İsrâiloğullarına
gönderilen peygamberlerden veya Allahü teâlânın
sevgili velî kullarından. İsmi Hazkîl veya Hazkiyal olup, babasının ismi Bûra
veya Bûrî idi. Ya’kûb aleyhisselâmın
oğullarından Lâvî'nin neslindendir. Zülkifl, İdris yahut Zekeriyyâ
(aleyhimüsselâm) olduğunu söyleyenler de vardır. İbn-ül-Acûz (yaşlı kadının
oğlu) diye bilinirdi. Mûsâ aleyhisselâmın
vefâtından sonra gönderilen üçüncü peygamberdir. Duâsı bereketiyle, ölen
binlerce kişiyi Allahü teâlâ diriltti.
Kabr-i şerîfinin, Irak'ta Hille ile Kûfe şehirleri arasında olduğu rivâyet
edilir. Kaç sene peygamberlik yaptığı ve kaç yaşında vefât ettiği, kesin olarak
bilinmemektedir.
Rivayet
edilir ki; Hazkîl aleyhisselâmın babasının iki
hanımı vardı. Birinden on oğlu doğmuş, Hazkîl'in (aleyhisselâm)
annesinden ise hiç oğlu olmamıştı. Hazkîl'in (aleyhisselâm)
babası, bir gün evine bir miktar et getirdi. Bu eti oniki parçaya ayırıp, onbir
parçasını on oğlunun, kalan bir parçasını da Hazkîl'in (aleyhisselâm) annesine verdi. On oğlan annesi olan zevcesi,
Hazkîl'in (aleyhisselâm) annesine karşı
oğullarının çokluğuyla öğünüp, onu küçümsedi. Hazkîl'in (aleyhisselâm) annesi bu duruma çok üzüldü. Sabaha
kadar ibâdet edip, Allahü teâlâya
gönülden yalvararak, erkek bir evlat ihsân etmesini diledi. Duâsının kabûl
olunup, olunmayacağına dâir de bir alâmet istedi.
Yaşı
ilerlemiş, yıllardır kadınlık hâllerinden kesilmiş olan bu hanım, daha o günün
sabahında hayz görmeğe başladı. Belli müddetten sonra, Hazkîl (aleyhisselâm) dünyâya geldi. İnsanlar; yaşlı bir
hanımın oğlu olmasından dolayı, Hazkîl'e aleyhisselâm;
İbn-ül-Acuz (yaşlı kadının oğlu) dediler.
Rivâyete
göre, çocukluğu ve gençliği Mısır’da geçen Hazkîl aleyhisselâm,
Fir’avn'un yakın akrabâsından veya İsrâiloğullarındandı. Fir’avn'un sarayında
hazînedârlık yapmış, îmânını gizleyen bir mü’min idi. Sarayda olduğu ve Fir’avn,
herkese kendini ilâh tanıtıp secde ettirdiği hâlde, o, bir olan Allahü teâlâya kalbden inanıyor ve ibâdetini gizli
yapıyordu. Fir’avn'un avânesi ve vezirleri, bir ara Allahü
teâlâya îmân ettiğinin ve Hazret-i Mûsâ'ya yakınlığının farkına
varıp, Fir’avn'a haber verdiler. Fir’avn da kendine olan yakınlığı sebebiyle,
onun böyle bir şeye cüret edemeyeceğini söyleyip, inanmadı. Hazkîl (aleyhisselâm) ise, îmânını gizlemeye devam etti.
Mûsâ aleyhisselâm, mûcizeler gösterip, peygamberliğini
açıkça îlân edince, çâresizlik içinde kıvranan Fir’avn, vezirlerini ve diğer
devlet erkânını toplayıp istişâre etti. Mûsâ'ya (aleyhisselâm)
karşı nasıl bir tedbir alınması gerektiğini görüştüler. Mûsâ aleyhisselâma yakınlığıyla bilinen Hazkîl aleyhisselâmda bu toplantıda bulunanlardandı.
Fir’avn'un adamları, Hazret-i Mûsâ'nın susturulması için, etrâftan sihirbazlar
toplanmasında ve ona galib gelmek için öldürülmesinin te’hirinde ittifâk
ettiler. Ve A’râf sûresi 112. âyetinde bildirildiği gibi meâlen; “Ne kadar
san’atında mâhir olan sihirbaz varsa, hepsini sana getirsinler” dediler.”
Fir’avn'un niyeti ve çekindiği nokta ise başkaydı. Fir’avn, adamlarına Mü’min
sûresi 26. âyetinde bildirildiği gibi, meâlen; “Bırakın beni, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) öldüreyim de o, Rabbine duâ etsin. (Bakalım
Rabbi, benim onu öldürmeme mâni olabilecek mi?) Zirâ ben, onun Bizin dîninizi
değiştirmesinden (sizi bana ve putlara ibâdetten ayıracağından), yahut yeryüzünde
fesâd çıkaracağından (kendisine tâbi olanları çoğaltarak sizinle
harbedeceğinden)
korkuyorum dedi.” Fakat, Fir’avn'un adamları, onun Mûsâ'yı (aleyhisselâm) öldürmesine mâni olmak için; “Senin
için bunda korkulacak bir şey yok. Gösterdiği şeyler sihirden ibârettir. Eğer
onu öldürürsen; Ona cevap verecek delil bulamayıp, karşılaşmaktan âciz kaldığı
için öldürttü derler” dediler. Fir’avn'dan korktukları için de, daha fazla bir
şey söylemeye cesâret edemediler. Halbuki, Fir’avn'un fikrinde ısrâr ettiğini
biliyorlardı. Bu sırada, o zamana kadar îmânını gizleyen, fakat Fir’avn'un
yakınlarından veya saray vazifelilerinden olan Hazkîl (aleyhisselâm),
Fir’avn'ı bu düşüncesinden vazgeçirmeğe çalıştı.
Bu husûs,
Mü’min (Gâfir) sûresi 28. âyetinde meâlen şöyle bildirildi: “Fir’avn'un
âlinden (yakınlarından veya saray vazifelilerinden) olup, îmânını
gizlemekte olan bir mü’min (Hazkîl aleyhisselâm) şöyle dedi: “Siz;
Benim Rabbim yalnız bir olan Allahü teâlâdır diyen bir kimseyi (haksız
yere hemen)
öldürüverir misiniz? Halbuki o, size Rabbinizden açık mûcizeler ve delillerle
geldi. Şâyet o bir yalancı ise, yalanının vebali kendisinedir. (Dolayısıyla
ondan size bir zarar gelmez.) Eğer sözünde sâdık, doğru ise, dünyâ azâbından vadetmiş
olduğu şeylerden bâzısı size isabet eder. (Dolayısıyla ona sui
kasdde bulunmaktan sakınmalısınız. Zirâ, sâdık olduğu takdirde, sû-i kastınız
netîcesinde vâki olacak kötülük size aittir. O hâlde, o doğruysa da, yalancıysa
da hayatına kasd edilmemelidir.) Şüphesiz Allahü teâlâ, işlerinde haddi aşan ve
yalan âdet edinen kimseleri hidâyete erdirmez.”
Fir’avn,
bu sözleri işitince çok kızdı ve Hazkîl'i (aleyhisselâm)
zindana attırdı. Sonra vezirlerini ve diğer ileri gelenleri toplayarak, ona
nasıl bir cezâ verilmesi gerektiğini görüştü. Vezirler, daha önce de onun îmân
ettiğini bilip kızdıkları için, işkence ve eziyetten sonra öldürülmesini ve bu
hâlden, herkesin ibret alıp korkutulması fikrinde idiler. Düşüncelerini
bildirince; Fir’avn, Hazkîl'e olan yakınlığından dolayı rızâ gösterip
fikirlerini kabûl etmedi. Vezirlerine, ona nasîhat edip, korkutmalarını ve Mûsâ
aleyhisselâmın dîninden döndürmelerini emretti.
Bunun üzerine vezirler, zindana gönderilen Hazkîl'e (aleyhisselâm)
nasîhat edip, hak dîni terketmesini istediler. Fakat îmânın ve inanmış olmanın
zevkine eren Hazkîl aleyhisselâm, davasında
ısrâr etti. Hattâ onları da, tek olan Allahü teâlâya
îmân ve ibâdet etmeye çağırdı. Hazret-i Mûsâ'dan sâdır olan mûcizeleri anlattı
ve îmânsızlıklarında ve küfürlerinde ısrâr ettikleri takdirde, ebediyyen
Cehennem’de kalacaklarını bildirdi.
Mü’min
sûresi 30-34. âyetlerinde bildirildiği gibi, onlara meâlen şöyle dedi:
“Ey kavmim!
Peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle; Nûh kavmi, Ad, Semûd ve onlardan sonra
gelen kavimlerin başlarına gelen vak’alar (şiddetli azâblar) gibi, Mûsâ'yı (aleyhisselâm) yalanlamanız ve
ona zarar vermek için saldırmanız sebebiyle, (şiddetli azâbın
olduğu) öyle
bir günün size de gelmesinden korkuyorum. Allahü teâlâ,
kullarına zulüm murâd etmez. (Günâhları olmayanlara azâb göndermez.)
Ey kavmim! Gerçekten ben, sizin için (insanların birbirine nidâ ettiği,
bağırıp)
çağırışma gününden (kıyâmet gününden) korkuyorum. (Kıyâmet günü öyle bir
gündür ki, siz o günün şiddetinden, günâhınızın çokluğu sebebiyle, üzerinize
gelen azâbdan)
gerisin geriye kaçarsınız ve o günde sizi Allahü teâlânın
azâbından kurtarıcı hiç bir kimse bulunmaz ve Allahü teâlânın
hidâyete erdirmediği, şaşırttığı kimseyi, hiç bir kimse hidâyete erdiremez.
Allahü teâlâya yemîn ederim ki,
Mûsâ'dan (aleyhisselâm) evvel Yûsuf (aleyhisselâm) da bir takım açık
mûcizelerle size geldi de; o zaman onun getirdiği dinde ve o dînin emirlerinde,
şüphe ve tereddüt içinde sabit ve daim oldunuz. Hattâ o vefât ettiğinde; Artık
bundan sonra, Allahü
teâlâ peygamber göndermez” dediniz. (Bu
sözünüzle hem Yûsuf'u (aleyhisselâm) hem de
ondan sonra gelecek peygamberleri tekzip ve inkar ettiniz. Hazret-i Yûsuf'u
inkar edenler, yalanlayıp karşı çıkanlar, aslında o mü’min kişinin kendilerine
hitâb ettiği, orada bulunan kimseler değildi. Onların, çok öncelerde gelen
dedeleri idi. Lâkin baba ve dedelerinin kabahatleri evlada nispet olunduğundan,
o, onlara; Siz inkar ettiniz, yalanladınız... demektedir. Şu hâlde siz şiddetli
inâdınız sebebiyle, Hazret-i Yûsuf'un getirdiği dinden faydalanamadınız gibi,
Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği dinden de
istifâde edemezsiniz. Çünkü fikrinizde isabet yok, dalâlette ısrârınız ise pek
çoktur.) İşte Allahü teâlâ, haddi aşan ve Hak teâlânın emrinde şüphe edici olan
kimseyi böyle şaşırtır...”
“Yine o mü’min olan zât (önceki sözlerinin onlara pek tesir
etmediğini görerek, nasîhatlerine devam edip) şöyle söyledi: Ey kavmim! Gelin, bana itâat
edin, tâbi olun ki, sizin doğru yola, hak dîne kavuşmanıza delâlet edeyim.”
Ey kavmim, (Dünyâ lezzetine mağrur olup
aldanmayın. Bilin ki) bu dünyâ hayatı çabuk biticidir. Ancak fânî bir eğlencedir.
Az bir nasiplenmedir. (Güneşin gölgesi gibi çabuk geçer. Uykudaki
rüyâ gibidir ki, uyanınca hiç bir şey kalmaz. Rüyâda gördükleri ile mağrur olan
ne kadar ahmaktır. Gayret edecekseniz, çalışacaksanız; dünyâ için değil, âhıret
için çalışın. Çünkü dünyâ hayatı geçicidir.) Âhıret ise ebedî olarak kalınacak yerdir.
Oranın sonu yoktur.
Bir günâh işleyen kimse
ancak o günâhın karşılığı kadar cezâ görür. Fakat, erkek olsun kadın olsun
herhangi bir kimse mü’min olur ve sâlih ameller işlerse, onlar Cennet’e girer
ve orada hesapsız miktarla mükafatlandırılırlar.
Ey kavmim! Nedir bu
başıma gelen? Ben sizi, (Allahü teâlâya îmân etmeye,) azâb-ı ilâhîden kurtulmaya dâvet ediyorum.
Siz ise beni, (günahkarlar için hazırlanmış olan) Cehennem’e
çağırıyorsunuz. Siz beni Allahü teâlâyı inkâr etmeye ve hakkında
bilgim olmayan şeyi O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz (ki, Allahü teâlâya ortak koşmamı istediğiniz şey, ilâh
olmaya aslâ lâyık değildir.) Halbuki ben sizi, ilâh olmanın bütün vasıfları kendisinde
bulunan, herkese gâlip, azâb etmeye ve kullarının hatâlarını mağfiret etmeye
kâdir olan, Allahü
teâlânın dergâhına dâvet ediyorum.
Elbette, beni kendisine
ibâdete dâvet ettiğiniz putlarınızın hiç bir kudreti yoktur. (Bir dilek ve ihtiyaç kendilerine
bildirilse, kabûl etmeye, ihtiyâcı gidermeye gücü yetmez. Elinden bir şey
gelmez. Ne dünyâ, ne de âhıret menfaatinden hiç bir fayda te’min edemez.) Hepimizin dönüp
varacağımız yer, Allahü
teâlânın huzûrudur. Dalalet ve azgınlıkta haddi
aşanların hepsi cehennemliktir.
Yakında (azab gördüğünüzde) benim size
söylediklerimi hatırlarsınız (ve birbirinize şu cereyan eden
hâdiseleri hatırlatırsınız. Lâkin hiç fayda vermez.) Ben bütün işlerimi Allahü teâlâya havâle ederim. O'na ısmarlarım. Zirâ Allahü teâlâ kullarını görücü, kullarının bütün hâllerini bilici ve
herkesin ameline göre karşılığını vericidir.” (Gâfir (Mü’min)
sûresi: 38-44)
Vezirler,
Hazkîl'den (aleyhisselâm) ümîd keserek,
Fir’avn'un yanına döndüler. Onun îmândaki sebâtını ve kendi nasîhatlerinin onun
îmânını kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramadığını bildirdiler. Bunu işiten
Fir’avn, iyice ümîdsizliğe kapıldı. Vezirleri ve ileri gelenleriyle birlikte;
“Hazkîl'e aleyhisselâm ne yapabiliriz” diye
düşünürken, Fir’avn'un kızı yanlarına geldi. Olup bitenleri anlamak istedi.
Fir’avn, kızına durumu anlatınca, kız, babasını tesellî ederek dedi ki: “Ey
babacığım! O mü’minin sözlerinin senin hilâfına ve aleyhine olduğuna üzülüp,
onu cezâlandırmakta acele etme. Zirâ, sana yakın olan kimseye gadr ve zulmetmiş
olursun. Onun sözleri, sana muhâlefetten değildir. Belki Mûsâ'nın (aleyhisselâm) mûcizelerini görmesinden, onun
sürülmesinin ve katlinin mümkün olmadığını zannetmesinden, kasıtlı olarak sana
muhalif görünmektedir. Böylece Mûsâ'ya (aleyhisselâm)
itâat eder görünüp, hîle ve aldatma yoluyla onun öldürülmesini te’min edip,
sana hizmet etmek istemektedir. Vezirlerin, onun bu niyetini bildiklerinde
şüphe yok. Ancak, onlar koğucu ve hased edici olduklarından, onun sana yaptığı
muâmeleyi kötülemektedirler.” Fir’avn, kızının bu tesellî edici sözleri karşısında
ferahladı. Allahü teâlâ, Fir’avn'un
kalbine kızının sözünü kabûl etmeyi ilham eyledi. Bundan sonra Hazkîl'i (aleyhisselâm) huzûruna getirtti ve; “Senin
maksadının, bana hizmet olduğunu tetkik ettim. Şimdi, Mûsâ (aleyhisselâm) hakkında ne düşünüyorsan onu yap.
Benden sana zarar gelmez, müsterih ol” dedi. Hazkîl'in (aleyhisselâm), işini Allahü teâlâya
havâle etmesi sebebiyle, Allahü teâlâ onu
Fir’avn'un kötülüğünden ve kavminin şerrinden muhâfaza buyurdu. Nitekim Allahü teâlâ, Mü’min sûresi 45. âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ onu (Hazkîl aleyhisselâmı) Fir’avn'un ve
adamlarının hîlesinden, onun hakkında düşündükleri kötülüklerden korudu.
Fir’avn'un kavmini ise (dünyâda boğulma ve âhırette Cehennem) azâbı ile
kuşatıverdi.” buyurmak sûretiyle bildirdi.
Hazkîl aleyhisselâmın, Fir’avn ile adamlarının şerrinden
kurtulmasına dâir başka rivâyetler de vardır.
Fir’avn'un
sarayında bulunan ve îmânını gizleyenlerden birisi de, Hazkîl aleyhisselâmın hanımıdır. Bu hanım, Fir’avn'un
kızının Mâşitası (saç tarayıcısı) idi. Arais-ül-mecalis’de yazılı olan, Sa’îd
bin Cübeyr'in (radıyallahü anh), İbn-i
Abbâs'dan (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdu ki: “Mirac
gecesinde, çok güzel bir kokunun yanından geçtim. Cebrâil aleyhisselâma; “Bu ne kokusudur?” diye sordum. Cebrâil aleyhisselâm; “Bu koku, Fir’avn'un âilesinin saç
tarayıcısının (Mâşita'nın) evlâdının kokusudur. Bir gün, Fir’avn'un kızının saçını
tarıyordu. Tarak elinden düştü. Onu almak için eğilince; Bismillah dedi.
Fir’avn’un kızı; “Babamın ismiyle söyle” dedi. O da; “Hayır! Benim ve babanın
Rabbinin ismiyle söylerim” dedi. Bunun üzerine Fir’avn'un kızı; “Seni babama
haber vereceğim” dedi. Gidip babasına söyleyince, Fir’avn, Mâşita Hâtun'u ve
oğlunu çağırdı ve Maşita'ya; “Rabbin kimdir?” diye sordu. O da; “Benim Rabbim
de, senin Rabbin de; Allah'tır” dedi. Fir’avn, bakırdan tandırın, ocağın
yakılmasını ve bu mü’mine kadın ile birlikte çocuğunun atılmasını emretti.
Kadın, Fir’avn'a; “Sana bir sözüm var” dedi. Fir’avn; “Nedir söyle” dedi. Mâşita
Hâtun; “Benim ve çocuğumun kemiklerini toplayıp gömsünler” dedi. Fir’avn; Senin
üzerimde olan hakkın için yaparım dedi. Fir’avn, daha sonra diğer çocuklarının
getirilmesini emretti. Teker teker hepsini tandıra, yâni ateşe attılar. Son
çocuğu meme emmekte olan bir oğlan çocuğu idi, dile gelip; Anneciğim sabret!
Muhakkak ki, sen haklısın dedi ve annesi ile birlikte ateşe atıldı” dedi.”
Mûsâ aleyhisselâmla beraber olan Hazkîl aleyhisselâm, onun en yakın yardımcılarındandı. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Kızıldeniz'den geçip,
İsrâiloğullarının Tîh sahrasında kaldığı kırk sene içinde ondan ayrılmamış ve
ona inananlardan olmuştu.
Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, İsrâiloğullarına
gönderilen üçüncü peygamber, Hazkîl aleyhisselâmdır.
Yûşa’ bin Nûn aleyhisselâm ve Kâlib bin
Yuknâ'nın aleyhisselâm vefâtından sonra, ona,
peygamber olduğu bildirildi. Eyliya (Kudüs bölgesinin eski ismi) diyârı
ahâlisine gönderildi. İsrâiloğullarını Hakk'a dâvet edip, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği Tevrât'ın emir ve
yasaklarını insanlara tebliğ etti. Daha sonra Irak'ta bulunan Dâverdan'a gitti.
O belde ahâlisini de, bir olan Allahü teâlâya
îmâna ve O'na ibâdet etmeye dâvet etti. Hazkîl aleyhisselâm,
onları, Allahü teâlânın düşmanlarıyla cihâd
(harb) etmeye de çağırdı. O belde ahâlisinden, inananlara zulmeden zâlim
hükümdârlara karşı harbe gitmeyi istedi. Onlar, ölümden korktukları için harbe
gitmediler. Allahü teâlâ bu isyânlarının
cezâsı olarak, onlara taun hastalığı gönderdi. Taun hastalığından kaçmak için,
bulundukları şehri terk edip, başka yerlere gitmek üzere yola çıkan binlerce
kişi, şehirden biraz uzaklaşınca, işittikleri korkunç bir sesle öldü. Ölenlerin
sayısı hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Bunların onbin kişiden fazla olduğu
rivâyet edilmiştir. Bir rivâyete göre yedi gün, başka rivâyetlerde ise uzun
zaman ölmüş hâlde kalan insanların gövdeleri şişip, çevreye pis kokular
yayılmaya başladı. Hazkîl aleyhisselâm,
kavminin başına gelenleri görünce acıyıp Allahü
teâlâya duâ etti, Allahü teâlâ
ona vahy edip; “Taundan kaçtıkları için kudretimi gösterdim. Bulundukları
yerden kaçmakla ölümden kurtulmayacaklarını, yaşayan insanlar gördüler”
buyurdu. Hazkîl aleyhisselâm; “Yâ Rabbî!
Bunları tekrar dirilt” diye duâ etti. Allahü teâlâ
Hazkîl aleyhisselâmın duâsı sebebiyle onları
diriltti. Ancak, o kimselerin bedenlerindeki kötü koku geçmedi.
Başka bir
rivâyette de; ölen kimselerin etleri, kemiklerinden ayrılmış, kemikleri
çürümüştü. Hazkîl aleyhisselâmın duâsı
sebebiyle dirildiler. “Sübhâneke ve bihamdike lâ ilâhe illâ ente”
dediler ve kendi şehirlerine gelip, kalan ömürlerini Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere geçirip, vefât ettiler. Bu
husûs, Kur'ân-ı kerîmin Bakara sûresi
243. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirildi: “(Yâ Muhammed
aleyhisselâm!) Görmedin mi (yani görmüş gibi
haberdâr olmadın mı) o kimseleri ki, onlar binlerce kişi oldukları hâlde,
ölümden kaçınarak (sâri bir hastalıktan veya savaşa gitmekten
korkup)
yurtlarından (Dâverdan adlı kasabadan) çıktılar. Allahü teâlâ ise,
onlara ölünüz! diye emretti. (Onların Ölmelerini irâde buyurunca,
hemen öldüler. Ölümden kaçmalarının faydası olmadı. Allahü
teâlâ, kudret ve hikmetini bütün insanlara göstermek için), sonra da onları
diriltti. (İlâhî kudretinin âzametini onlara bildirdi ve ibret dersi
verdi. Kazây-ı ilâhîden kaçınmaya imkan, bulunmadığını gösterdi.) Şüphe yok ki, Allahü teâlâ insanlar hakkında fazl (ve kerem) sâhibidir. (Artık
onların bunun şükrünü îfâ etmeleri gerekmez mi?) Fakat, insanların pek çokları şükretmezler.”
Hazkîl aleyhisselâm, onların evlatlarına, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlatıp,
insanları hak yola dâvet etmeğe devam etti. Fakat o insanlar, bir dedikleri bir
dediklerini tutmayan yalancı kimselerdi. Bu yüzden bâzan Hazkîl aleyhisselâmın dediklerine uyar, bâzan da muhâlefet
ederlerdi. Onların bu hâlleri, Hazkîl'in (aleyhisselâm)
o belâdan Bâbil diyârına hicretine sebep oldu. Vefât edinceye kadar orada
yaşadı.
--------------------------------------------------------
1)
Tefsîr-i Kebîr (Razî); cild-6, sh. 175
2)
Tefsîr-i Kurtubî; cild-3, sh. 230
3)
Tefsîr-i Tibyan; cild-1, sh. 230
4)
Tefsîr-i Mazharî
5)
Tefsîr-i Taberî; cild-24, sh. 56-58
6)
Arais-ül-mecâlis; sh. 187, 250
7)
Târih-ul-ümem vel-mülûk (Taberî); cild-1, sh. 239
8)
Ravdat-üs-Safa; sh. 292
9) Herkese
Lâzım Olan Îmân; sh. 27
10) İslâm
Âlimleri Ansiklopedisi; cild-7, sh. 137
11)
Kamus-ül-a'lam; cild-3, sh. 1938
12)
El-Kâmil fit-tarih; cild-1, sh. 210
13)
Ravdat-ül Ebrar; cild-1, sh. 68
14)
Mir'at-ı Kâinat; cild-1, sh. 127