana çıktı. Nihâyet Luther
Martin ve Calvin (Kalven) son değişiklikleri yapıp, yalanlar da katılarak,
birbirine uymayan farklı İncîller yazıldı. Böylece, hıristiyanlık ismiyle, akıl
ve hakîkat dışında bir din meydana geldi. Bu sebeplerden Avrupa'da
Hıristiyanlığa karşı, yerinde olarak yapılmış olan hücûmlar, hâlâ devam
etmektedir.
Hıristiyanların,
bu mantığa uymayan üçlü tanrı inancını ortaya koymaları ve böylece İsevîlik dîninin
esasını değiştirmesi, din adamları olan papayı günâhsız kabûl etmeleri,
insanların günâhkâr olarak doğduklarını iddia etmeleri, hak dînini asıl doğru
hâlinden çıkartmış, hele, İncîl’de yazılı olduğu hâlde, son peygamber Hazret-i Muhammed'i kabûl etmemeleri, bugün bile
İncîl’de mütemadiyen değişiklikler yapmaları, cenâb-ı
Hakk'ın gadabına sebep olmuştur. Bu husûsta âyet-i kerîmede meâlen
buyruldu ki:
“Ey ehl-i kitap!
Dîninizde haddi aşmayın ve taşkınlık etmeyin. Allahü teâlâyı hak üzere bilin. Allahü teâlâyı tenzih edin. (O'na zevce ve çocuk isnat etmekle
iftirâda bulunmayın. Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın oğludur gibi sözler söylemeyin.) Allahü teâlâya karşı ancak hak olanı söyleyin. Muhakkak ki, Meryem oğlu
Îsâ (aleyhisselâm) Allahü teâlânın resûlü, peygamberidir. O'nun, Meryem'e ilkâ edip
bıraktığı kelimesidir. (“Ol” emriyle vâsıtasız olarak yarattığı,
vücûda getirdiği mahlûkudur.) Allahü teâlâdan bir rûhtur.
(Hazret-i Îsâ’ya O'ndan bir rûh buyrulması, Allahü
teâlânın “Ol” emri ile yaratıldığı içindir.)
Artık Allahü teâlâya, peygamberlerine
(ve peygamberleri vâsıtasıyla size haber verilenlere) îmân edin de ilâh üçtür demeyin. Böyle
söylemekten çok sakının ki, bu sakınmanız sizin için pek hayırlıdır. Muhakkak
ki, Allah bir tek ilâhdır. Çocuğu olmaktan münezzehtir (uzaktır). Göklerde, yerde ve
ikisi arasında ne varsa hepsi O'nun mülkü ve mahlûkudur.
Başka hiç bir şâhid
bulunmasa bile, Allahü teâlânın vahdaniyetine,
birliğine, kendi şâhidliği yeter. Bütün mahlûkât O'na muhtâçtır. O ise bütün mahlûkâtın hepsinden ganîdir, zengindir, bütün
mahlûkâtın işlerine vekildir, kefildir.” (Nisâ sûresi: 171-172)
Tefsîr
âlimleri bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyorlar ki: “Dininizde haddi aşmayın...”
hitâbı, yahudiler ve hıristiyanlaradır. İfrat ve tefrîtte bulunmayın demektir.
Çünkü onlardan bir kısmı, Hazret-i Îsâ'ya hürmet ve tâzimde, onun ilâh olduğunu
söyleyecek kadar ileri gitmişlerdi.
Bâzıları
da, onun şânına yakışmayacak iftirâlarda bulunmuşlar -haşa- zinâ ile, gayr-ı
meşru olarak doğduğunu söyleyerek ona hakâret etmişlerdi.
“Allahü teâlâya karşı ancak hak olanı söyleyin…” demek, “Allahü
teâlânın ortağı ve çocuğu olduğu, O'nun Hazret-i Îsâ’nın bedenine
girdiği, onunla birleştiği gibi yanlış ve bozuk iddialarda bulunmayın. Allahü teâlâyı bunlardan tenzih edip uzak tutun”
demektir.
Rivayete
göre Îsâ aleyhisselâmın semâya
yükseltilmesinden (kaldırılmasından) sonra nasârâ (İsevîler), seksen yıl
müddetle hakîkî Îsevîlik dîni üzere kaldılar. Bu zaman zarfında Îsevîliği
yaymak için pek çok gayret gösterdiler. İsevîliğin değiştirilip bozulması asıl
bundan sonra başladı. Bu değiştirilme ve bozulmada, Bolüs isimli münâfık bir
yahudinin yaptığı hâince çalışmalar çok tesirli oldu. Onun, İsevîlik dînini
değiştirmekte nasıl çalıştığı husûsunda; Tibyan tefsîrinde, yukarıda meâli
verilen Nisâ sûresinin 171. âyet-i kerîmesinin tefsîrinde şu rivâyet yer
almaktadır:
Rivâyete
göre o zamanda Yahudilerle nasârâ arasında harb olmuştu. Yahudiler arasında
bulunan Bolüs, cesâreti ile meşhûr idi. İsevîlerden çok kimseyi şehîd etti.
Sonra yahudilere dedi ki: “Eğer hak olan din Îsâ’nın aleyhisselâm
dîni ise, biz kâfiriz ve gideceğimiz yer Cehennem’dir. Onlar ise, Cennet’e
giderler. Şimdi ben istiyorum ki, bir hîle ile onları dalâlete düşüreyim.
Böylece onlarda hak dîni terk etmek sûretiyle Cehennem’e girsinler.”
Bolüs’ün,
Ukâm adında bir atı vardı. Onun üstünde muhârebe ederdi. Bir gün bu atı
boğazladı. Sonra da yüzüne gözüne toprak sürmek sûretiyle pişmanlığını izhar
ediyor gibi göründü. Bunun üzerine İsevîler ona, niçin böyle yaptığını
sordular. Onlara; “Semâdan bana bir nidâ geldi ve; Yahudilik dînini terkedip,
İsevî olmadıkça, senin tevben kabûl olmayacaktır diye söylendi” dedi.
İsevîler,
Bolüs gibi birinden bunları duyunca pek çok sevinip, onu ibâdethanelerine
götürdüler. Bolüs, bir sene orada kalıp ibâdet ve tâat yapıyor göründü. İncîl’i
öğrendi. Onlara İncîl’i okurdu. İsevîler onu canı gönülden sevdiler. Artık
İsevîlerin en önde gelen âlimlerinden olarak tanınıyordu. Nihâyet bir gün
yanında bulunan İsevîlere; “Bana, tevben kabûl oldu diye nidâ geldi” dedi.
Îsevîler ona daha çok muhabbet ve iltifât eder oldular. O da çok sinsi hareket
ediyor, hiç açık vermiyordu.
Bundan
sonra Anadolu'ya doğru gitmek istedi. Giderken yerine Nestûr ismindeki İsevîyi
halîfe tâyin etti. Ona Îsâ, Meryem ve Allah olmak üzere üç tane ilâh
bulunduğunu söyledi.
Ya’kûb
isimli Îsevî ile görüşüp, ona da; “Îsâ aleyhisselâm
ne cisimdir, ne de insandır. O, Allahü teâlânın
oğludur” dedi. Melekâ isimli Îsevî ile görüşüp ona da, Hazret-i Îsâ’nın ilâh
olduğunu söyledi.
Bunların
her üçü ile, ayrı ayrı ve gizli olarak görüşüp, her birine; “Sen benim has
halîfemsin. Ben Îsâ aleyhisselâm için yarın
kendimi kurban edeceğim. Sen, benden sonra İsevîleri sana bildirdiğim şekilde
etrâfına topla!” diye söyledi.
Bundan
sonra Nestûr, Ya’kûb ve Melekâ ortaya çıkıp, her biri, kendisinin Bolüs’ün
halîfesi olduğunu iddia ederek insanları etrâflarında toplamaya çalıştılar.
Böylece Îsevîlik bozulmuş, 72 bozuk fırka ve aslı ile hiç alakası olmayan yeni
bir din ortaya çıkmıştı. Bu üç kişinin her birine çok kimseler tâbi olup,
böylece birbirine muhalif, üç ayrı grup meydana geldi. İtikatta bölündüler. Her
kısımda olan, diğerinin yanlış ve bozuk yolda olduğunu söyledi. Bunun yanında
hakîkî Îsevîler, bunların hepsinin yanlış yolda olduklarını, Hazret-i Îsâ'nın,
ilâh olmadığını, Allahü teâlânın oğlu
olamayacağını, onun, Allahü teâlânın kulu
ve resûlü olduğunu söylediler. Hakikati anlatmaya bütün gayretleri ile
çalıştılar.
Bütün
bunlara rağmen, Bolüs'ün sapık fikirleri zamanla yayıldı ve birçok kilise
papazı tarafından tasvip gördü. Böyle inanan hıristiyanlar, Avrupa krallarını
elde edip kuvvetlendiler. Zamânla bozuk olan hıristiyanlık, büyük devletlerin
resmî dîni hâline gelince, Orta çağda karanlık bir devir başladı. Hazret-i
Îsâ'nın telkin ettiği; “İnsanlık, merhamet, şefkât” esasları tamâmen unutuldu.
Bunun
yerine hıristiyanlar, kin ve nefreti, düşmanlığı ve zulmü ele aldılar.
Hıristiyanlık adı altında akla sığmaz zulümler, haksızlıklar yaptılar. Galile
gibi dünyânın döndüğünü bildiren bir bilgini dinsizlikle itham ederek; ona;
sözünü geri almadığı takdirde öldüreceklerini söylediler. İnsanın tüylerini
ürperten engizisyon mahkemeleri kurarak, yüzbinlerce insanı haksız yere ve çok
kereler sırf servetlerini ele geçirmek için “dinsiz” adı altında türlü türlü
işkenceler yaparak öldürdüler. Ancak Allah'a mahsus olan “Günâh affetmek”
kudretini, papazlara verdiler. (!) Bunlar da, para karşılığı günâhları
atfettiler. Hattâ Cennet’ten yerler sattılar. Papalar, türlü bahanelerle
kralları bile aforoz ettiler. Hıristiyanlık dînine papazların evlenmemesi,
evlenmiş olan kimselerin kat’îyyen boşanmaması, günâh çıkarmak mecbûriyeti
gibi, mantık dışı kâideler konuldu. Dünyâda yaşamak adeta günâh sayıldı.
Hıristiyan
din adamlarının ileri gelenlerinden, Dr. Morton Scott Enslin; Christian
Beginnings kitabının ikinci kısım 187. sayfasında diyor ki: İsevîlik,
yahudilerin yaşadıkları yer olan Filistin'den, putperest milletlerin
memleketlerine yayıldı. Bu yayılma, birçok değişmelere sebep oldu. İsevîler,
Mûsâ aleyhisselâmın şeriatinden uzaklaştılar.
Îsâ aleyhisselâmın tebliğ ettiği din
bilgilerini, putperestlerin kabûl edebilecekleri hâle getirdiler. Böylece
tutarsız, akıl ve mantığın dışında bir din meydana geldi.
Roma
imparatorluğunda birkaç çeşit putperest cemâat vardı. Bu cemâatler, îtikâd
(inanç) îtibârı ile, birbirinden çok farklı idi. Fakat, hepsi inançlarında şu
dört husûsa yer vermişti.
1- Hepsi,
kurtarıcı bir tanrıya inanıyor ve onun ölümünü, insanların günâhları için
keffâret ve ona inananlar için kurtuluş kabûl ediyorlardı.
2-
Hepsinde, o dîne girmek için, bir giriş âyini vardı. Bu âyinle o dîne kabûl
edilen kimsenin, kötülüklerden temizlenmiş olduğuna inanılıyordu.
3-
Hepsinde, tanrı ile mânevî olarak birleşmek, bütünleşmek inancı vardı. Bu
bütünleşme, sembolik olarak o din mensupları tarafından, tanrının etini yemek
ve kanını içmek şeklinde icra edilirdi.
4-
Hepsinde, âhıret inancı vardı ve Cennet’i isterlerdi. Orada rahat
edeceklerinden emîn idiler.
Encyclopedia
Americana’da, sacrifice (kurban) kelimesinde diyor ki: Eski Yunanda, gök
tanrısı olympus adına thusiai ve sphagia denilen, kurban âyinleri yapılırdı.
Thusiai, her zaman gündüz olur ve tercihen sabahleyin yapılırdı. Kurban edilen
hayvanların belli kısımları, biftek olarak bomos denilen taş üzerinde
yakılırdı. Hayvanın geri kalan kısımlarını, yüksek bir taşın etrâfında toplanan
kimseler yerdi. Ayin, müzik ve dans ile sona ererdi.
Sphagia
denilen kurban âyini ise, gece yapılırdı. Bu âyinde etin yakılması için
kullanılan taşa eschara denilirdi.
Yunanca
olan bu âyin isimleri Latince'de sâdece sacrifice kelimesi ile ifâde edildi.
Kurbanların yakıldığı taş olan bomos ve etrâfında toplanılarak kurbanın
yenildiği taş olan eschara kelimeleri için altars kelimesi kullanılırdı.”
Hıristiyanlık
dîninde icra edilen işâ-i rabbanî veya ehvaristiya kurban âyininde, ekmek ve
şarabın konulduğu ve etrâfında cemâatin toplandığı taşa da, altar denilirdi. Bu
âyinde de, müzik bulunur. Mukaddes olan ekmek, kırılınca, kurban icra edilmiş,
ekmek, şaraba batırılıp yenilince de, tanrı ile mânevî olarak birleşildiği
zannedilirdi. Yunanlılarda thusiai ve sphagia âyinleri ile, hıristiyanlıkdaki
işâ-i rabbanî âyini arasındaki benzerlik açıkça görülmektedir.
Îsâ aleyhisselâmın, kurtarıcı tanrı olarak kabûlü,
çarmıha gerildi denilmesi, kurban olarak telakkî edilmesi, yukarıda
zikrettiğimiz Yunan putperest cemâatlerinin hıristiyanlığa etkilerinin bir
sonucu olduğunda hiç şüphe bırakmamaktadır.
Dr. Morton
Scott Enslin, vaftiz ve işâ-i rabbânî âyinleri ile hıristiyanlığın, Romalılar
zamanındaki putperest fırkalardan birisi hâline geldiğini îtirâf ederek, aynı
kitabının ikinci kısmının 190. sayfasında; “Miladın ikinci asrına doğru
hıristiyanlık, bozuk dinlerden birisi hâline gelmişti” demektedir.
Lord
Raglan, The Origins of Religions (Dinlerin Aslı) isimli kitabında, Roma
imparatorluğu zamanındaki dîni cemâatlerin âyinlerini ele almakta, bu âyinleri,
şimdiki hıristiyan âyinlerinin aslı olarak görmektedir. Raglan diyor ki: “Târih
öncesi devirlerde, genç bir adamı, kutsal kurban olarak seçmek ve onu bir sene
boyunca imtiyazlı kişi kabûl ederek her arzusunu yerine getirmek ve sene
sonunda belli bir âyin tertip ederek, o kimseyi kurban edip, etini yemek,
kanını içmek âdeti, dinden haberi olmayan bâzı kavimlerde var idi. Kurban
edilen kimsenin, etinden ve kanından tarlalara da serpilir, böylece toprağın
bereketli olacağına inanılırdı. Kurbanlık seçilen kimsenin, kendi kavminin dîni
lideri ile anlaşarak, yerine başka birisinin kurban edilmesi de olurdu. Başka
bir kimse kurban edildikten sonra, asıl kurban edilmesi lâzım olan kişi, tekrar
bir sene boyunca, yine imtiyazlı ve kutsal oluyor ve her arzusu yerine
getiriliyordu. Senenin sonunda, yerine, yine başka bir kimse kurban ediliyordu.
Böylece, devamlı olarak kutsal sayılan ve her arzusu yerine getirilen imtiyazlı
kişiler zuhûr etti. Bu ilk devamlı kutsal kişiler, kavimleri tarafından kral
veya yaşayan tanrı olarak telakkî edilmeye başlandılar. Bu kutsal kişilerin
insanlıklarının yâni bedenlerinin ayrı bir şahsiyet ilâhlıklarının ayrı bir
şahsiyet olduğu kabûl edilirdi. İlâhın, tanrının bu kimselere hulûlü yâni
vücutlarına girip yerleşmiş olduğu, bu kavimlerce kabûl edilirdi. Bir müddet
sonra, kavimleri, kutsal kabûl ettikleri bu kimselere, tanrı veya tanrının oğlu
diyerek tapınmaya başladılar.
Önce âyin,
sonra bu âyini izâh için mitolojik hikayeler uydurulmuştur. (Eski çağdaki
putperestlerde veya çeşitli milletlerde, tanrıların, yarı tanrıların ve
kahramanların efsanevî hikayelerine mitoloji denir.) Hayalî tanrıların ölmesi
veya dirilmesi ile kendilerinin kurtulacağı zan olunurdu.
Kurtarıcı
tanrıya inanan kavimlerin âyinlerinin en mühimi, kişinin tanrı ile birleştiğine
ve bütünleştiğine inandıkları, sembolik et yeme ve içki içme âyinleridir.
Kurtarıcı tanrı inancı, bir müddet sonra güneş tanrısı inancı ile
birleştirildi. Her bir kurtarıcı tanrının, kış başlangıcında doğduğuna
inanıldı. Kış başlangıcı ise, Julian takvimine göre 25 Aralıktır. Hıristiyanlar
da, Bizans kralı Konstantin zamanında Îsâ aleyhisselâmı
kurtarıcı bir tanrı yaparak, bu târihte doğduğunu kabûl ettiler ve bu geceyi
milat ve noel olarak her sene kutlamaya başladılar.
Edward
Carpenter, çeşitli kurtarıcı tanrı hikayeleri, meselâ, Yunanlıların Dioysus'u,
Romalıların Hercules'i, Perslerin Mithra'sı, Mısırlıların Amonra, Oziris ve
İzis'leri kuzey Şamillerin Baâl'ı, Asur ve Bâbillilerin Temmuz'u ile
hıristiyanların Îsâ aleyhisselâmın hayat
hikayesi diye inandıkları şeyler arasındaki benzerliklere dikkati çekmektedir.
Şöyle ki:
1- Hepsi,
noel yâni 25 Aralık veya buna yakın bir günde doğmuştur.
2- Hepsi,
bâkire annelerden doğmuştur.
3- Hepsi,
bir mağara veya yeraltında bir mahzende doğmuştur.
4- Hepsi,
insanlar için meşakkatlere katlanmışlardır.
5- Hepsi,
nûrlandırıcı, iyileştirici, kurtarıcı ve şefâat edici gibi isimler almışlardır.
6- Hepsi,
karanlık güçler tarafından mağlûb edilmişlerdir.
7- Hepsi,
Cehennem’e yahut arz küresinin diğer tarafına inmişlerdir.
8- Hepsi,
yeniden dirilmiş ve insanların Cennet’e girmelerine öncülük etmişlerdir.
9- Hepsi,
insanlar ile irtibat kuran azizler seçmişler ve vaftiz âyini ile cemâat kabûl
eden, dinler tesis etmişlerdir.
10- Hepsi,
kurban yemekleri yenilerek anılmışlardır.”
Newyork
Üniversitesi târih profesörü olan Waelance Ferguson diyor ki: “Hıristiyanların yortuları,
putperest yortuları ile aynı târihlere rastlar. Meselâ, noel târihi, İran ve
Roma'da güneş tanrısı Mithra'nın doğum târihi idi. Ayrıca bu târih çok eskiden
beri putperest dünyâsında önemli bir yortu günü idi.”
Mitoloji
kahramanları üzerinde çalışmalarını The Heros (Kahramanlar) isimli kitabında
toplayan Lord Raglan, hikayelerde gördüğü hâdiseleri 22 madde hâlinde sıralamış
ve hangi mitoloji kahramanının hayat hikayesinde bunlardan kaç tanesinin
geçtiğini tespit etmiştir. Bu maddelerden onbeş tanesinin Îsâ aleyhisselâmı anlatan, bugünkü hıristiyanlıkta
bulunduğunu da, maddeler hâlinde bildirmiştir.
Meşhûr
felsefeci ve târihçi Winwood Reade diyor ki: Hıristiyan âlemi, putperest
âlemine hâkim olunca, putperest âlemi de, hıristiyanlığı bozdu. Oziris ve
Apollo masalları, Îsâ aleyhisselâma atfedildi.
Yahudilerin inandıkları ve Îsâ aleyhisselâmın
tebliğ ettiği, tevhid yâni tek Allah'a îmân yerine, (Brahmânizm'de de bulunan
ve) Mısırlıların ihdas ettikleri ve Eflatun tarafından felsefeye sokulan,
teslis (trinity) yâni üç tanrı inancı aldı. “Bana iyi demeyin, iyi bir tanedir.
O da Allah'tır” diyen bir zâtın kendisi, bizzat Allah yerine konuldu veya
birin, üçte biri denildi.” Bütün bunlar gösteriyor ki, hıristiyanlık, Îsâ aleyhisselâmın tebliğ ettiği ve Mûsâ aleyhisselâmın şeriatını ıslâh eden nasrânîlik
değildir. Îsâ aleyhisselâmın ismi arkasına
sığınmış, putperestliğin karıştırıldığı, akıl ve mantığın kabûl edemeyeceği bir
dindir.
1- İnsanlar günâhkâr olarak doğar. Çünkü ilk insan Hazret-i Âdem, Allah'ın sözünü tutmamış ve onun için Cennet’ten koğulmuştur.
2- Hazret-i Âdem'den sonra gelen bütün insanlar bu günâhı taşırlar.
3- Hazret-i Îsâ, insanları bu günâhtan kurtarmak için dünyâya gelmiş olan Allah'ın oğludur.
4- Cenâb-ı Hak, insanların günâhını affetmek için kendi oğlunu haça gerdirmiştir.
5- Dünyâ, bir çile yeridir. Dünyâda zevk ve safâ yasaktır. İnsanlar çile çekmek ve ibâdet etmek için yaratılmıştır.
6- İnsanlar, doğrudan doğruya Allah ile temas edemezler. Allah'tan bir şey isteyemezler. Ancak râhipler, papazlar insanların yerine, Allah'a yalvarabilirler ve onların günâhını affedebilirler.
7- Hıristiyanlığın başında papa bulunur. Papa günâhsızdır. Onun her yaptığı iş doğrudur.
8- İnsanlarda rûh ve beden ayrıdır. İnsanın rûhunu ancak papazlar temizler. Beden ise, dâimâ günâhkâr kalan çirkin bir şeyden ibârettir.
9- İşâ-i rabbânî (Communion).
10- Teslis (Trinity) inancı.
Hıristiyanlıkta
kilise, toplumun rûhânî ve cismanî bütün hayatına hâkim olmuştur. Bu hâkimiyet
şunlardan ibârettir.
1-
Günâhların Îtirafı: Kilisenin, günâhları îtirâf ettirmesi ve papazın günâh
çıkarması, en az hayatta bir defâ olarak kabûl edilmiştir.
2- Vaftiz:
Hıristiyanlıkta baba, oğul ve azîz rûh adına vaftiz olmak kilisenin emridir.
Bu, yüze su serperek veya vücûdu suya batırarak yapılır. Su ile yıkamak
sûretiyle yapılan vaftiz, Îsâ'nın aleyhisselâm
vâsıtasıyla insanların, kirlerini temizlemesini sembolize eder. Böylece vaftiz
olan kimse, kilise önünde îmânını îlân etmiş olur.
Hıristiyanlar,
vaftizin Îsâ aleyhisselâm tarafından
konulduğuna inanırlar. Îsâ aleyhisselâm, ömrü
boyunca kimseyi vaftiz etmedi. Vaftiz yapınız diye de emir buyurmadı.
Hıristiyan olmak için ve bir kiliseden diğerine geçmek için, vaftiz
yapılmasının şart olduğuna inanan hıristiyanlar, vaftizi; baba, oğul,
rûh-ul-kuds adına yaparlar. Hıristiyanlara göre vaftiz, Îsâ aleyhisselâmın mânevî vücûdu, yâni ilâhlığı ile maddî
vücûdunun birleşmesi ve rûh-ül-kuds ile yeniden doğuştur. Asli suç dedikleri ve
tâ Âdem aleyhisselâmdan geldiğine inandıkları
suçun, vaftizle affedileceğine inanırlar. Vaftiz kilisede yapılır. Kiliseler
arasında vaftizin yapılışı birbirinden farklıdır. Bâzıları kudsiyetine inanılan
bir suya daldırarak, bâzıları su serperek, bâzıları da su dökmek sûretiyle
vaftiz yaparlar. Vaftiz yapılacak kimsenin yaşı da kiliseler arasında değişiktir.
Hıristiyanlar, vaftiz yapılmadan ölenin günâhkâr olarak öldüğüne inanırlar.
Burada rûhâniyyete dâir hiç bir mânâ yoktur.
3- Nikâh
kıymak: Nikâh kilisede kıyılır. Kilise dışında yapılan nikâhlar meşru değildir.
Böyle yapmayanlar nikâhsız kabûl edilir.
4- Ölüye
mukaddes yağ sürmek: Ölüm döşeğindeki bir kişiye, din adamının zeytin yağı
sürmesi vazifesidir.
5- İncîl
okumak: Papaz İncîllerden bir parça okumakta, hazır olanlar da, bunu anlamadan
dinlemektedirler.
6- İşâ-i
rabbânî (Communion âyini): Bu, ekmeği kırıp üzerine şarap dökerek yemektir. Bu,
Îsâ aleyhisselâmın, taraftarları (havârîleri)
ile birlikte son gece yediği yemeği sembolize eder.
Kilise
bunu âyin hâline getirdi. Önce senede bir defâ yapılırdı. Sonradan her hafta
yapılmağa başlandı.
İşâ-i
rabbânî, hıristiyanların din esaslarından, yâni akîde (inanç) esaslarındandır.
Çünkü, hıristiyanların akidelerine göre, Îsâ aleyhisselâm,
her biri hakîkî ilâh olan üç ilâhtan biri olduğundan, hıristiyanlar onun etini
yeyip, kanını içerek güyâ onunla birleşirlermiş. İşlemiş oldukları günâhlar bu
şekilde, (haşa) Allah'ın oğlunu kurban ederek affolunurmuş. Yâni mayalı veya
mayasız bir parça ekmek ile bir miktar şaraba papaz okuduğu zaman, ekmek
aynıyla Îsâ aleyhisselâmın eti, şarab da kanı
olurmuş.
Böyle
olduğu Matta İncîl’inin 26. bâbının 26. âyeti ve devamında, Markos İncîl’inin
14. bâbının 22. âyeti ve devamında, Luka İncîl’inin 22. bâbının 19. âyeti ve
devamında yazılıdır diyorlar. Halbuki, bu İncîllerde, Îsâ aleyhisselâm hayatta iken icra edilmiş olan, bir vaka
bildirilmektedir. Benden sonra, siz de, her zaman böyle beni kurban ederek
günâhları affettiriniz diye bir emir, hiç bir İncîl’de yazılı değildir. Luka
İncîl’inin 22. bâbının 19. âyetinde; “Benden sonra hatırlanmam için bunu yapın”
diye yazılı ise de, bunu günâh affı ve îmân esası hâline getiriniz diye yazılı
değildir. Ekmek ve şarabı aralarında paylaşarak, yerler ve içerler. Böylece Îsâ
aleyhisselâm, kurban edilmiş ve yenilip içilmiş
oluyormuş. Bu mes’elede yâni ekmek ve şarabın et ve kana dönüşmesi ve böylece
Îsâ aleyhisselâmın kurban edilmiş olması
mes’elesinde, hıristiyan kiliseleri (ve fırkaları) arasında muhtelif
farklılıklar da vardır. Bâzılarının îtikâdına (inancına) göre; sâdece ekmek ve
şarab, Îsâ aleyhisselâmın cesedine ve kanına
dönüşüp kâmilen, tam olarak Îsâ olurmuş.
Yeryüzünde
bir kaç bin papaz aynı anda ellerindeki ekmekleri okuyarak, mukaddes hâle
getirdiklerinde, her bir papazın meydana getirdikleri birer Îsâ, ya
birbirlerinden başkadırlar, yahut birbirlerinin aynıdırlar. Birbirlerinden
başka olmaları, hıristiyanların îtikâdına göre bâtıldır. (Çünkü, pek çok
Mesîhler haşa bir çok ilâhlar meydana gelmektedir.) Aynı olması da, işin
aslına, eşyanın hakîkatine uygun değildir. Çünkü her birinin maddesi, diğerinin
maddesinden ayrıdır, başkadır. Bir cismin, aynı anda, değişik mekânlarda
bulunamayacağı açıkça bilinen şeylerdendir. Bunun için, okuyunca mukaddes olan
ekmekler de tek bir Mesîh olamazlar. Bu dahî hıristiyanların îtikâdına göre
bâtıldır. Çünkü onlar, tek bir Îsâ'nın varlığına inanmaktadırlar.
Bir papaz,
ekmeği üç parçaya ayırıp, her birini birer şahsa verdiği zaman, ekmeğin
parçalanmasından meydana gelen Mesîh, ya parça parça olur veya her bir parça
tam bir Mesîh olur. Birincisine göre, ilâh parçalanmış olur. İlâhın
parçalanabileceğine inanmak, hiç bir dîne uygun bir inanış değildir.
İkincisine
göre, ekmek, bir Mesîh hâline dönmüştü. Ekmek taksim edilince, müteaddid
Mesîhler nereden çıkmaktadır? Hıristiyanların inançlarına göre, Îsâ aleyhisselâm insanları günâhtan kurtarmak için, bir
kurban olarak âleme geldi ve kendini fedâ etti. Şimdi, papazların kiliselerde
yaptıkları işâ-i rabbânî kurbanı, vakti ile yahudilerin salîb üzerinde
yaptıkları kurbanın aynı olursa, Îsâ aleyhisselâm
hayatta iken, havârîlere ekmeği yedirmesi ve şarabı içirmesi ile icra edilen
ilk işâ-i rabbanî, insanların günâhlardan kurtulmalarına kâfi olurdu.
(Hıristiyanlara göre) Îsâ aleyhisselâmın
sonradan yahudiler tarafından ağaçtan salîb üzerinde haça gerilmek sûreti ile
kurban edilmesine ve dünyânın her yerinde papazların (kurban) âyinleri
yapmalarına lüzum kalmazdı. İnsanların günâhlarının affolunması için, hazret-i
Îsâ'nın kendini bir defâ kurban ettiği, bunun bir defâ zuhûr ettiği İbrânîlere
mektubun 9. bâbının sonunda yazılıdır. Bu da gösteriyor ki, hıristiyanların kendi
kitapları da birbirlerini nakz etmektedir.
Hıristiyanlıkta,
kilisede yapılan günlük ve haftalık ibâdetlerden başka, senelik ibâdetler de
vardır.
a) Günlük
ibâdet evvelce yedi defâ iken, bugün her gün kilisede iki vakit ibâdet ve duâ
vardır. Sabah ve akşam yapılan bu ibâdetler için, tespit edilmiş bir vakit
yoktur. Günlük ibâdet bir saat sürer. Toplu ibâdet, ferdî ibâdetten daha
makbûldür.
b) En
büyük ibâdet Pazar günü yapılan ibâdettir. Bu ibâdet toplu olarak yerine
getirilir. Pazar âyininde vâz ve nasîhatlere de yer verilir. Vaftiz ve diğer
rûhanî merasimler, hep Pazar günleri yapılır. Düğün merasimleri, dünyevî olduğu
için ikindiden sonraya bırakılır.
1- Noel
bayramı Hazret-i Îsâ'nın doğum yıl dönümü olarak kabûl edilir. Her sene Aralık
ayının sonunda yapılır.
2-
Paskalya yortusu: Hıristiyanlıkta, Hazret-i Îsâ’nın ölümünden üç gün sonra
dirildiğine inanılır. Paskalya bunun hâtırasıdır. Nisan'ın 15’inden sonraki
Pazar'a tesâdüf eder.
3-
Transfiguration günü: Paskalyâdan yüz gün sonradır. Şekil değiştirme günüdür.
4- Meryem
ana günü: 15 Ağustos'a yakın Pazar günü yapılır. Bu günde, kadınlar ve kızlar
tarafından Meryem ananın iffeti, temsîlî olarak gösterilir.
5- Haç
yortusu: Eylül'ün 15'inde olur. Kudüs'ten İran'a götürülen haçların alınmasıyla
ilgilidir. Genelde hıristiyan ibâdetleri bunlardır.
Îsâ aleyhisselâmın semâya yükseltilmesinden az zaman sonra İsevîlik bozuldu. İsevîliği kabûl etmiş görünen Bolüs, hakîkî İncîl’i yok etti. Dört kişi ortaya çıkarak, havârîlerden işittiklerini yazdılar ve dört İncîl meydana geldi. Bolüs yalanlarını bu dört İncîl’e de karıştırdı. Eflatun tarafından sistemleştirilen teslis inancını İncîllere soktu. Hazret-i Îsâ'ya Allah'ın oğlu deyip, buna bir de “ruh-ul-kuds” ekleyerek “baba-oğul-ruh-ul-kuds” adı altında üçlü tanrı manzumesini meydana getirmiştir. Büyük Konstantin 325 yılında toplandığı İznik Konsili'nde, teslisi resmî hıristiyan îtikâdı îlân ettirmiştir. Üç uknum yâni teslis, yeni bir şey olmayıp, müteaddid ilâhlara tapınan kavimlerin inançlarından alınıp hıristiyanlığa sokulmuş bir fikirdir. İlk defâ Hindistan'da bulunan Brahma dînine mensup olanlardan işitildi.
Brahma dînine, felsefe, fikir demek daha doğrudur. Îsâ aleyhisselâmın miladından (doğumundan) 700 sene evvel ortaya çıktığı sanılmaktadır. Brahma, mukaddes kelâm demektir. Hıristiyanlıkta da, Îsâ aleyhisselâm için bu tabir kullanılmıştır.
Brahmânların inancına göre Krishna, insan şeklinde yeryüzüne inmiş bir îlâhdır. Budistler de, Buda'yı ilâh olarak kabûl ediyorlar. Budistlere göre, Buda, insan olarak doğmadan önce, semâda yaşıyordu. Yeryüzünde inecek bir yer aradı ve nihâyet Sudhodona âilesinin bir ferdi olarak doğmaya karar verdi. Annesi, oruçlu olarak sarayın damında uyurken, rüyâsında, etrâfına nûrlar saçarak gökten bir beyaz filin yere indiğini ve sağ böğründen karnına girdiğini hayret ile gördü. Buda'nın doğmasına yakın, annesi, bulunduğu şehri terk etmiş ve bir ağacın altında, ilâh olan oğlu Buda yeryüzüne gelmiştir.
Brahmânların ve Budistlerin inançları ile, hıristiyanların teslis inancı isim farkları hariç, birbirine benzer. İlâhların yeryüzünde bâkire bir kıza nüfûz etmeleri ve doğmaları ve insanların onları ilâh olarak kabûl etmeleri arasında, insanı hayrette bırakan bir benzerlik vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Hıristiyanlara göre, Îsâ aleyhisselâm ölmüş ve öldükten üç ün sonra dirilmiştir. Krishna da öldükten sonra dirilerek göğe yükselmiştir.
2- Îsâ aleyhisselâm, öldürüleceğini önceden söylemiş, zindanlardaki yâni Cehennemlerdeki rûhları kurtarmış ve mezârdan kalkınca, Allah'ın sağına oturmuştur. Buda da, dünyâdan çekileceğini ve Nirvana'ya gideceğini haber vermiştir.
3- Îsâ aleyhisselâm mezârından, Buda ise tabutundan kalkmıştır.
4- Îsâ aleyhisselâm göğe çıkınca, bütün âlemin işlerini eline alarak hükmetmeye başlamıştır. Buda da, göklerin sultânlığını kurmuş ve âleme hükmetmeye başlamıştır.
Teslis ve tenasüh inancı, Brahma dîninde yer almış, oradan her tarafa bu arada Mısır’da da yayılmıştır.
Batıda üç uknum fikrini yâni teslisi ilk defâ ortaya atan filozof Time (Timeios) dir. Milattan beşyüz sene kadar önce Lokres şehrinde yaşayan Time, Pisagor'un talebelerindendir. Sisam adasında doğan Pisagor (Pythagoras) genç yaşında İtalya'nın Kroton şehrine gelmiş, buradan çeşitli seyahatler yapmış, Mısır ve Ortadoğu'da, uzun zaman kalmıştır. Mısır'da kaldığı zaman içerisinde, eski Mısır dîni ve inançları hakkında geniş malûmat sâhibi olmuştur. Üçlü tanrı inancı ve tenasüh fikrini öğrenerek, kabûl etmiştir.
Mısır'da öğrendiği şeylerden birisi de, hendese (geometri) idi. Bugün, Pisagor nazariyesi (teorisi) diye bilinen geometri faraziyesi de tecrübî olarak o zaman Mısır'da bilinmekte idi. Buralara Bâbil'den gelmişti. O zaman Bâbil'de, ilm-i nücûm (astronomi), matematik ve müneccimlik san’atı çok ileri idi. Bunları, daha önce gelmiş olan peygamberlerden öğrenmişlerdi. Pisagor, Bâbil'de de bunları iyice öğrendi. Tekrar Kroton şehrine döndü ve bir mektep açtı. Kendi ismi ile anılan yeni bir yol, hattâ yeni bir fırka kurdu. Kendisine inananlar tarafından çok efsaneler uydurulmuş; peygamber, hattâ ilâh olduğu iddia edilmiştir.
Pisagor, varlığın aslının arche yâni sayı olduğunu söyledi. Ona kadar olan sayıları, mukaddes kabûl etti. Bilhassa, bir, iki ve üç sayılarını; üç asıl kabûl etti. Pisagorcular, bir sayısının âlemin değişmez ve ebedî kaynağı ve ilk uknum yâni en büyük tanrı olduğunu, iki sayısının dişiliğini, dünyânın bundan meydana geldiğini ve ikinci uknum olduğunu, üç sayısının ise, âlemdeki ebedî üçlüğü gösterdiğini ve üçüncü uknum olduğunu iddia ederler. Dünyânın ve âlemin aslının bu üç adet olduğunu söylerler. Meselâ, âlemin esası beden, can ve rûhtur derler. Bunun gibi, tabiî, beşerî ve tanrı âlemi olarak, üç âlemden meydana geldiğini söylerler. Pisagorculara göre, herşey üçten meydana gelmiş olduğu gibi, yaratma da, bu üçlükten ortaya çıkar. Bunlar; yaratıcı irâde, yıldız akımı ve her an biraz daha kemâle eren âlem imiş. Pisagor'un sayıları husûsunda ve diğer felsefî görüşleri hakkında Gomperz'in “La Pensee Grecque” kitabında geniş bilgi vardır.
Pisagor'a göre, ilk uknum, yâni her dilediğini yapabilecek olan tanrı akıl ile anlaşılamaz. Rûhu, ebedî (ölümsüz) kabûl eden ve ölen bir kimsenin rûhunun bir hayvana geçebileceğine inanan Pisagorcular, hayvan eti yemezler. Pisagor'un ileri gelen talebelerinden Time de, hocasının yolunu tâkip etmiştir.
Time, Rûh-ül-alem kitabında; “Her şeyden önce, mahlûkâtın bir fikr-i misâl-i dâimîsi vardır ki, ilk kelime ve ilk uknum odur. Kendisi madde değildir, rûhanîdir ve akıl ile anlaşılamaz. İkinci mertebe, madde-i gayr-i muntazımedir. Telaffuz olunan ikinci kelime ve ikinci uknumdur. Bundan sonra gelen üçüncü mertebe, İbn (oğul) yâni mânâ âlemidir ki, üçüncü uknumdur. Bütün kâinat, bu üç sınıftan ibârettir. İbn yâni oğul pek güzel bir tanrı yapmak istedi ve mahlûk olan bir tanrı yaptı” demektedir. Bu söz, karışık ve anlaşılamaz bir hâlde Eflatûn'a geldi. Time'nin, Eflatûn'un hocalarından biri olduğu da bildirilmektedir. Çünkü Eflatun, büyük üstâdı Sokrat ile Time'nin bir mecliste bulunduğunu bildirmektedir. Time'nin; matematik, Pisagor'un hayatı ve “Rûh-ül-alem” Âlemin rûhu isminde üç eseri olup, bunlardan ikisi kaybolmuştur. Kaybolmayan “Âlemin rûhu” kitabı ise, kendisinden sonra gelen filozofları çok meşgûl etmiştir. Çünkü, bu kitabın ilk altı kısmından çıkarılan fikir ile Eflatûn'un, Time (Timeios) konuşmasında anlattığı fikir arasında pek bir fark yoktur.
Böylece batıda teslis inancını ilk çıkaran Pisagor, ilk ortaya koyan da Time olmuştur.
Eflatun, Time'den gelen bu fikri başka bir şekle soktu ve üç esas ilâh olduğunu iddia etti. “Birincisi, babadır. En yüce ve yaratıcı ve diğer iki ilâhın babasıdır. Birinci uknumdur. İkincisi, asıl, görünür olan tanrıdır ki, görünmez olan babanın veziridir. Kelime (Logos) ve idrâk demektir. Üçüncüsü de, kâinat âlemidir” dedi.
Eflatûn'a göre, eşyanın, varlıkların hakîkati, mânâlar (idealar) dır. Eflatûn'un, idea diye bahsettiği şey, mâhiyet, fikir, a'yan-ı sabite demektir. Eflatûn'da idea, eşyanın ve varlıkların değişmeyen, sabit ve ebedî olan hakîkatidir.
Eflatun, âlemi ikiye ayırır: Birisi, görünen hisler âlemi. Diğeri ise, hakîkî âlem, yâni idealar âlemidir. Hakîkî yâni idealar âlemi, ebedî olduğu hâlde, hisler âlemi durmadan değişir. İdealar, sâdece aklımızda, hayâlimizde kaim olmayıp, cisimsiz olarak kendilerine mahsus bir kıyam ve hayatları vardır. Eflatun her hakîkati yâni ideayı, daha yüksek hakîkatlere irca eder, bağlar. Böylece bütün hakîkatler, idealar, mutlak Bir'e irca olunur. Bu yüce idealardan meydana gelen bir hayrdır ki, tanrının kendisidir. Diğer yüce idealar, hakîkatler ona tabidir. Aşağı olan idealar, şeytanın kendisi olan şerdir. Diğer aşağı, kötü idealar da ona tabidir.
Eflatun, ideaların kendisinde birleştiği, bir kabûl ettiği ve hayır, iyilik diyerek aynen tanrı kabûl ettiği şeyin, hareket ve hayat sâhibi ve âlemin babası (baba tanrı) olduğunu söylemiştir. Bu birinci uknumdur. Baba tanrı yâni yüce idealar birliği, maddeye nizâm veren, fakat maddeden tamâmen farklı bir rûh yaratmıştır. Bu ise babanın oğludur. Bu rûh, yaratanla yaratılan arasında aracı bir varlıktır. İkinci uknumdur.
Eflatûn'un diğer felsefî görüşleri ile beraber, üç uknum fikri de, İskenderiyye mekteplerine geçmişti ve Îsâ aleyhisselâmın zuhuru sırasında bu mekteplerde okutuluyordu. Hattâ, o zamanlarda yahudi âlimlerinden olup, İskenderiyye'de meşhûr olan Philo dahi, bu teslis, üç uknum fikrini, Mûsâ aleyhisselâmın dîninin inanç esasları içinde bulmak istemiştir. Bu istekle; “Tevrât’da bildirilen dünyânın altı günde yaratılmış olduğu doğrudur. Çünkü, üç sayısı altının yarısıdır. İki sayısı da, altının üçte biridir. Bu âdet hem erkek, hem dişidir. Tanrı, akıl ile izdivaç edip, akıldan, sevdiği oğlunu meydana getirmiştir ki, bu dünyâdır” demiştir. Philo, meleklere, kelime-i ilâhiyye dediği gibi, dünyâya da kelime-i ilâhiyye demiştir. Bu da Eflatûn'un felsefesindendir.
Daha sonra yeni Eflatunculuk adını alarak devam eden Eflatun felsefesi, en büyük darbeyi nasrânîliğe, İsevîliğe vurdu. Eflatunculuğun en kuvvetli olduğu zaman, miladın üçüncü asrıdır. Bu devirde hıristiyanlık Roma devletinin dîni olmuştur. Bu felsefeye inananlar, Allahü teâlânın varlığına, birliğine ve Îsâ aleyhisselâmın peygamberliğine inanmak olan tevhid dînini tahrif ettiler. Daha sonra, bu dîne putperestlik de sokuldu. Miladın dördüncü asrında yaşayan Saint Augustin, Eflatûn'u hıristiyanlaştırmağa çalışır. Augustin, teslisi ispat için yazdığı “De Trinitete” kitabında ve diğer kitaplarındaki, tanrı, rûh ve kâinat hakkındaki düşünceleri, Eflatun felsefesinin aynıdır. Eflatûn'un; “Akıl, irâde ve his, bir insan meydana getirir” sözünü teslisi ispat için delil getirir ve; “Teslisdeki üçlük birbirinden ayrı olmakla beraber, bir tanrı meydana getirir” der. Eflatun ve talebelerinin gerçek tanrıyı idrâk ettiklerini söyler. Eflatûn'un idealar felsefesinden hareket ederek, kelâmın yaratıcı olduğunu ve kelâmın Îsâ aleyhisselâm olduğunu savunur. Hıristiyanlar arasında kendisine kıymet verilen ve hıristiyan azîzlerinden kabûl edilen Augustin, hıristiyanlıktaki teslis, hayır ve şer inançlarının aynen Eflatûn'un felsefesinde bulunduğunu, îtirâf etmektedir. Hattâ teslisi ispat için, Eflatûn'un görüşlerini delil olarak gösterir. Milattan 350 sene önce ölen bir kimsenin fikirlerinin, hıristiyanlık inançları ile aynı olmasına hıristiyanlar acaba nasıl cevâp verirler. Bu hâl Eflatûn'un, Îsâ aleyhisselâm zamanında yaşadığını göstermektedir ki, doğrusu da budur. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî'nin (rahmetullahi aleyh) “Mektûbât” kitabının 266. mektubunda da böyle olduğu bildirilmektedir.
Miladın sekizinci asrında, kilise azîzlerinden Saint Thomas da, Eflatûn'un talebesi Aristo'nun felsefesini esas alarak, hıristiyanlık inançlarını, bilhassa teslisi ispata çalışır. Bütün Ortaçağ boyunca ve Avrupa'da rönesansın gerçekleşmesinden sonra dahi, Eflatun ve Aristo'nun felsefesine karşı çıkmanın, kabûl etmemenin, hattâ küçük bir îtirâzda bulunmanın cezâsı, kilisenin engizisyon mahkemeleri kararı ile ölümdü. Bugün teslise inanan hıristiyanlar acaba bunu nasıl izâh ederler?
Bütün târih kitapları ve kaynak eserler, Îsâ aleyhisselâmın hayatında ve havârîlerin zamanlarında, nasârâ (İsevîler) arasında teslise dâir bir fikir olmadığını bildirmekte ve bu husûsta ittifâk etmektedirler.
Teslis îtikâdı, hıristiyanlar arasında miladî ikinci asır sonlarına doğru yayıldı. Bu fikir, Îsâ aleyhisselâmın tebliğ ettiği dînin tamâmen hilâfına, zıddına olduğundan, üç uknuma inananlar, önce bu inançlarını nasrânîlerden gizlediler. Fakat gizli bir şekilde yaymağa çalışmaktan da geri durmadılar. Bu sıralarda teslis (üç tanrı) inancına sâhip olanlar, itikatlarının (inançlarının) ve tuttukları yolun revâç bulması için, Yuhannâ İncîl’ini ve sonradan yazılıp havârîlere atfedilen mektuplar ile Paulos'dan nakledilen mektupları neşrettiler, yaydılar. Bundan sonra, nasârâ arasında ihtilaflar meydana geldi. Pek çok münâkâşa ve mücâdelelerin meydana çıkmasına sebep oldu. Allahü teâlânın birliğine, vahdete inanan nasârâ ile teslise inananlar içerisinde yazı yazabilen, eli kalem tutan kimseler, kendi itikatlarının revâç bulması ve diğer tarafa gâlip olmak için, günden güne İncîller ve havârîlere nispet edilen sayısız risaleler, mektuplar yazdılar.
Nihâyet miladî üçyüz yıllarında bu ihtilaflar iyice büyüyerek, hıristiyanlar iki büyük fırkaya ayrıldılar. Bir kısım hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın hiç bir fark olmadan aynen Allah olduğunu iddia ediyorlardı. Bunların reîsi İstanbul piskoposu Atnâs (St. Athanese) idi. Diğer kısım hıristiyanlar ise, Îsâ aleyhisselâmın mahlûkların en üstünü ve Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber ve Allah'ın kulu olduğu inancında idiler. Bunların reîsi de, Aryüs (Arius) ismindeki râhip ile İzmit piskoposu Usb idi. Bundan önce Antakya patriki Yûnus Şemmâs da, Allahü teâlânın bir olduğunu îlân etmişti. Çok kimseler doğru yola gelmişti. Fakat sonradan, teslise inanan bâzı papazlar, teslise (üç tanrıya) inanmağa başladılar ve bunu yaymağa uğraştılar. Böylece teslise inananlar çoğalmış oldu.
Teslise inananlar ile, Îsâ aleyhisselâmın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğuna inananlar arasındaki münâkâşalar, bütün milletin zihinlerini karıştırdı. Devlet işleri de, sıhhatli bir şekilde yapılamaz hâle geldi. Bunun üzerine, imparator Büyük Konstantin, bu karışıklıklara kat’î bir son verilmesi için İznik’te üçyüzyirmibeş târihinde, büyük bir rûhban cemiyeti topladı. Bu mecliste, hıristiyan din adamlarının ileri gelenleri bulundu. Birçok konuşmalardan sonra, Atnâs tarafı gâlip geldi. Üçyüzondokuz papazın ittifâkı ile, Îsâ aleyhisselâmın Allah'ın biricik oğlu olduğu, Allah'ın sulbünden geldiği, Allah'tan Allah, nûrdan nûr, Allah-ı hakîkînin Allah-ı hakîkîsi olduğu ve rûh-ül-kuds, azîz rûhun da Allah olduğuna îmân etmek esasları kabûl edildi.
Bu târihi tafsilattan anlaşılıyor ki, bugün hıristiyanların îtikâd esasları olan teslis ve üç uknum mes’elesinin ortaya çıkması ve ibâdetleri bâtına, kalbe mahsûs kılıp, İncîl’in zâhirî emirleri ile ibâdet edilmemesi gibi şeyler, incillerden alınmış doğru, sahih emirler değildir. Çeşitli şüpheler ve değişik maksatlar ile sonradan ortaya konulmuş ve rûhban meclislerinde, papazlar tarafından tesis edilmiş şeylerdir. İşâ-i rabbanî kurbanı, papanın Îsâ aleyhisselâmın halîfesi ve Petrus'un vekili olduğu ve geçmiş hıristiyan azîzlerinin yâni havârîlerin mukaddes olmaları, çeşitli perhizler ve yortular, hazret-i Meryem için, kucağında Îsâ ile beraber Meryem ana diye uydurulan resimler, resimlere ve putlara ibâdet, papazların (belli bir ücret karşılığı) günâh affetmeleri ve Cennet’ten yer satmaları gibi, hıristiyanlığın esas mes’elelerinde, Katolikler ile Protestanlar arasında büyük akîde (inanç) farkları meydana geldi. Bu ihtilaflar (zıtlıklar) öyle bir dereceye ulaştı ki, her biri diğerine göre Cehennem ehlidir. Fakat bâzı papazlara göre, mâdem ki, her iki tarafın yâni protestanların ve Katoliklerin her birinin ortaya attığı cehennemlik sözü rûh-ül-kudsün ilhamı iledir, o hâlde iki taraf da, bu iddialarında sâdıktırlar. Hem katolikler hem de protestanlar, ehl-i cehennemdirler.
Üç uknum hakkında, Hıristiyanlığın başlangıcından ikiyüzelli sene geçtikten sonra başlayan ve zamanımıza kadar devam eden, çeşitli kiliseler arasındaki ihtilafların haddi hesâbı yoktur. Böyle olmakla beraber, tanrının; baba, oğul ve rûh-ül-kuds isimleriyle üç uknumdan ibâret ve cevher olduğunda bütün hıristiyan fırkaları ittifâk hâlindedir. Fakat bu üç cevherin tabîatları, birleşmeleri ve birbirlerine uymaları husûsunda, her biri farklı îtikâda sâhiptirler. Bâzılarına göre, üç uknumdan maksat her biri, ayrı ayrı şahıslar olmayıp, asıl olan bir zâtın sıfatlarıdır. Bâzılarına göre, ilim, uknumu kelâmdır. Mesîh'in cesedi ile birleşerek bir araya gelmiştir ki, bu tam bir birleşmedir. Suyun şarap ile birleşmesi gibidir. Melekâniyye fırkasına göre, güneşin kristal camda parlaması gibidir. Nestûriyye fırkasına göre ise, tanrı et ve kana dönüşerek Mesîh olmuştur. Yakubiyye fırkasına göre ise, tanrının insanda görünmesi, meydana çıkmasıdır. Meleğin beşer (insan) sûretinde görünmesi gibidir.
Îsâ aleyhisselâmın ilâh olmadığı yukarıda tafsilatlı olarak anlatıldığı gibi, kendi sözlerinden de açıkça anlaşılmakta, bunun sonradan ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu husûsta Mâide sûresinin 116-118. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Yâd eyle şol vakti ki, kıyâmet gününde Allahü teâlâ (Îsâ aleyhisselâma) şöyle buyuracak; “Ey Meryem oğlu Îsâ! Allahü teâlâyı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin diye insanlara sen mi söyledin?”
Îsâ (aleyhisselâm) diyecek ki: “Yâ Rabbî! Ulûhiyyette sana şerîk, ortak bulunmaktan seni tenzih ederim. Hak olmayan sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer ben o sözü söylemişsem sen onu elbette bilirsin. (Söyleyip îlân ettiğimi bildiğin gibi) içimde gizlediğimi de bilirsin. Fakat ben, senin zâtında olanı (bana bildirmediğini) bilmem. Muhakkak ki sen gaybları kemâl üzere bilensin.
Sen bana ne emrettinse, ben kendilerine ondan başkasını emretmedim. Hep; “Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allahü teâlâya ibâdet edin (ibadetinizde hiç bir kimseyi O'na ortak koşmayın) dedim ve aralarında bulunduğum müddet, kendilerine gözcü idim (hallerini gözetlerdim.)
Ne zaman ki, beni semâya kaldırmakla aralarından aldın, üstlerine, kendilerine mürâkıb (gözetleyici) yalnız sen oldun. Zâten sen, her zaman her şeye hakkıyla şâhidsin.
Eğer kendilerine azâb edersen şüphe yok ki, onlar senin kullarındır. Eğer, onları mağfiret edersen yine şüphe yok ki, sen mutlak gâlipsin. Hüküm sâhibi ve hükmünde hikmet sâhibisin.”
Yine Mâide sûresinin 17. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Meryem oğlu Mesîh (haşa) Allah’dır diye yalan ve iftirâda bulunanlar, muhakkak kâfir olmuşlardır.
(Habîbim, sen onlara) de ki: Eğer Allahü teâlâ, Mesîh'i (aleyhisselâm), annesini ve yeryüzünde olan insanların hepsini helâk etmek dilese, bu murâdından O'nu men etmeye kim malik olabilir (elbette kimse mâni olamaz. O hâlde Mesîh'in ilâh olduğuna nasıl îtikâd edersiniz).
Muhakkak ki, semâvat, yer ve ikisi arasında bulunan her şey Allahü teâlânındır (hepsi Allahü teâlânın mülkü ve mahlûkudur). O, dilediğini yaratır. Muhakkak ki, Allahü teâlâ her şeye kâdirdir.”
Mâide sûresinin 72-75. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Muhakkak ki, Meryem oğlu Mesîh (Îsâ aleyhisselâm) Allah’dır diyenler, şüphesiz kâfir olmuşlardır. Halbuki, Mesîh (Îsâ aleyhisselâm kendisi bizzat onlara şöyle) demişti: “Ey İsrâiloğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allahü teâlâya ibâdet edin. Kim Allah'a ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allahü teâlâ ona Cennet’i haram kılar. Onun varacağı yer ateştir. Zalimlerin hiç bir yardımcıları da yoktur.
Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür diyenler (Allahü teâlâdan başka Hazret-i Meryem'i ve Hazret-i Îsâ’yı da ilâh kabûl edenler) de elbette kâfir olmuşlardır. Halbuki, bir tek ilâhtan başka hiç bir ilâh yoktur. Şâyet söyleye geldikleri bu sözden vazgeçmezlerse, küfürde kalanlara muhakkak çok acıklı bir azâb dokunacaktır.
Hâlâ, Allahü teâlâya tevbe edip mağfiret dilemeyecekler mi? Şüphesiz ki, Allahü teâlâ tevbe edenleri mağfiret edici ve mağfiret olunmuşlara da çok rahmet edicidir.
Meryem oğlu Mesîh (Îsâ aleyhisselâm) ancak bir peygamberdir. Ondan önce bir çok peygamberler geçti. Annesi de sıddîka (çok doğru bir kadın) idi. İkisi de (birer kul, beşer olarak) yemek yerler (gıda alırlar, ilâhlık iddia etmezler) di…”
Tevbe sûresinin 30-33. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “...Hıristiyanlar da; Mesîh (Îsâ aleyhisselâm) Allah'ın oğludur dediler. Bu, onların ağızlarıyla uydurdukları sözleridir ki, daha önce küfreden (melekler, Allah'ın kızlarıdır diyen) lerin sözlerine benzemektedir. Allah onları kahretsin. Haktan bâtıla nasıl çevriliyorlar.
Onlar, âlimlerini ve râhiplerini, Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Meryem'in oğlu Mesîh'i de (ilâh edindiler). Halbuki, onlar da, ancak bir olan Allah'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. Allahü teâlâdan başka hiç bir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden tamâmen münezzehtir.
Onlar, Allahü teâlânın nûrunu (Allahü teâlânın vahdâniyyetine, bir olduğuna, yüceliğine, çocuğu ve ortağı olmaktan münezzeh olduğuna alâmet ve işâret olan delilleri veya Kur'ân-ı kerîmi veyahut Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini veya Muhammed aleyhisselâmın şeriatını) ağızlarıyla, (bozuk ve yalancı sözleri ile) söndürüvermek istiyorlar. Fakat Allahü teâlâ diliyor ki, kâfirler, istemeseler ve hoşlanmasalar bile, O muhakkak nûrunu tamamlayacaktır.
Peygamberlerini hidâyetle ve hak din ile, bütün dinlerin üzerine gönderen O'dur. İsterse müşrikler hoş görmesinler.”
Bu husûsta Buhârî'de Hazret-i Ömer'den rivâyet olunan bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Nâsârânın İbn-i Meryem'i (Îsâ aleyhisselâmı) bâtıl üzere medhettikleri gibi, siz de beni medhetmekte mübalağa etmeyiniz. Şüphesiz ki, ben bir kulum. Binaenaleyh bana, Allahü teâlânın kulu ve resûlü deyiniz.”
Teslis
İnancı, İlk defâ Yuhannâ İncîl’inde görüldüğü hâlde, Yuhannâ İncîl’inin içinde
teslisi reddeden, Allahü teâlânın bir
olduğunu ispat eden âyetler vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır.
Yuhannâ
İncîl’inin 17. bâbının 3. âyetinde Îsâ aleyhisselâm;
“Ey baba, ebedî hayat (ahiret hayatı), hakîkî bir Allah olan seni ve senin
gönderdiğin Îsâ Mesîh'i bilmelerinden ibârettir” demektedir. Bu âyette, Allahü teâlânın hakîkî, ebedî hayat sâhibi, bir
olduğu ve Îsâ aleyhisselâmın Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş bir resûl
olduğu açıkça bildirilmiştir.
Bu âyete
göre Yuhannâ İncîl’i, ebedî hayat yâni âhıret hayatına îmân etmeği yâni Allahü teâlânın varlığı ve birliği ve peygamberlere
îmânı emredince, bunun aksi olan teslis inancının ebediyyen kabûlü mümkün
olmayan bir hatâ olduğunu tembih eder. Yuhannâ'nın bu âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın bir haberci, bir peygamber olduğu
bildirilmiştir. Sonradan bunun tersini düşünmek ve buna inanmak; ebedî hayatı,
âhıretteki sonsuz saâdeti yok etmektir. Îsâ aleyhisselâm
burada tek mâbudun, tek ibâdete lâyık olanın Allahü
teâlâ ve kendisinin de O'nun kulu ve resûlü olduğunu bildirmektedir.
Allahü teâlâyı, bir olan Rab, kendisini
de peygamber olarak kabûl edip, îmân edilmedikçe, ebedî hayatın, Cennet
hayatının olamayacağını haber vermektedir. Îsâ aleyhisselâmın
ve diğer bütün peygamberlerin aleyhimüsselâm haber verdikleri şey de zâten
budur. Yâni Allahü teâlânın varlığına ve
birliğine îmân ve O'nun peygamberini tasdik etmektir.
Markos
İncîl’inin 12. bâbının 29. âyeti ve devamında, Îsâ aleyhisselâma,
emirlerin en mühim ve birincisinin hangisi olduğunu soran bir yahudi âlimine,
Îsâ aleyhisselâm; “Dinle ey İsrâil! Allah'ımız
rab, bir olan rabdir. Ve Allah'ın olan rabbi, bütün kalbinle, bütün canınla
bütün fikrinle ve bütün kuvvetinle seveceksin. İkincisi, komşunu kendin gibi
seveceksin. Bundan daha büyük başka bir emir yoktur.” Yahudi ona; “Çok iyi ey
Muallim. Hakikat üzere dedin ki, Allah birdir. O'ndan başkası yoktur ve O'nu
bütün kalbinle, bütün fikrinle, bütün kuvvetinle sevmek ve komşunu kendin gibi
sevmek, bütün yapılan ibâdetlerden ve kurbanlardan üstündür” dedi. Îsâ da onun
akıllıca cevap verdiğini gördüğü vakit, kendisine; “Sen Allah’ın melekûtundan
uzak değilsin” dedi, demekledir.
Matta
İncîl’inin 22. bâbının 36, 37 ve 38. âyetlerinde, Îsâ aleyhisselâma;
“Ey Muallim! Şeriatte en büyük emir hangisidir?” diye sorulunca; “Îsâ ona dedi:
Allah'ın olan Rabbi; bütün kalbinle, bütün canınla, bütün fikrinle seveceksin.
Büyük ve birinci emir budur” demektedir. 42. âyetinde ise, bütün şeriat ve
peygamberlerin bu emre bağlı olduğu açıkça yazılıdır ve baba kelimesi Rab ve sâhib ve hâkim demektir. İnsanın babası
demek değildir.
Tevrât’da,
hakîkî İncîl’de, bütün semâvî kitaplarda ve bütün peygamberlerin şeriatlerinde
açıkça bildirilen ilk emir ve vasiyet, tevhîddir. Yâni Allahü teâlânın varlığına ve bir olduğuna
inanmaktır. Eğer ilk ve en mühim emir teslis olsaydı, Âdem aleyhisselâm ve ondan sonra gelen bütün peygamberler
aleyhimüsselâm bunu açıkça beyân ederlerdi. O peygamberlerden hiç biri böyle
bir şey bildirmedikleri için, teslis fikrinin hakîkatte mevcût olmadığı,
sonradan meydana çıktığı anlaşılmaktadır.
Ahd-i
cedîdin bu âyetleri, hıristiyanların (üç Allah'a îmân) fikrini kesinlikle
ortadan kaldırmaktadır. Îsâ aleyhisselâm
burada, bir olan Allahü teâlâya îmânı,
O'nu her şeyden çok sevmeyi açıkça emretmektedir. Tevrât’ta da Allahü teâlânın bir olduğunu bildiren pek çok
yerler vardır.
Kitab-ı
istisnânın (Tesniyye'nin) dördüncü bâbının, otuzdokuzuncu âyetinde; “Ve bugün
bil ve yüreğine koy, iyice inan ki, yukarıda, göklerde ve aşağıda, yerde rab o
Allah’dır, başka yoktur” demektedir.
6. bâbının
4. âyetinde ise; “Dinle ey İsrâil! Rab, bir olan rabdır ve Allah'ın olan rabbi
bütün kalbinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin” demektedir.
43. bâbın
10. ve devamındaki âyetlerinde; “Rab diyor: Siz şâhidlerim ve seçtiğim
kulumsunuz. Tâ ki, bilip bana mânâsınız ve benim O olduğumu anlayasınız. Benden
önce Allah olmadı ve benden sonra olmayacak. Ben, Rabbim ve benden başka
kurtarıcı yoktur. Rab diyor, ben Allah'ım” demektedir.
45. bâbın
5. âyetinde; “Rab benim ve başkası yoktur. Benden başka Allah yoktur”
demektedir.
Yine
Kitab-ı Eş'iya’nın 45. bâbının 18. âyetinde; “Çünkü gökleri yaratan Rab,
dünyâya şekil veren ve onu yaratan, onu pekiştiren ve onu boşuna yaratmayan,
üzerinde oturulsun diye ona şekil veren Allah şöyle diyor: Rab, benim ve
başkası yoktur” demektedir.
21 ve 22.
âyetlerinde ise; “(Ben Rab değil miyim? Ve benden başka Allah yoktur. Benden
başka hak Allah ve kurtarıcı yoktur. Ey yeryüzünde olanlar, hepiniz bana
dönünüz ve kurtulunuz. Çünkü, Allah benim, ve başkası yoktur” demektedir.
48. bâbın
9. âyetinde ise; “Allah benim, başkası yoktur. Ben Allah'ım ve benim gibisi
yoktur” demektedir.
Kitab-ı
mukaddes’in Ahdi atîk kısmına da inanan hıristiyanlara, bu âyetler, Allah'ın
bir olduğunu, eşi ve benzeri olmadığını kat’î (kesin) olarak bildirmiştir.
Hıristiyanlar teslise, üç tanrıya inanarak bu âyetleri inkâr ediyorlar.
Markos
İncîl’inin 13. bâbının 32. âyetinde, Îsâ aleyhisselâm;
“Fakat bu gün ve bu saat (kıyâmet) hakkında ne gökteki melekler, ne oğul,
Babadan başka kimse bir şey bilmez” demektedir. Ancak, Babanın (yani Rabbin)
bildiğini, bildirmektedir.
Markos
İncîl’inde bildirildiği gibi, Îsâ aleyhisselâm,
kıyâmetin ne zaman kopacağını kendisinin bilmediğini, ancak Allahü teâlânın bildiğini haber vermiştir. Bunu
herkese bildirmekten çekinmemiştir. Allah'ın oğlu ve Allah olduğuna inanılan
kimse, bunu bilmez mi? Bâzı Hıristiyanlar, bunu çeşitli şekillerde tevil etmeye
çalışmışlar ise de, yaptıkları tevilleri kendileri de beğenmemişlerdir.
Bu
âyetler, ilim ve kudreti, Îsâ aleyhisselâmın
kendisinden kaldırarak, Allahü teâlâya
tahsis etmektedir.
Matta İncîl’inin
19. bâbının 16 ve 17. âyetlerinde; “Biri Îsâ'ya gelip dedi: Ey kerîm olan
Muallim! Ebedî hayata kavuşmam için ne iyilik yapayım?” Îsâ ona dedi: “Niçin
bana kerîm diyorsun? Bir olan Allah'tan başka kerîm yoktur” demektedir. Bu
âyet, teslisi kökünden kazımaktadır.
Îsâ aleyhisselâmın bu sözleri, İngiliz ve Amerikan Bible
(İncîl) şirketlerinin, 1303 kamerî (m. 1886) senesinde İstanbul'da
bastırdıkları Kitab-ı mukaddesde aynen yazılıdır. Birleşmiş Kitab-ı Mukaddes
Cemiyetleri'nin 1982 baskılı Kitab-ı mukaddesinde bu onyedinci âyeti; “Îsâ ona
dedi: İyilik için neden bana soruyorsun? İyi olan biri vardır” olarak
yazmaktadır. Görülüyor ki; “Bir Allah'tan başka kerîm yoktur” sözü
değiştirilmiştir. Allah'ın bir olduğu sözü kaldırılmış, böylece Kitab-ı mukaddesin
her asırda yapılan değiştirilmelerine, bir yenisi daha eklenmiştir.
Kitab-ı
Eş’iya (İşâya) nın 40. bâbının 28. âyetinde; “Ey İsrâil! Bilmedin mi? İşitmedin
mi? Dünyânın uçlarını (yeri, göğü) yaratan Allah zayıflamaz ve yorulmaz. O'nun
hikmetinin derinliğine erişilmez” demektedir.
44.
bâbının 6. âyetinde; “...Rab şöyle diyor: İlk, evvel benim ve âhır, son benim
ve benden başka ilâh yoktur” demektedir.
Kitab-ı
Ermiyâ (Yeremya) nın 19. bâbının 10. âyetinde; “Fakat Rab, hak Allah’dır. Hay,
diri ve ebedî olan (yani kendisine ölüm gelmeyecek olan) meliktir. Gadabından
dünyâ titrer ve bu hâle milletler dayanamaz. Gökleri ve yeri halk etmeyen
ilâhlar, yerin ve göklerin altında mahvolacaktır. Rab, yeri, kuvveti ile
yarattı. Dünyâyı hikmeti ile tesis etti. Gökleri ilmi ile yaydı” demektedir.
Ahd-i
atîkin bu âyetlerinden de anlaşılacağı gibi, Allahü
teâlâ birdir, sonsuz kuvvet sâhibidir. Hıristiyanlar, Allah kabûl
ettikleri Îsâ aleyhisselâmı öldürmekle
(öldürüldüğünü, haça gerildiğini söylemekle) kalmazlar. Aynı zamanda, öldükten
sonra da, insanların günâhlarına keffâret olarak Cehennem’e sokarlar. Îsâ aleyhisselâmın Cehennem’e gireceğine Petrus'un
birinci mektubunun 3. bâbının 18. ve 19. âyetlerini delil getirirler.
Rahmetullah
Efendi (rahmetullahi aleyh) İzhâr-ül hak
kitabında, hıristiyanların bu îtikatlarını ve papazların bu husûstaki
yazılarını ve cevaplarını bildirirken diyor ki: Meşhûr papaz Martiros bir
toplantıda; “Îsâ hiç şüphesiz bizler için insanlığı kabûl etmiştir. Bunun için,
insanlara gelen ve gelecek olan bütün dert ve belâlara katlanması lâzım idi.
Nitekim hepsine katlandı. Onun için, Cehennem’e girdi ve azâb olundu.
Cehennem’den çıkarken, kendisinden önce Cehennem’e girmiş bulunanların hepsini
de beraber çıkardı” demiştir. Bu husûsta hıristiyan fırkaları arasında îtikâd
farklılıkları vardır. Böyle inandıkları bir zâtı her yerde, her an, hâzır ve
nâzır, her şeye hâkim ve mâlik bir Allah kabûl etmektedirler.
Yuhannâ
İncîl’inin 20. bâbının 14. ve sonraki âyetlerinde; “Îsâ aleyhisselâm Meryem'e göründü. Ve ona; Daha Babamın yanına
çıkmadım. Fakat kardeşlerime (havârîlere) git ve onlara söyle; Benim Babama ve
sizin Babanıza, benim Allah'ıma ve sizin Allah'ınıza çıkıyorum dedi”
demektedir.
Bu
âyetlerden anlaşılıyor ki, Îsâ aleyhisselâmın
kendine oğul ve Allahü teâlâya, baba
tabirini kullanması, yalnız kendisi için değildir. Konuştuğu şîvenin, lisânın
bir husûsiyeti olarak kullanılan, mecazî bir tabirdir. Bu sözün, zâhirî
mânâsına göre, Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâya oğul olmakta ise de, aynı
âyetlerde; “Benim Allah'ım ve sizin Allah'ınız” diyerek, Allahü teâlâyı mâbud, ilâh tanımaktadır. Ayrıca,
kendisi ile havârîleri bir saymış, ortak yapmıştır.
“Benim
Babama ve sizin Babanıza” dedikten sonra, bu sözünden maksat, benim Allah’ım ve
sizin Allah'ınız demek olduğunu, tek bir Allah'ın kulları olduklarını
söylemiştir. Böylece kullukta havârîler, Îsâ aleyhisselâma
ortak olmuşlardır. Îsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ için; “Babama” demesi sebebiyle ilâh
olarak kabûl edilirse, “Babanıza” dediği için de, havârîleri ona ortak birer
ilâh kabûl etmek lâzım gelir. Îsâ aleyhisselâm
hayatta iken, havârîlerden hiç biri onu bir ilâh, bir Allah olarak kabûl
etmemiş, ona -haşa- Allah'ın oğlu dememiştir. Bu vasıf hıristiyanlara göre,
öldükten ve göğe çıkarılmasından çok sonra kendisine verilmiştir. Bunlar da
gösteriyor ki, Îsâ aleyhisselâm, Allah
değildir. İbnullah yâni Allah'ın oğlu da değildir. Ancak, Abdullah’tır. Yâni
Allah'ın kuludur.
Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize,
Necrân'dan bir hıristiyan heyeti gelmişti. (Necrân, Hicaz ile Yemen arasında
bir şehirdir.) Bunlar, altmış süvâri olup, içlerinden yirmidördü büyükleri idi.
Bunların içinde de, üçü en büyükleri idi. Reisleri Abdülmesîh idi. İçlerinden
Ebü'l-Hâris bin Alkama, en âlimleri idi. Âhır zaman peygamberinin alâmetlerini
İncîl’de okumuş idi. Fakat, dünyâ mevkîini, şöhretini sevdiği için, müslüman
olmuyordu. Çünkü, ilmi ile meşhûr olup, kayserlerden ikrâm görür, bir çok
kiliselere emir verirdi. Medîne'ye gelip, ikindi namazından sonra, Mescid-i
şerîfe girdiler. Üstlerinde süslü papaz elbiseleri vardı. O sırada, onların da
namaz vakti gelmiş olduğundan, Mescid-i şerîfte namaza kalkmışlar, Resûlullah sallallahü
aleyhi ve sellemde; “Bırakınız kılsınlar” buyurmuştu. Şarka doğru
kıldılar. Üç büyükleri konuşmağa başladı. Söz arasında, Îsâ aleyhisselâm için, bâzan Allah diyorlar, bâzan
Allah'ın oğlu, bâzan da, üç tanrıdan biri diyorlardı. Allah demelerine sebep,
ölüleri diriltir, hastaları iyi ederdi. Gaybları haber verir, çamurdan kuş
yapıp üfleyince uçar diyorlardı. Allah'ın oğlu olduğuna sebep, belli bir babası
olmaması idi. Üçten birisi olmasına sebep de, Allah; “Yaptık, yarattık” diyor,
eğer bir olsaydı; “Yaptım, yarattım” derdi diyorlardı. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem), bunları dîne dâvet etti. Birkaç âyet-i kerîme okudu,
îmâna gelmediler. “Biz senden önce îmân ettik” dediler. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Yalan söylüyorsunuz! Allah'ın oğlu var diyenin îmânı olmaz”
buyurdu. “Allah'ın oğlu değilse, o hâlde bunun babası kim?” dediler.
Resûlullah efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Biliyor musunuz? Allahü teâlâ, hiç ölmez ve her şeyi varlıkta tutan O'dur. Îsâ
(aleyhisselâm) ise, yok idi ve yok olacaktır.”
Onlar; “Evet biliyoruz” dediler. Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem); “Bilmiyor musunuz,
babasına benzemeyen hiç bir yavru var mı?” buyurunca; Her yavru
babasına benzer. (Koyun yavrusu koyuna benzer.) dediler. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Bilmiyor musunuz, Rabbimiz her şeyi yaratıyor, büyütüyor,
besliyor. Halbuki, Îsâ (aleyhisselâm)
bunların birini
yapmıyordu” buyurunca; “Evet, yapmıyordu” dediler. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Rabbimiz, Îsâ'yı (aleyhisselâm)
dilediği gibi
yarattı, değil mi?” buyurunca; “Evet yarattı” dediler. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Rabbimiz yemez, içmez. O'nda değişiklik olmaz. Bunu da
biliyor musunuz?” buyurunca; “Evet, biliyoruz” dediler. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Îsâ'nın (aleyhisselâm)
anası var idi.
O, her çocuk gibi dünyâya geldi. Onlar gibi beslendi. Yer, içer, zararlı
maddeleri kendinden atardı. Bunu da biliyorsunuz, değil mi?”
buyurunca, onlar; “Evet biliyoruz” dediler. Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem) “O hâlde, Îsâ (aleyhisselâm) zan ettiğiniz gibi nasıl olur?” buyurdu. Onlar,
bir şey diyemeyip, sustular. Biraz sonra; "Yâ Muhammed
(sallallahü aleyhi ve sellem)! Sen, onun
Allah'ın kelimesi ve O'ndan bir rûh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Evet” buyurdu. Onlar; “Eh, bu da bize yetişir”
deyip, inâdlarında ısrâr ettiler.
Bunun
üzerine, Allahü teâlâ, onları mübâheleye
çağırmasını emretti. Resûlullah efendimiz
de (sallallahü aleyhi ve sellem); “Bana
inanmıyorsanız, gelin sizinle mübâhele edelim (yani hangimiz zâlim
isek, yalancı isek, Allahü teâlâ ona
lânet etsin diyelim!) buyurdu. Allahü teâlânın
bu emri, Âl-i İmrân sûresinin, 61. âyet-i
kerîmesinde bildirilmektedir. Seyyid dedikleri Şerhabîl, bunları toplayıp;
“Bunun peygamber olduğu, her şeyinden anlaşılıyor. Bununla mübâhele edersek, ne
biz kurtuluruz, ne de bizden sonra gelenlerimiz kurtulur. Muhakkak bir belâya
uğrarız!” dedi. Mübâhele etmekten kaçındılar ve; “Yâ Muhammed (sallallahü aleyhi ve
sellem)! Senden râzıyız. Ne istersen sana verelim. Eshâbından bir emîn
kimseyi bizimle beraber gönder, vergilerimizi ona verelim!” dediler.
Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem); “Gayet emîn bir
kimseyi, sizinle gönderirim” buyurdu. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân,
emîn olarak kimin, şerefleneceğini merâk ediyorlardı. Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem); “Kalk yâ Ebâ Ubeyde!” buyurdu; “Ümmetimin emîni
budur” diyerek onlarla beraber gönderdi.
Sulh şartı
şöyle idi; Her sene, ikibin elbise vereceklerdi. Bini Receb'de, bini Safer
ayında teslim edilecekti. Her elbise ile de kırk dirhem gümüş verilecekti.
Reisleri Abdülmesîh ile seyyidleri Şerhabîl, sonradan müslüman olup, Resûlullah'ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) hizmetinde bulunmakla şereflendiler.
Hıristiyanların
ellerinde bulunan mukaddes kitapları; “Allah birdir. O'na benzeyen hiç bir şey
yoktur” diyor, onlar ise; “Îsâ Allah’dır. Allah'ın oğludur” diyorlar. Kendi
kitaplarını, kendileri inkâr ediyorlar.
Hıristiyanların,
her lisâna tercüme ederek, her memlekete yaydıkları, Kitab-ı Mukaddesin, Ahd-i
atîk kısmında, (Tesniyye) kitabının, altıncı bâbı, dördüncü âyetinde diyor ki:
“Ey İsrâil, dinle! Allah'ımız, Rabbimiz birdir. Bu sözüm kalbine yerleşsin.
Oğullarına da dikkatlice öğret!”
Eş’iya
kitabının, kırkbeşinci bâbının, beşinci âyetinde diyor ki: “Rab, benim. Benden
başka rab yoktur. Benden başka ilâh yoktur. Şarkta ve garbda olanlar, benden
gayrı olmadığını bileler. Rab benim, benden başka yoktur.”
Yirmiikinci
âyetinde diyor ki: “Hepiniz bana ibâdet ediniz! Allah benim ve benden gayrı
yoktur.”
Kırkaltıncı
bâbının dokuzuncu âyetinde diyor ki: “Allah benim ve gayrı yoktur. Ben
Allah'ım. Benim nazîrım, bana benzeyen, hiç bir şey yoktur.”
Büyük
İslâm âlimi, Tefsîr-i kebir ve çeşitli kıymetli kitapların sâhibi, İmâm-ı
Fahreddîn-i Razî (rahmetullahi aleyh), Âl-i İmrân sûresinde, 61. âyet-i kerîmeyi tefsîr
ederken buyuruyor ki:
“Harezm
şehrinde idim. Şehre bir papazın geldiğini ve hıristiyanlığı yaymak için
çalıştığını işittim. Yanına gittim. Konuşmaya başladık. Bana; “Muhammed aleyhisselâmın
peygamber olduğunu gösteren delil nedir?” dedi. Şu cevâbı verdim: “Mûsâ'nın,
Îsâ'nın ve diğer peygamberlerin aleyhimüsselâm hârikalar, mûcizeler gösterdiği
haber verildiği gibi, Muhammed aleyhisselâmın da mûcizeler gösterdiği haber
verilmiştir. Bu haberler tevatür hâlindedir. Tevatür ile gelen haberleri, ya
kabûl eder veya red edersin. Red eder ve mûcize, bir zâtın peygamber olduğunu
ispat etmez der isen, mûcizeleri tevatür ile bize haber verilen diğer
peygamberlere de inanmaman lâzım gelir. Şâyet tevatür ile gelen haberlerin
doğruluğunu ve mûcize gösteren zâtın peygamber olduğunu kabûl eder isen, Muhammed aleyhisselâmın
peygamber olduğunu kabûl etmen lâzım gelir. Çünkü, Muhammed
aleyhisselâm mûcizeler göstermiş ve bu
mûcizeler, bizlere tevatür denilen sağlam haberler ile bildirilmiştir. Diğer
peygamberlerin peygamberliğine, tevatür ile bildirilen mûcizeler sebebi ile
inandığın için, Muhammed aleyhisselâmın da, peygamber olduğuna îmân
etmelisin!”
Papaz:
“Îsâ aleyhisselâmın, peygamber değil, ilâh,
tanrı olduğuna inanıyorum” dedi.
(Tanrı,
mâbud demektir. Tapılan şeylerin hepsine tanrı denir. Allahü teâlânın ismi, Allah’dır, tanrı değildir. Allahü teâlâdan başka tanrı yoktur. Allah yerine
tanrı demek, yanlıştır ve çok çirkindir.)
Ben; “Biz
şimdi peygamberlik hakkında konuşuyoruz. İlâhlıktan önce, nübüvvet mevzuunu
halletmemiz lâzımdır. Ayrıca, Îsâ aleyhisselâmın,
ilâh olduğunu söylemen de bâtıldır. Çünkü, ilâhın, tanrının, her zaman var
olması lâzımdır. Halbuki, Îsâ aleyhisselâm,
cisim idi. İnsan idi. Yok iken var oldu. Önce çocuk idi. Yerdi, içerdi. Bizim
gibi konuşurdu. Yatardı, uyurdu, uyanırdı, yürürdü. Her insan gibi yaşamak
için, bir çok şeye muhtâç idi ve size göre öldürülmüştür. Muhtâc olan, ganî olur
mu? Yok iken sonradan var olan bir şey, ebedî, sonsuz var olur mu? Değişen bir
şey, devamlı, sonsuz var olur mu? O hâlde, madde, cisim, yer kaplayan şeyler
tanrı olamaz.
Îsâ aleyhisselâmın kaçtığını, saklandığını, çok
üzüldüğünü, bu durumdan kurtulmak için çârelere başvurduğu hâlde, yahudilerin
onu yakalayıp astığını söylüyorsunuz. İlâh veya ilâhtan parça kendisine hulûl
etmiş olsaydı, yahudilerden korunmaz mı, onları yok etmez mi idi? Niçin üzüldü
ve saklanacak yer aradı? Vallahi, buna hayret ediyorum. Aklı olan kimse, bu
sözleri nasıl söyler, buna nasıl inanır. Akıl, bu sözlerin bozukluğuna
şâhidtir.
Üç türlü
söylüyorsunuz:
1- O,
gözle görülen cismani bir ilâh imiş, tanrı imiş. Öyle olsaydı, asıldığı zaman,
yerlerin, göklerin tanrısı ölmüş olurdu. Bu âlem ilâhsız kalacaktı. Halbuki,
âlemin ilâhsız kalması mümkün değildir. Ayrıca, Yahudilerin yakalayıp
öldürdüğü, âciz, kuvvetsiz bir kimse, âlemlerin tanrısı olabilir mi?
Îsâ aleyhisselâmın, Allahü
teâlâya çok ibâdet ettiği, tâata çok rağbet ettiği husûsu da,
tevatür ile sabittir. Îsâ aleyhisselâm ilâh
olsaydı, ibâdet ve tâatta bulunmazdı. Çünkü ilâh, aslâ kendisine ibâdet etmez.
(Bilakis başkaları ona ibâdet eder.)
2- İlâh,
ona tamâmen hulûl etmiştir. O, tanrının oğludur diyorsunuz. Bu inanış
yanlıştır. Çünkü, ilâh, cisim ve arâz (sıfat) olamaz. İlâhın, bir cisme hulûl
etmesi imkânsızdır. Eğer, ilâh cisim olsaydı, başka bir cisme de hulûl ederdi.
Cisme hulûl eden şey cisim olur ve hulûl edince iki cismin maddeleri birbirine
karışır. Bu da, ilâhın parçalanmasını icap ettirir. Eğer ilâh, arâz olsaydı,
bir mahalle, mekâna muhtâç olurdu. Bu ise, ilâhın başkasına muhtâç olması
demektir. Başkasına muhtâç olan ise, ilâh olamaz.
3- O,
tanrı değildir. Fakat, tanrının bir parçası ona hulûl etmiş, yerleşmiştir
diyorsunuz. Eğer ona hulûl eden parçanın, ilâhın ilâh olmasında tesiri var ise,
bu parça ilâhtan ayrılınca, tamâmen ilâhlığı bozulur. Eğer bu parça, ilâhın
ilâh olmasında tesirli değilse, tanrının parçası olmamış olur.
“Îsâ aleyhisselâmın, ilâh, tanrı olduğuna delilin nedir?”
diye sordum.
Papaz; “Ölüleri dirilttiği, anadan doğma
körlerin gözünü açtığı ve baras denilen, derideki çok kaşınan beyaz lekeleri
iyi ettiği için, o tanrıdır. Böyle işleri ancak tanrı yapabilir” diye cevap
verdi.
“Delil
(alamet) bulunmayınca, medlûlün (delilin delâlet ettiği şeyin) bulunmayacağı
söylenebilir mi? Delil bulunmayınca, medlûl de olmaz, var olmaz dersen, âlem
yaratılmadan önce, yâni ezelde âlemi yaratanın yok olduğunu söylemiş olursun
ki, bu bâtıldır. Çünkü, âlem (bütün mahlûklar), yaratanın varlığına delildir.
Delil
bulunmayınca, medlûl bulunabilir dersen, ezelde mahlûklar yok iken yaratanın
var olduğunu kabûl etmiş olursun. Fakat, Îsâ aleyhisselâm
ezelde yok iken, ilâhın ona ezelde hulûl ettiğini söylersen, bunu delilsiz
kabûl etmiş olursun. Çünkü, Îsâ aleyhisselâm
sonradan yaratılmıştır. Ezelde var olması, delilin bulunmaması demektir.
Tanrının Îsâ aleyhisselâma hulûl ettiğini
delilsiz kabûl ediyorsun da, bana, sana, hayvanlara, otlara ve taşlara hulûl
etmediğini nereden biliyorsun? Delilsiz, bunlara hulûl ettiğini niçin kabûl
etmiyorsun?” diye sordum.
Papaz;
“İlâhın, Îsâ aleyhisselâma hulûl etmesi ile
sana, bana ve diğer varlıklara hulûl etmemesinin sebebi açıktır. Çünkü Îsâ aleyhisselâmda mûcizeler göründü. Sende, bende ve diğer
varlıklarda böyle harikulade hâller görülmedi. Bundan ilâhın ona hulûl edip,
bize ve diğer varlıklara hulûl etmediğini anlıyoruz” dedi.
“Îsâ aleyhisselâma hulûl etmesine delil olarak, onun
mûcizeler göstermesi olduğunu söylüyorsun. Delil olmayınca yâni mûcizeler
görülmeyince, hulûl edemeyeceğini niçin söylüyorsun? Sende, bende ve diğer
varlıklarda hârikalar, mûcizeler bulunmadığı için tanrı bunlara hulûl etmez
diyemezsin. Çünkü, delil olmadığı hâlde medlûl bulunabilir demiştik. Buna göre,
ilâhın hulûl etmesi, delilin bulunmasına, yâni hârikaların, mûcizelerin
görülmesine bağlı değildir. O hâlde, bana, sana, kediye, köpeğe, fareye de
hulûl ettiğine inanman lâzım gelir. İlâhın, bu aşağı mahlûklara hulûl ettiğini
inandırmağa varan bir din, hak din olabilir mi?
Asayı
(bastonu) ejder, yılan yapmak; ölüyü diriltmekten daha güçtür. Çünkü baston ile
yılan, hiç bir bakımdan birbirine yakın değildir. Mûsâ aleyhisselâmın
asâyı ejdere çevirdiğine inanıyorsunuz da, ona, tanrı veya tanrının oğlu
demiyorsunuz? Îsâ aleyhisselâma niçin tanrı
veya şöyle böyle diyorsunuz?” dedim.
Papaz, bu
sözüme karşı diyecek hiç bir şey bulamadı, susmağa mecbûr oldu.
Nâsârâ
dediğimiz hıristiyanların dinlerinin esası olan ve İncîl dedikleri dört kitap, Allahü teâlânın Cebrâil
aleyhisselâm ile gönderdiği asıl İncîl-i şerîf
değildirler. Bu dört kitap, Îsâ aleyhisselâm
semâya çıkarıldıktan sonra, dört kimse tarafından yazılmış birer târih
kitabıdırlar. Bunlardan biri, Matta olup, havârîlerden biri imiş. Ahbaplarının
arzu ve ısrarları üzerine, gördüklerini ve işittiklerini bildirmek için, Îsâ aleyhisselâmdan oniki sene sonra, Milad-i Îsâ isminde
bir kitab yazmış. İkincisi, Markos olup, havârîlerden işittiklerini, yirmisekiz
sene sonra yazmıştır. Üçüncüsü Luka olup, otuziki sene sonra, işittiklerini
bildirmek için, İskenderiyye’de bir târih yazmıştır. Dördüncüsü Yuhannâ olup,
havârîlerden imiş. Îsâ aleyhisselâmdan
işittiklerini, semâya çıkarıldıktan kırkbeş sene sonra yazmış. Allahü teâlânın gönderdiği İncîl, ilâhî bir kitap
idi. Bu dört kitabda ise, birbirlerine uymayan yalanlar doludur. Bunların
hepsinde, Îsâ aleyhisselâmın çarmıha gerilerek
öldürüldüğü yazılıdır. Kur'ân-ı kerîmde
ise, başkasını öldürdükleri, Îsâ aleyhisselâmın
diri olarak semâya kaldırıldığı açıkça bildirilmektedir. Bu dört İncîl de,
Allah kelâmı olsalardı; Allah kelâmları arasında, birbirlerini yalanlayıcı
haberler bulunmuş olurdu. Bu ise, olacak şey değildir. Bu kitaplarda, Îsâ aleyhisselâmdan işitmedikleri, hattâ semâya
çıkarıldıktan sonra hâsıl olan şeyler de yazılıdır. Bunların misâlleri, İmâm-ı
Kurtubî'nin “El-a'lam fi beyân-ı mâ-fî-din-in- nasârâ” kitabında ve
İbn-ül-Kayyım-i Cevziyye'nin “Hidayet-ül-hiyârâ fî-ecvibet-il-yehud-i
ven-Nasârâ” kitabında ve Sü'ûdî'nin “Tahcîl min-hasf-il-İncîl” kitabında ve
Taşköprülü Ahmed Efendi ile Kâtib Çelebi'nin “Esamî-yül-kütüb” ve
“Keşf-üz-zünûn” kitaplarında uzun yazılıdır. (rahmetullahi teâlâ aleyhim)
Asıl
İncîl-i şerîf, hiç bir yerde mevcût değildir. Hattâ hıristiyanlardan bir kısmı,
bu İncîl’in gönderildiğini inkâr etmektedir. Yahudiler, Îsâ aleyhisselâmı öldürmeye teşebbüs ettikleri zaman, bu
İncîl’i yaktılar. Yâhud parçalayıp telef ettiler. Îsâ aleyhisselâmın
dâvet zamanı üç sene kadar idi. Îmân edenler de az olmakla beraber, çoğu
okumak, yazmak bilmez idi. Bunun için, İncîl-i şerîfin benzeri yazılmamıştır.
Yalnız Îsâ aleyhisselâmın ezberinde idi. Yâhud,
miladın üçyüzyirmibeş senesinde, İncîl denilen elli kadar kitap imhâ edilirken,
onu da bâtıl zan ederek imhâ etmişler diyebiliriz.
Bugün her biri ayrı dînin ortaya çıkışı gibi görülen bu mezheplerin en mühimleri; Katolik, Ortodoks ve Protestan'dır. Bunlar, çok sayıda kollara ayrılmıştır.
Katolik mezhebi: Bu mezhebi temsil eden Katolik Roma kilisesinin zirvesinde papa bulunur. Papa, rûhânî bir devletin başkanıdır. Papadan sonra kardinaller, piskoposlar ve râhipler gelir. Bunlar rûhban sınıfını teşkil ederler. Râhiplerin özel görevleri arasında evlenmemek de vardır. Katolik inancında teslis (Baba-oğul-aziz rûh) esastır. Başlıca takdis âyinleri; vaftiz, tevbe, çile, evlenme, papazlığa tâyin ve ölülere yağ sürme gibi törenlerdir. Hıristiyanların, papazlara günâh çıkarttırma mecbûriyetleri vardır. Merkezi Vatikan olan katolik kilisesi, kendini, hıristiyanlığı dünyâya yayan tek evrensel kilise sayar. Katolik kilisesine Batı ve Latin kilisesi dendiği gibi, Petrus’un kilisesi de denir.
Ortodoks mezhebi: Bu mezhebi temsil eden kiliseye Ortodoks kilisesi dendiği gibi Şark, Yunan ve Roma kilisesi de denir. Merkezi İstanbul'dur. Ortodoks kilisesi, Katolik kilisesinden kesin olarak XI. asırda (M. 1054) de ayrılmıştır. Katolik kilisesine göre kutsal rûh, baba ile oğuldan çıkmıştır. Ortodoks kilisesine göre ise, kutsal rûh yalnız babadan çıkmıştır. Ortodoks kilisesi; Meryem'in bir erkekle münâsebette bulunmadan hâmile oluşu ve papanın yanılmazlığı gibi görüşleri reddeder. Papazlar genellikle evlenir. Halk, ekmek ve şarapla işâ-i Rabbânî (communion) âyini yapabilir.
Protestanlık: Bu mezhebi temsil eden kiliseye, İncîl Kilisesi adı verilir. Bu isim, bu kiliseye mensup olanların İncîl’den başka bir şeye inanmadıklarına işâret eder. Protestanlarca, herkes İncîl’i okuyup anlar.
Luther ismindeki Alman papazı da, 1517 senesinde Roma'daki papaya isyân edince, kiliselerin bir kısmı buna uydu. Bunlara da Protestan kiliseleri denildi. Luther'in başlattığı bu hareket; İngiltere'de Anglikanizm kilisesini, Fransa ve İsviçre'de de Kalvinizm'i ortaya çıkarmıştır.
Protestanlığın özellikleri şunlardır: Protestan kiliseler, papanın otoritesini reddederler. Tanrıya ulaşabilmek için hiç bir kilise adamının aracılığını kabûl etmezler, papazlar evlenirler. Günâh çıkartmak umûmiyetle kaldırılmıştır. En yüksek otorite, kitaptır. Protestanlık Almanya'da, kuzey Avrupa memleketlerinde ve Kuzey Amerika'da yayılmış bulunmaktadır.
Hıristiyanlık mezhepleri arasında târihte çok şiddetli mücâdeleler olmuştur. Meselâ Saint Bartelemy yortu günü olan 1572 yılı 14 Ağustos'unda, 9. Şarl ve Kraliçe Katerin'in emri ile Paris ve civarında 60.000 protestan öldürüldü. Böyle nice işkencelerde dökülen hıristiyan kanları, müslümanların harp meydanlarında döktükleri hıristiyan kanlarından kat kat fazladır.
Allahü teâlânın,
peygamberleri vâsıtasıyla insanlara gönderdiği mukaddes kitaplardandır. İncîl,
Îsâ aleyhisselâma indirilmiştir. İncîl kelimesi
Süryanîce olup, lügatte göz nûru demektir. Hazret-i Îsâ'ya vahyolunan,
gönderilen İncîl, hiç şüphesiz Allah kelâmıdır. Fakat şimdi bu hakîkî İncîl
mevcût değildir. Bugün hıristiyanların elinde bulunan ve Evangelium veya Bible
adını verdikleri Mukaddes kitapta, eski hakîkî İncîl’den kalmış pek az parça
vardır. Esas İncîl, İbranî dili ile idi. Bu kitap, sonraları Yunan ve Latin
dillerine yanlış olarak çevrilmiş, zamanla içerisine birçok parçalar eklenmiş,
sık sık değiştirilmiş ve nihâyet bugünkü bozulmuş ve karışık şeklini almıştır.
Kur'ân-ı kerîm;
Îsâ aleyhisselâma vahyedilen İncîl’in, ilâhî
bir kitap olduğunu ve diğer ilâhî kitaplarla beraber onun da aslına îmân
etmenin lâzım olduğunu, haber vermektedir. Âl-i İmrân
sûresi 84. âyet-i kerîmesinde meâlen; “(Ey Resûlüm) deki, biz Allah'a îmân ettik. Bize indirilene
(Kur’ân-ı kerîme), İbrâhim'e, İsmâil'e, Ya’kûb'a ve oğullarına
indirilenlere, Mûsâ'ya, Îsâ'ya ve peygamberlere, Rablerinden verilenlere de
inandık...” buyrulmaktadır. Mâide sûresinin
68. ve Tevbe sûresinin 111. âyetlerinde de ilâhî
kelâm olmaları ve aynı esasları telkin etmeleri yönünden İncîl, Kur'ân-ı kerîm ve Tevrât'la beraber
zikredilmiştir. Ayrıca Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîminde, Hazret-i Îsâ’ya gönderdiği
İncîl’ini, bir hidâyet (kurtuluş), bir nûr, bir rahmet ve fenâlıktan sakınanlar
için bir nasîhat olarak vasıflandırmaktadır. Mâide
sûresinin 46. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Arkalarından da (bu
peygamberlerin) izlerince,
Meryem oğlu Îsâ’yı kendinden önceki Tevrât'ın bir tasdikçisi olarak gönderdik
ve ona, sakınanlara bir hidâyet olmak üzere de, içinde nûrla hidâyet bulunan ve
önündeki Tevrât'ı tasdik eden İncîl’i verdik” buyrulmaktadır.
Yine Kur'ân-ı kerîmde Allahü
teâlâ, İncîl’i Hazret-i Îsâ'ya vahyettiğini ve onu da peygamber
olarak gönderdiğini çeşitli âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle bildirdi:
“Arkalarından da Meryem
oğlu Îsâ'yı gönderdik. Ona İncîl’i verdik.” (Âl-i İmrân sûresi: 3)
“(Îsâ, beşikte iken dile gelip) dedi ki; Ben,
hakîkaten Allah'ın kuluyum! O, bana kitap (İncîl) verdi. Beni peygamber
yaptı.” (Meryem sûresi: 30)
“Hani sana kitabı (yazı yazmayı), hikmeti, Tevrât'ı
ve İncîl’i öğretmiştim.” (Mâide sûresi:
110)
Müslümanlar,
diğer ilâhî kitaplarla beraber, hakîkî İncîl’in de Allah tarafından Hazret-i
Îsâ'ya gönderilmiş hak bir kitap olduğuna inanırlar.
Îsâ aleyhisselâma gönderilen İncîl tek kitaptı. İbranî
dilinde olan bu hakîkî İncîl, bugün mevcût değildir.
Bolüs
(Paulos) adındaki bir yahudi, Hazret-i Îsâ’ya inandığını söyleyerek ve
hıristiyanlığı yaymaya çalışıyor görünerek, gökten inen İncîl’i yok etti. Dört
kişi ortaya çıkıp, oniki havârîden işittiklerini yazarak, İncîl adında dört
kitap meydana geldi ise de, Bolüs'ün yalanları, bunlara da karıştı. Böylece Îsâ
aleyhisselâmın hak olan dîni, az zaman sonra
yahudiler tarafından sinsice değiştirildi. Barnabas adındaki bir havârî, Îsâ aleyhisselâmdan işittiklerini ve gördüklerini doğru
olarak yazdı.
Yahudi
olan Bolüs'ün yaptığı tahrifatların yanında, İncîl’in bozulmasında başka
sebepler de tesirli oldu. İncîl üzerinde yapılan ilmî tetkiklerden de
anlaşılacağı gibi, İncîl, Yunanca'ya ve Latince'ye çevrilince, o zamana kadar
yüzlerce tanrısı olan putperest Romalılar ve Yunanlılar, ilâh adedini -haşa-
çoğaltmak istediler. Doğru İncîl’deki tek Allah inancının Yunanca tercümede üçe
çıkarılmasına, Yunanlıların Eflatun felsefesine bağlı olmaları sebep olmuştur.
Bilindiği
gibi, hıristiyanlık akîdesinin (inancının) esası olan mukaddes kitaplar, Ahd-i
atîk ve Ahd-i cedîd ismiyle iki kısma ayrılır: Ahd-i atîk (Eski ahid) ismindeki
kısmı, semâvî kitap olan Tevrât’dan alındığı bildirilen parçalar ile, bâzı Benî
İsrâil peygamberlerine isnat edilen hikayelerden meydana gelmiştir. Ahd-i cedîd
(Yeni ahid) ise, dört İncîl ile, bâzı havârîlerin ve Bolüs'ün etrâflarındaki yerlere
gönderdiği iddia edilen bir kısım mektuplar gibi risalelerden ibârettir. Ahd-i
atîk kitaplarının tahrif edildiği, hıristiyanlar tarafından da, tasdik
edilmiştir.
“Îsâ'nın
Hayatı”, “Hıristiyanlık Tâlimi”, “Îsâ'nın Yeni Hayatı” gibi, eserler neşretmiş
olan Alman protestan târihçilerinden Strauss şöyle demektedir: “İsevîliğin ilk
yayıldığı zamanlarda hıristiyanlar, yahudiler tarafından çeşitli zamanlarda
değiştirilmiş olan Ahd-i atîk'i Yunanca'ya tercüme ettiler. Bu tercüme o zaman,
Benî İsrâil'in ellerindeki İsrâiliyyat kitaplarına uymuyor diye, yahudiler buna
karşı çıktılar. Hıristiyanlar yahudileri susturacak cevaplar bulmak için, Ahd-i
atîk'in bu Yunanca tercümesine, yeniden ilaveler yaptılar.
Meselâ,
Îsâ aleyhisselâmın babaları diyerek, bâzı
isimler Zebur'a sokuldu. Îsâ aleyhisselâmın
Cehennemlere girmesi kısmı, Ermiyâ kitabına yerleştirildi. Yahudiler bu
tahrifleri görüp; “Bunlar bizim kitaplarımızda yoktur” diye feryâd ettikçe,
papazlar; “Ey Allah'tan korkmaz hîlekârlar! Siz kütüb-i mukaddeseyi tahrif
etmeğe cesâret ediyorsunuz" diye yahudilere saldırdılar. Daha sonra,
hıristiyanlarla yahudiler arasındaki bu çekişme ilerledi. Hıristiyan
papazlardan bir kısmı da şüphe ve tereddüde düştü. Böylece hıristiyanlar pek
çok fırkalara bölündüler. Bu ihtilaflar, aralarında büyük harblerin yapılmasına
sebep oldu.
Miladî 325
senesinde Bizans imparatoru Büyük Konstantin'in emri ile üçyüzondokuz papaz,
İznik’te bir mecliste toplandılar. Her birinde pek çok şüpheler ve zıtlıklar
bulunan İncîl nüshaları hakkında meşveret ve tahkik için işe başladılar. Bu
mecliste, papazlar, Hazret-i Îsâ'nın ulûhiyyetini kabûl ettikleri gibi,
İsrâiliyyat kitaplarından tercüme ettikleri kısımları da karıştırarak İncîlleri
dörde indirdiler. Kabûl ettikleri bu nüshaların dışındaki diğer nüshaların
şüpheli olduklarına karar verdiler.
364
senesinde Lodisiye isimli bir meclis daha toplandı. Bu meclis, Ahd-i atik
kitaplarını kabûl ettikten sonra, İznik meclisinde reddedilen yedi adet İncîl
kitabının da sıhhat ve doğruluğunu kabûl etti. Bunlar; “Kitab-ı Ester, Risâle-i
Ya’kûb, Petrus'un ikinci risalesi, Yuhannâ'nın ikinci ve üçüncü risalesi,
Yehuda risalesi, Paulos'un İbranîlere yazdığı risâle”dir. Bu kitapların ve
mektupların doğruluğunu her yere îlân ettiler. Yuhannâ'nın müşâhedeler yâni
vahiy kitabı 325 ve 364 senelerinde toplanan her iki mecliste de kabûl
edilmeyip, şüpheli kaldı.
Bundan
sonra 397 senesinde Kartaca'da, yüzyirmialtı kişiden müteşekkil bir meclis daha
toplandı. Bu meclis, önceki iki meclisin şüpheli, uydurma gözü ile bakıp, reddettikleri
kitaplardan, bir kaç tanesinin daha doğruluğunu kabûl etti. Bunlar “Kitab-ı
Tûbiya, Kitab-ı Bârûh, Kitab-ı Kilisâî, Kitab-ül-Makâbiyyîn, Kitab-ı
Muşahedât-ı Yuhannâ, yâni Vahiy kitabı”dır. Kartaca meclisinde bu kitapların
kabûlünden sonra, şüpheli denilmiş olan kitaplar, bütün hıristiyanlarca makbûl
oldu. Bu hal, binikiyüz sene kadar böylece kaldı. Protestanlığın ortaya çıkması
ile Kitab-ı Tûbiya, Kitab-ı Bârûh, Kitab-ı Yehudiyyet, Kitab-ı Vezdüm, Kitab-ı
Kilisâî, Kitab-ül Makâbiyyin-i evvel ve sâni hakkında büyük tereddütler meydana
geldi. Protestanlar, daha önce hıristiyanların kabûl ettikleri bu kitapların
doğru olmadığını ve reddedilmelerinin lâzım olduğunu söylediler. Kitab-ı
Ester'in bâzı bâblarını red, bâzı bâblarını kabûl ettiler. Red ve inkarlarını
ise çeşitli deliller ile ispat ettiler. Bunlardan birisi, bu kitapların aslının
İbranî ve Keldanî lisânları ile olduğu ve şimdi bu lisânlarda mevcût böyle bir
kitabın olmamasıdır.
Protestanlar,
binikiyüz seneden beri, bütün hıristiyanların rûh-ül-kuds (kutsal rûh) ile
ilham olunmuş zannettikleri ve verdikleri kararları, Hıristiyanlığın esası
kabûl ettikleri Konsil yâni eski rûhban meclislerinin, yanlış ve bâtıl şeyler
üzere icma ve irtifakta bulunduğunu kabûl ve îtirâf ettiler. Böyle olmakla beraber,
yine o meclislerin akıl ve kabûlden çok uzak olan, bir çok kararlarını
kendileri de kabûl ettiler. Böylece birbirine zıt esaslar üzerine kurulmuş ve
misli görülmemiş bir yola girdiler.
Hıristiyanlar,
gerek Ahd-i atik, gerekse Ahd-i cedîd kitaplarından îmân esaslarını tespit
etmektedirler. Bu kitaplar, şüphe ve tereddütlerden uzak değildir. Hiç
birisinin, aslının sahih bir senet ile zamanımıza kadar geldiği de
doğrulanmamıştır. Yâni adil kimselerce Îsâ aleyhisselâmdan,
zamanımıza kadar ulaştırılmış değildir. Bilindiği gibi, bir kitabın
doğruluğunun ve semâvîliğinin yâni Allahü teâlâ
tarafından gönderilmiş olmasının kabûlü; “Şu kitap falan peygamber vâsıtası ile
gelmiş, değiştirilmekten ve bozulmaktan uzak, muttasılan sağlam senet ile, adil
kimseler tarafından rivâyet edilerek bize kadar ulaşmıştır” diye bildirilmesine
bağlıdır. Akl-ı selim sâhibi olanlara, sağlam delillerle bu husûs ispat
edilmedikçe, o kitap hakkında şüphe ve tereddütler yok olmaz. Çünkü, sâdece
kendisine ilham geldiği zannedilen şahıslara isnat edilen bir kitap, o şahsın
bizzat kendisinin tasnif etmiş olduğunu ispata kâfi değildir. Ayrıca bir veya
bir kaç hıristiyan fırkasının taassup ve gayret ile, mücerret olarak
doğruluğunu iddiaları da, bu kitapların sıhhatini ispata kâfi değildir. Hıristiyan
papazların Kitab-ı Mukaddeslerinin sıhhatini geçmiş peygamberlerden veya
havârîlerden birine isnattan başka ortaya koyacakları bir delilleri yoktur. Bu
iddiaları, îtikâd (iman) esaslarını beyân eden ve doğruluğunda kalblerden
şüpheleri giderecek, ikna edici delillerden değildir. Hiç bir akıl sâhibi,
kendisini dünyâda rahata ve huzûra, âhırette de, azâbdan kurtaracak ve sonsuz
saâdete kavuşturacak dîni, zayıf esaslar üzerine kurarak, emîn ve rahat olamaz.
Halbuki, Ahd-i atîk'in içindeki kitapların birçoğunu ve Ahd-i cedîd
kitaplarından, Hazret-i Îsâ ve Hazret-i Meryem'e âit olan ve o asırlardan
bahseden yetmişi aşkın hattâ bâzıları bugün mevcût olan kitapları hıristiyanlar
inkâr edip bunlar uydurulmuş yalanlardır, demektedirler.
Cîrum
(Jerome) yazdığı bir makalesinde; Eski hıristiyan âlimlerinden bâzıları Markos
İncîl’inin son bâbının ve bâzıları Luka İncîl’inin yirmiikinci bâbının bâzı
âyetlerinde ve bâzıları yine Luka İncîl’inin ilk iki bâbının doğruluğunda
şüpheye düştüler. Hıristiyanların Marsiyon (Marcion) fırkasının ellerinde
bulunan İncîl nüshalarında bu iki bâb yoktur demektedir. Bugün hıristiyanlar
dört İncîl’i kabûl etmektedirler:
1- Matta İncîl’i: Filistinli olan Matta, Îsâ aleyhisselâmı yalnız göğe çıktığı sene görmüş ve
bundan sekiz sene sonra, birinci İncîl’i yazmıştır. Burada Hazret-i Îsâ'nın,
Filistin'de doğumunda görülen şaşılacak şeyleri ve yahudi pâdişahı Herod'un,
onu çocuk iken öldürmek isteyince, annesi Hazret-i Meryem'in oğlunu alıp,
Mısır'a götürdüğünü yazmaktadır. Hazret-i Meryem, oğlu göğe çıktıktan altı sene
sonra vefât etti. Kabri Kudüs'tedir.
Matta
İncîl’inin 9. bâbının, 9. âyetinde şöyle yazılıdır: “Ve Îsâ oradan geçerken
gümrük yerinde oturan ve Matta denilen bir adam görüp, ona, bana tâbi ol,
ardımca gel deyince, o da kalkıp ona tâbi oldu, ardınca gitti.” Buradan
anlaşılıyor ki, bu İncîl’i başka bir Matta yazmıştır. Şâyet bu cümleleri yazan
Matta'nın kendisi ise, niçin kendisi olduğunu söylemeyip, bir başka Matta gibi
söylemiştir. Eğer, bu İncîlli yazan Matta'nın kendisi olsa idi, hâdiseyi, “Ben
gümrük yerinde oturur iken, Îsâ (aleyhisselâm)
oradan geçiyordu. Beni gördü ve bana tâbi ol, ardımca gel dedi. Ben de, kalkıp
ona tâbi oldum, ardınca gittim” şeklinde zikretmesi icâb ederdi.
Matta
İncîl’inde, Îsâ aleyhisselâmın ağzından
söylenilen her makale, o kadar, uzundur ki, bunların her birini, bir mecliste
ve bir defâda söylemek mümkün değildir. Yine bu husûsta 10. bâbda havârîlere
verdiği nasîhatler ve talimât 5, 6, ve 7. bâblarında devamlı söylediği sözler
ve 23. bâbında Ferîsîlere hitâben yaptığı azarlamalar ve 8. bâbında devamlı
getirdiği misâller, şüphesiz birer mecliste vâki olan şeyler değildir. Bunun
delili de bu sözler ve getirdiği misâllerin, diğer İncîllerde değişik pek çok
meclise taksim edilmesidir. Buradan anlaşılıyor ki, bu İncîl’in müellifi Îsâ aleyhisselâmın devamlı arkadaşı olan gümrükçü Matta
değildir.
Matta
İncîl’inde zikredilen, Îsâ aleyhisselâmın;
körleri, baras ve cin çarpmış kimseleri iyi etmesi ve mûcize olarak fakirlere
yemek yedirmesi hep ikişer mahalde beyân edilmiştir. Halbuki Markos ve Luka
İncîllerinde bu vakalar yalnız bir mahalde zikredilmişlerdir. Bundan
anlaşılıyor ki, Matta'ya nispet edilen İncîl’in müellifi, bu kitabı yazarken,
iki mehaza müracaat edip, bir vakayı ikisinde de görmüştür. Ancak, yanlış
anlama sebebi ile birbirinden farklı zannederek kitabına yazmıştır.
Matta
İncîl’inin 10. bâbının 5. âyetinde, Hazret-i Îsâ'nın, resûllere yâni
havârîlere, putperest milletlere (dine dâvet için) gitmemelerini ve
Sâmirîlilerin şehirlerine girmemelerini tembih ettiği yazılıdır. Daha sonra
ise, kendisinin putperest yüzbaşının hizmetçisine ve Kenânlı bir kadının kızına
şifâ verdiği bildirilmektedir.
7. bâbın
6. âyetinde; “Mukaddes şeyleri köpeklere (putperestlere) vermeyin ve
İncîllerinizi domuzların önüne atmayın” dediği hâlde. 28. bâbının 19. âyetinde
ise; “Siz gidip bütün milletleri şakird edinin... Dininizi onlara öğretin”
demektedir.
10.
bâbının 5. âyetinde; “Milletler yoluna gitmeyin ve Sâmirîlerin şehirlerinden
hiç birine girmeyin” diye emredildiği hâlde, 24. bâbın 14. âyetinde ise;
“İncîl, bütün milletlere vâz edilecektir ve sonu kurtuluş olacaktır”
demektedir. Bu ve yukarıdaki âyetler, birbirine tamâmen zıttır.
Bunlar ve
bunlar gibi sayısız ihtilaf ve tenakuzlar bu İncîl’de tekrarlanmıştır. Bu
ilaveler, Matta İncîl’inde tahrif yapıldığını hiç şüphe bırakmayacak şekilde
ispat etmektedir. Bâzı mühim hâdiseler diğer İncîllerde mevcût olduğu hâlde,
Matta İncîl’inde yoktur. Meselâ, Îsâ aleyhisselâm
tarafından yetmiş şakirdin seçilmesi, Mele-i havârîyyûnda urûcu, bayram yapmak
için iki kere Yerûşâlim'e (Kudüs'e) gelmesi ve Luazer'in mezârdan kalkması
kısımları bu İncîl’de yoktur. Bunun için Matta İncîl’inin havârîlerden Matta'ya
isnadı yâni Matta'dan rivâyet edildiği şüphelidir.
Hıristiyan
papazların eskileri ve sonra gelenleri ittifâk ile bildiriyorlar ki, Matta
İncîl’i İbranîce idi. Hıristiyan fırkaları, birbirlerinden ayrılmaları sebebi
ile, sonradan bu asıl nüshayı kaybettiler. Bugün mevcût olan Matta İncîl’i,
İbranîce asıl nüshanın tercümesidir. Bu tercümeyi yapanın kim olduğu da belli
değildir. Zamanımıza kadar müterciminin kim olduğunun bilinmediğini, hıristiyan
papazların ileri gelenlerinden olan Cîrum da îtirâf etmektedir.
Markos İncîl’i: Îsâ aleyhisselâm
göğe çıkarıldıktan sonra İsevî olmuş, tercümânı olduğu Petrus adındaki
havârîden işittiklerini İncîl ismi ile yazmıştır. Markos'un havârîlerden
olmadığında, bütün târihçiler ittifâk hâlindedir. Sâdece havârîlerden Petrus'un
tercümânıdır.
Paypas
diyor ki: “Markos, Petrus'un tercümânı idi. Markos, Îsâ aleyhisselâmın sözlerini ve fiillerini mümkün mertebe, doğrudur
diyerek ezberden yazdı. Fakat intizamlı, düzgün bir şekilde yazmadı. Çünkü
kendisi ne hazret-i Îsâ'dan işitti, ne de onun yanında bulundu. Dediğim gibi,
Markos yalnız Petrus'un arkadaşlarından idi. Petrus ile konuştuğu şeyleri ve
Îsâ aleyhisselâmın sözlerini içerisine alan bir
kitap olsun diye tertipli ve düzgün söylemeyip, icâb ettiği vakit ve meclise
göre söyledi. Bunun için, eğer Markos kitabında bâzı husûsları üstâdı
Petrus'tan öğrenmiş gibi yazarsa, onu ayıblamamalıdır. Çünkü Markos işittiği
şeyleri unutmayarak, değiştirmeyerek yazmaya lüzum görmemişti.”
Markos
İncîl’ine eski hıristiyan âlimler, çok fazla şerhler yazdılar. Bunlardan İren
diyor ki: “Markos, ezberlediği şeyleri Petrus ve Paulos'un vefâtlarından sonra
yazdı.” İskenderiyyeli Kalman diyor ki: “Petrus daha Roma'da vâz verirken,
Petrus'un talebeleri, Markos'a ricâ ettiler. O da, İncîl’ini yazdı. Petrus
kitabın yazıldığını işitti. Fakat yazıp-yazmaması için bir şey demedi.”
Târihçi
Ousb diyor ki: “Petrus bu hâli işitince, talebelerinin bu gayretine memnun
oldu. Kiliselerde onun okunmasını tembih etti.” Halbuki Markos'un İncîl’i,
Petrus'un risalelerinden (mektuplarından) ziyâde, Matta'nın İncîl’inin
taklididir yâni ona benzetilmiştir. Buna göre, Paypas'ın Markos yazdı dediği
kitap, elde bulunan ikinci İncîl’den başkadır.
Markos
İncîl’inin 6. bâbının 17. âyetinde; “Fakat, Hirodes kardeşi Filupus'un zevcesi
Hirodia ile evlenmişti. Bunun için Yahyâ'yı tutturup zindana hapsetti. Çünkü
Yahyâ, Hirodes'e, kardeş hanımı ile evlenmek câiz değildir, derdi demektedir.
Bu tamâmen yanlıştır. Çünkü Yosibis târihinde, 18. kitabın 5. bâbında,
Hirodia'nın zevcinin ismi Filupus olmayıp, Hirius olduğu açıkça
bildirilmektedir. Bu hatâ, Matta İncîl’inde de vardır. Hattâ 1821-1844
senelerinde basılan Arabca tercümenin mütercimleri, bu âyeti tahrif ederek,
Matta ve Luka'nın ibarelerinde olan Filupus kelimesini düşürmüşler ise de,
diğer senelerdeki tercüme nüshalarında mevcûttur. Nortin (Norton) 1253 (m.
1837) senesinde Boston'da basılan kitabının 70. sahifesinde Markos İncîl’i
hakkında şöyle diyor: “Bu İncîl’de tahkîke muhtâç ibareler vardır ki, bunlar
16. bâbının 9. âyetinden sonuna kadar olan âyetlerdir.” Metinde bir şek ve
şüphe alâmeti göstermeyip, şerhinde bu âyetlerin İncîl’e sonradan sokulduğunu
söyleyen ve bunun delillerini sıralayan Nortin, hayretini bildirerek, şöyle
demektedir: “Kitapları istinsah eden kâtiplerin âdetlerini incelediğimiz zaman,
onların metinlerdeki ibareleri anlayıp yazmaktan ziyâde, metinlere kendi
fikirlerini sokmaya çalıştıklarını görürüz. Bu husûs bilinince, İncîl’deki
ibarelerin niçin şüpheli olduğu anlaşılmış olur.”
Luka İncîl’i: Antakyalı olan Luka, Îsâ aleyhisselâmı görmemiş, Îsâ aleyhisselâm
göğe çıkarıldıktan sonra münâfık olan Bolüs tarafından güyâ hıristiyanlık
dînine alınmış ve onun (bozuk) fikirleriyle aşılanarak, Allahü teâlânın kitabını büsbütün değiştiren bir
İncîl yazmıştır.
Luka'nın,
havârîlerden olmadığı muhakkaktır. Luka İncîl’inin başında diyor ki: “Ey
fazîletli Teofilos! Kelâmın vekilleri, hizmetçileri olup, gözleri ile görmüş
olanların bize naklettiklerine göre, aramızda vâki olan şeylerin hikayesini
tertip ve tahrîr etmeğe bir çok kimseler giriştiğinde, ben de tâ başından beri
olanların hepsini dikkat ile araştırıp, tahkik ederek, olduğu gibi, sırası ile
sana yazmağı uygun gördün.” (Luka: bâb 1, âyet 1-4)
Bu
ibareden bir kaç mânâ anlaşılıyor:
Birincisi:
Kendi zamanında daha bir çok kimseler İncîl yazdıkları sırada, Luka da bu
İncîl’i yazmıştır.
İkincisi:
Havârîlerin kendi elleri ile yazdıkları hiç bir İncîl bulunmadığını, Luka
işâret etmektedir. Zirâ; “Kelâmın vekilleri ve gözleri ile görmüş olanların
bize naklettiklerine göre” cümlesi ile, İncîl yazanları gözleri ile görenlerden
tefrik etmiş, ayırmıştır.
Üçüncüsü:
Kendisi için havârîlerden birinin şakirdi, talebesiyim demez. Çünkü o asırda
havârîlerden birine isnat edilen pek çok telifler, yazılar, risaleler
bulunduğundan, öyle bir senedin yâni havârîlerden birinin talebesi olduğunu
bildirmesinin, kendi kitabı için, başkalarının itimadına sebep teşkil edeceğini
ümîd etmemiştir. Belki her husûsu kendisi araştırarak, esasından öğrendiğini,
daha kuvvetli bir delil olarak göstermiştir.
Dikkat
edilecek bir husûs da şudur: Bugün ellerde mevcût olan İncîllerin her yeni
baskısında, îtirâz edilen ibareleri münâsip bir kelime ile değiştirerek tahrif
etmek, protestan papazların âdetleri olduğu gibi, Maârif nezaretinin 1301
târihli ve 572 numaralı rûhsatı ile İngiliz ve Amerikan Bible şirketlerinin,
1303 (m. 1886) senesinde İstanbul'da bastırdıkları Türkçe İncîl nüshasında dahî
bu ibareyi başka şekle sokmuşlardır. “Bütün husûsları en ince noktalarına kadar
bildiğim üzere” ibaresi yerine; “Benim de başından beri bütün husûslara dâir
tam bir vukufum, bilgim bulunduğundan” ibaresi konularak, mânâyı maksatlarına
göre değiştirmişlerdir. Fakat, Fransızca nüshalarda ve Almanya'da basılan
nüshalarda bu ibare, yukarıdaki gibidir.
Luka'nın
2. bâbının başında; “O günlerde bütün dünyânın tahrîr-i nüfûsu yapılsın diye
Kayser Augustus tarafından fermân çıktı. Kirinius, Suriye valisi iken, yapılan
ilk tahrir bu idi” diye bildirilen 1 ve 2. âyetleri de yanlıştır. Zirâ
Romalılar, bütün dünyâya hiç bir zaman hâkim olamamışlardır ki, bütün dünyânın
tahrîr-i nüfûsuna fermân çıksın. Hattâ protestan papazları, âdetleri üzere bu
soruyu geçiştirmek için, 1886 senesinde İstanbul'da bastırdıkları Ahd-i cedîd
nüshasında bu ibareyi tahrif edip; “O günlerde Kayser olan Augustus tarafından
bütün dünyânın deftere kaydedilmesi bâbında fermân çıktı” şeklinde yazdılar.
Fakat, 1243 (m. 1827) senesinde İngiltere cemiyetinin Paris’te bastırdığı
Türkçe nüshada, bu ibare; “Ve o günlerde vâki oldu ki, Kayser Augustus
tarafından bütün dünyâyı tahrir etmeğe fermân çıktı. Yûsuf dahî tahrir olunmak
için hâmile olan nişânlısı Meryem ile Beyt-i Lahm denilen Dâvûd'un şehrine
çıktı” şeklinde yazılıdır. Bundan sonra yazılan tahrir maddesi incelenmeğe
başlayınca; ne Luka'ya muasır olan eski Yunan târihçilerinden bir kimse, ne de
Luka'dan biraz önce geçen târihçiler bu tahrîr-i nüfusa dâir bir söz
söylememişlerdir. Kirinius ise Îsâ aleyhisselâmın
doğumundan onbeş sene sonra Suriye'ye vali olduğundan, tahrîr-i nüfûs işi
şüpheli vukû bulmuş ise de, Kirinius zamanında olamıyacağı açıkça ortadadır.
Yuhannâ İncîl’i: Yuhannâ, Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu olup, Hazret-i Îsâ'yı
bir kaç kere görmüştür.
Yuhannâ'ya
nispet edilen dördüncü İncîl’in ortaya çıkmasına kadar; Îsâ aleyhisselâmın dîni, esasen Mûsâ aleyhisselâmın şeriatinden ayrılmayıp, tevhid esasına
dayanıyordu. Çünkü, üç uknum yâni teslisten ilk defâ bahseden, Îsâ aleyhisselâma inananlar arasına teslis (üç ilâha
inanmak) akidesini (inancını) sokup, onları Îsâ aleyhisselâmın
dîninden ayıran Yuhannâ İncîl’idir. Bu sebep ile, Yuhannâ İncîl’inin aslının
doğruluğu üzerinde araştırma, inceleme yapmak gâyet mühimdir.
Bu kitap,
Zeydî oğlu Yuhannâ'ya âit değildir. İkinci asırdan sonra, aslı meçhul bir şahıs
tarafından kaleme alınmıştır. Bu husûsu, asrımız târihçilerinden Avrupalı
müsteşrikler çeşitli delillerle ispat etmişlerdir.
Birinci
delil; Yuhannâ İncîl’inin başında; “Kelâm başlangıçta var idi ve kelâm Allahü teâlânın nezdinde, indinde idi ve kelâm
Allah idi” sözleri yazılıdır. Bu sözler, ilm-i kelâmın ince mes’elelerinden
olup, diğer İncîllerin hiç birinde yoktur. Eğer bu sözler Îsâ aleyhisselâmdan işitilmiş olsaydı, diğer İncîllerde
de bulunurdu. Bundan anlaşılıyor ki, bunu yazan, havârîlerden Yuhannâ olmayıp,
Roma ve İskenderiyye mekteplerinde Eflatûn'un üç uknum felsefesini okumuş bir
kimsedir.
İkinci
delil: Yuhannâ İncîl’inin 8. bâbında, 1. âyetten 11. âyete kadar olan, zina
eden kadın hakkındaki yazılarını, bütün hıristiyan kiliseleri kabûl etmeyip,
reddetmekte ve bu yazılar İncîl’den değildir demektedirler. Bundan anlaşılıyor
ki, bunu yazan, eline geçirdiği bir çok İncîllerden toplayıp, gözüne ilişen bir
çok şeyleri de ayrıca kitabına koymuş veya kendinden sonra bir başkası bu
kısımları ilave etmiştir. Halbuki birinci hâle göre, müellif doğruyu ve yanlışı
birbirinden ayıramayarak bir mecmua yazmış olacağından, yazdığı bu mecmuada
kabûle şayan olmayan şeyler olması mümkündür. İkinci hâle göre, bu İncîl’in
tahrif edilmiş olduğunu îtirâf etmek lâzım gelir. İki hâle göre de, aslı
şüpheli ve inanılmağa lâyık değildir.
Üçüncü
delil: Diğer İncîllerde getirilen bâzı misâllerin ve ahvâlin ve mûcizelerin, bu
İncîl’de bulunmayıp, diğerlerinde bulunmayan bir çok şeylerin de bu İncîl’de
bulunmasıdır. Luazer'in diriltilmesi, suların şaraba çevrilmesi ve çarmıhta
iken sevdiği şakirdi ile annesini birbirilerine emânet etmesi gibi şeyler,
sâdece Yuhannâ İncîl’inde bulunup, diğer İncîllerde yoktur.
Dördüncü
delil: Eski hıristiyanlardan ne Paypas, ne de Justen bu İncîl’i gördüklerine
dâir herhangi bir şey bahsetmemişlerdir. Hususen Justen de, Yuhannâ İncîl’ini
yazanın Yuhannâ olmadığını tasdik ettiği hâlde, bu İncîl hakkında bir şey
söylemez.
Beşinci
delil: Diğer üç İncîl’de toplanan ve anlatılan haberlerin anlatılış tarzı ile,
Yuhannâ İncîl’inin anlatış tarzı, tamâmen birbirlerine zıttır. Meselâ, diğer üç
İncîl’de Îsâ aleyhisselâm halkın terbiyesini
isteyen bir muallim gibi, Ferisîlerin riyâkar hâllerine îtirâz eder. Kalbin
tasfiyesini yâni temizlenmesini Allahü teâlâya
yaklaşmayı, insanları sevmeyi, güzel ahlâkı emreder ve Mûsâ aleyhisselâmın şeriatine zıd olan temayüllerden
nehyeder. Halka öğrettiği şeyleri ve nasîhatleri gâyet açık ve tabiî ve
herkesin anlayabileceği şekildedir. Bu üç İncîl, her ne kadar bâzı haberlerde
birbirine zıt ve muhalif iseler de, müttefik oldukları husûslarda, hepsinin bir
kaynaktan çıktığı anlaşılmaktadır. Fakat, Yuhannâ İncîl’i böyle olmayıp, gerek
ifâde şekli, gerekse Îsâ aleyhisselâmın ahlâk
ve davranışları husûsunda, bambaşka bir yol tâkip eder. Bu İncîl’de hazret-i
Îsâ; Yunan felsefesini bilen, gâyet ince, güzel konuşan bir kimse olarak
gösterildiği hâlde, onun sözleri, Allah korkusu ve güzel ahlâklı olmak gibi
husûslarda olmayıp, kendi şahsının yüksekliğinden bahsetmektedir. Bunu da,
insanlar arasında bilinen şekli yâni Mesîh'in konuşma tarzı olan kelime ve tabirlerle
söylemez. İskenderiyye mekteplerinde kullanılan kelime ve cümlelerle anlatır.
Bu sözleri diğer üç İncîl’de gâyet açık ve sade olduğu hâlde bu İncîl’de
kapalıdır. Mühim ve çok defâ iki mânâya gelen ve husûsi bir şekilde düzülmüş,
muntazam tekrarlar ile doludur. Yuhannâ'da kullanılan üslûp, kalpleri kendisine
çekecek yerde, red ve nefret uyandırır. Eğer bu İncîl, şimdiye kadar bir yerde
gizlenmiş ve bugün ansızın ortaya çıkmış olsa idi, bunun havârîlerden birinin
telifi olduğuna kimse inanmazdı. Fakat, asırlardan beri işitilmiş olduğundan,
bu gariplikleri hıristiyanlar göremezler. Bu İncîl’de görülen hatâlar, diğer
İncîllerde görülenlerden daha çoktur.
Yuhannâ'ya
nispet edilen bu İncîl’de sağlam bir rivâyet senedi yoktur. Markos İncîl’i
gibi, tahkike muhtâç, müphem, hattâ birbirine zıd ibareleri vardır. Meselâ:
Birincisi:
Bu İncîl’de, Yuhannâ'nın, gördüğü şeyleri yazmış olduğuna dâir açık bir delil
yoktur. Bir şeyin aksi ispat edilmedikçe eski hâlinin doğruluğuna hükmedilir.
İkincisi:
Yuhannâ'nın 21. bâbın 24. âyetinde; “İşte bu cümleleri (yani Yuhannâ İncîl’ini)
yazan ve doğruluğuna şehâdet eden şakird budur (yani Yunannâ'dır). Biz onun
şehâdetinin doğru olduğunu biliriz” denilmektedir. Görülüyor ki, bu sözü
Yuhannâ hakkında, Yuhannâ İncîl’ini yazan kâtib söylemiştir. Burada Yuhannâ'ya
gaip zamiri olan “O” ile işâret edilmiş, asıl kitabı yazan (uyduran) kâtib
kendisini, mütekellîm (yazan kimsenin kendisi) sîgası ile, “Biz” diye
yazmıştır. Bundan anlaşıldığı gibi, Yuhannâ İncîl’ini yazan Yuhannâ'nın kendisi
olmayıp, bir başkasıdır. Kendisi, Yuhannâ'nın şehâdetinin doğru olduğunda
malûmatı bulunduğunu iddia etmiştir. Bunlardan anlaşılan; bu İncîl’i yazan
adam, Yuhannâ'nın bâzı mektuplarını ele geçirip, bâzı ibareleri çıkarmış, bir
kısım şeyler de ilave ederek, bu kitabı yazmıştır.
Üçüncüsü:
Miladî ikinci asırda Yuhannâ İncîl’i üzerine ihtilaflar ve inkârlar meydana
çıktığı zaman, Yuhannâ'nın talebelerinden Polycarpe'nin (Poltarp) talebesi
İriyüs (İyryanûs) hayatta idi. Şâyet bu İncîl hakîkaten Yuhannâ'nın ve doğru
ise, ihtilaflar çıktığında niçin inkârcılara cevap vermemiş, nakil ve rivâyet
ettiği İncîl’in, doğru olduğunun delillerini ortaya koymamıştır. Eğer rivâyeti
doğru olsaydı, harâretle bunu beyân eder; “Benim rivâyetim doğrudur” derdi.
Eğer bu
husûsun doğruluğu Polycarpe ile talebesi İriyüs arasında geçmemiştir denilirse,
bu söz hakîkatten çok uzaktır. İriyüs pek çok lüzumsuz mes’eleleri durmadan
üstâdından sorarak öğrenirken; “Bu İncîl, Yuhannâ'nın mıdır?” suâlini sormaması
ve bunu öğrenmemesi mümkün müdür? Eğer unuttu denilirse, bu daha uzak bir
ihtimâldir. Zirâ İriyüs'ün üstâdının yolunu, âdetlerini çok iyi bildiği ve
duyduğu şeyleri lâyıkıyla hıfz ettiği bilinmektedir.
Yosibis
(Eusebe), 1263 (m. 1847) senesinde neşredilen târihinde, 5. cilt, 20. bâbı,
219. sahifesinde, İriyüs'ün, Yuhannâ İncîl’inin rivâyet edildiği lisânlar
hakkında olan sözünü, şöyle nakletmiştir: “Ben Allahü
teâlânın fadlı ile şu sözleri işittim ve bunları ezberledim. Üzerine
herhangi bir şey yazmadım. Eskiden beri âdetim budur. Böylece ezberlediğim
şeyleri dâimâ tilâvet eder, okurum.” Buradan anlaşılıyor ki, 2. asırda dahi,
İncîl’i inkâr edenler olmuş ve onlara karşı cevap verilerek, doğruluğu ispat
edilememiştir. Hıristiyan din adamlarından Selsus (Celsus), miladın 2. asrında;
“Hıristiyanlar, İncîllerini üç-dört defâ, belki daha fazla, mânâsını
değiştirecek şekilde, tebdîl ve tahrif ettiler” diye feryâd etmiştir. “Mâni
Kiz” fırkasının ileri gelen âlimlerinden Fastus da miladî 4. asırda; “İncîller
üzerinde tahrif yapılmıştır. Bu doğrudur. Ahd-i cedîd'i ne Îsâ aleyhisselâm, ne de havârîleri telif etmemiştir.
Bilakis hâli meçhul kimseler telif etmiştir. İnsanların îtibârını kazanmak için
de, havârîlere ve onların arkadaşlarına nispet etmişlerdir. Bir çok
yanlışlıklar ve tanâkuzlar bulunan kitaplar telif ederek hıristiyanları
incitmişlerdir” demektedir.
Dördüncüsü:
Katolik Herald, 1844 senesinde neşredilen kitabının 7. cilt, 250. sahifesinde,
Estadlen isimli müellifden rivâyet ile, bu Yuhannâ İncîl’ini İskenderiyye
mektebi talebelerinden birisinin yazmış olduğundan, hiç şüphesi olmadığını
bildirmiştir.
Beşincisi:
Bretşnayder, Yuhannâ İncîl’inin tamamı ve Yuhannâ'nın mektuplarının hepsinin
Yuhannâ'ya âit olmayıp, ikinci asırda meçhul bir şahıs tarafından yazılmış
olabileceğini bildirmiştir. İncîl’i tenkit eden kitap yazmıştır.
Altıncısı:
Kirdinius; “Yuhannâ İncîl’i 20 bâb idi. Sonradan Efsûs (Efes) kilisesi 21. bâbı
ilave etmiştir” demiştir.
Yedincisi:
Bu Yuhannâ İncîl’ini ve Yuhannâ'nın bütün yazdıklarını miladın ikinci asrında
Vecîn (Alogiens) fırkasında olanlar inkâr ettiler.
Sekizincisi:
Yuhannâ İncîl’inin, sekizinci bâbının başında olan 11 âyetini, bütün hıristiyan
ilim adamları reddetmiştir. Japonca tercümesinde de yoktur.
Dokuzuncusu:
Dört İncîl, telif edilirken, senetsiz pek çok bâtıl rivâyetler, içerisine
karıştırılmıştır. Bu rivâyetlerle dahi, eldeki dört İncîl’in sıhhatine,
doğruluğuna dâir getirebilecekleri bir senetleri yoktur. Thomas Hartwell 1237
(m. 1822) senesinde, neşrettiği kitabının 4. cilt, 2. bâbında şöyle diyor: “İncîllerin
telif zamanları hakkında bizlere ulaşan nakil ve haberler, tamâmen noksan ve
netîcesizdir. İncîllerin sıhhati husûsunda bizlere hiç bir yardımları yoktur.
Hıristiyanların ilk din adamlarının ileri gelenleri, bâtıl rivâyetleri tasdik
ve kabûl ederek, durmadan yazdılar. Daha sonra gelenler de, onlara hürmeten,
yazdıklarını, nasıl olursa olsun, hiç düşünmeden ittifâk ile kabûl ettiler.
İşte bu yalan yanlış rivâyetler, bir kâtipten diğer kâtibe, bir nüshadan diğer
bir nüshaya nakledilerek zamanımıza kadar geldi. Üzerinden yüz yıllar geçtikten
sonra, artık İncîlleri bu bâtıl rivâyetlerden temizlemek çok zor olmuştur.”
Yine aynı
cildde diyor ki: “İncîl-i evvel yâni Matta İncîl’i, miladî 37, 38, 41, 47, 61,
62, 63, 64 veya 65 senelerinde; İncîl-i sanî yâni Markos İncîl’i, miladî 56
senesinde veya daha sonra 65 senesine kadar herhangi bir senede gâlip olan
rivâyete (görüşe) göre, 60 veya 63'de telif olunmuştur. İncîl-i sâlis yâni Luka
İncîl’i, miladî 53, 63 veya 64 senesinde, Yuhannâ İncîl’i ise 68, 69, 70 veya
98 senesinde yazılmıştır.”
İbrânilere
mektup, Petrus'un ikinci risalesi, Yuhannâ'nın, ikinci ve üçüncü risaleleri,
Risâle-i Ya’kûb, Risâle-i Yehuda ve Muşahedât-ı Yuhannâ'nın (Yuhannâ'nın
vahyinin) bâzı kısımlarının, havârîlerden rivâyet edildiği husûsunda hiç bir
senet ve vesika yoktur. Bunların, 365 senesine kadar durumları şüpheli idi.
Bâzı kısımları ise, bu ana kadar, hıristiyan din âlimlerine göre yanlış ve
reddedilmiş idi. Hattâ Süryanî lisânına yapılan tercümelerinde bu kısımları
yoktur. Arab ve Süryanî kiliselerinin hepsi, Petrus'un ikinci risalesini,
Yuhannâ'nın ikinci ve üçüncü risalelerini, Risâle-i Yehuda ve Muşahedât-ı
Yuhannâ'nın doğruluğunu kabûl etmemişler, başlangıcından bugüne kadar, bunları
red ve inkâr etmişlerdir.
İncîl
araştırmacısı Horn, kitabının 2. cilt, 206 ve 207. sahifelerinde diyor ki:
“Petrus'un risalesi, Risâle-i Yehuda; Yuhannâ'nın ikinci ve üçüncü risaleleri
ve Muşahedât'ı yâni vahyi ve Yuhannâ İncîl’inin sekizinci bâbının 2. âyetinden
11. âyetine kadar 9 âyet, Yuhannâ'nın 1. risalesinin 5. bâbının 7. âyeti,
İncîl’in Süryanîce tercümesinde aslâ mevcût değildirler.” Demek ki, Süryanî
tercümeyi yapan mütercim, bu zikrettiğimiz kısımların doğru ve şer'i bir hüküm
için senet olamayacağını anlamış ve tercüme ederken farkına varabildiği bu
yerleri tercüme etmemiştir. Katolik Ward, 1841 senesinde neşrettiği kitabının
37. sahifesinde, Protestanların ileri gelenlerinden Rogers'in, “Risâle-i
İbrâniyye'yi, Risâle-i Ya’kûb'u ve Yuhannâ'nın ikinci ve üçüncü risaleleri ile
Müşahedât'ını, îtikâden tekzîb ettiğinden, papazların ileri gelenleri, bu
risaleleri Kitab-ı mukaddesten çıkarmışlardır” dediğini bildirmektedir.
Mevcût İncîllerde görülen yanlışlıklar, tenakuzlar ve tahrifler, hesap edilemeyecek kadar çoktur. Bunlardan bir çoğu İzhar-ül-hak kitabında anlatılmıştır. Ayrıca, Alman müsteşriklerinden Joizer, Davis, Miel, Kepler, Maçe, Bred Schneider, Griesbach Huge, Lesinag, Herder Straus, Haus, Tobian, Thyl, Cari Butter ve daha nice araştırmacının yazdıkları ve hâlâ yazıp da neşretmekte oldukları kitaplarda, bu husûsta ayrıntılı ve pek çok malûmat olup, bunlardan bâzıları şöyledir:
Îsâ’nın (sallallahü ala nebiyyina ve aleyhi ve sellem) nesebi hakkında, Matta ve Luka İncîlleri arasındaki ihtilaf büyüktür.
Matta İncîl’inde, Îsâ aleyhisselâmın babaları olarak, İbrâhim aleyhisselâmdan hazret-i Îsâ'ya gelinceye kadar olan nesli bildirmek üzere yazılı isimler şunlardır: “İbrâhim, İshak, Ya’kûb, Yehuda, Fâris, Hasron, İram, Âminadab, Nahşon, Salmon, Buaz, Obid, Yessî, Dâvûd, Süleymân, Rehbeam, Abiya, Asâ, Yehaşafat, Yorâm, Uzziyâ, Yotam, Ahaz, Hazkiyâ, Manessî, Amon, Yûşiya, Yekonya, Şaltoil, Zerubâbel, Abihûd, Elyakim, Azor, Sadok, Ahim, Eliud, Eliazer, Mattan, Ya’kûb, Yûsuf.”
Luka İncîl’inin 3. bâbının 23 ve sonraki âyetlerinde ise; “Târuh, İbrâhim, İshak, Ya’kûb, Yehuda, Fâris, Hasron, Aram, Âminadab, Nahşon, Salmon, Buaz, Obid, Yessî, Dâvûd, Nâtan, Mattasa, Mînân, Milya, Elyakîm, Yonan, Yûsuf, Yehuda, Şem’ûn, Lavî, Metsad, Yorîm, Eliazâr, Yusâ, Eyr, Elmodam, Kosam, Addi, Melkî, Neyrî, Şaltoil, Zerubâbel, Risa, Yuhannâ, Yehuda, Yûsuf, Şemî, Mattasiya, Mahat, Nâcay, Heslî, Nahum, Amos, Metasiya, Yûsuf, Yannâ, Melki, Lavi, Metsat, Heli, Yûsuf olarak yazılıdır.
1- Matta'ya göre, Hazret-i Îsâ'nın babası denilen Yûsuf, Ya’kûb'un oğludur. Luka'ya göre ise, Heli'nin oğludur. Matta, Hazret-i Îsâ'ya yakın olup, Luka da Petrus'un talebelerindendir. Bunların ikisi de, kendilerine yakın olan bir zâtı, inceleyerek, araştıracak kimselerdir. Böyle olduğu hâlde, Hazret-i Îsâ'nın dedesi dedikleri kimseyi tahkîk edip, doğrusunu yazamazlar ise, yazdıkları diğer rivâyetlerin doğruluğuna, nasıl itimat edilir, bunlara kim inanır?
2- Matta, Dâvûd aleyhisselâmın oğlu Süleymân aleyhisselâmdır diyerek hakîkati bildiriyor. Luka'ya göre ise, Dâvûd aleyhisselâmın oğlu Süleymân aleyhisselâm değil, Nâtan'dır.
3- Matta, Şaltoil, Yekonya'nın oğludur, diyor. Luka ise Neyrî'nin oğludur, diyor. Matta'da, Zerubâbel'in oğlunun adı Abihud, Luka'da ise, Risa'dır. Şuna da çok hayret edilir ki, sefer-i ûlanın yâni birinci târihlerin 3. bâbının 19. âyetinde, Zerubâbel'in oğullarının isimleri; Meşullam ve Hananye olarak yazılıdır. İçlerinde Abihûd ve Risa yoktur.
4- Matta'nın 1. bâbının 17. âyetine göre, İbrâhim aleyhisselâmdan Yûsuf-i Neccâr'a kadar Îsâ aleyhisselâma atfedilen dedelerin sayısı 42 batındır. Halbuki yukarıda yazılı isimler sayıldığı zaman, yalnız 40 kişi vardır. Luka’nın beyânına göre ise, bu adet 55 kişiye ulaşır.
Hıristiyan âlimleri, İncîllerin ilk ortaya çıkmasından zamanımıza kadar, bu husûsta şaşkınlık içinde kaldılar. Bâzıları bu ihtilafları, hiç bir akl-ı selimin kabûl edemeyeceği zayıf deliller ile tevil ettiler. Bundan dolayı Ekhârn, Kîser, Haysî, Ghabuth, Wither, Fursen ve başkaları gibi araştırmacılar; “Bu İncîllerde, mânâ ihtilafı çoktur” diyerek, bu hakîkati îtirâf etmişlerdir. Doğru olan da budur. Zirâ her mevzuda ihtilaf ve yanlışlıklar olduğu gibi, burada da mevcûttur.
Îsâ aleyhisselâm babasız dünyâya gelmiştir. Fakat yahudiler, ona -haşa-veled-i zina diye iftirâlarında ısrâr ederlerken, hıristiyanların baba tarafından kendisine bir nesep ispat etmeleri ve hazret-i Îsâ'nın, babası olmayan Yûsuf'u onun babası kabûl etmeleri, pek şaşılacak bir gaflet ve tenakuzdur. Kur'ân-ı kerîmde, Îsâ aleyhisselâm için, vârid olan âyet-i kerîmelerde; “Îsâ ibni Meryem, yâni Meryem'in oğlu Îsâ” tabiri geçmektedir. Kur'ân-ı kerîmde Îsâ aleyhisselâmın babasının olmadığı açıkça bildirilmiştir.
5- Markos'un 1. bâbının 6. âyetinde; Yahyâ'nın, çekirge ve yaban balı yediğini yazmaktadır. Matta ise, 11. bâbının 18. âyetinde, Yahyâ'nın yemediğini ve içmediğini yazmaktadır. Söyledikleri birbirine tam terstir.
6- Yuhannâ İncîl’inin 5. bâbının 31. âyetinde, Îsâ aleyhisselâm der ki: “Eğer ben, kendi nefsim için şehâdet edersem, şehâdetim doğru olmaz.” 3. bâbının 11. âyetinde yine, Îsâ aleyhisselâm der ki: “Biz bildiğimizi söyler ve gördüğümüze şehâdet ederiz.” Bu iki cümle arasında tenakuz muhakkaktır.
7- Matta İncîl’inin 10. bâbının 27. âyetinde; “Benim size karanlıkta söylediğimi siz aydınlıkta söyleyin ve kulağınıza söylediğimi damlarda bağırın” demektedir. Luka'nın 12. bâbının 3. âyetinde ise; “Karanlıkta söylediğiniz her şey, aydınlıkta işitilir. Gizli olarak kulağa söylediğiniz şeyler damlar üzerinde îlân edilir” demektedir. Görülüyor ki, söz, tek bir kaynaktan alınmış, fakat sonradan tahrif edilmiş, değiştirilmiştir.
8- Petrus'un, Îsâ aleyhisselâmı tanıdığını inkâr etmesi husûsunda, İncîllerin arasında pek çok ihtilaflar vardır. Matta İncîl’inin 26. bâbının, 69 ve daha sonraki âyetlerinde diyor ki: “Petrus dışarıda, avluda otururken, yanına bir câriye (hizmetçi kız) gelip; “Sen de Celîleli Îsâ ile beraber idin” dedi. Fakat o herkesin önünde inkâr edip; “Senin söylediğin kimseyi ben bilmem” dedi. Avlu kapısına çıkınca, bir başka hizmetçi kız onu görüp, orada bulunanlara; “Bu Nâsıralı Îsâ ile beraber idi” dedi. O da; “Ben o adamı bilmem” diye yemîn ederek, tekrar inkâr etti. Biraz sonra orada duranlar gelip, Petrus'a; “Gerçek sen de onlardansın. Çünkü söyleyişin de seni bildiriyor” dediler. O zaman Petrus lânet ve yemîn ederek başlayıp; “Ben o adamı bilmiyorum” dedi. O anda horoz öttü. Petrus da Îsâ'nın; “Horoz ötmeden önce üç kere beni inkâr edeceksin” dediğini hatırladı ve dışarı çıkıp acı acı ağladı.
Markos İncîl’inin 14. bâbının 66 ve 72. âyetleri arasında ise; “Petrus aşağıda, avluda iken baş kâhinin câriyelerinden biri gelip, Petrus'u ısınırken gördü ve ona bakıp; “Sen de Nâsıralı Îsâ ile beraber idin” dedi. Fakat o inkâr edip; “Senin söylediğini ben bilmiyorum ve anlamam” dedi ve hariçteki dehlize çıktı ve horoz öttü. Câriye ise, yine onu gördü ve orada duranlara; “Bu da onlardandır” demeye başladı. Fakat, o yine inkâr etti. Biraz sonra tekrar orada duranlar Petrus'a; “Gerçekten sen onlardansın. Zirâ sen Celîlelisin” dediler. O ise, lânetle; “Dediğiniz adamı tanımıyorum” diye yemîn etmeye başladı ve horoz ikinci defâ öttü. Petrus, Îsâ'nın; “Horoz ötmeden evvel üç kere beni inkâr edeceksin” dediğini hatırladı ve ağlamaya başladı demektedir.
Luka İncîl’inin, 22. bâbının 55, âyeti ve devamında diyor ki: Avlunun ortasında ateş yakıp oturdukları zaman, Petrus da aralarında idi. Bir câriye (hizmetçi kız) onu ateş yanında görünce, ona dikkat ile bakıp; “Bu da onunla beraber idi” dedi. Fakat o, inkâr edip; “Ey kadın! Ben onu tanımam” dedi. Biraz sonra başka birisi onu görüp; “Sen de onlardansın” dedi. Fakat Petrus; “Ey adam! Değilim!” dedi. Bir saat kadar sonra bir başkası; “Gerçekten bu adam onunla beraber idi. Zirâ Celîlelidir” diye ısrâr etti. Fakat Petrus; “Ey adam! Senin söylediğini bilmem” dedi. Henüz söz söylemekte iken horoz öttü ve rab (Îsâ aleyhisselâm) dönüp Petrus'a baktı. Petrus, rabbin kendisine; “Bugün horoz ötmeden önce sen beni üç kere inkâr edeceksin” dediğini hatırladı ve dışarı çıkıp acı acı ağladı.
Yuhannâ İncîl’inin 18. bâbının 25. ve daha sonraki âyetlerinde ise; Petrus orada durup ısınırken, ona hitâben; “Sen de onun şakirdlerinden değil misin?” dediler. O inkâr edip; “Değilim” dedi. Petrus'un kulağını kesmiş olduğu adamın akrabâlarından ve baş kâhinin hizmetçilerinden biri; “Ben seni bahçede onunla beraber görmedim mi?” dedi. Petrus yine inkâr etti ve hemen horoz öttü” demektedir. Bu dört çeşit rivâyette ne gibi ihtilaflar olduğu akıl sâhiplerine açıktır.
9- Luka İncîl’inin 22. bâbının 36. âyetinde diyor ki: Hazret-i Îsâ, yakalanacağı gün havârîlere hitâben; “Kesesi olan onu alsın ve torbası olan yanına alsın ve olmayan esvabını satsın ve kılıç satın alsın” dedi. 38. âyetinde de şöyle diyor: Havârîler hazret-i Îsâ'ya; “İşte burada iki kılıç var” dediler. Îsâ’da onlara; “Kifayet eder” dedi. 49, 50, 51 ve 52. âyetlerinde; Onun etrâfında olanlar vâki olacakları görünce: “Yâ rab! Kılıçla vuralım mı?” dediler. Hattâ onlardan biri baş kâhinin hizmetçisine vurup sağ kulağını kesti. Îsâ cevap verip; “Bırakın bu kadar yetişir” dedi ve onun kulağına dokunup şifâ verdi demektedir. Halbuki diğer üç İncîl’de kılıç satın almak ve sonra hizmetçinin kesilen kulağına şifâ vermek gibi kısımlar yoktur.
10- Matta İncîl’inin 26. bâbının 51 ve daha sonraki âyetlerinde; O esnada Îsâ ile beraber olanlardan, şakirdlerden birisi kılıcını çekti ve baş kâhinin hizmetçisine vurup, kulağını düşürdü. O zaman Îsâ ona dedi ki: “Kılıcını yerine koy! Çünkü kılıç çekenler, kılıç ile helâk olur. Yoksa ben Babama ricâ etsem, şimdi bana oniki alaydan ziyâde melekler göndermesi mümkün değil mi zannedersiniz? Fakat böyle olması gerektir diye yazılanları o vakit nasıl yerine gelirdi?” demektedir. Halbuki diğer İncîllerde bu mânevî askerlerden meleklerden hiç bir şey yoktur.
11- Matta, Yehûdâ'nın intihar etmesi kıssasını, İncîl’inin 27. bâbının 3 ve daha sonraki âyetlerinde; O zaman Îsâ'yı haber veren Yehuda, katle hüküm olunduğunu görünce pişman olup, almış olduğu 30 gümüşü baş kâhinlere ve ihtiyârlara geri getirip; “Ben suçsuz bir kimseyi ele vermekle günâh işledim” dedi. Fakat onlar; “Bundan bize ne? Onu sen düşün” dediler. Yehûdâ, gümüşleri mabedin içine atıp gitti ve varıp kendisini astı. Baş kâhinler gümüşleri alıp; “Bunu mabedin hazînesine koymak câiz değildir. Çünkü kan bahâsıdır” dediler. Müşavere ettikten sonra, yabancılara mezârlık olmak üzere, onunla çömlekçinin tarlasını satın aldılar. Bunun için bu tarlaya, bugüne kadar “Kan tarlası” denildi demektedir.
Luka ise, Petrus’tan naklederek Resûllerin İşleri risalesinin 1. bâbının, 18. âyetinde; “Yehuda fısk (Îsâ aleyhisselâmı haber verme günâhı) ücreti ile tarla edindi. Başaşağı düşüp ortadan çatladı. Bütün barsakları döküldü. Bunu bütün Orşilim'de (Kudüs'de) oturanlar bilir. Hattâ o tarlaya onların lisânında Haki yâni kan tarlası denilir” demektedir. Bu iki rivâyet, iki şekilde birbirine uymamaktadır:
Birincisi: Matta'nın rivâyetine göre, Yehuda pişman olup, aldığı gümüşleri geri vermiş ve kâhinler onunla tarla satın almışlardır. Luka’nın rivâyetine göre ise, o gümüş ile kendisi bir tarla sâhibi olmuştur.
İkincisi: Matta'nın rivâyetine göre, Yehuda kendini asmış, intihar etmiştir. Luka'nın rivâyetine göre ise, baş aşağı düşmüş ve karnı parçalanmıştır.
Dört İncîl’in bir çok mes’elelerde bir diğerine zıd ve muhalif olmasından başka, her İncîl’in içinde de birbirinden ayrı ve birbirini nakzeden nice mes’eleler de vardır. Buna misâl olarak;
1- Matta İncîl’inde yazdığına göre, Îsâ aleyhisselâm, oniki havârîyi, ilk defâ, dîne dâvet için vazifelendirip gönderdiğinde, putperest tâifelerin ve Sâmirîlerin şehirlerine gitmekten ve onlarla buluşmaktan men etti. (Matta; Bâb 19, âyet 5)
Dağdaki vâzında da, şakirdlerine, mukaddes şeyleri köpeklere vermekten ve İncîllerini hınzırlara atmaktan men etti. (Matta; Bâb 7, âyet 6) Yine aynı Matta İncîl’inde, bu emrin tam tersi emredilmektedir. 8 ve 21. bâblarında, yahudilerin yerine putperestlerin dîne dâvet edilmesini istemekte ve yahudilerin îmânsızlıklarından da şikayet edilmektedir. 24. bâbın 14. âyeti ile diğer yerlerinde, İncîl, yeryüzünde bulunan kavimlerin, milletlerin hepsine ulaştırılmadıkça, tebliğ edilmedikçe, dünyânın sonunun gelmeyeceği îlân edilmektedir. 28. bâbında ve başka yerde yalnız bir tek vaftiz ile, hiç bir fark gözetmeksizin başkalarının hıristiyanlığa kabûl edilmesi havârîlere tembih edilmektedir.
2- Yine Matta İncîl’inin 26. bâbının, 26. âyetinde ve Luka İncîl’inin 22. bâbının 19 ve 20. âyetlerinde ve Markos'un 14. bâbında anlatılan işâ-i rabbanî, kıssası birbiriyle karşılaştırılırsa, görülür ki, birisi yatsıdan önce, birisi yatsıdan sonra olduğunu ve bu üç İncîl de, sofrada şarap bulunduğunu zikrederler. Yuhannâ İncîl’inin 6. bâbında bu vakânın zuhura geldiğini ve bunun sâdece ekmek olduğunu nakletmekle beraber, şaraptan aslâ bahsetmez.
Halbuki, hıristiyanlığın îtikâd ve ibâdet esaslarından biri de işâ-i rabbânî yemek ve bundaki ekmeğin Îsâ aleyhisselâmın eti ve şarabın da kanı olduğuna inanmaktadır. Yuhannâ'nın bu gibi îtikâd esaslarındaki dikkat ve ihtimamı, diğerlerinden daha fazla olduğu âşikâr olduğu hâlde, şarabı zikretmemesi, bu itikatlarının bir hurafe olduğunu da açıkça göstermektedir.
Bunlar 22
risale olup, 14'ü Paulos'a, 3 tanesi Yuhannâ'ya, 2 tanesi Petrus'a, bir tanesi
Ya’kûb'a ve bir tanesi Yehuda'ya aittir. Bunlara, Hazret-i Îsâ'yı kurban
edilmiş bir kuzu olarak tasvir eden Yuhannâ'nın vahyi risalesi de ilave edilir.
Dört İncîl’in tamamlayıcısı ve ekleri denilen bu risalelere nazar edilirse,
bunların da gerek birbirleri ile, gerekse İncîller ile çok fazla tenakuzları
vardır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1-
Resûllerin İşleri'nin 9. bâbının 7. âyetinde; “Onunla beraber yolculuk eden
adamların, nutku tutulup durdular. Sesi işitiyorlar. Fakat kimseyi
görmüyorlardı” demektedirler.
22.
bâbının 9. âyetinde ise; “Benimle beraber olanlar gerçi nûru gördüler. Fakat
bana söz söyleyenin sesini işitmediler” demektedir.
26. bâbda
ise, sesin işitilip işitilmediği husûsu hiç bir şey söylenmeyerek kapalı
geçilmiştir.
2- Aynı
kitabın 9. bâbının 6. âyetinde; “Rab ona dedi ki: Kalk şehre gir, ne yapman
icâb ediyorsa sana söylenecek” demektedir.
22. bâbın
10. âyetinde; “Rab bana; Kalk Şam'a git, orada ne yapılması lâzım geleceği sana
söylenir dedi” demektedir.
26.
bâbının 16. 17. ve 18. âyetlerinde ise; “Kalk ve ayakta dur! Çünkü hem gördüğün
şeylerde, hem sana göstereceğim şeylerde, seni hizmetçi ve şâhid tâyin etmek
için sana göründüm. Seni, kendilerine göndereceğim kavimden ve milletlerden
kurtaracağım. Tâ ki, onların gözlerini açıp kendilerini karanlıktan nûra ve
şeytanın tasallutundan (sataşmasından) Allah'a döndüresin ve bana îmân etmeye
ve günâhların bağışlanmasına ve mukaddesler arasında nasîbe nâil olsunlar” diye
yazılıdır.
Bunlardan
şu netîceye varılır: 9. ve 22. bâbdaki âyetlerde, onun yapacakları, şehre
vardıktan sonra, kendisine beyân edileceği söylenmiş iken, 26. bâbdaki âyetlere
göre, sesi işittiği yerde ne yapacağı kendisine söylenmiştir.
3-26.
bâbın 14. âyetinde; “Nûrun görünmesinde biz hepimiz yere düştük” demektedir.
Halbuki, 9. bâbın 7. âyetine göre, onunla beraber bulunanların nutku tutulur,
ses çıkaramaz olurlar. 22. bâbında ise, susmak, nutku tutulmak diye bir şeyden
bahsedilmemiştir.
Paulos'un,
Korintoslulara yazdığı 1. mektubun 10. bâbının 1. ve sonraki âyetlerinde;
“Ecdadımız bulutun altında idiler. Denizden geçtiler. Bulutta ve denizde Mûsâ
tarafından vaftiz oldular. Siz onların bâzıları gibi putperest olmayasınız ve
zina etmeyesiniz. Nitekim onlardan bâzıları zina edip bir günde yirmiüçbini
birden öldü” demektedir. Ahd-i atik’te Adetler (sayılar) kitabının 25. bâbının
1. ve sonraki âyetlerinde; “İsrâiloğulları zina etmeye başladı. Cenâb-ı Hak taûn hastalığını musallat eyledi.
Taûndan ölen yirmidörtbin kişi idi” denilmektedir. Ölenlerin miktarı arasında
1000 kadar bir fark göründüğünden, ikisinden birisi elbette yanlıştır.
Yine
Resûllerin İşleri'nin 7. bâbının 14. âyetinde; “Yûsuf (aleyhisselâm)
adam gönderip babası Ya’kûb ile bütün akrabâsı, yetmişbeş kişiyi Mısır'a dâvet
etti, çağırdı” demektedir. Bu ibarede Yûsuf aleyhisselâmın
Mısır'da olan iki oğlu ile kendisi, bu yetmişbeş kişiye dâhil değildir.
Zikredilen adet, sâdece Ya’kûb aleyhisselâmın
aşiretinin sayısını bildirmektedir.
Halbuki
Tekvîn'in 46. bâbının 27. âyetinde ise; “Ya’kûb oğullarından olup, Mısır'a
gelenlerin adedi yetmiş kişi idi” demektedir. Resûllerin İşleri kitabının
ibaresinin yanlış olduğu meydandadır.
İşte
hıristiyanlık akidesinin (inancının) temel kitabı olan dört İncîl’in ve
risalelerin hâli budur.
Müslümanların
kendisine sarıldıkları, (kendisine uymaları sebebi ile dünyâ ve âhıret
saâdetine kavuştukları) Kur'ân-ı kerîm
ise, Allahü teâlânın; “Kur'ân-ı kerîmi biz indirdik ve yine onu biz hıfz edeceğiz”
meâlindeki Hicr sûresinin 9. âyetinin mânâ-i şerîfi mucibince, hicret-i
nebeviyyeden zamanımıza kadar, çeşitli milletlere mensup müslümanların
ellerinde bulunduğu hâlde, bir noktası dahî fazla veya eksik olmayarak, Allahü teâlânın ilâhî hıfzı ile mahfûz olduğu,
herkes tarafından tasdik edilmiştir.
Hakîki
İncîl’e çok yakın İncîllerin de mevcût olduğu bu gün bilinmektedir. Bunlardan
en mühimi de Barnabas İncîl’idir. Barnabas, Kıbrıs’ta doğmuş bir yahudi olup,
asıl ismi Joses idi. Îsâ aleyhisselâma îmân
etti. Kendisi hazret-i Îsâ'ya inananların en başında gelmektedir. Havârî olup
olmadığı kat’î bilinmemekte ise de havârîlerin arasında mühim bir mevkîi
bulunmaktadır. Kendisine verilen Barnabas lakabı, nasîhat verici, iyiliğe teşvik
edici anlamına gelmektedir. Hıristiyanlık âlemi, Barnabas'ı, Sen Pol (Saint
Paul), (Paulos) ile birlikte ilk defâ olarak hıristiyanlığı yaymaya giden büyük
bir azîz olarak tanımakta ve her senenin 11 Haziran'ı onun yortu günü
sayılmaktadır. Barnabas, hazret-i Îsâ'dan duyduğu ve öğrendiği husûsları hiç
bir değiştirme yapmadan kaydetmiştir. Bu İncîl, hıristiyanlığın ilk üçyüz
senesinde diğer İncîllerle birlikte elden ele dolaşmış ve okunmuştur. 325
senesinde İznik (Nicene) rûhanî meclisi, ibrânîce yazılı bütün İncîllerin
ortadan kaldırılmasına karar verince, Barnabas İncîl’i nüshaları da yakılmış,
sâdece bir nüshası kalmıştır. Diğer İncîller, Latince'ye tercüme edilmiş, fakat
kalmış olan Barnabas İncîl’i de birdenbire ortadan kaybolmuştur. Yalnız 383 senesinde,
papa Damasus, tesâdüfen eline geçen, Barnabas İncîl’inden arta kalan bir
nüshayı papalık kütüphânesinde saklamıştır. 993 (m. 1585) senesine kadar burada
kalan Barnabas İncîl’ini papa Sixtus'un dostu olan Fra Marino, kütüphânede
bulmuş ve onunla çok ilgilenmiştir. Çünkü tanınmış hıristiyan din adamlarından
Irananeus (130-200) tahminen 160 senesinde, “Bir tek Allah olduğunu, Îsâ'nın
Allah'ın oğlu olmadığını” ileri sürerek, “Saint Paul, Romalıların bir çok
tanrıya tapmak alışkanlığından ilham alarak teslisi, yâni üç Allah'a tapmak
yanlış kanaatini Hıristiyan akîdesi arasına sokmak istemiştir” diyor ve Saint
Paul'ü tenkit ederken, şâhid olarak yalnız bir tek Allah olduğunu belirten
Barnabas İncîl’ini gösteriyordu. Bunu bilen Fra Marino, Barnabas İncîl’ini büyük
bir dikkatle okumuş ve tahminen 1585-1590 seneleri arasında İtalyanca'ya
çevirmiştir.
Bu
İtalyanca el yazısı, bir çok sâhip değiştirdikten sonra, Prusya kralı
müşavirlerinden Cramer'in eline geçmiş ve Cramer, 1120 (m. 1713) senesinde bu
kıymetli el yazısını, Türkleri Zenta'da yendiği ve onların elinden Macaristan
ile Belgrad kalesini geri aldığı için, Avrupa'da büyük bir ün kazanmış olan
Prens Öjen'e (Eugene de Savoie) (1663-1736) hediye etmiştir. Prens Ojen
öldükten sonra Barnabas İncîl’i, onun özel kütüphânesi ile birlikte, 1738'de
Viyana'daki kraliyet kütüphânesine (Hofbibliothek) nakledilmiştir.
İlk defâ
olarak bu kütüphânede Barnabas İncîl’inin İtalyanca tercümesini bulan iki
İngiliz, Bay ve Bayan Ragg, bunu İngilizce'ye çevirmişler ve bu İngilizce
tercüme, 1325 (m. 1907) târihinde Oxford'da basılmıştır. Fakat bu tercüme de
esrârlı bir tarzda ortadan kaybolmuştur. Bu tercümeden yalnız bir tanesi,
Britsh Museum ve bir tanesi de Vaşington'da Amerikan Kongresi Kütüphânesi'nde
bulunmaktadır. Pakistan Kur'ân-ı kerîm
cemiyeti (Qoran Council) büyük bir gayretle İngilizce nüshasını 1973 yılında
tekrar basmaya muvaffak olmuştur.
Avrupa
ansiklopedilerinde Barnabas İncîl’i hakkında şu bilgi vardır: “Barnabas İncîl’i
diye tanımlanan bir el yazısı, onbeşinci yüzyılda İslâmiyeti kabûl etmiş bir
İtalyan tarafından yazılmış uydurma bir kitaptır.” Bu açıklamanın tamamıyla
yanlış olduğu şundan bellidir: Barnabas İncîl’i daha üçüncü yüzyılda, yâni
hazret-i Muhammed'in gelmesinden 300
veya 700 sene evvel aforoz edilerek ortadan kaldırılmıştır. Demek ki, daha o
zaman da içinde fanatik hıristiyanların işine gelmeyen yâni üç ilâh inancının
aleyhinde olan, başka bir peygamberin geleceğini bildiren bahisler vardı. Onun
için, daha İslâmiyet başlamadan evvel, müslüman olması mümkün olmayan bir kimse
tarafından yazılmasına imkân yoktur. İtalyanca'ya çeviren Fra Marino ise, bir
katolik rahibi olup, müslümanlığı kabûl ettiğine dâir elimizde hiç bir vesika
yoktur. Bunun için tercümeyi değiştirmesine bir sebep bulunmamaktadır.
Unutmamak
gerekir ki, çok zaman evvel, yâni milattan sonra 300 ile 325 seneleri arasında
bir çok önemli hıristiyan din adamları, hazret-i Îsâ'nın, Allah'ın oğlu
olduğunu kabûl etmemiş ve Îsâ'nın bizim gibi bir insan olduğunu ispat etmek
için Barnabas İncîl’ini öne sürmüşlerdir. Bunlardan en mühimi, Antakya
piskoposu olan Luçian'dır. Fakat bundan da meşhûru, onun şakirdi olan
Arius'dur. (270-336). Arius, İskenderiyye piskoposu tarafından aforoz
edilmesine rağmen, etrâfında o kadar fazla taraftar toplanmıştı ki, onu tutup
hapse atmak kabil olamamış, Bizans imparatoru Konstantin'in kız kardeşi bile
onun kurduğu Arianlar mezhebine girmiştir.
Bundan
sonra, Muhammed aleyhisselâm zamanında papa olan Honorius, hazret-i
Îsâ'nın yalnızca insan olduğunu ve üç Allah'a inanmanın doğru olmadığını ileri
sürmüştür. “Bu sebeple, 630'da ölen papa Honorius, ölümünden 48 sene sonra, 678
senesinde İstanbul'da toplanan rûhanî meclis tarafından resmen lânetlenmiştir.”
L.F.M.
Sozzını, hıristiyanların en büyük din bilginlerinden biri olan Fransız Jean
Calvin'e (1509-1564) müracaat ederek; “Ben teslise (üçlü tanrıya) inanmıyorum”
diye meydan okumuş, Arius tarikatını tercih ettiğini bildirmiş ve mühim bir
hıristiyan akîdesi olan; “Hazret-i Âdem'in esas büyük günâhı ve insanların
bunun keffâreti için dünyâya geldiği” nazariyesini reddetmiştir. Bu zâtın
yeğeni olan F.P. Sozzını, 1562'de bir kitap neşrederek, Îsâ'nın ilâhlığını
kat’îyen inkâr etmiştir. 1577'de Sozzını, Transilvanya'da Klausenburg şehrine
gitmişti. Çünkü bu memleketin başında bulunan Sigismund, teslisin aleyhtarı
idi. Yine burada Piskopos Francis David (1510-1579) teslisin tamamıyla
karşısında idi ve teslisi reddeden bir mezhep kurmuştu. Bu mezhep, Polonya'da
Rakov şehrinde kurulduğu için, sâlikleri Rakoviyanlar adını almışlardı.
Bunların hepsi Arius'a inanıyorlardı.
Bütün bu
târihi bilgiler, aklı başında olan bir çok hıristiyan din adamının, ellerinde
bulunan İncîl’e inanmadıklarını ve Barnabas İncîl’inin doğruluğunu kabûl
ettiklerini belirtmektedir. Bu isyânı gören papalar ve onların avânesi,
Barnabas İncîl’ini ortadan kaldırmak için ellerinden gelen her şeyi
yapmışlardır.
Barnabas İncîl’inden bâzı
bölümler: 70.
bâbından: “Hazret-i Îsâ, kendisine; Sen Allah'ın oğlusun diyen Petrus'a çok
kızdı. Onu azarladı. Ona; Sen benden uzaklaş! Çünkü sen fenâ şeyler düşünüyor
ve bana fenâlık yapmak istiyorsun dedi. Ondan sonra havârîlerine dönerek; Veyl
(yazıklar olsun!) bana böyle söyleyenlere! Çünkü, Allah, bana bunlara lânet
etmek emrini verdi” dedi.”
71.babından:
“Ben kimsenin günâhını affedemem. Ancak Allah günâhları affeder.”
72.
bâbdan: “Ben bu dünyâya, Cenâb-ı Hakk'ın
dünyâya selâmet getirecek olan Resûlünün yolunu hazırlamak için geldim. Fakat
sizler dikkat ediniz! O gelinceye kadar bir çok yalancı peygamberler zuhûr
edebilir. Benim İncîl’im bozulabilir.” Havârîlerin; “Geleceğini söylediğin bu
Resûl hakkında bize bâzı işâretler verebilir misiniz? suâline karşı; “Bu Resûl
sizin zamanınızdan sonra gelecektir. O geldiği zaman, benim İncîl’im tahrif
edilmiş olacak ve hakîkî inananlar 20 kişiyi geçmeyecektir. İşte o zaman, Cenâb-ı Hak insanlara acıyarak, hakîkî Mesîh'i
yollayacaktır. O'nun başının üzerinde dâimâ beyaz bir bulut bulunacaktır. O çok
kudretli olacak, putları kıracak, puta tapanları cezâlandıracaktır. O'nun
sayesinde, insanlar Allah'ı tanıyacak ve O'nu tebcil edecektir. Benim insandan
başka bir şey olduğumu söyleyenlerden intikâm alacaktır...”
96.
bâbından: “Ben, bütün dünyânın beklediği ve İbrâhim'in kendi kavmine geleceğini
müjdelediği Mesîh değilim. Ben bu dünyâdan çekildiğim zaman, şeytan birçok
insana benim Allah ve Allah'ın oğlu olduğumu söyleyerek onları kandıracaktır. Cenâb-ı Hak, dünyâ üzerinde ancak 30 hakîkî
hıristiyan kaldığı zaman insanlara acıyarak, hakikî Mesîh'i (Resûl'ünü)
yollayacaktır. Bu resûl güneyden gelecektir. Büyük kudret sâhibi olacaktır.
Putları kıracak, puta tapanları ortadan kaldıracak, şeytanın insanlar
üzerindeki hâkimiyetine son verecektir. Kendisi ile birlikte Cenâb-ı Hakk'ın selâmeti de, inanan insanlara
varacak ve kendisinin sözlerine inananlar, Cenâb-ı
Hakk'ın türlü nîmetlerine nâil olacaktır.”
197.
bâbından: “Söylediğin Mesîh'in ismi nedir ve O'nun geldiğini nasıl
anlayacağız?” diye soran havârîlere, hazret-i Îsâ şöyle dedi: “Mesîh'in
(Resûl'ün) adı, hayran olmaya değer güzelliktedir. Cenâb-ı
Hak, O'nun nûrunu yarattığı zaman, O'na bu ismi verdi ve O'nu semâvî
ihtişamı içine koydu ve; “Senin hatırın için ben Cennet’i, dünyâyı ve bir çok
mahlûku yarattım. Bunları sana hediye ediyorum. Seni takdir eden, benden nîmet
bulacak. Sana küfreden, tarafımdan lânet olunacaktır. Ben seni dünyâya benim
resûlüm olarak göndereceğim. Senin sözün sırf hakîkat olacaktır. Yer ve gök
ortadan kalkabilir. Fakat, senin îmânın dâimâ sonsuz olacaktır” dedi. O'nun
mukaddes ismi Ahmed'dir. Bunun üzerine Îsâ’nın etrâfında toplanmış olan halk,
seslerini yükselterek; “Ey Ahmed! Dünyâyı kurtarmak için çabuk gel! diye
bağırdı.”
128.
bâbından: “Kardeşlerim! Ben tıpkı sizin gibi topraktan yapılmış (yaratılmış)
insanım. Sizin gibi toprak üzerinde yürüyorum. Günâhlarınızı bilin ve tevbe
edin! Kardeşlerim! Şeytan, Romalı askerlerin yardımı ile, size benim Allah
olduğumu söyleyerek sizi aldatacak. Ona inanmayın! Yoksa, Allah'ın lânetine
lâyık (müstahak) olursunuz.”
136.
bâbdan: “Bu bâbda, Cehennem hakkında izâhat verildikten sonra, hazret-i Muhammed'in kendi ümmetini Cehennem’den nasıl
kurtaracağı anlatılmaktadır.”
163.
bâbdan: “Havârîlerin: Geleceğini söylediğin zât, nasıl bir kişidir? suâline
karşı, hazret-i Îsâ, kalbinin bütün sevinci ile; “O'nun ismi Ahmed'dir. O
geldiği zaman, uzun müddet yağmur yağmasa bile, toprakta meyve ağaçları
yetişecektir. Birlikte getirdiği, Allah'ın rahmeti sayesinde insanlar, O'nun
zamanında iyi şeyler yapmak fırsatını bulacaklar, Allah'ın rahmeti insanlar
üzerine yağmur gibi yağacaktır dedi.”
Hazret-i
Îsâ'nın son günleri hakkında Barnabas İncîl’i aşağıdaki bilgiyi veriyor; (Bâb
215-222) Roma askerleri Îsâ aleyhisselâmı
yakalamak için evden içeri girdikleri zaman, Cenâb-ı
Hakk'ın emriyle Kerubiyyun (dört büyük melek) Cebrâil, İsrâfil, Mikâil ve Azrâil
aleyhimüsselâm onu kucaklayıp pencereden çıkararak göğe kaldırdılar.
Romalı
askerler kendilerine kılavuzluk eden Yehuda'yı (Judas), “Sen Îsâ’sın!” diye
yakaladılar. Bütün inkârlarına, bağırıp çağırmasına, yalvarmasına rağmen, sürükleye
sürükleye hazırlanmış olan çarmıha götürüp astılar. Sonra hazret-i Îsâ, annesi
Meryem ve havârîlerine göründü. Meryem'e; “Anne, görüyorsun ki, ben asılmadım.
Benim yerime hâin Yehuda haça gerildi ve öldü. Şeytandan sakının! Çünkü o,
dünyâyı yanlış bilgi ile aldatmak için her şeyi yapacaktır. Gördüğünüz ve
duyduğunuz şeyler için sizi şâhid yapıyorum” dedi. Ondan sonra inananları
koruması ve günâhkârların nedamet getirmesi için Allahü
teâlâya duâ etti. Şakirdlerine dönerek; “Allahü
teâlânın nîmeti ve rahmeti sizinle olsun” dedi. Bundan sonra dört
büyük melek onu şakirdlerinin ve anasının gözü önünde tekrar semâya
kaldırdılar.
Görülüyor
ki, Barnabas İncîl’i son Peygamberin geleceğini, O'ndan 600 veya 1000 sene
kadar evvel bildirmektedir ve bir tek Allah'tan bahsetmektedir. Teslisi
yalanlamaktadır.
“Dünyâ sevgisi bütün kötülüklerin başıdır. Gözde bakışı, kalbde şehveti büyütür. (insanı aç gözlü, doymaz eder.) Yemîn ederim ki, şehvet (nefsin isteklerine uymak), sâhibine uzun süren sıkıntı bırakır.” “Dünyâdan geçmeye bakın. Tamîri ile uğraşmayın.”
“Ey Âdemoğlu! Ey zayıf insan! Nerede olursan Allah'tan kork! Dünyâda yolcu gibi ol! Mescidleri ev edin. Gözüne ağlamayı, bedenine sabrı, kalbine tefekkürü öğret! Yarınki rızkı düşünüp üzülme! (Allahü teâlâ rızkı kendi üzerine almıştır, bunda şüphen olmasın,) yoksa günâha girersin.”
“Sizden biriniz, denizin dalgaları üzerine ev yapamadığı gibi, dünyâyı da devamlı kalma yeri bilmesin.”
“Su ile ateş bir kapta durmadığı gibi, dünyâ ile âhıret sevgisi de aynı kalbde bulunmaz.”
“Dünyâyı isteyen, deniz suyu içene benzer, Ne kadar içerse, harâreti o kadar artar ve nihâyet ölür.”
“Şeytan dünyâ iledir. Mekri, aldatması mal ile; tezyini (süslemesi, güzel göstermesi), hevâ (nefsin arzuları) ile; yerleşmesi de şehvetler iledir.”
“Günâhlarını hatırladığı zaman ağlayana, dilini koruyana ve başını sokacak kadar evi olana müjdeler olsun.”
“Uyuyup da günâhla meşgûl olmayan ve günâhsız olarak uyanan göze müjdeler olsun.”
Mâlik bin Dinâr anlatır: Îsâ aleyhisselâm eshâbı ile giderken, yolun kenarında bir hayvan ölüsü gördüler. Eshâbı, ne fenâ kokuyor dediler. Îsâ aleyhisselâm, kötü söz ve gıybetten onları men etmek için; “Dişleri ne kadar da beyazdır” buyurdu.
“Allahü teâlânın zikri, hatırlatıcısı olan sözden başkasına teşekkür etmeyiniz, kalblerinizi katılaştırır. Katı, sert kalb ise, Allah'tan uzaktır, fakat uzak olduğunu bilmez. Kendinizi Rab gibi görüp, kulların günâhlarına o nazarla bakmayınız. Kendinize zayıf kullar bularak, onlara bakınız. Zirâ insanlar, âfiyet sâhibi ve müptela (belâ ehli) diye ikiye ayrılırlar. O hâlde belâ ehline merhamet edin ve âfiyette bulunduğunuz için de Allahü teâlâya hamd edin.”
“Allah için amel edin (çalışın), karınlarınız (mideleriniz) için çalışmayın! Şu kuşa bakın! Karnı tok, sırtı pektir yâni rahattır. Ne tarla eker, ne ekin biçer, fakat rızkını Allah verir. Eğer bizim midemiz kuşunkinden daha büyüktür derseniz, şu yabanî büyük hayvanlara, geyiklere, yabanî eşeklere bakınız. Hepsi de yiyor ve rahattırlar. Hiç birisi ekip biçmiyor. Rızıklarını Allah veriyor.”
“Allah katında en sevgili olan şey, sâlih kalblerdir. Allahü teâlâ, onların hürmetine dünyâyı yaşatır. Onlar bozulunca, yeryüzünü harâb eder.”
“Üç kişiye şaşarım. Dünyâyı elde etmeye çalışana şaşarım, zirâ ölüm ona yaklaşıyor; köşkler yapana şaşarım, zirâ kalacağı yer kabirdir; katıla katıla, ağız dolusu gülene şaşarım, halbuki önünde ateş (Cehennem) vardır.”
“Ey Âdemoğlu! Çokla doymaz, aza kanaat eylemezsin. Malını, seni iyilikle anmayan için biriktirirsin; halbuki Rabbinin huzûruna çıkacaksın ve özür ileri süremeyeceksin. Sen sâdece midenin ve şehvetinin kulusun. Miden ise, ancak kabre vardığında dolar. Ey Âdemoğlu! Sen topladığın malını başkasının terâzisinde görürsün.”
“İlim öğrenen, öğreten ve öğrendiği ile amel eden kimse; göklerdeki melekler arasında, ulu kişi diye çağrılır, anılır.”
“Ey havârîler topluluğu! Ehli olmayana hikmet, ilim söylemeyin. Hikmete, ilme hakâret etmiş olursunuz. Hikmeti, ilmi ehli olandan da esirgemeyin. Esirgerseniz, o kişelere zulmetmiş olursunuz.”
“İşler üç çeşittir: Emredilmiş, güzel şeyler; saâdete götürürler. Bunları yapınız. Men edilmiş, kötü işler; felakete götürürler. Bunlardan kaçınınız. Aranızda ihtilaf ettiğiniz şeyler; bunların ilmini Allah’a havâle edip, ihtiyatlı davranınız!”
Îsâ aleyhisselâma; “Fitne bakımından insanların en şiddetlisi, zararlısı hangisidir?” dediklerinde; “Yanılan âlimdir. Çünkü âlim yanılır, ayağı kayarsa, onunla birlikte birçok kimselerin de ayağı kayar” buyurdu.
Dinini dünyâya alet eden bozuk ilim adamları için buyurdu ki: “Ey kötü âlimler! Dünyâyı başınızın üzerinde tutup, âhıreti ayaklarınızın altına aldınız. Sözünüz şifâ; ameliniz, yaptığınız işler ise hastalık vericidir. Siz zakkum ağacı gibisiniz. Gören hayran olur, meyvesini yiyen ölür.”
“Kim ki faydalı ilim öğrenir, öğrendiği ile amel eder ve bunu başkalarına da öğretirse, göklerde bulunan melekler arasında hürmet ve tâzimle anılır.”
“Ağaçlar çoktur, ama hepsi meyve vermez. Meyveler çoktur, ama hepsi tatlı değildir. İlimler çoktur, ama hepsi faydalı olmaz.”
Îsâ aleyhisselâm yolda giderken, bâzı insanlara rastladı. O kimselerin vücutları zayıflamış, yüzlerinin rengi gitmişti. Bu hâli gören Îsâ aleyhisselâm; “Nedir bu hâliniz? Bu hâle düşmenizin hikmetini söyler misiniz?” buyurdu. Onlar da; “Cehennem ateşinin korkusu bizi bu hâle getirdi” dediler. Bunu işiten Îsâ aleyhisselâm; “Allahü teâlâ, korkanları, selâmete erdireceğini vâd etmiştir ve bunu zât-ı ilâhîsi için bir hak saymıştır” buyurdu ve yoluna devam etti. İkinci bir grup insana rastladı. Onları da diğerlerinden daha çok zayıflamış, renkleri değişmiş bir hâlde buldu. Bunlara da; “Bu hâle gelmenizin hikmeti nedir?” diye sordu. Onlar da; “Biz Cennet’e âşıkız, onun hasretiyle bu hâle geldik” dediler. Îsâ aleyhisselâm; “Allahü teâlâ sizin gibilerin arzu ve isteklerini vermeyi zât-ı ilâhîsi için hak kabûl etmiştir” buyurdu ve yoluna devam etti. Bu defâ daha da zayıflamış ve renkleri değişmiş bir gruba rastladı. “Sizlerin bu hâle gelmenizin hikmeti nedir?” diye sordu. Onlar da; “Bizler, Allahü teâlânın aşkından bu hâle geldik” deyince, Hazret-i Îsâ; “Siz Allahü teâlâya yakın olan kimselersiniz” buyurdu ve bu sözlerini üç defâ tekrar etti.
Îsâ aleyhisselâmın havârîleri; “İhlâs nedir?” diye suâl ettiklerinde buyurdu ki: “İşleri ve amelleri yaparken, insanların beğenmesini düşünmemek, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır.” “İhlâslı kimse nasıldır?” diye sorduklarında da; “Önce Allahü teâlânın emirlerine uyar, hukûkullaha riâyet eder, sonra da insanların haklarını gözetir. Meselâ bu kimseye; biri dünyâya diğeri âhırete âit iki iş verilse, âhırete âit olanını yapar” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm; “Allahü teâlâyı, O'nun emir ve yasaklarını aranızda anlatınız. Bunlardan başkasıyla fazla meşgûl olmayınız. Eğer böyle şeylerle çok meşgûl olursanız, kalbiniz katılaşır. Katı bir kalb ise Allahü teâlâdan uzaktır” buyurdu.
Vehb bin Münebbih (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatır: Havârîler, Hazret-i Îsâ'ya; “Kendileri için korku olmayan ve mahzûn da olmayacak olan, Allahü teâlânın velî kulları kimlerdir?” diye sordular. Îsâ aleyhisselâm onlara şöyle cevap verdi: “İnsanlar dünyâya baktıkları (meyledip yöneldikleri) zaman, onlar âhırete bakarlar. Kendilerini günâha götürecek şeyi yapmazlar. Kendilerini terkedeceğini bildikleri şeyi terkederler, Onlar, hak etmeden kazandıkları dünyâ yüksekliğini bırakırlar. Onlara göre, dünyâ eskidir. Onu yenilemeye çalışmazlar. Evleri (dünyâ) harâb olmuştur, tâmire kalkmazlar. Dünyâ, onların kalblerinde ölmüştür. Onu canlandırmaya teşebbüs etmezler. Bilakis onlar, dünyâ ile âhıretlerini kurtarmaya, ahretlerini ma’mûr etmeye, güzelleştirmeye çalışırlar, (Dünyâyı gaye değil, âhıretleri için bir vâsıta görürler.) Onlar, fânî olan dünyâyı satıp, karşılığında baki olan âhıreti satın alırlar. Sonra dünyâ ehlinin, belâ, musîbet ve sıkıntılar ile yere serilmiş olduklarını görürler. Onun için, dünyânın isminden bile bahsetmeyip, âhıreti çok hatırlarlar. Onlar, Allahü teâlâyı ve O'nu anmayı severler. Allahü teâlânın kendilerine verdiği nûr ile aydınlandıkları gibi, bu nûr ile etrâflarını aydınlatırlar.”
Îsâ aleyhisselâm, havârîlerine buyurdu ki: “Ey yeryüzünün sâlihleri! Fesat çıkarmayınız. Bir şey fesada uğradığı zaman, onu ancak sâlih, iyi olan kimseler düzeltir. Biliniz ki, sizin iki hasletiniz vardır: Birincisi, devamlı güler yüzlü olmanız, ikincisi de uyumadan sabahlamanızdır.”
Îsâ aleyhisselâm; “Sağırı, dilsizi tedavi ettim, ölüyü dirilttim. Fakat, cehl-i mürekkebin ilacını bulamadım” buyurmuştur. Çünkü, böyle kimse, câhilliğini ilim ve kemâl sanmaktadır. Câhil ve rûh hastası olduğunu bilmez ki, ilacını arasın! Ancak, Allahü teâlânın hidâyeti ile hastalığını anlayan, bu dertten kurtulabilir.”
“Ey havârîler! Rüzgâr çok ışıkları söndürmüştür. Ucb yâni kendini ve ibâdetini beğenmek de, çok ibâdetleri söndürmüştür, sevaplarını yok etmiştir.”
“Hasta olup musîbete, felakete uğrayıp da, günâhları affolacağı için sevinmeyen kimse, âlim değildir.”
“Varacağı yer âhıret iken, dünyâyı seven; bir de amel için değil de yalnız başkasına anlatmak için ilim öğrenen kimse, nasıl âlimlerden olabilir?”
“Allah'ım! Benimle, düşmanımı sevindirme, dostumu mahcup etme, ibâdetimde bana kusur ettirme. Maksadımı, dünyâlık eyleme. Bana acımayanı, bana musallat etme yâ Hayyu yâ Kayyûm.”
Rivayete göre, Îsâ aleyhisselâm gördüğü bir adama; “Ne yaparsın?” diye sordu. Adam; “İbadetle meşgûl olurum” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Geçimini kim te’min eder?” diye sordu. Adam; “Kardeşim te’min eder” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Asıl abid kardeşimdir desene” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâma; “Cennet’e götürecek bir amele bizi irşad et” dediler. Îsâ aleyhisselâm; “Hiç konuşmayın” buyurdu. Onlar; “Buna imkân yok” dediler. Îsâ aleyhisselâm; “O hâlde hayır söyleyin” dedi.
“Yalanı çok söyleyenin, güzelliği; insanlarla mücâdele edenin de mürüvveti gider. Meşgaleyi çoğaltanın vücûdu hastalanır. Ahlâkı kötü olanın da dâimâ canı sıkılır ve sıkıntı içinde kalır” Yahyâ aleyhisselâm, Îsâ aleyhisselâma; “En şiddetli şey nedir?” diye sordu. Îsâ aleyhisselâm; “Allah'ın gadabıdır” dedi. Yahyâ aleyhisselâm; “Allah'ın gadabına yakın olan hangisidir?” dedi. Îsâ aleyhisselâm; “Senin gadab etmen yâni insanların kızmasıdır” dedi. Yahyâ aleyhisselâm; “Gadabın kaynağı nedir?” diye sordu. Îsâ aleyhisselâm; “Böbürlenmek, bencillik, üstünlük iddiası ve kıskançlıktır” dedi.
Îsâ aleyhisselâm; “Dünyâyı kendinize efendi edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Servetinizi kaybolmayacak yerde toplayın. Zirâ dünyâ hazînelerine sâhip olanların, muhtelif afet ve felaketlerle karşılaşmalarından korkulur. Ama, Allahü teâlânın hazînelerine sâhip olanlar için, böyle bir korku bahis mevzuu değildir” demiştir.
Yine Îsâ aleyhisselâm; “Yazıklar olsun o dünyâlık peşinde koşanlara, nasıl olup da o servetlerinden ayrılacaklardır. Halbuki onlar dünyâlığa bağlanmış, ona aldanmışlardır. Onlar ona bel bağlarken, o, onları rezil etmiştir. Yine yazıklar olsun o dünyâya mağrur olanlara, o dünyâ, nasıl onlara hoşlanmadıkları şeyi gösterecektir. Onları sevdiklerinden ayıracak ve mukadder akıbetlerine uğratacaktır. Düşüncesi dünyâlık, işi isyân olan kimseye yazıklar olsun. Nasıl olsa yarın günâhları ile rezil olacaktır” demiştir.
Îsâ aleyhisselâm; “Ateşin yiyemediği şeyi çoğaltın” dedi. Dinleyenler, “Bu nedir?” diye sordular. Îsâ aleyhisselâm; “İkramdır” diye cevap verdi.
“Ey kötü âlimler! Namaz kılar, oruç tutar ve sadaka verirsiniz. Fakat emrettiğinizi yapmaz, yapmadığınızı öğretirsiniz. Ne çirkin hüküm veriyorsunuz. Dil ve sözünüz ile tevbe ederken, nefsinizin istek ve arzularına göre hareket edersiniz. Kalbleriniz isyânla kirlenmiş ve kararmış olduğu hâlde, vücutlarınızı sabunla yıkamak size bir fayda sağlamaz. Size hakîkati söylüyorum; unu çıkarıp da kepeği içinde kalan elek gibi olmayın. Sizin yaptıklarınız böyledir. Ağızlarınızdan hükümleri savurursunuz, gıll-u gış yâni hîle ve gizli düşmanlık içinizde kalır. Ey dünyâ kulları! Rağbet ve şehvetini dünyâdan kesmeyenler, âhıreti nasıl bulabilir? Size hakîkati söylüyorum; kalpleriniz amellerinize ağlar. Çünkü dışınız içinize uymuyor. Dünyâyı dilinize doladınız. Ameli ve âhıreti ise ayağınızın altına aldınız. Size doğru söylüyorum; dünyâlığı mükemmel yapacağız diye, âhıretinizi kaybettiniz. Sizin için dünyâ düzeni âhıret düzeninden daha sevimli oldu. Sizden daha âdî kim olabilir? Bunu bir bilseydiniz. Yazıklar olsun size, ne vakte kadar bu karanlık içinde bocalayacak ve bu şaşkınlık içinde kalacaksınız. Sizin dâvetiniz dünyâlığadır. İstediğiniz şey; dünyâ halkı, sizin için dünyâlıktan feragat etsin ve bütün dünyâ, varlıkları ile size kalsın. Karanlıkta kalan evin damına ışık yakmakla, evin içine bir fayda olur mu? Oradan ışığın gelmesi mümkün mü? Siz de böylesiniz. Ağzınızdan ilim nûrları parlarken, kalbleriniz karanlık içinde kıvranıyor. Ey dünyâya tapanlar, dünyânın bir gün sizi kökünüzden koparıp yüz üstünde sürümesi yakındır. Sonra sizi burnunuzun üzerine sürter, günâhlarınızı boynunuza geçirir. Bir de ilminiz sizi arkanızdan iter, yalın ayak ve çıplak olarak, teker teker Allahü teâlânın huzûruna sevkeder. Orada, kötü amellerinizin cezâsını size çektirir” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm; “Dünyâda alçak gönüllü olanlara müjdeler olsun ki, kıyâmet günü onlar, kürsî sâhipleridir. Dünyâda ara bulup barıştıranlara müjdeler olsun. Çünkü, kıyâmette, Firdevs Cennet’ine onlar vâris olacaktır. Dünyâda kalbini temizleyenlere müjdeler olsun. Çünkü, kıyâmet günü, Allahü teâlânın cemâline onlar bakacaklardır” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm; “Mahsul; dağlarda, sert topraklarda değil, ovada, sulu ve yumuşak toprakta yetişir. Bunun gibi, hikmet de; kibirlilerin gönüllerinde değil, mütevazı olanların kalblerinde gelişir. Görmez misiniz? Başını tavanlara kaldıranların, başları tavana değer ve yaralanır, başını eğenlere ise tavan gölgelik yapar ve kendini korur” buyurdu.
Rivâyete göre Îsâ aleyhisselâm, cüzzam hastalığından etleri dökülen, kötürüm, gözleri kör, her tarafı perişân bir adam gördü. Adam; “Kullarından çoklarını müptela ettiği dertten beni koruyan Allah'a hamdederim” diyordu. Îsâ aleyhisselâm adama yaklaşarak; “Daha hangi belâ kaldı” diye kendisine sorunca, adam; “Ey Allah'ın peygamberi! Benim kalbime yerleştirdiği marifete sâhip olmayanlardan, ben çok daha iyiyim” dedi. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm; “Doğru söylersin, elini ver” dedi. Elinden tutup duâ etti. Bütün hastalıkları geçti. Îsâ aleyhisselâma arkadaş olarak, uzun müddet ibâdetle meşgûl oldu.
Havârîler, Îsâ aleyhisselâma; “Amellerden hâlis olan hangisidir?” diye sorduklarında, Îsâ aleyhisselâm; “Hiç kimsenin övmesini sevip beklemeden, Allah için yapılan ameldir” buyurdu.
Îsâ aleyhisselâm; “Yarını düşünmeyin, eğer ömrünüz var da yarına ulaşacaksanız, rızkınız da beraberinizdedir. Eğer ulaşamayacaksanız, âlemin rızkı için uğraşıp durmayın” demiştir.
Havârîlere buyurdu ki: “Dünyâyı yüzüstü bıraktım. Zirâ benim, ne ölecek bir zevcem, ne de harâb olacak bir evim yoktur.”
Îsâ aleyhisselâm; “Başkaları ile birlikteyken de, yalnızken de Allahü teâlâdan hayâ ediniz!” buyurdu.
“Kim; “Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü yuhyî ve yümît ve hüve hayyün lâ yemût bi-yedihil hayr. Ve hüve alâ külli şeyin kadîr” duâsını yüz defâ okursa, o gün yeryüzünde hiç kimsenin ondan üstün ameli olmaz. Kıyâmet günü de sevâbı, diğer ibâdetlerden çok olur.”
“Her kim; “Eşhedü en lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Ehaden sameden lem yelid ve lem yûled ve lem yekûn lehû küfüven ehad” duâsını yüz defâ okursa, milyonlarca sevap verilir ve o kadar günâhı defterinden silinir. Cennet’teki derecesi binlerce kat yükselir. Binlerce melek duâ ederler ve bu duâları okuyanlara mağfiret dilerler.”
“Her kim; “Eşhedü en lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh. Lehül mülkü ve lehül hamdü yuhyî ve yümît ve hüve hayyün lâ yemût bi yedihil hayr. Ve hüve ala külli şey’in kadîr” duâsını yüz defâ okursa, bir Melek o kulun duâsını, Melik, Celil ve Cebbâr olan Allahü teâlâya arzeder. Allahü teâlâ, bunu okuyan kuluna rahmet nazarı ile bakar. Allahü teâlânın rahmet nazarı ile baktığı kimse ise bedbaht olmaz.”
Hıristiyan
olarak doğup yetiştiği hâlde, İslâm dînini inceleyerek seve seve kabûl edenler,
uzun uzadıya düşündükten ve İslâmiyeti dikkatle inceledikten sonra müslüman
olmuşlardır. Başka dinden oldukları hâlde İslâmiyeti kabûl eden, çeşitli ırk,
memleket, kavim, renk ve meslekten pek çok kimse, kendilerine sorulan; “Niçin
müslüman oldunuz?” gibi suâllere samîmi olarak cevap vermişlerdir. Böyle
müslüman olanlardan 42 zâtın, her biri vesika (belge) olan cevapları, çeşitli
kitap ve mecmualardan alınıp tercüme edilerek, “Herkese Lâzım Olan Îmân”
kitabının, Müslümanlık ve Hıristiyanlık kısmında neşredilmiştir. Bu kitapta; bu
sözlerden alınacak çok dersler olduğu ve bunları okuyanların İslâmiyetin
yüceliğini, yegane hak din olduğunu bir kere daha kalblerinde hissedecekleri
bildirilmekte, 42 zâtın cevapları uzun uzun zikredilmektedir. Buradan bir kaç
zâtın cevapları özetlenerek aşağı alınmıştır:
Bayan Âmina Mosler diyor
ki: “Ne için
müslüman oldum? Ben oğlumun bana sorduğu bir çok suâllere cevap veremiyordum. O
bana; “Anne, Allah niçin üç tane?” diye soruyor, ben kendim de üç Allah'a
inanamadığım için, ona inandırıcı bir cevap veremiyordum. Nihâyet 1346 (m.1928)
senesinde, yaşı artık oldukça ilerlemiş olan oğlum, bir gün gözleri yaşlı
olarak bana geldi; “Anne, ben müslümanlığı tetkik ettim. Onlar bir tek mâbuda
(yaratıcıya) inanıyorlar. Onların dîni, en doğru din. Ben de müslüman olmaya
karar verdim. Sen de bana katıl!) diye yalvarmaya başladı. Onun ricâsı üzerine
ben de İslâm dînini incelemeye başladım. Berlin Câmii'ne gittim. Câmi'nin imâmı
bizi çok iyi karşıladı ve bana müslümanlığın esaslarını anlattı. O anlattıkça,
sözlerinin ne kadar doğru, ne kadar mantıkî olduğunu görüyordum. Artık ben de,
oğlum gibi İslâm dîninin tek doğru bir din olduğuna inanmaya başlamıştım. Her
şeyden evvel, daha genç yaşta iken bile, bir türlü anlayamadığım, aklımın bir
türlü kabûl etmediği üçlü tanrıyı müslümanlık red ediyordu. Müslümanlığı iyice
inceledikten sonra, günâh çıkarmanın, papayı günâh işlemez masum bir varlık
olarak tanımanın, vaftiz'in (günah affı) ve buna benzer bir çok merasimin ne
kadar mânâsız olduğunu anladım ve bütün bunları red ederek seve seve müslüman
oldum.
Bütün
ecdadım koyu hıristiyandı. Ben bir katolik manastırında büyütüldüm. Tamamen
dîni bir terbiye aldım. Fakat, emîn olunuz ki, aldığım bu dîni terbiye, beni
hakîkî Allah'a götürecek dîni seçmeme yardım etti. Çünkü, bu terbiye esnâsında
bana öğretilen bütün iyi şeyleri Hıristiyanlıkta değil, müslümanlıkta buldum.
Müslümanlığı kabûl etmekliğim benim için büyük bir talih eseridir.
Bugün ben
bir büyük anneyim. Torunum müslüman olarak doğduğundan dolayı bahtiyârım.
Biliyorum ki, Allahü teâlâ, doğru yola
koyduklarına dâimâ yardım eder.
Amerikalı, Muhammed Alexander Russel Webb diyor ki: “Bana, ahâlisinin pek çoğu hıristiyan olan Amerika'da
doğan, büyüyünceye kadar mütemadiyen hıristiyan papazların yaptıkları vâzları,
daha doğrusu saçmaları dinleyen benim gibi bir insanın, niçin dînini
değiştirerek müslüman olduğunu soranlar çok oldu. Ben de onlara; müslümanlığı
niçin hayat rehberi olarak seçtiğimi kısaca şöyle anlattım: Müslüman oldum!
Çünkü, yaptığım incelemeler, araştırmalar, insanların rûhî ihtiyaçlarının ancak
müslümanlığın koyduğu sağlam esaslarla te’min edileceğini gösterdi. Ben daha
çocukken bile, hıristiyanlığa bir türlü iki elle sarılamamıştım. Yirmi yaşıma
geldiğim ve artık reşit olduğum zaman, kilisenin her şeyi günâh sayan, garib
(mistik) ve can sıkıcı terbiyesine tamâmen isyân etmiştim. Yavaş yavaş
kiliseden ayrıldım ve bir daha ona dönmedim. Benim, araştırıcı ve inceleyici
bir ahlâkım (karakterim) vardı. Her şeyin sebebini ve maksadını arıyordum. Bunlar
için mantıkî cevaplar bekliyordum. Halbuki râhiplerin ve diğer hıristiyan din
adamlarının bana verdiği cevaplar, beni tatmin etmiyordu. Onlar çok kereler
suâllerime tatmin edici cevaplar verecekleri yerde; “Bunları biz anlayamayız.
Bunlar ilâhî sırlardır” diyorlar veya; “Bunu bizim aklımız kavramaz” gibi
kaçamaklı bir cevap veriyorlardı. Bunun üzerine, bir yandan şark dinlerini,
öbür taraftan meşhûr filozofların eserlerini incelemeye karar verdim.
Filozoflardan;
Mill, Locke, Kant, Hegel, Fichte, Huxley ve diğerlerinin eserlerini okudum. Bu
filozofların eserlerinde, hep protoplazmadan, atomlardan, moleküllerden,
taneciklerden bahsolunuyor, fakat (insanın rûhu ne oluyor, öldükten sonra
nereye gidiyor, bu dünyâda rûh nasıl terbiye ediliyor) hakkında bir fikir
bulunmuyordu.
Halbuki
İslâm dîni, insanın bedeni yanında, rûhu ile de meşgûl oluyor, bu husûslarda
bizi aydınlatıyordu. İşte bunun içindir ki, ben, ne yolumu şaşırdığımdan, ne de
hıristiyanlara kızdığımdan veya âni bir karara kapıldığımdan dolayı değil, tam
aksine, İslâmiyeti inceden inceye araştırdıktan, büyüklüğünü, ulvîyetini,
ciddiyetini, mükemmelliğini iyice anladıktan sonra müslüman oldum. İslâm'da
esas; tek Allah'a inanmak, O'na kendini teslim etmek ve O'na ibâdet ederek
lütûflarına şükür etmektir. İslâm, bütün insanlara kardeşliği, iyiliği, sevgiyi
emreder. Onlardan rûh, beden, dil ve amel (iş) temizliği ister. İslâm dîni,
şimdiye kadar insanların bildiği dinlerin muhakkak en mükemmeli, en üstünü ve
sonuncusudur.
Amerikalı Selahaddîn
Board diyor ki:
1338 (m. 1920) senesinde bir doktoru ziyâret için muayenehanesine gittiğim
zaman, bekleme odasında, Londra'da çıkan “Ornient Review” ve “African Times”
mecmualarını görmüştüm. Bu mecmuayı karıştırırken, okuduğum; “Ancak bir tek
Allah vardır” cümlesi, benim üzerimde çok derin bir tesir yaptı. Çünkü
hıristiyanlık dîninde, tam üç tane tanrı vardı ve aklımız yatmadığı hâlde, buna
inanmak mecbûriyetindeydik. Bu, “Yalnız bir tek Allah vardır” ibaresi, bu
târihten îtibâren aklımdan çıkmaz oldu. Bu kutsî ve ulvî îtikâd, müslümanların
kalblerinde taşıdıkları, paha biçilmez bir hazînedir.
Artık
İslâmiyete alâkam arttı. Bir müddet sonra müslüman olmaya karar vermiştim.
Müslüman olduktan sonra, Selahaddîn ismini aldım. Müslümanlığın en doğru din
olduğuna inanıyordum. Zirâ müslümanlık, Allahü teâlânın
hiç bir ortağı olmadığını ve bir günâhın ancak Allah tarafından
atfedilebileceğini esas olarak kabûl etmektedir. Bu îmân, tabîat kanunlarına ne
kadar uygundur! Tarlada, çiftlikte, köyde, şehirde, okulda, hükümette, devlette
kısaca her yerde, bir tek baş vardır. İkilik dâimâ ayrılığa sebep olmuştur...
Avusturyalı bayan Cecilla
Cannolly diyor ki:
“Niçin müslüman oldum? Size çok samîmi olarak söyleyebilirim ki, ben farkına
varmadan müslüman olmuştum. Çünkü daha genç yaşta iken, bağlı olduğum
hıristiyan dînine karşı zerre kadar itimadım kalmamış, hıristiyanlıktan
soğumaya başlamıştım. Ben dinde bir çok şeyleri bilmek ve anlamak istiyordum.
Bana öğretilmeye çalışılan dogma (yani îtikâd) ları, öyle körü körüne kabûl
etmek taraftarı değildim. Neden üç tanrımız vardı? Neden dünyâya hepimiz
günâhkâr olarak gelmiştik ve keffâret vermeye mecbûrduk? Neden ancak râhip
vâsıtası ile Allah'a yalvarıyorduk? Sonra bize gösterilen türlü türlü
işâretlerin, anlatılan türlü türlü mûcizelerin ne mânâsı vardı? Ben bunları
ders veren râhiplere sorduğum zaman, onlar kızıyor; “Kilisenin sana öğrettiği
şeylerin aslını sen soramazsın. Bunlar gizlidir. Sen yalnız inanmakla
mükellefsin” diyorlardı, ama buna da benim aklım ermiyordu. İnsan, anlamadığı,
aslını bilmediği bir şeye nasıl inanır? Fakat, o zamanlar ben, düşüncelerimi
açıktan açığa söylemeye cesâret edemiyordum. Ben emînim ki, kendilerini
hıristiyan sayan pek çok insan, tıpkı bizim gibi düşünmekte ve kendilerine
verilen dîni bilgilerin çoğuna inanmamakta, fakat bunu açıklamaktan
korkmaktadırlar.
Nihâyet
daha yaşlanınca, bana üç tanrıya tapmağı emreden hıristiyan kilisesinden
uzaklaşarak, tek bir Allah'a ibâdet etmeyi öğreten başka bir din var mıdır,
diye aramaya başladım. Çünkü bütün vicdanım; mânevîyatım, ancak bir tek
Allah'ın mevcût olabileceğini bildiriyordu. Sonra etrâfıma bakınca, papazların
bize öğretmeye kalktıkları o anlaşılmaz mûcizelerin, kerâmetlerin, o azîzlerin
başlarından geçtiğini söyledikleri garib hikayelerin ne kadar mânâsız olduğunu
hâdiseler bana gösteriyordu. Çünkü hakîkî mûcize bu dünyâ idi. Dünyâdaki her
şey; insanlar, hayvanlar, ormanlar, dağlar, denizler, ağaçlar, çiçekler,
bunları bir büyük hâlıkın (yaratıcının) yarattığını göstermiyor muydu. Yeni
doğan bir bebek, bir mûcize değil miydi? Halbuki kilise, her yeni doğanın
günâhla örtülü bir zavallı olduğunu telkîne çalışıyordu. Hayır, bu olamazdı. Bu
yalandı. Her doğan çocuk, Allahü teâlânın
günâhsız bir kulu, bir mahlûku idi. Bir mûcize idi ve ben ancak tek Allah'a,
O'nun yarattığı mûcizelere inanıyordum.
Dünyâda
hiç bir şey günâhla dolu, kirli ve çirkin değildi. Ben böyle düşünürken, bir
gün kızım İslâmiyet hakkında yazılmış bir kitap getirdi. Ana kız oturup, bu
kitabı büyük bir dikkat ile okuduk. Aman Allah'ım! Bu kitap tam bizim
düşündüklerimiz gibi söylüyordu. İslâmiyet ancak bir tek Allah'ın bulunduğunu
bildiriyor, insanların masum varlıklar olarak dünyâya geldiğine inanıyordu. Ben
o zamana kadar İslâmiyet hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Mektepte İslâmiyet
bir alay mevzuu idi. Bize bu dînin yapma (uydurma), saçma ve uyuşturucu olduğu,
müslümanların doğru Cehennem’e gidecekleri söylenirdi. Fakat bu kitabı
okuduktan sonra, beni bir düşünce aldı. İslâmiyet hakkında biraz daha bilgi
sâhibi olmak için, bulunduğum şehirde müslümanları aradım. Bulduğum
müslümanlar, benim gözümü açtılar. Sorduğum suâllere o kadar mantıkî cevaplar
verdiler ki, artık bu dînin bizim papazların dediği gibi uydurma bir din değil,
Allahü teâlânın hakîkî dîni olduğuna
inanmaya başladım. Kızımla beraber İslâmiyet hakkında yazılı daha bir çok
eserleri de okuduktan sonra, onun ulvîyetine ve doğruluğuna tamamı ile
inanarak, ikimiz birlikte müslüman olduk. Ben “Reşîde”, kızım da “Mahmûde”
isimlerini aldık.
İslâmiyette
en çok beğendiğim şey, duâlardır. Çünkü, hıristiyanlarda duâlar, Allahü teâlâdan hazret-i Îsâ vâsıtasıyla, servet,
mevki, îtibâr vesâir dünyâ varlıklarını istemek için yapılır. Halbuki
müslümanlar duâ ederken, cenâb-ı Hakka
şükranlarını arz ederler ve bilirler ki, onlar dinlerine ve Allahü teâlânın emirlerine riâyet ettikleri
müddetçe, cenâb-ı Hak, onlara muhtâç
oldukları her şeyi, onlar istemeden verecektir.
İngiliz bayan Maviş B.
Joly diyor ki: Ben
İngiltere'de hıristiyan olarak doğdum. Vaftiz edildim ve bu gün elimizde
bulunan İncîl’de yazılı olanları öğrenerek büyüdüm. Çocukken kiliseye gittiğim
zaman, muhtelif ışıklar, minberde yanan mumlar, müzik, günnük kokuları ve
muhteşem elbiseler giymiş râhipler, üzerimde büyük bir tesir yapıyordu.
Manasını hiç anlayamadığım duâlar okunurken, bunların ahengi beni ürpertiyordu.
Sanırım ki, bu çocukluk zamanımda, ben koyu bir hıristiyandım. Fakat, zaman
geçtikçe ve benim tahsil derecem yükseldikçe, kafamda bâzı suâller hâsıl olmaya
başladı. O zamana kadar tamâmen inandığım hıristiyanlık dîninde bâzı noksanları
bulmaya başladım. Gün geçtikçe içimdeki şüphelerin arttığını görüyordum. Yavaş
yavaş dinden çözülmeye başladım. Artık hiç bir şeye inanmıyordum. Kilisenin
çocukken beni kendisine hayran eden o muhteşem manzarası, bir hayâl gibi
gözümün önünden uçup gitmişti. Mektepten çıktığım zaman, tam mânâsı ile bir
dinsiz (ateist) olmuştum. Fakat, bir müddet sonra, farkına vardım ki, hiç bir
şeye inanmamak, insanın rûhunda derin bir yeis, zafiyet, boşluk bırakmaktadır.
İnsanın muhakkak bir dayanağa ihtiyâcı vardır. İşte bunun için hıristiyanlıktan
tamâmen soğuyan ben, şimdi başka dinleri tetkik etmeye başladım.
Evvela
budistliği ele aldım. Onların “Sekiz Yol” adını verdikleri esasları iyice
tetkik ettim. Bu “Sekiz Yol”da çok derin felsefe ve çok güzel nasîhatler vardı.
Ama, insana ne doğru bir yol gösteriyor, ne de doğru yolu seçebilmek için
lüzumlu bilgileri veriyordu.
Bu sefer
mecûsîliği tetkike başladım. Ben üç tanrıdan kaçarken, bu dinde karşıma bir çok
tanrı çıktığını gördüm. Sonra bu din, o kadar inanılmaz efsaneler, hurafelerle
doldurulmuştu ki, böyle bir dîni kabûl etmeye imkân yoktu.
Bundan
sonra yahudiliği incelemeye başladım. Yahudilik, benim için yeni bir din
sayılmazdı. Çünkü, İncîl’in Ahd-i Atîk denilen eski kısmı, tamâmen yahudilerin
Tevrât'ından alınmıştı. Fakat yahudilik de beni tatmin edemedi. Evet, yahudiler
tek Allah'a inanıyorlardı ve ben bunu çok doğru buluyordum. Fakat ondan sonra
her şeyi inkâr ediyorlar ve yahudi dîni, bir rehber olacak yerde türlü karışık
ibâdet şekilleri ile dolu bir merasim hâline giriyordu.
Dostlarımdan
biri, bana, ispiritizme ile meşgûl olmamı tavsiye etti. “Rûhlarla konuşmak, din
yerine geçer!” diyordu. Bu beni hiç tatmin etmedi. Çünkü, ispiritizmenin
insanın kendi kendini hipnotize etmesinden ibâret olduğunu, rûhunu hiç bir
zaman besleyemeyeceğini pek çabuk anlamıştım.
Bu arada
ikinci cihân harbi sona ermişti. Ben bir ofiste çalışmaya başladım. Fakat, hâlâ
rûhum bir din arıyordu. Bir gün, bir gazetede bir îlân gördüm. Hazret-i Îsâ'nın
ulûhiyeti hakkında bir konferans verileceği ve bu konferansa her dinden
adamların iştirak edebileceği yazılıydı.
Bu
konferansı çok merâk ettim. Çünkü, orada hazret-i Îsâ'nın Allah'ın oğlu olup
olmadığı münâkâşa edilecekti. Konferansa katıldım ve orada bir müslümanla
tanıştım. Bu müslüman, kendisine sorduğum suâllere o kadar güzel, o kadar
mantıkî cevaplar verdi ki, o zamana kadar hiç aklıma gelmediği hâlde, İslâmiyet
ile meşgûl olmaya karar verdim. Müslümanların kutsî kitabı olan Kur'ân'ı
okumaya başladım. Bu kitapta telkin edilen düşüncelerin, 20. asırdaki bir çok
tanınmış devlet adamlarının düşüncelerinden çok daha yüksek olduğunu, büyük bir
hayret ve takdir ile görüyordum. Bu sözleri hiç bir insan söyleyemezdi. Onun
için, vakti ile bize öğrettikleri gibi, “İslâm dîni yalandır. Kur'ân uydurma
bir kitaptır” sözüne artık inanmıyorum. Kur'ân-ı
kerîm uydurma bir kitap olamazdı. Bu kadar mükemmel sözleri ancak
insan üstü bir varlık söyleyebilirdi.
Ben hâlâ
tereddüt ediyordum. İslâmiyeti kabûl etmiş ingiliz kadınları ile görüştüm.
Onlardan yardım istedim. Bana kitaplar tavsiye ettiler. Bu kitaplar arasında
hazret-i Muhammed (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) ile hazret-i Îsâ'yı
mukayese eden “Mohammed and Christ” adlı kitapla, İslâm dînini izâh eden “The
Religion of İslâm” adlı eserler vardı. “Hıristiyanlığın Kaynakları-The Sources
of Christianity” isminde diğer bir kitapta ise, hıristiyanlıkta bulunan bir çok
ibâdetlerin, ibtidâî insanların ibâdet usûllerinden alındığı ve hakîkatte
şimdiki hıristiyanlığın bir “puta tapmak” dîni olduğu çok açık bir tarzda
anlatılıyordu.
Kur'ân-ı kerîm
insana yavaş yavaş tesir ve nüfûz eden bir kitap idi. Kur'ân'ı iyi anlamak ve
ona bağlanmak için, onu bir çok defâlar okumak lâzımdır. Ben de, okudukça bu
mukaddes kitaba bağlandım. O kadar ki, her gece, onu okumadan uyuyamıyordum.
Benim üzerimde en büyük tesir yapan husûs, Kur'ân'ın insanlara mükemmel bir
rehber oluşuydu. Kur'ân’da bir insanın anlayamayacağı tek şey yoktu.
Müslümanlar, peygamberlerini, kendileri gibi bir insan olarak kabûl
ediyorlardı. Müslümanlarca, peygamberlerin diğer insanlardan farkı, bunların
çok yüksek akıl ve ahlâk sâhibi, günâhsız ve kusursuz olmaları idi. Yoksa,
onların ulûhiyet (ilah olmak ile) irtibatları, alakaları yoktu. İslâm, hazret-i
Muhammed'den sonra artık hiç bir
peygamber gelmeyeceğini söylüyordu. Ben; “Niçin başka bir peygamber
gelmeyecek?” diye sordum. O zaman, müslüman refikim, bana bu husûsu şöyle izâh
etti: “Kur'ân-ı kerîm, bir insana lâzım
olan bütün iyi ahlâkı, dîni esasları, Allahü teâlânın
rızâsına kavuşturan yolu, dünyâda ve âhırette huzûr ve selâmete vasıl olmak
için lâzım olan husûsları insanlara öğretmektedir. Artık insanların başka bir
rehbere, başka bir peygambere ihtiyaçları kalmamıştır.”
Bu
sözlerin çok doğru olduğu şundan bellidir ki, aradan ondört asır geçtiği hâlde,
Kur'ân-ı kerîmin esasları hiç değişmeden
bu günkü hayat tarzına ve bu günkü ilim seviyesine tamâmen uymaktadır. Fakat
ben hâlâ bir şeyi merâk ediyordum. Aradan 14 asır geçmişti. Biz şimdi 1954
senesinde bulunuyorduk. Acabâ 571 senesinde doğmuş olan Muhammed aleyhisselâmın
bildirdiği İslâmiyetin içinde, bu günkü şartlara uymayan tek bir nokta yok
muydu? Ben büyük bir titizlikle İslâmiyette böyle bir nokta bulunup
bulunmadığını aramaya başladım. Bu hal, İslâmiyete tamâmen inandığım hâlde ve
bu dînin elbette hak olduğu gözümün önünde canlandığı hâlde böyle bir arayış,
muhakkak çocukken bize papazlar tarafından İslâmiyetin çok kusurlu, âdî, bâtıl
bir din olduğu hakkında yapılan telkinlerden ileri geliyordu.
Evvela
poligami (birkaç kadınla evlenme, teaddüt-i zevcât) bahsini buldum. İşte mühim
bir husûs buldum diyordum. Nasıl olur da, bir erkek dört kadın ile
evlenebilirdi? Yukarıda kendisinden bahsettiğim müslüman arkadaşım, bunu
kendisine sorunca, bana izâh etti ki, İslâmiyet ilk intişâr ettiği yayıldığı zaman,
Arabistan'da her erkek istediği kadar kadınla birlikte yaşıyor ve onlara karşı
hiç bir mes’ûliyeti bulunmuyordu. İslâm dîni, kadının içtimâî mevkîini ıslâh
etmek için, bir erkeğin alabileceği kadın miktarını çok azaltmış ve ona bu
kadınlara bakmayı, aralarında adâleti te’min etmeyi, onlardan ayrılırsa,
kendilerine tazmînat vermeyi emretmişti. Sonra kimsesiz kalan kadınlar, bu
sayede bir âileye, o âilenin bir ferdi gibi katılabiliyor, bir esir muâmelesi
görmüyorlardı. Sonra, bir erkek için dört kadın almak bir emir değildi.
Şartlarını yerine getirebilecekler için bir izin idi. Bu şartları
yapamayacaklar için, birden fazla evlenmek haramdı. Bunun içindir ki, bir çok
erkeğin ancak bir zevcesi vardı. Dörde kadar kadın almaya ancak müsamaha
ediliyordu.
Halbuki,
Amerika'daki Mormonlar, her erkeği birkaç kadın almak için zorluyorlardı.
Müslüman arkadaşım; “Acabâ İngiltere'de İngiliz erkekleri tek kadınla mı
yaşar?” diye sordu. Yüzüm kızararak îtirâf ettim ki, bu gün garplı erkekler,
evlenmeden evvel, hattâ evlendikten sonra, bir çok kadınlarla düşüp
kalkmaktadırlar. Sonra müslüman arkadaşımın söylediği sözler, meselâ kocasını
iş kazalarında, harbde kaybetmiş ve kimsesiz kalmış zavallı bir genç kadının,
bir erkeğin himâyesine girme ihtiyâcı beynimde bir ışık parlattı; ikinci cihân
harbi bittiği zaman, İngiliz radyosunda (Dear Sir) adlı programda, bir zavallı
ingiliz kadının feryâdı aklıma geldi. Bu zavallı genç kadın şöyle yalvarıyordu:
“Genç bir kadınım. Kocamı harbde kaybettim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmaya
ihtiyâcım var. İyi huylu bir adamın ikinci karısı olmaya ve birinci karısını
başımda taşımaya râzıyım. Elverir ki, bu yalnızlıktan kurtulayım.”
Bu da
gösteriyor ki, İslâm’da teaddüt-i zevcât (poligami) bir ihtiyâcı karşılamak
içindir. Bu bir emir değil, ancak bir izindir. Bu gün, esasen işsizlikten,
fakirlikten, çok yerde kalmamış gibidir. O hâlde, bunu İslâm’ın bir kusuru
olarak kabûl etmeme imkân kalmamıştı.
Şimdi
başka bir kusur daha bulduğumu zannettim. Müslüman arkadaşıma; “Fakat günde beş
defâ ibâdet etmek, bu günkü hayat tarzımıza nasıl uyar? Bu kadar ibâdet, fazla
gelmez mi?” diye sordum. O gülümseyerek, bana şu suâli sordu: “Sizin piyano
çaldığınızı duyuyorum. Mûsikîye merâklı mısınız?” “Hem de çok” diye cevap
verdim. “Pek âla, her gün ekzersiz yapar mısınız?” “Tabii işten eve gelir
gelmez her gün hiç olmazsa iki saat piyona çalarım” diye cevap verdim. Bunun
üzerine, müslüman arkadaşım; “Beşi bir arada, nihâyet yarım saat veya 45 dakika
sürecek olan bir ibâdet, size niçin çok geliyor? Siz nasıl piyano
ekzersizlerini yapmazsanız, piyano çalmak kudretiniz azalırsa, Allahü teâlâyı düşünmek, O'na secde ederek
lütûflarına şükretmek azaldıkça, O'na giden yoldan uzaklaşılır. Halbuki, her
gün yapılan ibâdet, Allahü teâlânın doğru
yolunda adım adım ilerlemek demektir” diye cevap verdi. Ne kadar haklıydı!
Artık
müslümanlığı kabûl etmeme bir mâni kalmamıştı. Ben İslâm dînini bütün rûhum,
bütün mânevîyatım ile kabûl ettim. Gördüğünüz gibi, onu öyle ilk bakışta ve hiç
düşünmeksizin seçmemiş, aksine, onu ancak iyice tetkikten, hattâ içinde
anlayamadığım yerleri arayıp bunların cevâbını bulduktan ve bu dînin her
bakımdan tam ve mükemmel olduğunu anladıktan sonra müslüman olmuştum. Şimdi,
müslüman olmakla iftihar ediyorum.
Fransız Dr. Benosit diyor
ki: Ben bir doktorum
ve koyu katolik bir âileye mensubum. Fakat doktorluğu meslek olarak seçmekliğim
ve pozitif, tecrübî, tabiî ilimlerle meşgûl olmaklığım, bende hıristiyanlığa
karşı büyük bir nefret uyandırmıştı. Din husûsunda âile fertlerim ile aynı
fikirde değildim. Evet, büyük bir Hâlık (yaratıcı) vardı ve ben de O'na yâni Allahü teâlâya inanıyordum. Fakat hıristiyanlığın,
bilhassa katoliklerin bu büyük yaratıcı etrâfında meydana getirdikleri türlü
türlü garib varlıklar, oğullar, rûh-ul-kudsler, hazret-i Îsâ'nın Allah'ın oğlu
olduğu hakkında akıl almaz uydurmalar ve daha bir takım hurafeler, âyinler,
merasimler, beni Allah'a yaklaştırmıyor, aksine O'ndan uzaklaştırıyordu.
Ben bir
tek Allah'ın varlığına inandığımdan, hiç bir zaman teslisi (üç tanrıyı) kabûl
etmedim ve hazret-i Îsâ'yı hiç bir zaman Allah'ın oğlu olarak tanımadım. Demek
oluyor ki, ben daha İslâmiyeti tanımadan evvel, Kelime-i şehâdetin yarısı olan “Lâ ilâhe
illallah” kısmını çoktan kabûl etmiştim. İslâm dîni ile meşgûl
olmağa başladım ve Kur'ân-ı kerîmde rast
geldiğim; “Söyle
ki, Allahü teâlâ birdir, bir tek varlıktır, doğmamıştır ve doğurmaz ve O'na
benzer hiç bir varlık yoktur” meâlindeki İhlâs sûresini okuduğum
zaman; “Aman Allah'ım! Ben işte tamâmen buna inanıyorum” dedim ve içimde büyük
bir ferahlık duydum. O hâlde İslâm'ı daha derinden tetkik etmenin çok lüzumlu
olduğunu gördüm. İslâm’ı inceledikçe hayretler içinde kaldım. İslâmiyet, din
adamlarını, hattâ peygamberleri (aleyhimüssalevat)
bizim gibi insanlar olarak kabûl ediyor, onlara Allah'lık vasfını vermiyordu.
Hele bir papanın günâhları affedebileceğini aslâ kabûl etmiyordu. İslâm dîninde
hiç bir hurafe, akla uymayan bir kısım, anlaşılmayan bir bahis yoktu. İslâm
dîni, tam benim istediğim gibi, gerçek, hak bir dindi. Katolikler gibi
insanların günâhkâr olarak dünyâya geldiklerini kabûl etmiyordu. İnsanlara, rûh
ve beden temizliği emrediyordu. Tıbbın esâs kâidesi olan temizlik, İslâm
dîninde, Allahü teâlânın bir emriydi. İbâdete
temiz olarak gelmeyi emrediyordu ki, başka hiç bir dinde buna rastlamamıştım.
Hıristiyanlıkta,
hıristiyan dînine girerken papazın, Îsâ'nın şahsiyetine güyâ karışabilmek için
onun eti diye verdiği ekmeği yemek, kanı diye verdiği şarabı içmek gibi
âdetlerin en kaba, puta tapan ibtidâî insanların bir âdeti olduğunu görüyor ve
bunlardan nefret ediyordum. Benim pozitif ilimlerle inkişâf eden kafam, böyle
çocukça ve hakîkî bir dîne yakışmayan saçma merasimleri şiddet ile red
ediyordu. Diğer taraftan, İslâm’da bunların hiç biri yoktu, İslâmiyette yalnız
hakîkat, sevgi ve temizlik vardı.
Artık kararımı
vermiştim. Müslüman dostlarıma gittim ve müslüman olmak için ne yapmak lâzım
geldiğini sordum. Bana, Kelime-i şehâdet söylemesini ve mânâsını öğrettiler.
Ben yukarda da söylediğim gibi bunun yarısını yâni “Bir tek Allah vardır"
kısmını müslüman olmadan evvel kabûl etmiştim. Geri kalan “Muhammed aleyhisselâm
O'nun resûlüdür” kısmını da kabûl etmek hiç güç olmadı. Artık İslâm hakkında
neşrolunmuş ciddî eserleri incelemeye başladım. Bunları okuduğum zaman, Kur'ân-ı kerîmin ne muazzam bir eser olduğunu
hayret ve takdir ile gördüm. Bundan 14 asır önce indirilmiş bu Allah kitabında
yazılı olanlar, bu günkü ilmî ve fennî araştırmaların netîcelerine tamamıyla
uymaktadır. Hem ilim ve fen ve hem de içtimaî faaliyetler bakımından, Kur'ân-ı kerîm, yalnız bu günün değil, aynı
zamanda yarının da kitabıdır.
Ali Selmân
ismini aldım. Dinimi çok seviyorum. Çok bahtiyârım.
Malayalı İbrâhim Voo
diyor ki: Ben
müslüman olmadan evvel katoliktim. Misyonerler beni katolik yapmıştı. Fakat, bu
dîne bir türlü ısınamıyordum. Çünkü, râhipler, üç Allah'a inanmamı istiyorlar
ve sonra kutsî komünyonu (hazret-i Îsâ'nın etinin ekmek ve kanının şarap
olduğunu temsil eden âyini) ve kutsî ekmeğe tapmak mecbûriyetini
emrediyorlardı. Papanın, Allah gibi günâhsız olduğunu ve o ne derse yapmak icâb
ettiğini ve buna benzer aklın kabûl etmediği bir çok şeyleri öğretiyorlar,
bunlara inanılmazsa, insanın mahv ve perişân olacağını söylüyorlardı.
Râhiplerden, söyledikleri şeylerin ne demek olduğunu soruyor, onlardan aklımın
kabûl edeceği bir izâh bekliyordum. Fakat hiç biri, bu husûsta tafsilat
veremiyor; “Bunlar kutsî sırlardır. Kimsenin aklı ermez” demekle
yetiniyorlardı. Evet, bir insan aklı ermediği bir şeyi nasıl kabûl ederdi?
Ben yavaş
yavaş bu işte bir sakatlık olduğunu, hıristiyanlığın doğru bir din olmadığını
düşünüyor ve ondan büsbütün nefret ediyordum. Hele râhiplere başka bir dinden,
meselâ İslâmiyetten bahsedilse, hemen ifrit kesiliyorlar; “Yalnız Îsâ
peygamberdir. Muhammed bir
yalancıdır. İslâm uydurma bir dindir” diye barbar bağırıyorlardı. “Peki, bu din
niçin yalancı bir dindir?” diye sorduğum zaman, buna da bir cevap veremiyorlar,
kekeliyorlardı. Onların bu hâli, beni İslâm dînini yakından tetkik etmeye
sevketti. Malaya'da bulunan müslümanlarla irtibat kurdum. Onlardan dinleri hakkında
bilgi talep eyledim. Bunlar râhiplere hiç benzemiyordu. Bana İslâmiyet hakkında
çok güzel malûmat verdiler.
Şunu da
sözlerime ilave edeyim ki, başlangıçta kendileri ile adamakıllı münâkâşa ettim.
Fakat onlar, benim bütün suâllerime o kadar inandırıcı cevaplar verdiler,
bunları o kadar metanet ile ve sabırla karşıladılar ki, yavaş yavaş gözümün
önünde bir perde açıldığını, içime büyük bir huzûr ve ferahlık geldiğini
hissediyordum. Bir çok hurafelerle dolu olan Hıristiyanlığın tam aksine, bu
dinde her şey akla uygun, mantıkî ve normaldi. Müslümanlar tek bir Hâlıka
(yaratıcıya) inanıyorlardı. Bu büyük yaratıcı, insanların günâhkâr olduğunu
söylemiyor, onlara nîmetini bol bol ihsân ediyordu. Verdiği emirler arasında,
benim anlamadığım tek şey yoktu. İbâdetleri, sırf Allahü
teâlâya hamd etmek içindi. Onlar muhtelif resimlere, işâretlere
tapmıyorlardı. Kutsî kitapları olan Kur'ân-ı kerîmin
her sözünü anlıyor, bunları rûhumda duyuyordum. İbâdet için muhakkak bir mabede
gitmek mecbûriyeti yoktu. İnsan, evinde yahut her hangi bir yerde ibâdet
edebilirdi. Bütün bunlar, o kadar güzel, doğru ve insanî şeylerdi ki, ben artık
hakîkî Allah dîninin, müslümanlık olduğunu kabûl ettim ve seve seve müslüman
oldum.
İlk defâ
olarak, iki cezvit papazı, Çinlileri hıristiyanlığa inandırmak için, Kanton
şehrine gelmişti. (Cezvit, 918 (m. 1512) senesinde papazların teşkil ettiği bir
misyoner cemiyetidir.) Kanton valisinden hıristiyan dîni hakkında vâz vermek
için müsâde istediler. Vali bunlara ehemmiyet vermedi ise de, cezvitler onu her
gün gelip rahatsız ettiklerinden, nihâyet; “Ben bu mes’ele için Çin fağfurundan
(sultânından) izin almaya mecbûrum. Kendisine haber vereceğim” dedi ve
mes’eleyi Çin fağfuruna bildirdi. Gelen cevapta; “Bunları bana gönder. Ne
istediklerini anlayayım” denilmekte olduğundan, cezvitler, Çin'in merkezi olan
Pekin'e yolladı. Bu mes’eleden haber almış olan Budist râhipler, fenâ hâlde
telâşa düştüler ve; “Bu adamları, hıristiyanlık adı altında zuhûr eden yeni bir
dîni, bizim ahâliye telkîn etmeye çalışıyorlar. Bunlar, kutsî Buda'yı
tanımıyorlar. Halkımızı yanlış bir yola sokacaklardır. Lütfen onları buradan
kovun!” diye fağfura yalvardılar.
Fağfur;
“Evvela ne söylediklerini bir anlayalım, ondan sonra, bu husûsta karar veririz”
dedi. Memleketin sayılı devlet ve din adamlarından müteşekkil bir meclis tertip
etti. Cezvitleri bu meclise dâvet ederek; “Yaymak istediğiniz dînin esasları
nelerdir? Anlatın” dedi. Bunun üzerine, cezvitler şöyle anlattılar: “Semâyı ve
arzı yaratan Allah birdir. Fakat, aynı zamanda üçtür. Allah'ın biricik oğlu ve
rûh-ul-kuds de birer Allah’dır. İşte bu Allah, Âdem ve Havvâ'yı yaratıp,
Cennet’e koydu. Onlara her türlü nîmeti verdi. Yalnız bir ağaçtan yememelerini
emretti. Her nasılsa şeytan, Havvâ'yı aldattı. Havvâ da Âdem'i yanıltarak, Allah'ın
emrine karşı geldiler ve o ağacın meyvesinden yediler. Bunun üzerine cenâb-ı Hak, onları Cennet’ten çıkardı ve dünyâya
gönderdi. Burada, onların çocukları ve torunları zuhûr etti. Fakat bütün
bunlar, büyük babalarının işlediği günâh ile kirlenmiştir. Hepsi günâhkârdır.
Bu hâl, tam 6000 sene devam etti. Nihâyet cenâb-ı
Hak, insanlara acıdı ve onların günâhını affettirmek için, kendi öz
oğlunu onlara göndermekten ve bu biricik oğlunu, günâh kefâreti için, kurban
etmekten başka çâre bulamadı. İşte, bizim inandığımız peygamber, Allah'ın oğlu
olan Îsâ'dır. Arabistan'ın garbında Filistin denilen bir nahiye (bölge) ve
orada Kudüs denilen bir şehir vardı. Kudüs'de Celîle denilen bir yer,
Celîle'nin de Nâsıra isminde bir köyü vardır. İşte bu köyde, bundan bin sene
önce Meryem isminde bir kız bulunuyordu. Bu kız Yûsuf ismindeki bir marangoz
ile nişânlanmış ise de, henüz bâkire idi. Bu kız bir gün tenhâ bir yerde
bulunurken, rûh-ül-kuds gelip, ona Allah'ın oğlunu ilkâ etti (koydu). Yâni, kız
bâkire iken hâmile oldu. Bundan sonra nişânlısı ile Kudüs'e giderlerken Beyt-i
Lahm'da, bir ahır içinde çocuğu oldu. Allah'ın oğlunu ahırdaki yemlik içine
koydular. Şarkta bulunan râhipler, onun doğduğunu, gökte birdenbire yeniden
peydâ olan bir yıldızdan öğrenerek hediyelerle onu aramaya çıktılar ve nihâyet
bu ahırda buldular. Ona secde ettiler. Îsâ denilen Allah'ın oğlu, 33 yaşına
kadar Allah'ın melekûtu üzerine vâz etti. “Ben Allah'ın oğluyum. Bana inanın,
sizi kurtarmaya geldim” dedi ve ölüleri diriltmek, âmâları tekrar basir (gören)
yapmak, topalları yürütmek, cüzzamlıları tedavi etmek, denizde fırtınaları durdurmak,
iki balıkla onbin kişiyi doyurmak, suyu şarap yapmak, kışın meyve vermediği
için, bir incir ağacını bir işâret ile kurutmak gibi ve daha bir çok mûcizeler
gösterdiyse de, çok az insan ona îmân etti (inandı). Nihâyet hâin yahudiler,
onu Romalılara şikayet ettiler ve haça gerilmesine sebep oldular. Lâkin, Îsâ
hacda öldükten üç gün sonra, tekrar dirilerek, ona inananlara göründü. Bundan
sonra semâya çıkıp, babasının sağ tarafına oturdu. Babası da dünyânın bütün
işlerini ona terk etti. Ve kendisi geri çekildi. İşte, bizim vâz edeceğimiz
dînin esası budur. Buna inananlar, öteki dünyâda Cennet’e; inanmayanlar ise,
Cehennem’e gideceklerdir.”
Onların bu
sözlerini dinleyen Çin Fağfuru, papazlara; “Ben sizden bâzı şeyleri suâl
edeceğim. Bunlara cevap verin” dedi ve sormaya başladı: “İlk suâlim şudur: Siz,
Allah hem bir, hem de üçtür diyorsunuz. Bu, iki iki daha beş eder gibi mânâsız
bir laftır. Bu işin aslını bana izâh edin!” Papazlar cevap veremedi. “Bu
Allah'ın bir sırrıdır. İnsanların aklı buna ermez” dediler. Fağfur; “İkinci
suâlim şudur: Yeri, göğü ve bütün âlemi yaratan çok kudretli Allah, kullarından
birinin işlediği günâh için onu, bu işten haberi bile olmayan bütün sülalesini
nasıl günâhkâr sayar? Bunların affı için nasıl olur da, kendi öz oğlunu kurban
etmekten başka çâre bulamaz? Bu, onun büyüklüğüne yakışır mı? Buna ne
dersiniz?” dedi. Papazlar yine cevap veremedi; “Bu da, Allah'ın bir sırrıdır”
dediler. Fağfur; “Üçüncü suâlim de şudur: Îsâ, bir incir ağacından mevsimsiz
meyve istemiş, ağaç vermeyince onu kurutmuş. Mevsimi olmadan meyve vermek, bir
ağacın yapamayacağı bir şeydir. Böyle olduğu hâlde, Îsâ'nın buna kızıp ağacı
kurutması, bir zulüm değil midir? Bir peygamber, zâlim olur mu?” dedi.
Papazlar, buna da cevap veremedi. “Bu işler mânevî işlerdir. Allah'ın
sırlarıdır. İnsanların akılları bunlara ermez” dediler. Bunun üzerine, Çin
Fağfuru; “Ben size izin ve müsâde veriyorum. Gidiniz, Çin'in, istediğiniz
yerinde vâz veriniz” diye onlara müsâde etti. Onlar, fağfurun huzûrundan
çıktıktan sonra, fağfur, mecliste bulunanlara dönüp; “Ben, Çin'de böyle
saçmalıklara inanacak bir ahmak bulunacağını zannetmiyorum. Onun için bu
adamların, bu hurafeleri vâz etmelerinde hiç bir mahzur görmedim. Ben emînim
ki, bunları dinleyen vatandaşlarımız, dünyâda ne ahmak kavimler bulunduğunu
görerek, kendi dinlerinin kıymetini daha iyi anlayacaklardır” dedi.
Ehl-i
kitâbın (yahudi ve nasârânın) doğru yoldan ayrıldıklarını ve belli başlı
özelliklerini Necmeddîn-i Gazzi, Hüsn-üt-tenebbüh de maddeler hâlinde
anlatmıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Küfür: Onların en büyük kabahatleri budur.
Bu her iki fırkanın da küfür üzere bulundukları, âyet-i kerîme ve tevatür
derecesine ulaşmış Hadîs-i şerîflerle
sabittir. İslâm âlimleri de, yahudiler ve hıristiyanların küfrü husûsunda,
şüphe edenin îmânının gideceğini bildirmişlerdir.
Allahü teâlânın
birliğine inanmadıkları, Muhammed aleyhisselâmın Allahü
teâlâdan bildirdiklerini tasdik etmedikleri yâni Allahü teâlâ katında yegane hak din olan
İslâmiyeti kabûl etmedikleri müddetçe küfürden kurtulamazlar. Küfürden
kurtulamayınca da, hiç bir faydalı işleri âhırette kendilerini kurtarmaz.
2- Tecsîm ve teşbîh: Aslında bu da birinci maddeye
dâhildir. Cismi ilâh ittihâz etmek ve Allahü teâlâyı
cisme benzetmek mutlak küfürdür. Zâten “Tecsîm ve teşbîh” de bu demektir. Bu
husûsta A’râf sûresinin 148. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki; “Mûsâ (aleyhisselâm) Tûr-i Sînâ'ya gittikten sonra, İsrâiloğulları ziynet
eşyalarından yaptıkları, rûhu (canı) olmayan ceset şeklindeki bir buzağı heykelini
ilâh edindiler ki, o cesedin sığır sesi gibi böğürmesi de vardı. Sâmirî'nin
aldatıcı sözleriyle İsrâiloğulları onu ilâh edindiler. Onlar, buzağının
kendileriyle, konuşamayacağını ve kendilerine hayırlı bir yol gösteremeyeceğini
görmediler mi ve bilmediler mi de onu mâbud edindiler ve böylece kendi
nefslerine zulmeden zâlimlerden oldular.”
Hâkim-i
Tirmizî, Nevadir-ul-usûl kitabında ve İbn-i Cerir, İbn-i Münzîr, İbn-i Ebî
Hatim Mücâhid'den (rahmetullahi aleyhim)
rivâyet ederek şöyle bildirdiler: Resûlullah
efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem)
bir yahudi gelerek; “Bana Rabbinden haber ver. O hangi şeydendir. İnciden mi,
yoksa yâkuttan mıdır?” diye sordu. Bu sırada bir şimşek gelerek o kâfiri yaktı.
Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “...Allahü
teâlâ hakkında mücâdele edip duranlara, Allahü teâlâ yıldırımlar gönderip, kimi dilerse o yıldırımla çarpıp
öldürür...” (Ra'd sûresi: 13)
İbn-i
Cerir ve İbn-i Münzir (rahmetullahi aleyhima),
Sa'îd bin Cübeyr'den (rahmetullahi aleyh) şöyle
rivâyet etmişlerdir. Yahudilerden bir cemâat, Resûlullah
efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem)
gelerek; “Allah mahlûkâtı yarattı, peki O'nu kim yarattı?” dediler. Peygamber efendimiz, buna pek çok gadablandı.
Bu sırada Cebrâil aleyhisselâm gelerek, O'nu teskin etti ve yahudilerin
suâllerine cevap olarak, İhlâs sûresini getirdi. Allahü
teâlâ, bu sûrede meâlen buyurdu ki: “Ey Resûlüm! Allah'ın nasıl bir
varlık olduğunu bize açıkla diyenlere) de ki: O Allah’dır, bir tekdir (eşi, ortağı
yoktur.) Allahü teâlâ sameddir (zevâl bulmayan bâkidir.
Mahlûkun doğrudan doğruya O'na muhtâç olduğu yegane varlıktır). O doğurmamıştır,
doğurulmamıştır. Hiç bir şey de, O'na denk olmamıştır.” (İhlâs
sûresi: 1-4)
Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem), İhlâs sûresini
onlara okuyunca, onlar bu sefer de; “Bize Rabbini anlat! O'nun şekli, eni, boyu
nasıl?” diye sordular. Bu suâl üzerine, Peygamber
efendimiz öncekinden daha çok gadablandı. Yine Cebrâil aleyhisselâm
gelerek, onların bu suâllerine cevap olarak, En’âm sûresinin 91. âyet-i
kerîmesini getirdi. Allahü teâlâ bu
âyet-i kerîmede de meâlen buyurdu ki: (Yahudiler) Allahü
teâlânın
kadrini, hakkıyla, O'na lâyık olacak bir sûrette tanıyamadılar...”
3- Allahü teâlâya zulüm, fakirlik ve cimrilik, isnat
etmek de yahudilerin küfür olan hâllerindendir. Bu husûsta. Âl-i İmrân sûresinin 181. âyet-i kerîmesinde meâlen
buyruldu ki: “Muhakkak
ki, Allahü teâlâ; hakîkaten Allah fakir, bizler ise zenginleriz” diyen
yahudilerin sözünü işitmiştir. Onların o kelâmını ve haksız yere peygamberleri
öldürmelerini (hafaza meleklerine emrederek) yazacağız ve onları ateşe sokup; Tadın yakıcı
azâbı diyeceğiz.”
Mâide
sûresinin 64. âyet-i
kerîmesinde de meâlen; “Bir de yahudiler; Allah'ın eli bağlıdır (cömert
değildir) dediler.
Bu dedikleri söz sebebiyle, onların elleri hayır yapmak husûsunda bağlandı ve
lânetlendiler.
Muhakkak ki, Allahü teâlânın kudret elleri açıktır, dilediği gibi ihsân eder...” buyrulmuştur.
Yahudi ve
hıristiyanların kötü ahlâkından birisi de kaderi inkâr ve kader hakkında ileri
geri konuşup, münâkâşa etmeleridir.
4- Yahudi
ve hıristiyanların bozuk itikatlarından birisi de ircâdır. İrcâ, îmânın, sâdece “Lâ ilâhe
illallah” demekten ibâret olduğunu kalb ile tasdik etmek ve âzâlarla
amel yapmak lâzım olmadığına inanmak demektir. Yâhud sâdece “Lâ ilâhe
illallah” demek ve bilmektir.
5- Sünneti
(peygamberlerinin yolunu) azar azar terkedip; dinde bid’atler ortaya çıkarmak.
Kutbuddîn İsfehânî (rahmetullahi aleyh)
Et-Tergib adlı eserinde, Abdullah ibni Mes’ûd'dan (radıyallahü
anh) şöyle rivâyet etmiştir: Ehl-i kitâbın yâni yahudi ve nasâranın ilk
terkettiği, peygamberlerinin sünneti olmuştur. Son olarak da namazı
terketmişlerdir.
6-
Muhabbette ve buğzda aşırılık: Yahudiler, Üzeyir aleyhisselâma
karşı sevgide çok ileri gidip; “O, Allahü teâlânın
oğludur” dediler. Hazret-i Îsâ'ya da buğz edip haddi aştılar. Ayrıca onun,
Üzeyir aleyhisselâmın oğlu olduğunu söylediler.
Hıristiyanlar
ise Îsâ aleyhisselâma karşı sevgide çok ileri
gidip, onun -haşa- Allahü teâlânın oğlu
olduğunu söylediler. Bu husûsta Tevbe sûresinin
30. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Yahudiler, Üzeyir (aleyhisselâm)
Allah'ın
oğludur dediler. Hıristiyanlar da; Mesîh (Îsâ aleyhisselâm) Allah'ın oğludur dediler. Bu, onların ağızlarıyla
uydurdukları sözleridir ki, daha önce küfredenlerin (melekler
Allah’ın kızlarıdır diyenlerin) sözlerine benzemektedir. Allah onları kahretsin. Haktan
bâtıla nasıl çevriliyorlar.”
7- Yahudiler
ve hıristiyanlar
öldükten sonra dirilmeye, İslâmiyetin bildirdiği şekilde
inanmıyorlar.
8- Kendi
görüşlerine tâbi olup, yalnız onu beğenmeleri: İmâm-ı Mücâhid (rahmetullahi aleyh); Yahudi ve hıristiyanlar, Allahü teâlâ tarafından kendilerine gönderilen
ilâhî kitabı değiştirdiler buyurdu.
Hasen-i
Basri (rahmetullahi aleyh); Onlar, Allahü teâlânın kitabını aralarında parçaladılar,
onu tahrif ederek, değiştirdiler buyurdu.
9- Allahü teâlâyı
sevdiklerini iddia ediyorlar, bir taraftan da günâh, isyân ve taşkınlık içinde
bulunuyorlardı: Mâide sûresinin 18. âyet-i
kerîmesinde bildirildiği gibi; “Yahudiler ve hıristiyanlar; “Biz Allahü teâlânın oğulları, sevgilileriyiz dediler...” Yine bu
âyet-i kerîmede onlara cevap olarak; “...Hayır, bilakis siz, O'nun yarattığından
(mahlukundan)
bir beşersiniz...” buyruldu.
Yine bu
husûsta, Âl-i İmrân sûresinin 31. âyet-i
kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini
istiyorsanız bana tâbi olunuz. Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever.”
10- Onlar,
Allahü teâlânın, kendilerini sevdiğini,
O'nun evliyâsı olduklarını, ebedî hayatın, Cennet’in kendileri için
hazırlandığını iddia ederler; fakat, Evliyânın ve Cennet ehlinin yolunda bulunmazlar.
Bu husûsta
Cumâ sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “(Ey Resûlüm) de ki: Ey yahudiler! Eğer siz, bütün insanları
bir tarafa bırakarak, Allahü
teâlânın dostları, hakîkaten yalnız kendiniz
olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bu iddiânızda da sâdık iseniz, haydi hemen
ölümü temenni edin (Allahü teâlânın,
dostları için hazırladığı iyilik yurduna sizi nakletmesini hemen isteyin).
Bundan sonraki âyet-i kerîmede ise, onların ölümü kat’îyyen istemedikleri
bildirilmektedir. Âyet-i kerîmelerde, onların, Allahü
teâlâ ile karşılaşmaya yüzlerinin olmadığına işâret vardır. Çünkü,
velî yâni Allahü teâlânın râzı olduğu,
beğendiği kul, O'nun emirlerine dâimâ eksiksiz uymaktadır. Devamlı bu hâl üzere
bulunduğu için O'na kavuşmayı istemektedir.
Allahü teâlânın
emirlerine isyân ve muhâlefet üzere olan kimse, sözde, Allahü teâlânın velîsi olduğunu iddia etse de,
O'na kavuşmaya yüzü olmaz. Dolayısıyla ölümü istemez.
11-
Hatalarından biri de, insanları saptırmak, hak dinden vaz geçirmek, onlardan
küfür ve fısk meydana gelmesine sebep olmaktır. Nitekim, Mâide sûresinin 77. âyet-i kerîmesinde, onların, hem
kendileri sapmış, hem de bir çoğunu saptırmış oldukları bildirilmektedir.
Yine bu
husûsta Âl-i İmrân sûresinin 99. âyet-i
kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ey ehl-i kitap! Kendiniz İslâmın hak din olduğunu bildiğiniz
hâlde, neden îmân edenleri Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz. Muhakkak
ki, Allah yaptıklarınızdan gâfil değildir.”
12- Küfrü
icâb ettiren hâllerinden biri de, namaz, ezân gibi ibâdetler ile alay
etmeleridir. Âyet-i kerîmede mü’minlere, onlarla dost olmamaları emredilmiş,
onlar bildirilirken de bu vasıfları ile tanıtılmıştır. Rivâyete göre, namaz
vakti geldiğinde, müezzin namaza dâvet edince, mü’minler namaza kalkarlardı.
Yahudiler ise; “İşte namaza kalktılar. Bir daha kalkamasınlar. Namaz kıldılar,
bir daha kılamasınlar...” gibi, küstahça lâflar ederlerdi. Bunun üzerine, Mâide sûresinin 57. âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Bu
âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Ne sizden evvel kendilerine kitap
verilenlerden dîninizi oyuncak ve eğlence yerine tutanları, ne de diğer
kâfirleri dost edinmeyin. Eğer gerçek mü’minler iseniz Allahü teâlâdan korkun.”
13- Ehl-i
kitap yâni yahudi ve hıristiyanlar, kendilerine indirilmiş olan ilâhî kitapları
tahrif etmişler, değiştirmişler, Allahü teâlâya
iftirâ etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmde
bunlar hakkında meâlen buyruluyor ki: “Ey mü’minler! Yahudilerin size inanacaklarını umar mısınız?
Halbuki, onlardan bir zümre vardır ki, Allah'ın kelâmını (Tevrât'ı) dinlerler ve
duyarlardı da, hakkı anladıktan sonra, onu bile bile değiştirirlerdi.” (Bakara
sûresi: 75) “Artık
kendi elleriyle Tevrât'ı, (yalan yanlış) yazıp da, sonra onu az bir baha
(karşılık) ile
satabilmek için; Bu, Allah katındandır diyenlerin vay hâline! Ellerinin
yazdıklarından başlarına geleceklere! Kazanmakta oldukları günâhlar yüzünden
yazıklar olsun onlara.” (Bakara sûresi: 79)
14- Nimete
nankörlük ve inkâr etmek de ehl-i kitâbın bozuk ahlâkı arasında yer alır. Bu
sebeple, Allahü teâlâ kendilerine ihsân
olunan nîmetleri hatırlayıp, zikretmelerini emretmektedir. Bu husûsta Bakara
sûresinin 47 ve 122. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Ey
İsrâiloğulları! Sizlere ihsân ettiğim nîmetimi ve atalarınızı vaktiyle âlemdeki
ümmetlerin üzerine mümtâz, üstün kıldığımı hatırlayın.”
15-
Kendilerinde bulunan ilmi, bildikleri bir şeyi bile bile, kasdî olarak gizlemek
de onların kötü ahlâkındandır. Nitekim, kendilerine gönderilmiş olan
kitaplarda, peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın
geleceğini ve bütün vasıflarını gördükleri hâlde, bile bile O'nu inkâr
ederlerdi. Bu husûsta âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Kendilerine kitap
verdiklerimiz, O’nu
(hazret-i Peygamberi) öz oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyle iken içlerinden bir
topluluk, hak ve hakîkati bile bile gizlerler.” (Bakara sûresi: 146)
“İndirdiğimiz apaçık
hükümleri ve doğru yolu biz insanlara beyân ettikten sonra, gizleyenler var ya,
şüphesiz Allahü teâlâ onlara lânet eder (onları rahmetinden kovar) ve bütün lânet
edebilenler de onlara lânet okur.” (Bakara sûresi: 159)
“Allahü teâlânın indirdiği kitaptan
(Tevrât’dan, hazret-i Peygamberin vasıflarına dâir olan) bir şeyi gizleyip de bununla biraz para
alanlar var ya, yedikleri bu rüşvet, kıyâmet gününde, onların karınlarında
ancak ateş olur. Kıyâmet günü Allahü teâlâ onlarla ne konuşur, nede
onları temize çıkarır. Onlara yalnız acıklı bir azâb vardır.” (Bakara
sûresi: 174)
“Vaktiyle Allahü teâlâ, kendilerine kitap verilenlerden şöyle ahd, te’minat, söz almıştı:
“Celâlim hakkı için, kitabı muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız. Onu
gizlemeyeceksiniz. Onlar ise bu söz ve te’minatı sırtlarının arkasına attılar. Böylece
karşılığında biraz para, az bir menfaat satın aldılar. Bu yaptıkları, ne kötü
bir alış-veriştir.” (Âl-i İmrân sûresi: 187)
16-
Onların en bariz ve açık vasıflarından biri de yeryüzünde fesâd çıkarmaktır.
İnsanların ahlâkını bozmak, böylece de onlara hâkim olmak ve bu husûsta her
yola baş vurmak, onların önde gelen gayeleridir. Kur'ân-ı
kerîmde meâlen şöyle buyruldu: “Onlardan bir çoğunu görürsün ki, günâhta, düşmanlıkta,
haram yemekte, birbirleriyle yarışırlar. Yapmakta oldukları şey ne kadar kötüdür.”
(Mâide sûresi: 62)
17- Onlar;
hakka bâtılı, doğruya yanlışı karıştırdılar. Hak
teâlânın kelâmı olan Tevrât'a, kendi elleriyle yazdıkları bâtıl
şeyleri soktular. Üstelik, bunların Hak kelâmı olduğunu iddia ettiler. Âyet-i
kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Hakkı bâtıla karıştırıp da bile bile gizlemeyin.”
(Bakara sûresi: 42)
“Ey ehl-i kitap (yahudiler ve hıristiyanlar!) Niçin hakkı bâtıl
ile karıştırıp örtüyor ve bile bile gerçeği inkâr ediyorsunuz.” (Âl-i İmrân sûresi: 71)
Kur'ân-ı kerîmin
her âyeti ve sûresi nâzil oldukça, onların buğz ve düşmanlığı, iftirâları ve
azgınlıkları arttı. Hakkı kabûl etmeyip, küfürde ısrâr etmeleri sebebiyle, Allahü teâlâ ehl-i kitap arasında kıyâmete kadar
düşmanlık koydu. Hiç bir zaman yahudiler hıristiyanlardan, onlar da
yahudilerden emîn olmadılar. Küfürde olmaları, onları dâimâ ızdırap içinde
bıraktı. Hakka karşı açtıkları harp ateşini, Allahü
teâlâ dâimâ söndürdü. Fesat çıkarmak için uğraşmaları sebebiyle de
hep ilâhî azâba uğradılar, hakîr ve zelîl kaldılar. Zengin bile olsalar,
hâlleri fakirlik ve zillet oldu. Her ne zaman mühim bir işe girişseler, korkak ve
mağlûb oldular. Gayretleri sebebiyle her ne kadar zengin de olsalar, kuvvet
sâhibi olamadılar. Yeryüzünde dâimâ fesada ve câhilleri hak yoldan alıkoymaya
çalıştılar, gizli hîlelere başvurdular. Fakat hep musîbete düştüler.
18- Allahü teâlâya itâatten ayrı ve uzak bulundukları
hâlde, kendilerinin Cennet’e gireceklerine kat’î olarak inanıyorlar; günâh ve
isyânda devamlı oldukları hâlde, Allahü teâlânın
azâbından çekinmiyor, emîn görünüyorlardı. Halbuki, Cennet’e ancak mü’min
olanlar girer. Mü’minler ise, Allahü teâlânın
emirlerine sarılır, yasaklarından kaçınır. Bununla beraber, Hak teâlânın rahmetinden ümîdli, azâbından ise
korkulu olarak bulunurlar. Bu husûsta Bakara sûresinin 111 ve 112. âyet-i
kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Yahudiler; Cennet’e ancak yahudi olanlar girer (yahudilikten
gayrı hakîkî din yoktur) dediler. Hıristiyanlar da aynı şekilde; “Cennet’e ancak
hıristiyan olanlar girer (hıristiyanlıktan gayrı hakîkî din yoktur) dediler. Bu
onların kuruntuları, bâtıl arzularıdır (hakikat tarafı yoktur).
“Ey Habîbim onlara de ki:
Eğer bu iddiânızda sâdık kimseler iseniz delilinizi getirin (davanızı ispat edin).
“Hayır, hüküm
onların dedikleri gibi değildir. Her kim tâat ve amelinde muvahhîd bir mü’min
olduğu hâlde, kendini tamâmen Allahü teâlâya teslim ederse, onun için,
Rabbi katında amelinin mükâfatı olarak Cennet vardır. Onlara hiç bir korku
yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar.”
19- Dinde
mücâdele ve nefslerinin arzusuna uymalarından dolayı ihtilaf çıkarmaları. Âl-i İmrân sûresinin 105. âyet-i kerîmesinde meâlen
buyruldu ki: “Ey
mü’minler! Kendilerine açık deliller ve âyetler geldikten sonra parçalanıp
ayrılığa düşen hıristiyan ve yahudiler gibi olmayın, işte onlar için çok büyük
bir azâb vardır.”
20-
Hıristiyanların ve yahudilerin vasıflarından birisi de, şüpheden dolayı,
şüpheye düşürmek için veya inâd ve imtihân için çok suâl sormalarıdır. Böyle
suâl sormak, yasaklanmış hoş görülmemiştir. Râmûz-ül-ehadis deki bir hadîs-i şerîfte; “Sizden biri, oturup kardeşinden bir mes’ele
sorduğunda, öğrenip anlamak için sorsun, onu taannüt (meşakkate
sokmak ve imtihân) için sormasın.”
21-
Çeşitli ilimleri öğrenip öğretmek; sonra bunlarla amel etmeyip, amel etmekten
başkalarını uzaklaştırmak ve öğrendikleri ilimlere muhâlefet etmek de
yahudilerin bariz vasıflarındandır. Bu husûsta Cumâ sûresinin 5. âyet-i
kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Kendilerine Tevrât'la amel etmeleri teklif edildikten
sonra, onunla amel etmeyenlerin hâli, ciltlerle kitap taşıyan merkebin hâline
benzer. Allahü teâlânın âyetlerini inkâr eden kavmin hâli ne çirkin. Allahü teâlâ zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.”
Yine
yahudi rûhbanları (din adamları) ve hıristiyan râhipleri, dünyâlık ele
geçirmek, baş olmak, üstün görünmek için ilimlerini vâsıta yaptılar. Bunun için
girilecek her yere, girilecek her kılığa girdiler. Kur'ân-ı
kerîmde onlar hakkında meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Gerçekten yahudi
bilginlerinden ve hıristiyan râhiplerinden bir çoğu, (Tevrât ve
İncîl hükümlerini, menfaatleri karşılığında bozmak, bilhassa, Peygamberimizin (sallallahü
aleyhi ve sellem) peygamberliğine âit kısımlarda değişiklikler yapmak
gibi) bâtıl
sebeplerle, insanların mallarını yerler ve onları Allah yolundan çevirirler...”
(Tevbe sûresi: 34)
Onlar,
ilimleriyle amel etmezlerdi. Âyet-i kerîmede bunlar hakkında buyruldu ki; “(Ey
yahudi bilginleri!) İnsanlara iyiliği emredersiniz de kendinizi unutur musunuz?
Halbuki, kitabı (Tevrât'ı) okursunuz. Hâlâ aklınızı başınıza toplamayacak, çirkin
hareketinizi anlamayacak mısınız?” (Bakara sûresi: 44)
22- Bayram
günlerinde oruç tutmak da yahudilerin âdetlerindendir. Dinimizde Ramazân
bayramının birinci günü ve Kurban bayramının her dört gününde oruç tutmak
haramdır.
23- İbâdet
ve tâatı haftanın yalnız bir gününe has kılmak ve o günü tâzim etmek de onların
bozuk âdetlerindendir.
İmâm-ı
Beyhekî (rahmetullahi aleyh), Hasais-i
yevm-ül-Cumâ isimli eserinde; “Yalnız Cumâ günü oruç tutmanın mekruh oluşundaki
hikmet, yahudilere muhâlefettir. Çünkü onlar bayram günlerinde oruç tutuyorlar.
Oruç tutmayı, yalnız o belli günlere tahsis ediyorlar. Bu sebeple, onlara
benzemek yasak edildi. Aşure gününde de, bir gün önce veya sonra oruç tutulması
sûretiyle onlara muhâlefet edilmektedir...” buyurmaktadır.
24- Allahü teâlânın düşmanlarını dost edinirlerdi. Âl-i İmrân sûresinin 28. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Mü’minler,
mü’minlerden ayrılıp kâfirleri dost edinmesin” buyruldu. Tefsîr-i
Kebîr sâhibi Fahreddîn-i Razî hazretleri; “Bu âyet-i kerîme, kâfirleri dost
edinmenin haram olduğu hakkında nâzil olmuştur” buyurmuştur. Bu meâlde başka âyet-i
kerîmeler de vardır. Mücâdele sûresi 22, Mâide sûresi
51, Mümtehine sûresi 1 ve Tevbe sûresi 71 gibi. Muhammed Masum Fârûkî hazretleri, Mektûbât
kitabının 3. cilt 55. mektubunda buyuruyor ki: “Mü’minin, kâfiri dost
edinmesinde üç şekil vardır:
1- Kâfirin
küfrüne râzı olarak, onu dost edinmek. Bu yasaklanmıştır. Çünkü böyle yapan
kimse, onun küfrünü tasvip etmiş, beğenmiş olur. Bu ise küfürdür. Böyle yapan
kimsenin mü’min kalması imkansızdır.
2-
Kâfirlerle iyi geçinmek, onlara zâhiren hoş görünmek. Bu men edilmemiştir.
Çünkü, onlara İslâmiyeti anlatabilmek ve müslümanları onların şerrinden,
zararından korumak için böyle yapmak lâzımdır.
3- Bu ise,
birinci ile ikinci şekil arasında bir haldir. Onların dinlerinin bâtıl ve
yanlış olduğuna inanmakla beraber, akrabâlık gibi herhangi bir sebeple,
kâfirlere meyletmek, onlara yardımcı olmak şeklinde bir dostluktur. Bu üçüncü
şekil, küfre sebep olmasa da yine hoş değildir. Men edilmiştir. Çünkü bu
mânâdaki bir dostluk, yakınlık, mü’mini, onların yolunu zamanla güzel görmeye,
dinlerini beğenmeye kadar götürebilir. Hal böyle olunca, aradaki dostluk artık
birinci şekle dönmüş olur.
Ancak,
müslüman biri, kâfir bir topluluk içinde bulunur, canı ve malı hakkında
onlardan korkarsa, onlara dili ile müdârâ yapar. Onlarla münâsebetini iyi
tutar, yumuşak davranır, iyi geçinir. Onlara dili ile düşmanlığını izhar etmez.
Hattâ, onlara sevgisi ve dostluğu olduğunu hissettirecek şekilde konuşması da
câizdir. Fakat kalbde bunların sevgisi bulunmaması şarttır. Yâni bunların, kalben
yapılmaması, zâhirde, görünüşte kalması lâzımdır.
Tefsîr-i
Kebîr’de şöyle bildirildi: Hazret-i Ömer bin Hattâb'a denildi ki: “Burada
Hireli bir hıristiyan var. Hafızası ondan daha kuvvetli, yazısı ondan daha
güzel birisi bilinmiyor. Eğer bir kâtip edinmek istiyorsanız bu olabilir.” Ömer
(radıyallahü anh), bu hıristiyanı kâtip
edinmekten kaçındı, kabûl etmedi. “O zaman, mü’min olmayan birisini dost,
sırdaş edinmiş olurum” buyurdu.
İmâm-ı
Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi aleyh) sahih bir
senetle Ebû Mûse'l-Eş’arî'nin (rahmetullahi aleyh)
şöyle anlattığını nakletti: Hazret-i Ömer'e; “Benim hıristiyan bir kâtibim var”
demiştim de o bana; “Sana ne oluyor ki, müslüman birisini kendine kâtip
yapmıyorsun?” buyurdu. Sonra; “Ey îmân edenler! Yahudilerle hıristiyanları dost edinmeyin.
Onlar birbirlerinin dostlarıdır. İçinizden kim onları dost ve yardımcı
edinirse, o da onlardandır. Allahü teâlâ, düşmana dostluk etmekle
nefslerine zulmedenleri hak yoluna eriştirmez” meâlindeki Mâide sûresinin 51. âyet-i kerîmesini okuyup; “Allahü teâlâ böyle buyurmuyor mu?” dedi. Ben; “Ey
mü’minlerin emîri! Dini onadır. Bana yazısı lâzımdır” dedim.
O zaman,
Hazret-i Ömer bana buyurdu ki: “Mâdem ki, Allahü
teâlâ onları aşağıladı, ben onlara ikrâm edemem, kıymet veremem.
Mâdem ki, Allahü teâlâ onları zelîl, hor
ve hakîr tuttu, ben onları azîz tutamam. Mâdem ki, Allahü
teâlâ onları kendisinden uzak tuttu, ben onları yakın tutamam.”
Bunun üzerine ben; “Fakat Basra'nın işi onunla yürüyor, o olmazsa yürümez” diye
arzettim. Ben böyle söyleyince Hazret-i Ömer; “Yâ o hıristiyan ölürse, ondan
sonra ne yapacaksın? İşte bundan dolayı şimdilik onu bir miktar çalıştır. Ancak
seni, ona bırakmayacak birini yetiştir!” buyurdu.
Hazret-i
Ömer, bununla şuna işâret buyurmuştur: Makâm ve mevki sâhibi birisi, gerek
yazısı ve gerekse başka husûsiyetlerinden dolayı, gayr-i müslim birinden yardım
isterse, bu, insanların o gayr-i müslime izzet ve ikrâmda bulunmasına, ona
kıymet vermesine, onu kendilerine yakın tutmalarına sebep olur. Bu ise, gayr-i
müslim birisini dost edinmenin tâ kendisidir.
25- Onlar
dilleri ile Allahü teâlâyı anarlar, fakat
kalbleri O'ndan gâfil olurdu. Başka şeylerle meşgûl olurlardı. Zalim kimseler
idi. Ebû Nu'aym (rahmetullahi aleyh),
Hilyet-ül-Evliyâ’da Mâlik bir Dinâr'dan (rahmetullahi
aleyh) şöyle nakletti: İsrâiloğulları bir defâsında, içinde bulundukları
sıkıntılı bir durumdan kendilerini kurtarması için, Allahü
teâlâya yalvarmak üzere duâya çıkmışlardı. Bu sırada gâibden bir
nidâ gelip, onlara şöyle denildi: “Siz dillerinizle duâ ediyorsunuz, fakat
kalbleriniz benden gâfil ve uzaktır.”
26- Onlar
temizliğe de riâyet etmezler. Meselâ, helada abdest bozduktan sonra, -güya- su
ile temizlenirler. Fakat, bu suyun temiz olması ile olmaması arasında fark
gözetmezler. Üstlerinin ve etrâflarının temizliğine, necasetten pâk olmasına
ehemmiyet vermezler.
27- Ehl-i
kitâbın ahlâkından biri de budur ki, namazı terkettiler. Meryem
sûresinin 60. âyet-i kerîmesinde, onların namazı bıraktıkları,
şehvetlerine tâbi oldukları, fakat azgınlıklarının cezâsına uğrayacakları
bildirilmiştir. Bakara sûresinin 83. âyet'-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Hani bir vakit
İsrâil oğullarından; Allahü
teâlâdan başkasına ibâdet etmeyin. Anaya
babaya, hısımlara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın, insanlara güzellikle
söyleyin, dosdoğru namaz kılın, zekât verin diye (emretmiş ve bu
husûslarda) kendilerinden
ahd, te’minatlı, kuvvetli, sağlam söz almıştık.
Sonra, pek azınız
müstesna, verdiğiniz bu sağlam sözden yüz çevirdiniz ve hâlâ da sözünüzden
dönmekte devamlısınız.”
28- Namaz
vakitlerini bildirmek için boru çalmak yahudilerin, çan çalmak da
hıristiyanların âdetlerindendir. Namaz vakitlerini ezân ile değil de bunları
çalmak sûretiyle bildirmek müslümanlara lâyık değildir. Mevâhib-i ledünniyye’de
bildirildiğine göre, hicretin birinci senesinde Resûlullah
(sallallahü aleyhi ve sellem), namaz
vakitlerinin bildirilmesi husûsunda eshâbıyla istişâre ettiler. Kimisi, namaz
vakitlerini bildirmek için hıristiyanlar gibi nâkûs yâni çan çalalım dedi.
Kimisi, yahudiler gibi boru çalınsın dedi. Kimisi de namaz vakti ateş yakıp,
yukarı kaldıralım dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunların hiç birini
kabûl etmedi. Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe ve Hazret-i Ömer (radıyallahü anhümâ) rüyâda ezân okumasını görüp
söylediler. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu beğenip, namaz
vakitlerinde ezân okunmasını emir buyurdu.
29-
Yahudilerin âdet ve ahlâkından birisi de ölülerinin yüzünü örtmemeleridir.
Taberânî'nin İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh)
rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte; “Mevtâlarınızın
yüzünü örtü ile örtünüz, yahudilere benzemeyiniz” buyruldu.
Ayrıca
onlar, cenâzelerinin ardından micmere dedikleri, içinde ûd yanan buhurdanlıkla
giderler. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti ise bundan nehy ve men
olunmuştur.
30- Ehl-i kitâbın
yanlış ve bozuk amellerinden birisi de, cimrilik, cimriliği emretmek, zekâtı
emredilen yerlere vermemek ve zekât alması câiz olmayanların zekât almasıdır.
Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Onlar ki, hem kıskanır,
cimrilik ederler, hem de herkese cimriliği tavsiye ederler. Ve Allahü teâlânın, fadlından kendilerine verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle
nîmetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azâb hazırladık.” (Nisâ sûresi: 37)
“Onlar o kimselerdir ki,
hem cimrilik ederler, hem de insanlara cimriliği emrederler. Her kim (imandan, Allahü teâlânın emir ve nehiylerinden, malını Allah yolunda
sarfetmekten) yüz
çevirirse, bilsin ki, Allahü
teâlâ ganîdir, (bütün mahlûklar her
an O'na muhtâç oldukları hâlde O,) hiç bir şeye muhtâç değildir. O hamîddir, bütün hamdlere
lâyık olanın tâ kendisidir.” (Hadid sûresi: 24)
31-
Rivâyette gelmiştir ki, onların bâzıları, insanlara zekât ve sadaka vermelerini
emrediyorlardı. İnsanlar da fakirlere, ihtiyaç sâhiplerine vermek üzere
sadakalarını onlara veriyorlardı. Onlar da bu sadakaları biriktirip, kendileri
için saklıyorlardı. Tevbe sûresinin 34. âyet-i
kerîmesinin sonunda bunlar için; “...İşte bunları pek acıklı bir azâb ile müjdele!”
buyrulmuştur.
Mal, mülk
sâhiplerinden bir kısmı, zekât vermekte cimrilik etmektedir. Halbuki,
verecekleri zekât miktarının kat kat fazlasını nefislerinin arzu ve istekleri
için, hevâ ve hevesleri uğruna harcarlar da, zekât olarak az bir miktar olan
malı ayırıp, yerine veremezler. Verecekleri zekât miktarı kendilerine çok
görünür. Zekât miktarı malı, parayı fakire vermek, onlara, bütün servetini
kaybetmek gibi gelir. Bazen, malı az iken zekât, sadaka verenler, malları
çoğalıp, servetleri arttıkça cimriliğe başlarlar.
Bütün
insanlar arasında, zekâtını vermemek husûsunda en ileride olan Kârûn idi. Mûsâ aleyhisselâmdan öğrendiği ilim sebebiyle, çok mal
sâhibi olmuştu. Öyle ki, sâdece hazînelerinin anahtarlarını kırk katır
taşıyabilirdi. Bu zenginliğe rağmen, Mûsâ aleyhisselâm
zekât vermesini emredince; “Bu kadar malı zekât olarak vermek pek çoktur ey
Mûsâ!” demişti.
32- Ehl-i
kitâbın yaramaz hâllerinden birisi de azgınlık ve taşkınlık yapmaları,
işlerinde haddi aşmalarıdır. Bunların fenâ akıbetleri de elbette
sâhiplerinedir. Yûnus sûresinin 23. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “...Ey insanlar!
Sizin azgınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. O kıymetsiz dünyâ hayatının biraz
zevkini sürersiniz. Sonra döner bize gelirsiniz. Biz de bütün yaptıklarınızı
size haber veririz.”
Enes'in (radıyallahü anh) rivâyet edip bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, buğz (azgınlık), mekr (hîle)
ve nakz (yemini bozmak, ahdinde durmamak, sözünden caymak) kimde bulunursa bu
hasletlerin zararının sâhibine olacağı bildirilmiştir. Nitekim Yûnus sûresinin
23. âyet-i kerîmesinde; “...Buğzunuz (azgınlığınız) ancak kendi aleyhinizedir...” buyrularak
bunun böyle olduğu bildirilmiştir. Mekr ve nakz ile alakalı olarak da âyet-i
kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Halbuki, hîle (kötü düzen, tuzak) ancak sâhibinin
başına geçer...” (Fatır sûresi: 43)
“...Kim (ahdini bozar, verdiği sözden) cayarsa, ancak
kendi aleyhine caymış olur (bunun cezâsı kendine aittir). Kim de Allahü teâlâya söz verdiği şeyde ahdine vefâ ederse, söz verdiği şeyi
yerine getirirse, Allahü
teâlâ da ona (yarın kıyâmet gününde)
büyük bir
mükâfat verecektir.” (Feth sûresi: 10)
33-
Onların her hâlleri, başkalarına karşı büyüklük taslamak, şirin görünmek için
idi. Bu sebeple, gösterişli elbise giyerler; erkekleri ipek kumaşlarla, altın
ile süslenirlerdi. Bunların uygunsuzluğu ise ortadadır.
Yine
onlar, mal ve evlatlarının çok olması ile övünürler, mal ve evlat çokluğunun, Allahü teâlâ katında yakınlık ve üstünlüğe delil
olduğunu zannederlerdi. Bunu hakîkî bir fazîlet gibi görerek, câhilliklerini
ortaya koyarlardı. Âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
“Mal ve çocuklar dünyâ
hayatının süsleridir. Sonsuz kalıcı olan iyi işlerin sevapları, Rabbinin
yanında daha iyidir.” (Kehf
sûresi: 46)
“İyi biliniz ki, dünyâ
hayatı elbette la'b yâni oyun, lehv yâni eğlence, zînet yâni süslenmek, tefâhur yâni öğünme ve malı, parayı, evlâdı
çoğaltmaktır. (Nihâyet hepsi yok olup gider.) (Hadid sûresi: 20)
“Ne mallarınız, ne de
çocuklarınız sizi bize yaklaştıracak değildir. Ancak îmân edip sâlih amel
işleyen (malını
hayra sarfeden ve çocuklarına dînin emirlerini öğretip, bunlarla amel etmeye
sevkeden, evlâdını doğruluk üzere yetiştirip terbiye eden), bundan
müstesnadır. (Böyle kimselerin mal ve evlâdı, onun bize yaklaşmasına
vesile olur.) İşte
bunlar için, yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat vardır ve onlar Cennet’in
yüksek makâmlarında emniyet içinde bulunurlar.” (Sebe’ sûresi: 37)
34- Yahudi
ve hıristiyanların bariz vasıflarından, bozuk ahlâkından birisi de haseddir.
Kârûn'un helâkine, serveti ve sarayı ile birlikte yere batmasına sebep,
Hazret-i Mûsâ ve Hârûn aleyhisselâmı hased
etmesidir.
Nitekim,
yahudiler de, hıristiyanlar da birbirlerinden işite işite, büyüklerinden duya
duya, âhır zamanda Ahmed (Muhammed aleyhisselâm) isminde büyük bir peygamberin
geleceğini ve gelmesinin iyice yaklaştığını pekala biliyorlardı. Nihâyet iki
cihân güneşi Muhammed aleyhisselâm, peygamber olarak tebliğe başlayınca,
onlar beklenilen peygamberin bu zât olduğunu anladılar. Fakat, böyle yüce bir
peygamberin, kendi aralarından değil de, Arabistan'dan, Arablar içinden
çıkmasını kat’îyyen çekemediler. Hased ettiler. O'nu inkâr ettiler. Sırf bu
hasedleri ve kuru kuruya inâdları sebebiyle, O yüce peygambere tâbi olup, bu
vesile ile iki cihân saâdetine kavuşmak nîmetinden mahrûm kaldılar. Nitekim;
(İnkar eden mahrûm kalır) sözü meşhûrdur.
Hadîs-i şerîflerde
buyruldu ki: “Hased
etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi, hased de hasenâtı (yani
iyilikleri) yok
eder.”
“Hased, nemime ve kehânet sâhipleri benden değildir.”
“Nimet sâhiplerinden
ihtiyaçlarınızı, gizli olarak isteyiniz. Çünkü nîmet sâhiplerine hased edilir.”
“İnsan üç şeyden
kurtulamaz: Su-i zan, tayare, hased. Su-i zan edince, buna uygun harekette
bulunmayınız. Uğursuz zannettiğiniz şeyi, Allahü teâlâya tevekkül
ederek yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi, hiç incitmeyiniz.”
35- Allahü teâlânın lütûf ve ihsânından başka herhangi
bir şey ile sevinmek, yapmadığı işle övünmeyi sevmek de yahudilerin
ahlâkındandır.
Âl-i
İmrân sûresinin 188.
âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: “Ettikleri fenâlıklarla sevinen ve yapmadıkları şey ile de
övülmeyi arzu edenler var ya, sakın, sen onları azâbdan kurtulmuş, (selâmet)
bir yerde
bulunacaklarını sanma. Onlar için, çok acıklı (elem verici,
şiddetli) bir
azâb vardır.” Tefsîr âlimleri, bu âyet-i kerîmenin yahudiler
hakkında olduğunu bildirmektedirler. Çünkü onlar, insanların dalâletine, doğru
saâdet yolundan ayrılmalarına seviniyorlar, ilimleriyle amel etmedikleri hâlde,
kendilerine âlim denilmesinden, medholunmalarından da çok hoşlanıyorlardı.
Hadid
sûresinin 22 ve 23. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Dünyâda olacak
her şey, dünyâ yaratılmadan evvel, ezelde levh-i mahfûza yazılmış, takdir
edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için
üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allah'ın gönderdiği nîmetlerden
mağdur olmayasınız. Allahü
teâlâ kibirlilerin, öğünüp kurulanların hiç
birini sevmez.”
Âyet-i
kerîmede, dünyâdan fevt olana yâni hayatta kaçırılan fırsatlara üzülmek,
kavuşulan kazançlarla ve Allahü teâlânın
gönderdiği nîmetlerle öğünmek yasaklanmıştır. Buradaki yasaklanan sevinme,
nîmeti Allahü teâlânın gönderdiğinden
O'na şükür şeklindeki sevinme değil; gelenin dünyâlık olması için sevinmektir.
Yâni dünyâlık için olan sevinme ve övünme kötülenmiştir. Elinde bulunan
dünyâlıkların, Hak teâlânın lütûf ve
ihsânı olduğunu, bunun, kendi elinde emânet olarak bulunduğunu bilen kimse, o
şeyin dünyâlık olması sebebiyle kat’îyyen sevinmez. İmâm-ı Ca’fer-i Sadık
hazretleri buyurdu ki:
“Ey
Âdemoğlu! Sana ne oluyor ki, kaybettiğine üzülüyorsun? Yine sana ne oluyor ki,
elinde bulunan şey ile de seviniyorsun? Halbuki, ölüm onu sana
bırakmayacaktır.”
36-
Üzerlerine farz kılınan orucu terk ederlerdi. Bakara sûresinin 183. âyet-i
kerîmesinde meâlen; “Ey mü’minler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sizin
üzerinize de oruç farz kılındı...” buyruldu. Bu âyet-i kerîmede
bildirildiği gibi, oruç bu ümmete farz kılındığı gibi, bundan önceki ümmetlere
de farz kılınmıştı. Fakat yahudi ve hıristiyanlar, herhangi bir özürleri
olmadan, orucu terk ettiler. Oruç tuttukları zaman da sahur yemeğini
terkederlerdi. Nitekim, İmâm-ı Ahmed, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî'nin (rahmetullahi aleyhim), Amr bin Âs'dan (radıyallahü anh) rivâyet ettikleri bir hadîs-i şerîfte; “Bizim orucumuzla ehl-i-kitabın orucu
arasındaki fark, sahuru yemektir” buyruldu.
Yine
Nesâî'de bildirildiğine göre, Eshâb-ı kirâmdan birisi şöyle anlatmıştır: “Sahur
yaparken, Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzûruna girmiştim.
Bana; “Sahur, Allahü teâlânın ihsân ettiği bir berekettir. Onu terk etmeyiniz” buyurdu.”
Yine onlar
iftar etmekte de uygunsuz idiler. Bazen iftarı yıldızlar görününceye kadar
geciktirirler, bâzan güneş batmadan evvel iftar ederlerdi. Hattâ bâzan da
ikindi vaktinde oruçlarını açarlardı.
37-
İbâdethaneye girerken ve çıkarken, ellerini kaldırıp oraya buraya bakınarak,
tuhaf bir hâlde duâ etmek de ehl-i kitâbın kerih olan âdetlerindendir.
38-
Hırsızlık, gasp, fâiz ve rüşvet gibi çeşit çeşit hîlelerle ve bâtıl yollarla
insanların mallarını yemek de, yahudilerin ve hıristiyanların işlerindendir. Mâide sûresinin 42. âyet-i kerîmesinde bunların,
devamlı yalancılık için dinledikleri ve haram yedikleri bildirilmiştir.
Mâide
sûresinin 62 ve 63.
âyet-i kerîmelerinde, meâlen buyruldu ki: “Onlardan bir çoğunu görürsün ki, günâha girmekte, düşmanlık
etmekte ve haram yemekte birbirleriyle yarışırlar. Yapmakta oldukları
şey ne kadar kötü.
Ne olurdu, onların
âlimleri, din bilginleri, günâh söylemelerinden ve haram yemelerinden
kendilerini vaz geçirmeye çalışsalardı ya. İşledikleri bu san’at ne kadar
kötü.”
Tevbe
sûresinin 34. âyet-i
kerîmesinde de meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Gerçekten yahudi bilginlerinden ve
hıristiyan râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler...”
Bunların
ileri gelenleri, çeşit çeşit hîlelerle insanların mallarını toplayıp, bâzıları
meliklerden bile zengin oldukları gibi, dünyâya düşkünlükleri sebebi ile,
fazîleti, mal, mülk sâhibi olmaya bağlarlar; sâlih ve fakir kimseleri, fakirlik
ve mallarının azlığı sebebiyle ayıplarlardı. Nitekim, İmâm-ı Maverdî (rahmetullahi aleyh), Edeb-üd-dünyâ ved-dîn isimli
meşhûr eserinde, yahudilerin, Îsâ aleyhisselâmı,
fakirlik sebebiyle ayıpladıklarını bildirmektedir.
Ebû
Nu'aym'ın (rahmetullahi aleyh), Hilye kitabında
ve Beyhekî'nin Şü'ab-ül-îman isimli eserinde bildirdikleri bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Dünyâda kendisine
zühd ve az konuşma verilen kimseye yaklaşın. Çünkü o, hikmet konuşur.”
Ebü'l-Hasen
bin Cehdân, (rahmetullahi aleyh),
“Menâkıb-ül-ebrâr” kitabında, İbn-i Ata'dan (rahmetullahi
aleyh) şöyle nakleder. Tevrât’da şöyle yazılıdır: “Ey Âdemoğlu! Sana
dünyâlık verdim, sen o dünyâlığı muhâfaza etmekle meşgûl oldun. Sana dünyâlık
vermedim, (vermediğimde) onu aramakla uğraşıp, vaktini böyle geçirdin (yani
eline dünyâlık verdiğimde de, vermediğimde de sen hep dünyâlık ile meşgûl
oldun). Kendini tamâmen bana ne zaman vereceksin?”
39-
Kadınların, zînetlerini yabancı erkeklere göstermeleri, örtünmeye riâyet etmemeleri de
ehl-i kitâbın bozuk hâllerindendir. Bu sebepledir ki, İsrâiloğulları arasında
zina çok olmakta idi. Kadınların, yabancı erkeklere karşı örtünmeleri,
süslenmemeleri, zînetlerini göstermemeleri, bakmak, dokunmak ve başka zinaya
sevkeden sebepleri ortadan kaldırmakta, kadınların kendilerini sakınmamaları
ise dâimâ tehlikeli olmaktadır.
40-
Haramları açıkça ve fütursuzca işlemek, erkeklerin kadınlara, kadınların da
erkeklere benzemesi ve zina da onların çirkin fillerindendir. Nisâ sûresinin
27. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allahü
teâlâ sizin tevbelerinizi kabûl etmek ister.
Halbuki, şehvetlerine tâbi olanlar, büyük bir meyil ile sizi doğru yoldan
harama götürmek isterler” buyruldu. İbn-i Cerir ve Süddî, bu âyet-i
kerîmenin yahudiler ve hıristiyanlar hakkında olduğunu bildirmişlerdir.
41- Onlar
uzun emel sâhibi idi, çok yaşamayı severlerdi. Bunları sevmekten kendini
kurtarabilen kimse, pek azdır. Bu sebeple; “Hayatı sevmek, insanın tabîatında
vardır” demişlerdir. Fakat mü’minler, sâlih ameller işlemek, âhıret hazırlığı
yapmak, geçen ömründen kaçırdığı fırsatları telâfî edebilmek için uzun ömürlü
olmayı severler. Fâsık ve kâfir olanlar ise, dünyânın gelip geçici
lezzetlerinden ve nîmetlerinden daha fazla lezzet alabilmek, zevklenebilmek,
daha fazla azgınlık ve taşkınlık yapabilmek için çok yaşamayı isterler. Bakara
sûresinin 96. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki; “Sen yahudileri, insanlardan ve hattâ
müşriklerden de daha ziyâde hayata düşkün bulursun. Onlardan her biri arzu eder
ki, kendisine bin yıl ömür verilsin. Halbuki, yaşamak, onu azâbdan
uzaklaştıracak değildir. Allahü teâlâ, onların ne işlediğini
hakkıyla görücüdür.”
42- Onlar,
Allahü teâlânın, rızıklara kefil olduğu
husûsundaki vâdine güvenmez, daha sonraki zamanlar için aç kalırım endişesi ile
mal biriktirirler. Bilmezler ki, biriktirdikleri bu malları yiyemeden, ölüp
gidecekler, mallar da başkalarının olacaktır.
43- Ehl-i
kitâbın yanlış hâllerinden birisi de, ana babaya karşı gelmek, onlarla alakayı kesmek,
yetimleri aşağılamak, onların mallarını yemek, miskinleri, yoksulları
yanlarından kovmaktır.
Onlar, Allahü teâlânın evliyâsına düşmanlık ederler,
onlara eziyet verir, haklarını gözetmezlerdi. Onlar, kendilerine peygamber
olarak gönderilen zâtlara bile eziyet ve sıkıntı verirlerdi.
Muhammed
Masum-i Fârûkî es-Serhendî hazretlerinin, (Mektûbât) kitabının 2. cilt, 140.
mektubunda bildirdiği bir hadis-i kutside; “Bir velî kuluma düşmanlık eden, benimle harb etmiş olur...”
buyruldu.
Yine
onlar, dînine bağlı hâlis mü’minlerden birine musîbet, belâ, sıkıntı ve
fakirlik gibi bir şey gelse, bunun için îmân sâhiplerini ayıplarlar, habis
rûhları bundan tad alırdı.
44- Selâmı
terk etmek de yahudilerin âdetlerindendir. Selâm, Muhammed
aleyhisselâmın ümmetinin husûsiyetlerindendir.
Ayrıca onlar, yapılan duâya “amin” demeyi de hiç istemezler.
İmâm-ı
Ahmed bin Hanbel ve İbn-i Mace'nin (rahmetullahi aleyhima)
Âişe'den (radıyallahü anhâ) rivâyet ettikleri
bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: “Yahudiler sizi
selâm ve âmin demek husûsunda hased ettikleri kadar, hiç bir şeyde hased
etmemiştir.”
Süleymâniye
Kütüphânesi, Laleli kısmında 3653 sayılı kitabın başında, Ahmed ibni Kemâl
Efendi (rahmetullahi aleyh),
Kitab-ül-feraid’inde diyor ki: Ebû Ümâme'nin (radıyallahü
anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte;
“Başkalarına
benzeyenler bizden değildir. Yahudilere ve hıristiyanlara benzemeyiniz!
Yahudiler parmakları ile işâret ederek, hıristiyanlar elleri ile işâret ederek,
mecûsîler de eğilerek selâm verir” buyruldu.
45-
Yahudilerin bariz vasıflarından biri de fitne çıkarmak ve dostlar arasında
düşmanlık meydana getirmektir.
İbn-i
İshak ve Ebü'ş-şeyh, Zeyd bin Eslem'den (rahmetullahi
aleyhim) şöyle naklettiler: Bir gün Evs ve Hazrec kabîlelerinden bir
grup müslüman, oturmuşlar sohbet ediyorlardı. Mirşâs bin Kays isminde bir
yahudi oradan geçerken, onların hâlini gördü, önceden birbirine düşman olan bu
iki kabîle mensuplarının, müslüman olduktan sonra böyle kaynaşmaları,
aralarında bu kadar ileri derecede kardeşlik ve muhabbet meydana gelmiş olması,
ona göre çok tuhaf idi.
Onları bu
hâlde görmek, o yahudinin hoşuna gitmedi. Hattâ bu durum onu çok kızdırdı.
İnsanları birbirine düşürmek, aralarında fitne çıkarmak gibi bozuk düşünceleri
bir anda alevlendi. Yanında bulanan bir yahudi gencine, muhabbet eden o
müslümanlar arasına gidip oturmasını ve Evs ile Hazrec kabîlelerinin müslüman
olmalarından evvel aralarında vukû bulan Buas muhârebesini hatırlatmasını
söyledi.
Yahudi
genç, onun dediği gibi yaptı. Bunun üzerine orada devam eden sohbetin mevzuu
bir anda değişip, eski hâdiselerden bahsolunmağa başlandı. İş uzayıp, iki
kabîle mensupları birbirlerine sert söyleyecek oldular. Resûlullah efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem), durumdan haberdâr olunca, hemen oraya gelerek, onlara
nasîhatte bulundu. Her iki taraf da nasîhatleri dinleyip kabûl ettiler. O'na
itâat ettiler. Bu husûs Kur'ân-ı kerîmde
bildirilmekte ve Âl-i İmrân sûresinin 99-112.
âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyrulmaktadır:
“Deki: Ey ehl-i kitap!
İslâmın hak din olduğunu bildiğiniz hâlde neden, îmân edenleri, Allah yolundan
çevirmeye çalışıyorsunuz? Allahü teâlâ yaptıklarınızdan gâfil
değildir.
Ey îmân edenler! Eğer
kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir topluluğa uyarsanız, îmânınızdan
sonra sizi çevirirler, kâfir yaparlar.
Halbuki siz, Allahü teâlâya nasıl küfreder (O’nu
inkâr eder)
siniz ki, karşınızda Allahü
teâlânın âyetleri okunup durmakta, O'nun
resûlü, peygamberi de içinizde bulunmaktadır. Kim Allahü teâlânın dînine sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki, o doğru bir yola
iletilmiştir.
Ey mü’minler! Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden tam olarak sakınınız ve ancak müslüman
olarak can veriniz.
Elbirlik Allah'ın ipine (dinine) sımsıkı sarılınız. Birbirinizden ayrılıp
dağıtmayınız. Allahü
teâlânın üzerinizdeki (İslâm) nîmetini
düşününüz. Hani siz câhiliyet devrinde birbirinize düşmanlar idiniz. Böyle iken
O, (kalblerinizi İslâm'a ısındırıp) kalbleriniz arasında ülfet (yakınlık
ve sıcaklık)
meydana getirdi de O'nun sayesinde din kardeşleri oldunuz. Hem siz ateşten bir
çukurun tam kenarında bulunuyordunuz da, Allahü teâlâ o ateşe
düşmekten sizi kurtardı. İşte Allahü teâlâ, âyetlerini sizlere böylece
açıklıyor ki, doğru yola eresiniz.
İçinizden, insanları
hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk
bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.
Ey mü’minler!
Birbirlerinden ayrılanlar ve kendilerine açık âyetler, alâmetler geldiği hâlde
parçalanıp ayrılığa düşen, çeşitli yollara sapan hıristiyanlar ve yahudiler
gibi olmayınız. İşte onlar için çok büyük bir azâb vardır.
Kıyâmet gününde bir takım
yüzler bembeyaz ve bir takım yüzler de simsiyah olacak. O vakit, yüzleri siyah
olanlara; Îmânınızdan sonra küfrettiniz ha! İşte o küfrünüzün cezâsı olarak
tadın azâbı denilecek.
Yüzleri bembeyaz olanlar
ise, Allahü
teâlânın rahmeti içinde (Cennet’te) dirler. Onlar orada, ebedî olarak
kalacaklardır.
Bunlar, Allahü teâlânın ahkamını beyân eden âyetleridir ki, onları sana, hakkı yerine
getirmek için vahiy vâsıtasıyla okuyoruz. Allahü teâlâ, âlemlere
zulüm irâde (murad) etmez.
Göklerde ve yerde olan
şeylerin hepsi, Allahü teâlânın mülkü ve mahlûkudur.
Kulların bütün işleri, O'na döndürülür
(O, her birine amelinin karşılığını verir.)
(Ey Muhammed aleyhisselâmın
ümmeti!) Siz
insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. (ümmetlerin,
din sâhiplerinin en hayırlısı, en iyisi, seçilmişisiniz.) İyi şeyleri emreder, fenâ şeyleri men edersiniz
ve Allahü teâlâya îmânınızda devam edersiniz.
Eğer ehl-i kitap (yahudiler ve hıristiyanlar) da îmâna gelseydi,
kendileri için elbette hayırlı olurdu. İçlerinden îmân edenler vardır, lâkin
ekserisi (hak dinden çıkmış) fâsıklardır.
(Ey
mü’minler!) Onlar
size dil ile ezâ vermekten başka bir zarar yapamazlar. Eğer sizinle muhârebe
etseler, hezîmete uğramış olarak arkalarını dönüp kaçarlar. Bundan sonra
onlara, kimse tarafından yardım da olunmaz.
Onlar nerede bulunurlarsa
bulunsunlar, boyunlarına zillet ve horluk takılmıştır. Meğer ki, cizye vermek
sûreti ile Allahü teâlânın ve mü’minlerin bakış
ve emniyeti altına girmiş olsunlar. Onlar, dönüp Allahü teâlânın gadabına uğradılar ve üzerlerine miskinlik damgası vuruldu.
Bunun da sebebi şudur. Çünkü onlar, Allahü teâlânın
âyetlerini inkâr ile kâfir olmuşlar, peygamberleri haksız yere öldürmüşlerdi.
Çünkü onlar isyân etmişler ve aşırı gitmişlerdi.”
Yine
âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki: “Ey mü’minler! Yahudi ve hıristiyanların, sizi kendi
dinlerine dâvetlerine karşı şöyle deyin: Biz, Allahü teâlâya ve
bize indirilen Kur'ân-ı
kerîme, İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya’kûb
(aleyhimüsselâm) ve torunlarına indirilenlere, Mûsâ'ya, Îsâ’ya aleyhimesselâm verilenlere (kitaplara)
ve bütün
peygamberlere, Rableri tarafından verilen kitaplara îmân ettik. Onların hiç
birini diğerlerinden ayırt etmeyiz. Biz, ancak Allahü teâlâya boyun
eğen müslümanlarız.
Artık yahudi ve
hıristiyanlar, sizin bu îmânınız gibi îmân ederlerse, muhakkak hidâyet
bulmuşlardır. Eğer yüz çevirirlerse, size karşı ayrılık ve düşmanlık
üzeredirler.
Ey Habîbim! Sen onların
düşmanlığından endişe etme. Muhakkak ki, Allahü teâlâ sana
kâfidir. (Muhakkak
ki, seni onların şerlerinden koruyacaktır.” Allahü
teâlâ hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir.” (Bakara
sûresi: 136-137)
İbn-i
Cerir, İbn-i Ebî Hatim ve Ebüşşeyh (rahmetullahi aleyhim),
bu âyet-i kerîmenin tefsîrini İbn-i Abbâs hazretlerinden şöyle naklettiler:
Onlar her lisân ile lânetlendiler. Mûsâ aleyhisselâm
zamanında Tevrât'la, Îsâ aleyhisselâm zamanında
İncîl’le, Dâvûd aleyhisselâm zamanında Zebur
ile, Muhammed aleyhisselâm zamanında da Kur'ân-ı
kerîm ile lânetlendiler.
İmâm-ı
Ahmed ve İmâm-ı Beyhekî (rahmetullahi aleyhima)
Dürre binti Ebî Leheb'in (radıyallahü anhâ)
şöyle anlattığını rivâyet etmişlerdir: “Yâ Resûlallah! insanların en hayırlısı
kimdir?” dedim. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), cevâben buyurdu ki: “Allahü teâlâdan en çok korkan (en çok takvâ sâhibi olan), en çok sıla-i
rahîm yapan (akrabasını ziyâret eden) ve en çok emr-i maruf ve nehy-i münker
yapandır.”
Muhammed
aleyhisselâmın ümmeti, emr-i maruf ve nehy-i
münker yapmaları sebebiyle, diğer ümmetlere üstün kılınmıştır.
46-
Onların yanlış işlerinden, bozuk hâllerinden biri de, günâh işlemekte çok ileri gitmek,
günâhta ısrarlı olmaktır. Onlar bir günâh işleyince, onu hafif ve küçük
görürlerdi. Öyle ki, o günâhı yapa yapa artık âdet, huy hâline getirirlerdi.
Netîcede günâhlar, onların gözünde ehemmiyetsiz bir şey olurdu. Sonra bundan zulme
intikal ederler, onlara zulmetmeye başlarlardı. Bunda da çok ileri giderler,
daha büyüklerini yapmaya başlarlar, insanları öldürürlerdi. Taşkınlık ve
azgınlık içinde idiler. Bu hâlleri, onları Allahü
teâlânın âyetlerini inkâr etmeye, O'nun peygamberlerini şehîd etmeye
kadar götürdü.
Onların bu
kadar azgınlaşmalarına sebep, günâhlarda, kötülük işlemekte tam bir serbestlik,
başıboşluk ve kayıtsızlık içinde bulunmaları idi. Peygamberlere îtirâz ve karşı
çıkmak ve düşmanlık, onlar için bir alışkanlık, tabîat, huy hâline gelmişti.
Allahü teâlânın
emirlerini hafife alan, aşağı tutan bir kavmi, Allahü
teâlâ zelîl, hakîr ve hor eder.
47- Onlar
istikamet üzere bulunmazlardı. Peygamberlerinin bildirdiği, tebliğ ettiği
itikattan hemen yüz çevirirlerdi.
İstikamet; bâtıl söz ve işten uzak durmakla
beraber, hak olan sözü ve işi yapmak ve vefât edinceye kadar bu hâl üzere devam
etmektir.
Fussilet
sûresinin 30-32 âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Gerçekten; Rabbimiz Allahü teâlâdır deyip, sonra istikamet üzere bulunanlar (sebat
gösteren ve sâlih amel işleyenler) var ya, (ölüm ânında veya dehşet hâlinde;) onların üzerine
melekler inecek (ve şöyle diyecekler; ölümden ve sonrasından) korkmayın, mahzûn
olmayın. Vâd olunduğunuz Cennet’le neşelenin. Biz hem dünyâda, hem de âhırette
sizin dostlarınızız. (Sizi dünyâda koruyacağımız gibi. âhırette de
beraberinizde bulunacağız. Size şefâat ve ikrâm edeceğiz.)
Gafûr, Rahim olan Allahü teâlâdan, konukluk, ikrâm (yahut
hazırlanmış bir rızık) olarak, burada canlarınız neyi çeker, neden hoşlanırsa hepsi
sizindir. Hem burada size, ne isterseniz var.”
Ahkâf
sûresinin 13 ve 14. âyet-i kerîmelerinde de meâlen buyruldu ki: “Gerçekten;
Rabbimiz Allahü teâlâdır deyip, sonra istikamet üzere olanlar (dinin
hükümlerine uyarak dosdoğru gidenler) var ya, onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzûn da
olmayacaklardır.
Onlar cennetliktirler.
İşledikleri amellere mükâfat olarak orada ebedî kalacaklardır.”
Ebü'l-Kâsım
İsfehânî'nin “Et-Tergib” isimli eserinde İbn-i Abbâs'dan (radıyallahü anh) şöyle nakledilmiştir: Cebrâil aleyhisselâm
Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek; “Yâ Muhammed! (aleyhisselâm)
Sana ve ümmetine Rabbinin katından bir hediye getirdim ki, onunla sevineceksin”
dedi. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) “Beni, Ümmetim hakkında çok sevindirecek olan
o şey nedir?” buyurunca, Cebrâil
aleyhisselâm şöyle haber verdi:
Yahudiler;
“Rabbimiz Allah’dır” derler, fakat bu sözlerinde istikamet üzere bulunmazlar.
Çünkü; “Yahudiler;
Allah'ın eli bağlıdır (cömert değildir) dediler.” (Mâide
sûresi: 64) ve; “Yahudiler; Üzeyir (aleyhisselâm),
Allahü teâlânın oğludur dediler...” (Tevbe sûresi: 30)
Hıristiyanlar
da; “Rabbimiz Allah’dır” derler. Onlar da bu sözlerinde istikamet üzere
bulunmazlar. Çünkü; “...Hıristiyanlar da, Mesîh (Îsâ aleyhisselâm) Allah'ın oğludur dediler...” (Tevbe sûresi; 30)
Senin
ümmetin; “Rabbimiz
Allah’dır” (Fussilet sûresi: 30) derler ve bu sözlerinde istikamet,
doğruluk üzere bulunurlar. Bu sözlerine başka yanlış bir şey karıştırmazlar.
Onlara melekler iner ve; “Üzerinde bulunduğunuz din, yahut geride bıraktığınız
ehliniz, ıyâliniz hakkında korkmayın. Bu husûsta mahzûn olmayın. Çünkü Allahü teâlâ, geride bıraktıklarınız hakkında
sizin vekilinizdir. Lâ ilâhe illallah demeniz sebebiyle, vâdolunduğunuz Cennet’i
size müjdeleriz derler.
Cebrâil
aleyhisselâm bunları anlatınca, Resûlullah (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Ey Cebrâil! Beni sevindirdin”
buyurdu. O da; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ senin gözünü aydın etsin dedi.”
Onlar,
insanlardan gasbettiklerini sadaka olarak verirlerdi. Mallarını ellerinden
almak sûretiyle onlara zulmederler, sonra da, temiz olmayan kazançlarından
sadaka vermeye kalkarlardı. Bu ise pek yanlıştır. Bakara sûresinin 267, 268
âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruldu ki: “Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden
çıkardığımız mahsullerin en helâl ve en iyisinden, Allah yolunda harcayın. (Zekât
ve sadaka verin.) Kendinizin, ancak göz yumarak, alabileceği, düşük ve bayağı
şeyleri vermeye kalkışmayın. Biliniz ki, Allahü teâlâ
vereceğiniz sadakalardan müstagnîdir. Hem de asıl lâyık olan O’dur.
Şeytan sizi, fakir
olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği ve sadaka vermemeyi emreder. Allahü teâlâ ise lütfundan size mağfiret ve bir bolluk vâdediyor. Allahü teâlânın kudreti, ihsânı geniştir ve her şeyi hakkıyla bilendir.”
Âl-i
İmrân sûresinin 92-
âyet-i kerîmesinde de meâlen buyruldu ki; “Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz Cennet’e
eremezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız, muhakkak ki, Allahü teâlâ onu bilendir.”
--------------------------------------------------------
1)
Tefsîr-i Beydâvî
2)
Tefsîr-i Mazharî
3)
Tefsîr-i Kebîr
4)
Tefsîr-i Kurtubî
5)
Tefsîr-i Rûh-ul-beyan
6)
Tefsîr-i Nişâbûrî
7)
Tefsîr-i Celâleyn
8)
Hâşiyet-üs-Sâvî ale'l-Celâleyn
9)
Hâşiyet-ül-Cemel ale'l-Celâleyn
10)
Şeyhzâde (Beydâvi hâşiyesi)
11) Şihâb
(Beydâvî hâşiyesi)
12)
Tefsîr-i Tibyân
13)
Tefsîr-i Mevâkib
14)
Tefsîr-i Ebü'l-Leys (Osm. tercümesi)
15) Tefsîr
i Hâzin
16)
Tefsîr-i Taberî
17)
Zad-ül-mesîr
18)
Dürr-ül-mensûr fit-tefsir bil-me'sür
19)
Sahîh-i Buhârî
20)
Sahîh-i Müslim
21)
Müsned-i Ahmed bin Hanbel
22) Feth-ül-bârî
23) İbn-i
Mace
24)
Râmûz-ül-ehâdis
25)
Râmûz-ül-ehâdis şerhi
26)
Sünen-i Tirmizî
27)
Sünen-i Ebî Dâvûd
28)
Mir’ât-ı Kâinat
29)
Ahsen-ül-enbâ' fi ma'şer-il-enbiya; sh. 22
30)
Bedâi'uz-zühûr; sh. 209
31)
Et-Kâmil fit-tarih; cild-1, sh. 307
32) Et
Tebsıra; cild-1, sh. 352
33)
Hasais-ul-kübrâ; sh. 184
34)
Şemâil-ür-rusûl; sh. 590
35)
Muhâdarât-ül-ebrâr; cild-1, sh. 138
36)
Mu'cızât-ül-enbiya (Osmanlıca)
37)
Lugat-i târih ve Coğrafya; cild-5
38)
Târih-ul-ümem vel-mülûk (Târih-i Taberî); cild-2, sh. 14
39)
Kısas-ul-enbiya (İbni Neccâr); sh. 371
40)
Ravdat-üs-safâ (târihi); sh. 257
41)
Mevâhibi Ledünniyye
42)
Huccet-ullahi alel'alemin; sh. 40
43)
Kısas-ul-enbiya (Arais-ül mecâlis) sh. 404
44) İhyau
ulümiddîn
45)
Târih-ul-âlî (Künh-ül-ahbâr); cild-2, sh. 425
46)
Alâmet-ül-Mehdî
47)
Me'âric-ün-nübüvve
48)
Medâric-ün nübüvve
49) Tam
İlmihal Se'adet-i Ebediyye; sh. 1069, 1082, 1095
50) İslâm
Ahlâkı
51) İslâm
Âlimleri Ansiklopedisi
52) Rehber
Ansiklopedisi
53) Cevâb
Veremedi
54)
Herkese Lâzım Olan Îmân
55)
Faideli Bilgiler; sh. 8
56)
Îzhâr-ul-Hak