İsrâiloğullarına,
Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra gönderilen
peygamber. Mûsâ aleyhisselâmın yeğeni ve vekili
idi. İsmi Yûşa’ olup, hıristiyanlar Yeşû diyorlar. Yûsuf aleyhisselâmın neslinden gelen Nûn'un oğludur.
Annesi, Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşidir.
Mısır'da doğdu. Mûsâ'dan (aleyhisselâm) sonra,
İsrâiloğullarını Tîh çölünden çıkarıp, dedelerinin eski yurdu olan Kenan
diyârına götürdü. Hazret-i Mûsâ'nın vefâtından sonra, Arz-ı Mev'ûd'a (Filistin
ve Şam bölgesi) girmek ona nasîb oldu. Amâlika kâfirleriyle ve yerli kavimlerle
uzun müddet muhârebe ve mücâdele ederek; Filistin, Ürdün ve Şam topraklarını
ele geçirdi. İsrâiloğullarını o beldelere yerleştirdi. Bir müddet
İsrâiloğullarının idâreciliğini yaptı. Yüzyirmiyedi yaşındayken Filistin'de
vefât etti. Kabrinin, Nablus'da veya Hâlep yakınlarındaki Meârre şehrinde
olduğu rivâyet edilir.
Mûsâ aleyhisselâmın kız kardeşinin oğlu olan Yûşa’ aleyhisselâm, onun husûsi talebesi, hâlis hizmet
görücüsü ve en yakın dostlarından idi. İsrâiloğullarından Yûsuf aleyhisselâmın neslinden gelen kolun reîsi ve bütün
askerlerinin başkumandanıydı. Hazret-i Mûsâ'nın, Hızır aleyhisselâmla
görüşmesinde yanlarında bulundu. Pek çok zamanlarda onun en yakın yardımcısı
oldu. Mûsâ aleyhisselâm, Fir’avn'un zulmü
üzerine, Allahü teâlânın emriyle kendine
inanan ve tâbi olanlarla birlikte Mısır'dan Tîh sahrasına hicret etti.
Fir’avn'un zulmünden kurtulduktan sonra, İsrâiloğullarını toplayıp bir hutbe
okudu. Bunu dinleyenler, mânâ ve hakîkatini düşünüp hayran kaldılar. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki; “Mûsâ (aleyhisselâm) Benî İsrâil'in arasında hutbe okumak için ayağa
kalktığında, kendisine, insanların hangisi en âlimdir diye soruldu. Mûsâ (aleyhisselâm) “En âlim benim” dedi. Allahü teâlâ ona;
“İki denizin kavuştuğu yerde benim kullarımdan bir kul var, o senden daha
âlimdir” diye vahy indirdi.”
Başka bir
rivâyette de şöyle bildirildi: Mûsâ aleyhisselâm;
“Yâ Rabbî! Kazâda (hüküm vermede) en üstün kulun hangisidir?” diye sordu. Allahü teâlâ; “Nefsine uymayıp, hak ve adâlet
üzere hükmedendir” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm
tekrar; “Yâ Rabbî! En âlim kulun kimdir?” dedi. Allahü
teâlâ buyurdu ki: “İlmi insanlarca çok istenen kimsedir. Onun bir
sözü benim hidâyetime, onun men'i benim men'ime delâlet eder.” Hazret-i Mûsâ;
“Yâ Rabbî! Onu nerede bulurum?” diye sordu. Allahü
teâlâ; “Deniz kenarındaki sahradadır” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Ona nasıl kavuşurum?”
deyince, Allahü teâlâ; “Zenbiline
(sepetine) tuzlu bir balık koy; balığın canlandığı yerde onu bulursun” buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâm zenbiline bir miktar ekmek ile tuzlu bir
balık koydu. Yeğeni Yûşa’ aleyhisselâmı da
yanına alarak, Hızır aleyhisselâmla görüşmek
üzere yola çıktılar. Yûşa’ aleyhisselâma;
“Balık canlandığı zaman bana haber ver” dedi. Bir müddet gittikten sonra, iki
denizin birleştiği yerde bir pınar başında oturdular. İstirâhat etmek için
oturdukları yerde, hazret-i Mûsâ, bir taşı başının altına yastık yapıp, uyudu.
Yûşa’ aleyhisselâm ise abdest alıyordu. Abdest
suyundan sıçrayınca, zenbilin içindeki balık, Allahü
teâlânın kudretiyle dirildi ve denize gitti. Denizde balığın
büyüklüğüne göre yol açıldı. Yûşa’ aleyhisselâm
bu hâle şaşırdı. Kalktığında Hazret-i Mûsâ'yı durumdan haberdâr etmeye
niyetlendi. Fakat Allahü teâlânın
hikmetiyle unuttu. Hazret-i Mûsâ kalktıktan sonra, yola devam ettiler. Bir
müddet gittiler. Kuşluk vakti olmuştu. Mûsâ aleyhisselâm;
“Yorulduk, getir yemeğimizi yiyelim” dedi. Bunun üzerine Yûşa’ (aleyhisselâm) gördüklerini anlattı ve; “Yâ Mûsâ (aleyhisselâm)! Biz deniz kenarında bir pınar başına
gelip, sen istirâhat için yattığın zaman, benim abdest suyumdan sıçrayan
damlalar balığa değince, dirilip denize gitti. Gittiği yer, kendine göre yol
oldu. Bunu ve balığın durumunu size haber vermeyi unuttum” dedi.
Yûşa’ aleyhisselâm olanları gördüğü gibi anlatınca,
Hazret-i Mûsâ memnun oldu ve; “Yâ Yûşa! İşte şu senin gördüğün garib iş, bizim
aradığımız şeydir. Bu yolculuğa çıkışımızın sebebi odur. Çünkü ilim öğrenmek
için aradığımız zâtı, balığın dirilip denize aktığı yerde bulacağız, geriye
dönelim” buyurdu. Sevinerek, geldikleri yoldan geri döndüler. Kendi izlerini
tâkib ederek, balığın dirilip denize girdiği yere geldiler. Orada, Hızır aleyhisselâmı ibâdet ederken buldular. Mûsâ aleyhisselâm, Hızır'ı (aleyhisselâm)
görünce selâm verdi. Karşılıklı sohbete dalıp yolculuğa çıktılar. Onlar
yolculuğa çıkarken, Yûşa’ (aleyhisselâm) geriye
döndü.
Bu kıssa, Kur'ân-ı kerîmde meâlen şu şekilde bildirildi: “Bir vakit, Mûsâ,
hizmetinde bulunan gencine şöyle demişti: Ben, iki denizin birleştiği yere
varıncaya kadar (Hızır aleyhisselâma
kavuşmak için)
gideceğim. Yâhud (maksadıma kavuşmak için) uzun zaman (senelerce veya seksen
sene)
gideceğim.” İki denizin birleştiği yere ulaştıkları zaman (bir
pınarın başında taş üzerine oturdular) balıklarını unuttular. O vakit o balık, denizde uzun bir
yarığa doğru yolunu tutmuştu. İki denizin birleştiği yeri geçtikleri zaman,
Mûsâ (aleyhisselâm) genç refîkine;
Yemeğimizi getir, gerçekten biz (istirahat ettiğimiz yerden sonraki) bu
yolculuğumuzdan yorgun düştük” dedi. (Yûşa’ aleyhisselâm,
Mûsâ aleyhisselâma) dedi ki: “Gördün mü, (iki denizin
birleştiği yerdeki) kayada eğlendiğimiz (dinlendiğimiz) zaman (balığa
âit garib bir hâdise oldu) o balığın hâlini size söylemeyi unuttum. Onu sana haber
vermeyi bana ancak şeytan unutturdu. (yani unutmama sebep oldu.
Beydâvî tefsîrinde buyruldu ki: “Unutmayı şeytana nispet etmesi, nefsini
aşağılamak içindir. Yoksa unutmayı yaratan Allahü
teâlâdır.) O balık denizde yolunu acâib bir sûrette tutmuştu. (O
canlanarak denize atılmış, bir yolu tâkib edip gitmişti. Mûsâ aleyhisselâm bu sözü işitince); İşte bu, (balığı kaybetmemiz) aradığımız şeydir
(zira bu balık, aradığımız kimsenin varlığına delil idi)” dedi. Hemen
izlerini tâkib ederek (balığın denize girdiği) sahraya geldiler.
Orada kendi indimizden
bir rahmet (vahy ve
nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilimi (ilm-i batını) öğrettiğimiz
kullarımızdan birini (Hızır aleyhisselâm) buldular.”
(Kehf sûresi: 60-65)
Allahü teâlâ,
Mûsâ aleyhisselâmın kavmine Arz-ı Mev'ûd'u
(Filistin ve Şam bölgesini) ihsân edeceğini bildirdi. Fakat o beldelerde zâlim
ve zorba bir kavim olan Amâlikalılar yerleşmişti. Bunlar, Nûh aleyhisselâmın oğlu Sam'ın oğlu Lavez'in oğlu Amâlika
mensup olan kavim olup, iri cüsseli ve kuvvetli kimselerdi.
Allahü teâlâ
bu kavmi helâk edip, Şam ve Filistin diyârlarını İsrâiloğullarına vatan
kılacağını Mûsâ aleyhisselâma bildirdi.
İsrâiloğullarına, bu bölgede bulunan Erîha şehrine gidip yerleşmelerini emretti
ve; “Ey Mûsâ! Ben burayı sizin için memleket ve yerleşme yeri olarak yazdım,
takdir ettim. Oraya git ve düşmanlardan kim varsa onlarla harb et. Zirâ onlara
karşı sizin yardımcınız benim. Kavminden her koldan bir temsilci (nakib) seç
al. Onlar vefâkar ve itâatti olsunlar” buyurdu.
Bunun
üzerine Hazret-i Mûsâ her sıbtdan, (İsrâiloğullarının her bir kolundan) iyi
haber toplayan, sözünde sâdık ve vefâkar birer temsilci seçti. Bunları, Erîha
şehri ve ahâlisi hakkında bilgi toplamak üzere gönderdi. Aralarında Yûşa’ bin
Nûn da bulunuyordu. Haber toplamak üzere vazifelendirilen kimseler Erîha'ya
gittiler. O belde ahâlisinin iri cüsseli, çok kuvvetli ve kalabalık olduğunu
görünce korktular. Geriye dönüp, kavimlerine gördüklerini anlatarak, onların
harbe gitmelerine mâni oldular.
Mûsâ aleyhisselâmın kavmi, gelen temsilcilerin Erîha şehri
ahâlisinin cüsseli, kuvvetli ve kalabalık olduklarını bildirmeleri üzerine,
harb etmekten vaz geçtiler. İçlerine bir korku düştü. Ağlayıp feryâda
başladılar, ve; “Keşke Mısır'da ölseydik. Yâhud burada ölsek de, Allah bizi o
zâlimlerin memleketine sokmasa. Yoksa hanımlarımız, çocuklarımız ve mallarımız
ganîmet olarak kalacak” dediler. Temsilciler içinde bulunan, Allahü teâlânın kendilerinden ismet ve tevfik ile
haber verdiği, Yûşa’ bin Nûn ile Kâlib bin Yuknâ ise, kavimlerine gelip, belde
ahâlisinin kötü hâllerinden bahsetmediler. Diğer kabîlelerden o belde ahâlisi
hakkındaki haberleri duyanlara ise, korkulacak bir şey olmadığını, Allahü teâlânın yardım ve inâyetiyle Erîha'nın
fethedileceğini bildirip, Mûsâ aleyhisselâma
yardımcı olmağa çalıştılar. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde
Mâide sûresi 23. âyetinde meâlen; “Allahü teâlâya îmân edip, O'ndan korkanlardan (Amâlika kavmi
hakkında bilgi toplamak için gidip, o kavmin kuvveti ve çokluğuyla ilgili
haberleri, İsrâiloğullarına bildirmeyen Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ
adındaki) iki
kimse, İsrâiloğullarına dediler ki: “Ey İsrâiloğulları! Cebbârların (zalimlerin) şehrinin
kapısından hemen girin. (Onların vücutlarının büyüklüğünden
korkmayın. Biz onları gidip gördük ve öğrendik. Onların bedenleri büyük ve
kuvvetli, fakat kalbleri zayıftır. Sizinle harb etmeğe rûhi metanetleri
yoktur.) Bir
defâ kapıdan girdiniz mi, (Allahü teâlânın
vâdettiği yardımın size gelmesiyle) elbette siz gâliplerden olursunuz. Siz, gerçekten inanan, Allahü teâlânın vâdini tasdik eden kimseler iseniz, (Allahü teâlânın kudretine, size yardım edeceği
hakkındaki vâdine, Mûsâ aleyhisselâmın
peygamber olduğuna inanıyor, îmân ediyorsanız; düşmanların boy ve cüsselerine
bakarak aldanmayınız ve onlardan korkmayınız. Size ilâhî yardımın geleceği
husûsunda ve bütün her hâlinizde) Allahü
teâlâya tevekkül ediniz. (O'na
itimat ediniz. Yalnız O'na güveniniz ve cihâddan geri durmayınız!)”
Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ
tarafından vâd edilen beldeye kavmini yerleştirmek istiyordu. Onların harbe
gitmekten vazgeçmeleri üzerine; “Allahü teâlânın
bildirip vâdettiği mukaddes yere girin. Zirâ oranın fethini size nasîb
edecektir. Fir’avn'un zulmünden kurtarıp, denizden yol açan Allahü teâlâ, şimdi de sizi oraya ulaştıracak ve o
zâlimlere karşı muzaffer kılacaktır” dediyse de, sözünü dinlemediler. Bununla
da yetinmeyerek, kendi içlerinden seçilmiş olan Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin
Yuknâ'nın da nasîhatlerine kulak asmadılar. Hattâ onları taş ve sopalarla
öldürmek istediler. Hazret-i Mûsâ'ya da; “Ey Mûsâ! Cebbârlar, zâlimler kavmi o bölgede bulundukları
müddetçe, biz oraya gidecek ve o beldeye girecek değiliz. Artık sen ve Rabbin, (Rabbinin
sana vâd ettiği yardımla) beraber gidin de, ikiniz onlarla çarpışın, muhârebe edin.
Biz burada kalıp, oturucularız” dediler.” (Mâide
sûresi: 24)
İsrâiloğulları,
Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ'yı taşlayıp, Mûsâ aleyhisselâma
karşı gelerek, Allahü teâlâya isyân
edince, Mûsâ aleyhisselâm üzüldü ve kırık
kalbiyle Rabbine münâcâtta bulunup; “Yâ Rabbî! Ben kendimle kardeşimden (Hârûn'dan
veya sana îmân eden herhangi bir din kardeşimden) başkasına sâhip değilim. (Başkalarına
söz geçiremem).
Artık bizimle bu fasık kavmin arasını ayır. (Bizim hakkımızda lâyık
olduğumuz, onlar hakkında müstehak oldukları şey ile hükmet. Bizi, onların
yakınlığından ve arkadaşlığından ayır) dedi.” (Mâide sûresi:
25)
Allahü teâlâ,
Mûsâ aleyhisselâmın duâsını kabûl edip, kavmin
isyânı yüzünden kırk sene müddetle, Arz-ı Mev'ûd denilen bölgeye girmelerini
haram kıldığını, onların Tîh sahrasından çıkamayacaklarını bildirdi. O kavim
kırk sene, Tîh sahrasında şaşkın ve serseri bir şekilde dolaştı. “Biz harbe
gitmeyiz” diyerek Arz-ı Mev'ûd'a gitmek istemeyenlerin hepsi, kırk sene içinde
öldüler. Kırk senenin sonlarına doğru, Hârûn aleyhisselâm
ve ondan üç sene sonra Mûsâ aleyhisselâm vefât
ettiler.
Mûsâ aleyhisselâm vefât ederken, yerine Yûşa’ aleyhisselâmı halîfe bıraktı. Allahü teâlâ Yûşa’ aleyhisselâmı
da İsrâiloğullarına peygamber olarak vazifelendirdi. Bu sırada, İsrâiloğulları
arasında Yûşa’ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ gibi, Mûsâ aleyhisselâma
inanan ve itâat eden yaşlılardan pek az kimse kalmıştı. “Biz cebbârlarla
(zalimlerle) harbe gitmeyiz” diyenler ölmüş, yerlerine oğulları yetişmişti.
Arz-ı Mev'ûd'a girmesi haram kılınan kimselerden bir fert bile yoktu. Allahü teâlâ, Yûşa’ aleyhisselâma;
İsrâiloğullarını toplayıp Tîh sahrasından çıkarmasını ve Arz-ı Mev'ûd denilen
bölgeye gidip, cebbârlara (zalimlere) karşı harbetmesini emretti. Yûşa’ aleyhisselâm, İsrâiloğullarını toplayarak Erîha
şehrini kuşattı. Kuşatma altı ay sürdü. Nihâyet bir Cumâ günü, akşam üzeri,
mûcizeler göstererek şehri fethetti. Yûşa’ aleyhisselâm
ve ona inananlar, Erîha'ya girip zâlim ve kâfir olan ahâlisine hücûm ederek
hezîmete uğrattılar. Şehri fethettikten sonra İlya (Eyliya) şehrini de aldılar.
Bu şehirlerin, Yûşa’ aleyhisselâm ve ona
inananlar tarafından fethedildiğini duyan etrâftaki şehirlerin hükümdârlarından
beşi bir araya gelip, ittifâkla İsrâiloğullarına karşı savaşa girdiler. Sonunda
hepsi de yenilerek hezîmete uğradılar. Kaçanlar bir yere toplanınca, oraya iri
taneli, dolu yağdı. Yağan bu dolularla, hükümdârlar hariç hepsi helâk oldu.
Kaçarak bir mağaraya saklanan zâlim hükümdârlar da yakalanıp öldürüldü.
Yûşa’ aleyhisselâm, Erîha ve İlya (Eyliya) şehirleriyle
civarını fethettikten sonra, Belka şehri üzerine yürüdü. Etrâfı kuvvetli
surlarla çevrili olan Belka şehrinin, Belak isminde zâlim bir hükümdârı vardı.
Bu şehirde, Bel’âm bin Baura isimli, İsm-i âzam duâsını bilen, her duâsı kabûl
olan, ilim ve ibâdette son derece yüksek bir zât vardı. Sözlerini yazıp
istifâde etmek için, elinde hokka ve kalem ile yanında bekleyen ikibin kişi
bulunmaktaydı. İsrâiloğullarından olduğu da rivâyet edilen bu seçkin kişi,
İbrâhim aleyhisselâmın dînine inanmaktaydı.
Yûşa’ aleyhisselâm ve ordusunun Belka şehrine
gelmekte olduğunu öğrenen Belak, ona karşı koyacak güçte olmadığını
bildiğinden, çâresizlik içinde kıvranıyordu. Yûşa’ aleyhisselâmın
ordusu, zamanın en ileri silâhlarıyla donanmış olarak, üzerlerine doğru
ilerliyordu. Bunu duyan Belka şehri ahâlisini korku ve panik sardı. Zulmü ile
meşhûr olan hükümdârları Belak'a giderek durumu bildirdiler. Her duâsı Allahü teâlâ tarafından kabûl edilen Bel’âm bin
Baura'ya başvurmasını istediler.
Hükümdâr,
Bel’âm'a gelerek; “Ey Bel’âm! Yûşa’ bin Nûn, İsrâiloğullarından meydana gelen
kalabalık bir orduyla topraklarımıza gelmek üzeredir. Hepimizi beldemizden
çıkaracağından ve bizi öldüreceğinden korkuyoruz. Zâten onların gayeleri bu
topraklarda yerleşmektir. Eğer bu şehre gelirlerse, dünyâ, başımıza zindan
olacak. Tek ümidimiz senin duândır. Çünkü senin duân, Rabbin tarafından geri
çevrilmez ve kabûl edilir. Bu belâdan kurtulmamız için bize duâ et” dedi.
Bel’âm, düşünmek için mühlet istedi. Bu sırada Belka şehri ahâlisi de gelip,
duâ etmesi için ısrâr ettiler Onların bilmediklerini bilen Bel’âm, Allahü teâlânın peygamberi olan Yûşa’ aleyhisselâmın aleyhine duâ edemeyeceğini bildirdi.
Onlara nasîhat ederek yatıştırmak istedi. Ancak buna rağmen ısrâr etmeleri üzerine;
“Size yazıklar olsun! Yazıklar olsun ki, Allah'ın peygamberi ve onun ümmeti
aleyhine duâ etmemi düşünebiliyor ve isteyebiliyorsunuz. Onların bu
topraklardan gitmeleri için nasıl duâ edebilirim? Başlarında bulunan Yûşa’ aleyhisselâm, benim de inandığım ve ibâdet ettiğim
Allah'ın peygamberidir. Meleklerden yardım görmektedir. Üstelik yanındakilerin
hepsi de, Allah'a ve onun yardımına inanan kimselerdir” dedi.
Azgın ve
îmânsız Belka şehri ahâlisi, duâda bulunması için daha da ısrâr edince; “Bilmez
misiniz ki, ism-i âzamı, bildiklerimi ve kabûl edilen duâları bana yüce Allah
öğretti. O'nun peygamberine ve ona inananlara karşı nasıl duâ edebilirim. Sizin
istediğiniz şekilde duâ ettiğim takdirde, dünyâ ve âhıretim hüsrân olur. Eğer
onlardan kurtulmak istiyorsanız, Hazret-i Mûsâ'nın dînine girin. Yûşa’ aleyhisselâmı hak peygamber olarak kabûl edin” dedi.
Bu türlü
nasîhat edici sözlere de kulaklarını tıkayan bu şehrin ahâlisi, isteklerinde
ısrâr ettiler. Ona hediyeler getirip bir çok dünyâlık vâd ettiler. Buna rağmen
duâ etmeye yanaşmayan Bel’âm bin Baura'ya karısı yoluyla tesir etmek istediler.
Karısı, Bel’âm'a dedi ki: “Eğer bu kavmin, topraklarımızdan gitmesi için duâ
etmezsen, senden ayrılacağım.” Karısının bu türlü tehdidine de aldırış etmeyen
Bel’âm, nihâyet Belka şehri hükümdârı Belak tarafından ölümle tehdit edildi.
Belak, adamlarına emretti. Bel’âm'ı, îdâm etmek üzere darağacı hazırladılar.
Hükümdâr, Bel’âm'ı çağırtıp, îdâm ettirmek üzere darağacının yanına getirtti
ve; “Yâ duâ edersin veya seni asacağım” diye tehdit etti. Hükümdârın ölümle
tehdit etmesi, halkın bir çok hediyeler getirmesi ve karısının kendinden
ayrılacağını söylemesi karşısında, Bel’âm; “Müsâde edin de, Rabbime arz edeyim”
dedi. Darağacından kurtulduktan sonra, o gece rüyâsında, Allahü teâlâ tarafından duâ etmemesi emredildi.
Ertesi gün
Belka şehri ahâlisine; “Rabbime danıştım. Beni Yûşa’ aleyhisselâm
aleyhinde duâ etmekten nehy etti” dedi. Bu sözleri üzerine, halk tarafından
tekrar ısrâr edilip, hediyeler getirildi ve bir çok servetler vâd edildi. Bütün
bunların sonunda gönlünde dünyâ malına ve servetine karşı meyl belirdi.
“Rabbime tekrar arz edeyim” dedi. Ancak o günden sonra, Allahü teâlâdan kalbine ilham olunan herhangi bir
emir veya yasak gelmedi. Halk ona gelerek; “Eğer Rabbin senin duâ etmeni
dilemeseydi, seni tekrar nehy ederdi” diye fitne vermeye başladı. İnsanların
ısrarları ve hükümdârın ölümle tehdit etmesi ve kendisine vâd olunan
dünyâlıklar karşısında dayanamayarak duâ etmeye râzı olup, şehrin dışındaki
Husban Dağı’na gitmek üzere, merkebine binerek yola çıktı. Yanında Belka şehri
ahâlisinden pek çok kimse de vardı. Bir müddet gittikten sonra, eşeği birden
yere çöküverdi. Bel’âm, hayvandan inip onu kaldırmaya uğraştı. Güzellikle
kaldıramayınca, döverek kaldırdı ve tekrar üzerine bindi. Az sonra, eşek tekrar
çöktü. Yine zorlayıp döverek kaldırdıysa da, birkaç adım gittikten sonra hayvan
tekrar çöktü. Çöken eşeğini tekrar kaldırmaya çalıştı. Fakat bu sırada, Allahü teâlâ, eşeğe lisân verdi. Eşek konuşmaya
başladı ve Bel’âm'a; “Ey Bel’âm! Sana yazıklar olsun. Nereye gidip, ne yapmak
istiyorsun? Görmüyor musun? Melekler önüme çıkıyor ve beni senin yolundan
çeviriyorlar. Sen onların aleyhinde duâ etmek için yola çıkıyorken; “Allah'ın
peygamberi ve ona inananlar da senin aleyhinde duâ etmektedirler” dedi.
Eşeğin bu
şekilde ikazı üzerine, duâ etmenin kendisi için uygun olmayacağı kanaatine
varan Bel’âm bin Baura, yoldan dönmeye karar verdi. Ancak bu sırada, Allahü teâlânın düşmanı olan mel’ûn şeytan, insan
sûretinde gelip; “Ey Bel’âm, niçin dönüyorsun?” diye sordu. Bel’âm da ona;
“Eşeğin sözlerini duyduktan sonra nasıl giderim? Nasıl Rabbime karşı çıkar ve
O'na inananların karşısında olurum? Evet, bu işten Rabbimin râzı olmadığını
biliyordum ama yanıldım, hatâya düştüm” dedi. Bel’âm'ın bu sözleri ve geri
dönme isteği üzerine şeytan, ona musallat olup; “Ey Bel’âm! Sen akıllı bir
kimsesin. Bilirsin ki eşekler konuşmaz. Bu sözler olsa olsa şeytanın işidir,
onun sözüne uyma. Sen mutlaka duâ etmelisin. Senin duâ etmen, îtibârını ve
insanların sana meylini arttıracaktır. Sen de bundan faydalanıp, kavmini îmâna
dâvet eder, onların kurtulmalarına vesile olabilirsin. Belki Rabbin sana
peygamberlik de verir, üstelik verdikleri mal ve servet sana kalır, karın da
senden ayrılmaz” diye vesvese verdi. Bu sözleri işiten Bel’âm bin Baura,
şeytanın vesvesesine aldanarak eşeğini yeniden dağa doğru çevirdi. Bel’âm,
Husban Dağı’nın tepesine ulaşınca, ellerini duâ için kaldırdığı zaman,
dilinden, Belka ahâlisi aleyhine ve İsrâiloğulları lehine kelimeler dökülmeye
başladı. Bu sözleri işiten kavmi hayretle; “Ey Bel’âm! Ne yapıyorsun? Onlara
duâ ediyor, bize bedduâ ediyorsun” dediler. Bel’âm onlara; “Bu sözleri isteyerek
söylemiyorum. Allah tarafından böyle konuşturuluyorum” dedi. Bu sırada Allahü teâlânın hikmetiyle, dili ağzından çıkıp
göğsü üzerine sarktı. Allahü teâlânın
gadabına uğradığını anlayan Bel’âm; “Eyvah, dünyâm ve âhıretim gitti. Bende,
hîleden ve hâinlikten başka bir şey kalmadı” diye feryâd etti. “Ey Bel’âm!
Duâların niçin etkisiz kaldı?” diye soranlara; “Rabbimin gadabına uğradım.
Duâlarımı reddediyor. Ben de kapısından kovuldum” diyerek cevap verdi.
Allahü teâlânın
kendisine ihsân ettiği nîmetlerin kıymetini bilmeyen, irâde-i cüziyyesini
şeytanın ve kötü insanların istekleri, doğrultusunda kullanan Bel’âm; nefsin ve
şeytanın saptırmasıyla, dünyâ malına ve kadına meylederek yeni hîleler peşine
düştü. Belka ahâlisine; “Artık bundan sonra duâ etmem. Ama öyle bir hîle
yapacağım ki, İsrâiloğulları bizim beldemize gelmekten vaz geçip gidecekler”
dedi.
Kavmine
yönelerek; “Kadınlarınızdan bir kısmını süsleyerek şehrin dışına,
İsrâiloğullarının yanına gönderin, İsrâiloğullarının, kadınlara karşı zaafı
vardır. Kadınlara ilgi gösterirler. Sakın engel olmayın. Hattâ imkan tanıyın
ki, onlar sizin kadınlarınızla zina etsinler. Onların zina etmesi sebebiyle,
gökten bir belâ iner de, zina edenlerin hepsini yok eder. Bu sûretle siz de
onlardan kurtulursunuz” dedi.
Zalim hükümdâr
Belak, şehir ahâlisine Bel’âm'ın söylediklerini yapmalarını emretti. Onlar da
kadınları süsleyip, İsrâiloğullarının arasına gönderdi. Bu kadınlar arasında,
Belka şehri hükümdârı Belak'ın kızı da vardı. İsrâiloğullarından Zemrî bin
Şelum adındaki bir kimse, beğendiği bir kadını alarak çadırına götürüp, onunla
zina etti. Zâten kadınlara karşı aşırı zaafı olan İsrâiloğullarının, bir kısmı
birer kadınla zina etti. Bu azgınlık ve isyânları üzerine, Allahü teâlâ onlara, taun (salgın veba)
hastalığını gönderdi. Zina edenlerin çoğu bir gün içinde ölüp helâk oldular.
Rivâyetlere göre bir gün içerisinde, İsrâiloğullarından yetmişbin kişi helâk
olmuştur.
Bu sırada,
Finhas bin Ayzâr isminde güçlü kuvvetli bir zât gelip, İsrâiloğullarının bu
azgınlığa düştüğünü üzülerek gördü. Sapıtmalarına, Zemrî bin Şelum'un önayak
olduğunu öğrendi ve onun çadırına gitti. Bir kadınla zina etmekte olduğunu
görüp ikisini birden mızrağıyla öldürdü. İbret almaları için, bu durumu herkese
gösterdi. Bunun üzerine İsrâiloğulları, zinadan vazgeçtiler. Allahü teâlâ da onlardan taun (salgın veba)
hastalığını kaldırdı.
Uzun bir
muhâsaradan sonra Belka şehrini fetheden İsrâiloğulları, Belak'ı ve Bel’âm bin
Baura'yı öldürdüler. Böylece Belka şehri, İsrâiloğullarına geçmiş oldu.
Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; “Ey Resûlüm! Onlara (yahudilere
veya Mekkeli müşriklere) o kimsenin (Bel’âm bin Baura'nın) haberini de oku (onlara
hatırlat) ki,
biz o kimseye vaktiyle âyetlerimizi vermiştik. (Ona tevhide âit
bilgilerle îmân ve hidâyet vermiştik ve İsm-i âzam'ı bildirmiştik. Fakat
bunlardan istifâde edemeyerek) küfre yönelmek sûretiyle âyetlerimizden sıyrılıp ayrıldı. (Allahü teâlânın emirlerine muhâlefet etti.) Şeytan da onu
kendine tâbi kıldı. Artık sapıklardan olmuş oldu. (Dalalete düşmüş,
helâke maruz kalmış kimselerden oldu.)
Eğer biz dileseydik o
kimseyi, âyetlerimiz (ile
amel etmesi)
sebebiyle sâlih âlimler derecesine yükseltirdik (ve onu
âyetlerimizle küfürden korurduk.) Fakat o, dünyâya meyletti. (Dünyâ varlığını
isteyerek dîne aykırı iş yaptı.) Hevasına tâbi oldu. (O, âyetlerden yüz çevirerek
dinden döndü.)
Onun gibiler (soluyan) köpek gibidir. Onun üstüne varsan da (kovsan da) dilini sarkıtır,
solur. Terk etsen de (kendi hâline bıraksan da) yine dilini çıkarır, solur. İşte bu (köpek
misâli nefret verici durum), âyetlerimizi tekzîb eden kavmin misâlidir. Artık bu
kıssayı (Mekkeli müşriklere veya yahudilere) anlat. Belki onlar düşünüverirler (de
senin son ve hak peygamber olduğunu anlarlar.) (A’râf sûresi: 175, 176)
Bu âyet-i
kerîmelerde, ilim sâhiplerine şiddetli tenbih vardır. Zirâ, Allahü teâlâ ona; birliğinin ve varlığının
delillerini göstermiş, idrâk ihsân etmiş, İsm-i âzam'ı öğretmiştir. Üstelik
duâlarının hepsini kabûl etmiştir. Bu kimse nefsinin arzusuna bir an uyarak,
dinden çıkmış, îmândan soyunmuş ve köpek derecesine inmiştir.
Yine bu
âyet-i kerîmede şuna işâret edilmiştir: “Allahü
teâlânın çok nîmet verdiği kimse, hidâyet üzere gitmekten yüz
çevirip, dalâlete, nefsinin arzularına boyun eğerse, Allahü teâlâdan uzaklığı da nîmetlerin yüksekliği kadar çok
olur. Bu husûsla ilgili olarak Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem);
“İlmi artıp da
hidâyeti artmayan kimsenin, ancak Allahü teâlâdan uzaklığı artmıştır”
buyurmuşlardır.
Müfessirlerin
çoğu A’râf sûresi 175 ve 176. âyet-i kerîmelerinde bildirilen kimsenin, Bel’âm
bin Baura olduğunu haber verdiler. Bu kıssa hakkında başka rivâyetler de
vardır. Fakat umûmi olarak; Allahü teâlânın
nîmetlerine kavuştuktan sonra, kıymetini bilmemek sûretiyle, irtidada
(îmânsızlığa) ve sapıklığa düşen kimseler için olduğu bildirilmektedir.
Allahü teâlânın
insanlara dünyâda iken ihsân ettiği nîmet ve fazîletlerin en üstünü, îmân
nîmeti ve şerefidir. En mühim husûs; ihsân edilen bu nîmeti, son nefese kadar
muhâfaza ederek, rûhunu îmânla teslim etmektir. Son nefeste âhırete îmânla
gidebilmek ve ebedî saâdete kavuşabilmek için, dünyâda Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yasaklarından
sakınmak lâzımdır. Vakit geçirmeden, daha önce yapılan, günâh ve kusurlara tevbe
etmelidir. Çünkü her günâhı yaptıktan sonra tevbe etmek de farzdır. Her günâhın
tevbesi kabûl olur. Kimya-ı Seâdet de buyruluyor ki: Şartlarına uygun yapılan tevbe,
muhakkak kabûl olur. Tevbenin kabûl edileceğinde şüphe etmemelidir. Tevbenin,
şartlarına uygun olup olmamasında şüphe etmelidir. Tevbe edilmeyen herhangi bir
günâhtan, Allahü teâlâ intikâm alabilir.
Çünkü Allahü teâlânın gadabı, günâhlar
içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek
kuvvetli, herkese gâlip ve intikâm alıcıdır. Yüzbin sene ibâdet eden makbûl bir
kulunu, bir günâh sebebiyle sonsuz olarak red edebilir. Bunu Kur'ân-ı kerîm haber veriyor ve ikiyüzbin sene
itâat eden iblisin (şeytanın), kibirlenip secde etmediği için, ebedî mel’ûn
olduğunu bildiriyor. Yeryüzünde halîfesi olan Âdem aleyhisselâmın
oğlunu, bir adam öldürdüğü için ebedî tard eyledi.
Sa’lebe,
sahâbe arasında çok zahid idi. Çok ibâdet ederdi. Câmiden çıkmazdı. Bir kere
sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, îmânsız gitti. Peygamber efendimize de (sallallahü aleyhi ve sellem) onun için duâ etmemesi
emir olundu. Allahü teâlâ, bunlar gibi
daha nice kimselerden, bir günâh sebebi ile, böyle intikâm almıştır. Bel’âm bin
Baura da şeytanın vesvesesine ve nefsinin hevasına uyarak dünyâya ve kadına
meylettiği için, son nefeste îmânsız gitti. “O gibiler köpek gibidir” diye
dillerde kaldı.
O hâlde,
her mü’minin günâh işlemekten çok korkması lâzımdır. Ufak bir günâh işleyince,
hemen tevbe ve istiğfâr etmesi, yalvarması lâzımdır. İslâm âlimleri, şu on
şeyin son nefeste îmânsız gitmeye sebep olduğunu bildirmişlerdir: 1- Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını
öğrenmemek, 2- Îmânını, Ehl-i sünnet îtikâdına göre düzeltmemek, 3- Dünyâ
malına, rütbesine, şöhretine düşkün olmak, 4- İnsanlara, hayvanlara, kendine;
zulüm, eziyet etmek, 5- Allahü teâlâya ve
iyilik gelmesine sebep olanlara şükretmemek. 6- Îmânsız olmaktan korkmamak, 7-
Beş vakit namazı vaktinde kılmamak, 8- Fâiz alıp vermek, 9- Dinine bağlı olan
müslümanları beğenmemek, 10- Fuhuş sözleri, yazıları ve resimleri söylemek,
yazmak ve yapmak.
Bir
kimsenin îmânı, son nefeste belli olur. Bir çok kimse, bütün ömrünce kâfir
kalıp, sonunda îmâna kavuşabilir. Bütün ömrü îmân ile geçip, sonunda tersine
dönen de olur. Kıyâmette, son nefesteki hâle bakılır.
Bel’âm bin
Baura'nın, son nefeste îmânsız giderek helâk olma sebep ve hikmetlerinden birisi;
Allahü teâlânın ihsân ettiği ilmin
kıymetini bilmeyip, onunla amel etmemesi; nefsine ve şeytana aldanarak ilmini
dünyâlık ele geçirmek için kullanmasıdır.
Allahü teâlâ,
Nisâ sûresi 36. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kendilerine ilim ve hidâyet verdiğimiz kimseler, ilimlerini
insanlardan saklarsa, Allah'ın ve lânet edenlerin lânetleri, bunların üzerine
olsun?” buyurarak, ilminin kıymetini bilmeyenleri ve ilmi ile
insanlara faydalı olmayanları zemmetmektedir. Sevgili
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
de; “Faydasız
ilmi öğrenmekten ve Allahü
teâlâdan korkmayan kalbden ve dünyâya doymayan
nefsten ve Allah için ağlamayan gözden ve kabûle lâyık olmayan duâdan Allahü teâlâ bizi korusun?” buyurmak sûretiyle, faydalı
olmayan ilimden Allahü teâlâya sığınmıştır.
Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün Ebû
Hüreyre'ye (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Bir kimse, Hak teâlâ hazretlerine Nûh aleyhisselâmın ömrünce ibâdet eylese,
kendisinde su üç haslet bulundukça yaptığı ibâdetten bir fayda edinemez. 1- İlmi
ile amel etmemek, 2- Yediği yemeğin helâl olmaması ve helâli de isrâf etmek, 3-
Allah'a âsî olmaktan kaçınmamak.” (Ehl-i sünnet îtikâdını
öğrenmeyen, îmânı bunlara uygun olmayan ve haramları ve farzları bilmeyen ve
bunlara uymayan kimse, Allahü teâlâya âsî
olur).
İlmin
kıymetli ve şerefli olması; sâlih niyete bağlıdır. İlmi, cehaletten ve nefsinin
hevasından kurtulmak için öğrenmelidir. İlmi ile amel etmek ve başkalarına
öğretmek ve bunları ihlâs ile yapmak da lâzımdır. Amel ve ihlâs ile olmayan
ilim zararlıdır. Hadîs-i şerîfte; “Allah için
olmayan ilmin sâhibi, Cehennem’de ateşler üzerine oturtulacaktır”
buyruldu. Mal, mevki ve şöhret için ilim sâhibi olmak böyledir. Dünyâlık ele
geçirmek için ilim öğrenmek, yâni dîni dünyâya vesile etmek, altın kaşıkla
necaset yemeğe benzer. Dini, dünyâ kazancına alet edenler, din hırsızlarıdır. Hadîs-i şerîfte; “Din bilgilerini dünyâlık ele geçirmek için
edinenler, Cennet’in kokusunu duymayacaklardır” buyruldu. Fen
bilgilerini, dünyâ menfaati için öğrenmek câizdir. Hattâ lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; “Bu ümmetin âlimleri iki türlü olacaktır.
Birincileri, ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık
beklemeyeceklerdir. Böyle olan insana; denizdeki balıklar, yeryüzündeki
hayvanlar ve havadaki kuşlar duâ edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı
olmayan, ilmini dünyâlık ele geçirmek için kullananlara, kıyâmette Cehennem
ateşinden yular vurulacaktır” buyruldu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri de Mektûbâtının 1. cilt 53. mektubunda buyurdu ki:
“İnsanların saâdeti, âlimlerin elinde olduğu gibi, insanları felakete,
Cehennem’e sürükleyenler de, din adamı şeklinde görünen, din düşmanlarıdır. Din
adamlarının iyisi, insanların en iyisidir. Dini, dünyâ isteklerine alet eden,
herkesin îmânını bozan din adamı da, dünyânın en kötüsüdür. İnsanların saâdeti
ve felaketi, doğru yola gelmesi ve yoldan çıkmaları din adamlarının elindedir.
Büyüklerden biri, şeytanı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş; şeytan demiş ki:
“Bu zamanın din adamları, bizim işimizi görüyor, insanları yoldan çıkarmak için
bize iş bırakmıyorlar.”
Bel’âm bin
Baura'nın felaketine sebep olan husûslardan birisi de, dünyâya düşkün
olmasıdır. Dünyâya düşkün olmakla ilgili olarak, Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
buyurdular ki: “Dünyâya
düşkün olmak bütün kötülüklerin başıdır. Dünyâdan kendini sakınan kimseler,
zahid olanlardır” ve “Ümmetim üç şeyi sever, fakat o üç şey onların değildir: 1-
Vücuddaki canı sevmek, 2- Malı sevmek, 3- Dünyâyı sevmek.” Dünyâ
nedir, ne değildir?. Çok iyi bilmek lâzımdır. Bunu âlimlerimiz şöyle
açıklamaktadır. Dünyâ,
ednâ kelimesinin müennesidir. Yâni, ism-i tafdîldir. Masdarı, dünüv veya
denâetdir. Birinci masdardan gelince, çok yakın demektir. Mülk sûresinin; “Biz en yakın olan
gökü, çırağlarla süsledik” meâlindeki 5. âyet-i kerîmesinde geçen
dünyâ kelimesi böyledir. Bâzı yerde de, ikinci mânâ ile kullanılmıştır. Meselâ;
“Denî, alçak
şeyler mel’ûndur” hadîs-i şerîfinde
böyledir. Yâni: “Dünyâ mel’ûndur” demektir. Alçak şeyler, cenâb-ı Hakk'ın nehy-i iktizâî ve nehy-i gayr-i
iktizâîsidir. Yâni, haram ile mekruhlardır. Şu hâlde, Kur'ân-ı kerîmde, zemmedilen, kötü denilen dünyâ,
haramlar ve mekruhlardır. Mal kötülenmemiştir. Çünkü, cenâb-ı Hak, mala hayr adını vermektedir.
Ölümden
önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası
olanlar, dünyâdan sayılmaz. Ahretten sayılırlar. Âhırete yaramayan dünyâlıklar,
zararlıdır. Haramlar, günâhlar ve mubahların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar,
dînimizin emirlerine uygun kullanılırsa, âhırete faydalı olurlar. Hem dünyâ
lezzetine, hem de âhıret nîmetlerine kavuşulur. Mal; iyi de değildir, kötü de
değildir. İyilik, kötülük, onu kullanandadır. O hâlde, mel’ûn olan, kötü olan
dünyâ; Allahü teâlânın râzı olmadığı
âhıreti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. Kendini ve Rabbini unutup,
lezzetlerine, şehvetlerine düşkün olanlar; yolda, hayvanının süsü ile, palan
ile, otu ile uğraşıp, arkadaşlarından geri kalan yolcuya benzer. Çölde yalnız
kalıp, helâk olur. İnsan da ne için yaratılmış olduğunu unutup, dünyâ
zînetlerine aldanır, âhıret hazırlığı yapmazsa ebedî felakete sürüklenir. Dünyâ
sevgisi, âhırete hazırlanmaya mâni olur. Çünkü, kalb onu düşünmekle, Rabbini
unutur. Beden, onu elde etmeye uğraşarak ibâdet yapamaz hâle gelir. Dünyâ ile
âhıret, doğu ile batı gibidir. Birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse
ibâdetini yapmaz, geçiminde ve kazancında Allahü
teâlânın emirlerini ve yasaklarını gözetemezse, dünyâya düşkün olmuş
olur.
Marifetname’deki
hadîs-i şerîflerde şöyle buyruldu: “Mes’ûd o kimsedir
ki, dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terk etmiştir.”
“Arzusu âhıret olup,
âhıret için çalışana, Allahü teâlâ dünyâyı hizmetçi yapar.”
“Yalnız dünyâ için
çalışana, yalnız kaderinde olan kadar gelir. İşleri karışık, üzüntüsü çok
olur.”
“Âhıretin sonsuz olduğuna
inanan kimsenin, bu dünyâya sarılması, çok şaşılacak şeydir.”
“Dünyâ sizin için
yaratıldı. Siz de âhıret için yaratıldınız! Âhırette ise, Cennet’ten ve
Cehennem’in ateşinden başka yer yoktur.”
“Paraya, yiyeceğe tapınan
kimse helâk olsun!”
“Sizlerin fakir olacağınızı
düşünmüyor, bunun için üzülmüyorum. Sizden önce gelmiş olanlara olduğu gibi,
dünyânın elinize bol bol geçerek, Allahü teâlâya âsî ve birbirinize
düşman olmanızdan korkuyorum.”
“Mal ve şöhret hırsının
insana zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zararından daha çoktur.”
“Dünyâyı terk eyle ki, Allahü teâlâ seni sevsin! İnsanların malına göz dikme ki, herkes seni sevsin!”
“Dünyâ, geçilecek bir
köprü gibidir. Bu köprüyü tâmir etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!”
“Dünyâya, burada
kalacağınız kadar, âhırete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!”
Hadis-i kudsîde;
“Ey dünyâ! Bana
hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!”
buyruldu.
Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Yâ Rabbî! Beni sevenlere, hayırlı mal ver.
Bana düşmanlık edenlere, mallarını ve çocuklarını düşman eyle!” buyruldu.
Bir yahudi
öldü. Bir köşk ile iki oğlu kaldı. Köşkü taksimde anlaşamadılar. Duvardan bir
ses geldi. “Benim için birbirinize düşman olmayınız. Ben bir pâdişah idim. Çok
yaşadım. Mezârda yüzotuz sene kaldım. Sonra, toprağımla çanak, çömlek yaptılar.
Kırk sene evlerde kullandılar. Kırıldım. Sokağa atıldım. Sonra benimle kerpiç
yaptılar. Bu duvarın inşasında kullandılar. Birbirinizle dövüşmeyiniz. Siz de,
benim gibi olacaksınız” dedi.
Yine İslâm
âlimleri, dünyânın ne demek olduğu husûsunda buyurdular ki:
Dünyâ
zıll-i zaildir. Ona güvenen nadimdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalmazsın.
Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ lezzetlerine
aldanmayan, Cennet nîmetlerine kavuşur. İki âlemde azîz ve muhterem olur. Dünyâ
harâbdır. Şerbetleri serabdır. Nimetleri zehirli, safâları kederlidir.
Bedenleri yıpratır. Emelleri arttırır. Kendini kovalayandan kaçar. Kaçanı
kovalar. Dünyâ bala, içine düşenler de sineğe benzer. Nimetleri geçici, hâlleri
değişicidir. Dünyâya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü, bunlarda vefâ ve
safâ bulunmaz. Fânî olan ver ki, bakî olan alasın. Kendini bilen kişinin, bu
dünyâya düşkün olmasına şaşılır. Şakiler, dünyâya sarılır. Sa’îdler, bakî olana
sarılır. Bedeninle dünyâda ol, kalbinle âhıreti bul! Nefsin arzularını terk
eden, pâk olur, afetlerden selâmet bulur. Allahü
teâlânın râzı olmadığını terk edene, Allahü
teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyâyı anlayan, onun
sıkıntılarından üzülmez ve ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır. Nefsini
tanıyan, Rabbini bulur. Mevlasına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. Dünyâ,
insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar, kaçarsan seni kovalar. Dünyâ,
âşıklarına mihnet, lezzetlerine aldanmayanlara nîmet, ibâdet edenlere kazanç
yeridir. İbret alanlara hikmet ve kendini tanıyanlara selâmet yeridir. Ana
rahmine nispetle Cennet, âhırete nispetle çöplük gibidir.
Bel’âm bin
Baura'nın felaketine sebep olan husûslardan birisi de, nefsinin hevâ ve
isteklerine tâbi olmasıdır. İnsanın; şeytan, dünyâ, kötü arkadaş ve nefs gibi
dört azılı düşmanı vardır. Nefs, bunların en önemlisi ve her an karşı karşıya
geldiğidir. Onun arzu ve isteklerine boyun eğmek, hem dünyâda hem de âhırette
felakete uğramaya sebeptir. Bel’âm bin Baura da, nefsinin isteklerine kapılarak
yaratılış gayesinden gaflet ettiği için, son nefeste îmânsız gitmiştir. Peygamber efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) “Nefsini tanıyan, Rabbini tanır” buyurduğu için,
nefsi çok iyi ve etrâflıca bilmek lâzımdır. Din ve dünyâ felaketine sebep olan
nefs nedir? Onunla nasıl mücâdele edilir? İnsanın, devamlı içinde sakladığı,
her an îmânsızlık zehirini akıtmak için hazır bekleyen nefsi, İslâm âlimleri
şöyle anlatıyorlar:
Nefs; Allahü
teâlânın, insanın vücûduna yerleştirdiği rûhun aksine olarak, her
isteği onun zararına olan ve insanın üreme ve dünyâ için çalışmasını sağlayan
bir kuvvettir. Dinimiz nefsin yaratılmasından maksadın; insanların üremesi ve
dünyâ için çalışmaları olduğunu, bildirmektedir. İnsanlar, muhtâç oldukları
şeylere kavuşmak ve korktuklarından korunmak için, şehvet ve gadab denilen iki
ayrı kuvvetten istifâde ederler. Ayrıca insanda, seve seve çalışması,
usanmaması için nefs-i emmare denilen üçüncü bir kuvvet daha vardır. Nefs-i
emmare, arzu edilenleri ele geçirmek, gadab edilenlerle dövüşmek için insanı
zorlar, isteklerinde sınır tanımaz. Yaptığı işler, hep aşırı ve zararlıdır.
Nefs-i emmareden hâsıl olan kötülükler, insanın kendi hastalığıdır. Öldürücü
zehirdir ve kullukla bağdaşmaz. Dışardan gelen kötü istekler, şeytandan
gelmekte beraber geçici hastalıklardandır. Ufak bir ilaç ile kolayca
giderilebilir. İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. Varlıklar içinde en câhil
olan insanın nefsidir. Çünkü, hep kendine zararlı şeyleri ister. Her istediği, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerdir. Her işi,
yaratanı olan ve bütün iyiliklerin sâhibi bulunan Allahü
teâlâya karşı gelmektir.
Nefsin
kötülüklerinden emîn olmak için; İslâmiyetin emirlerini yapmak, yasaklarından
kaçınmak sûretiyle onu tezkiye etmeli; kötülüklerden temizleyip fazîletlerle
süslemelidir. Nefsin tezkiyesi, doğru bir îmâna sâhip olduktan sonra; farzları,
haramları, vâcib ve sünnetleri öğrenip, bütün işleri öğrenilenlere göre
yapmakla mümkündür. Nefsin kötülüklerden temizlenmesiyle, kalb de kötü
düşüncelerden arınır.
Nefsin
şehvetlerine, isteklerine, lezzetlerine tâbi olmaya hevây-ı nefs denir. Bunun, insanı
dünyâda ve âhırette felaketlere götüren pek kötü bir hastalık olduğu, âyet-i
kerîme ve hadîs-i şerîflerde
bildirilmiştir. Çünkü nefs, dâimâ Allahü teâlâyı
inkar, O'na inâd, isyân etmek ister. Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse
tapınmak olur. Nefsine uyan, küfre veya bid’at sâhibi olmaya yahut fıska yâni
haram işlemeye başlar. Ebû Bekr Tamistanî (rahmetullahi
aleyh) buyuruyor ki: “Nefse uymaktan kurtulmak, dünyâ nîmetlerinin en
büyüğüdür. Çünkü nefs, Allahü teâlâ ile
kul arasındaki perdelerin en büyüğüdür.” Sehl bin Abdullah-i Tüsterî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: “İbadetlerin en
kıymetlisi, nefse uymamaktır.” İslâm bin Yûsuf Belhî, Hatim-i Esam'a (rahmetullahi aleyhimâ) bir şey hediye etti. Hatim
bunu kabûl edince; “Bunu kabûl etmek nefsin arzusuna uymak olmaz mı?” dediler.
“Kabûl etmekle kendimi zelîl, onu azîz eyledim. Red etseydim, kendim azîz, o
zelîl olurdu. Nefsimin hoşuna giderdi” dedi. Resûlullah
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
uzun bir hadîs-i şerîfin sonunda; “İnsanı felakete
sürükleyen şeyler üçtür: Hasislik, nefse uymak, kendini beğenmek.”
buyurmuştur. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh)
buyurdu ki: “Allahü teâlânın, insana
yardımına mâni olan perdelerin en kötüsü, ucbdur. Yâni ayıblarını görmeyip,
kendini beğenmektir. Îsâ aleyhisselâm,
havârîlerine; “Ey havârîler! Rüzgâr çok ışıkları söndürmüştür. Ucb da, çok
ibâdetleri söndürmüş, sevâblarını yok etmiştir” buyurdu.
Hadîs-i şerîfte;
“Ümmetimin iki
kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar; nefse uymak ve ölümü
unutup, dünyâ arkasında koşmaktır” buyruldu. Nefse uymak, İslâmiyete
uymaya mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur.
Hadîs-i şerîfte;
“Aklın alâmeti;
nefse galib ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hazırlamaktır.
Ahmaklık alâmeti; nefse uyup, Allah'tan af ve merhamet beklemektir”
buyruldu. Nefse uyup da, tevbe ve istiğfâr etmeden, af ve Cennet beklemek
ahmaklıktır. Sebebine yapışmadan bir şey beklemeye temenni; sebebine yapıştıktan
sonra, beklemeye recâ denir. Temenni, insanı tembelliğe götürür. Reca ise,
çalışmaya sevk eder. Nefsin sevdiği, istediği şeylere hevâ denir. Nefs, yaratılışında
kötülükleri, zararlı şeyleri sevici ve isteyicidir.
Yûşa’ aleyhisselâmın kumandası altında, Erîha, Eyliya ve
Belka şehirlerinin fethedilmesinden sonra, Arz-ı Mev'ûd diye bilinen Filistin
ve Şam diyârı, peyderpey İsrâiloğullarının eline geçti. Fetihler yedi sene
devam edip, Kudüs şehri de Yûşa’ aleyhisselâm
ve ona inananlar tarafından fethedildi. Yaptıkları azgınlık ve isyânların
cezâsı olarak, kırk sene müddetle Tîh sahrasında kıtlık ve yokluk içinde kalan
İsrâiloğulları, Arz-ı Mev'ûd'a gelip türlü türlü nîmetlerden istifâde etmeye
başladılar.
Beyt-i
Mukaddes'in bulunduğu Kudüs-i şerîfe girdikleri sırada, Tîh sahrasından
kurtuldukları ve Arz-ı Mev'ûddaki türlü nîmetlere kavuştukları için, cenâb-ı Hakk'a şükür secdesi yapmaları ve geçmiş
günâhlarına tevbe ve istiğfâr etmeleri emredildi. “Hıtta” yâni; “Yâ Rabbî!
Bizim dileğimiz günâhlarımızın affolmasıdır. Yâ Rabbî! Bizim günâhlarımızı
affedip, amel defterimizden silmeni niyaz ederiz” demeleri bildirildi. Fakat,
İsrâiloğulları Allahü teâlânın bu emrini
hafife alıp; “Hıtta” kelimesi yerine buğday mânâsına gelen “Hınta” dediler. Allahü teâlâ, emrini hafife alıp, alay ettikleri
için, onlara azâbını gönderdi. Bir rivâyete göre, yıldırım düşüp âsî olanların
hepsi helâk oldular. Bir başka rivâyete göre de taun yâni salgın veba
hastalığına tutulup bir saat içinde, ölüp helâk olmuşlardır.
Bu husûs
Bakara sûresi 58 ve 59. âyetlerinde meâlen; “Hatırlayın ey İsrâiloğulları! Hani biz (sizin
dedelerinize),
şu beldeye (Beyt-i Mukaddes'e) giriniz. Oranın meyvelerinden ve yiyeceklerinden bol bol
dilediğiniz yerde oturup yiyiniz. O beldenin kapısından secde eder olduğunuz
hâlde mütevazı bir şekilde giriniz ve, (Yâ Rabbî! Beşer olarak
yaptığımız hatâ ve günâhlarımızın bağışlanmasını senden niyaz ederiz mânâsına) Hıtta deyiniz. (Siz
böyle niyaz ediniz ki) sizin hatâlarınızı mağfiret edelim. İyilik edenlerin (Allahü teâlâya ibâdet ve tâat ederek ihsânda
bulunanların)
mükafatını daha fazlalaştıracağız” dedik. Fakat bizim “Hıtta” demelerini
emretmemiz üzerine nefslerine zulmedenler (İsrâiloğullarından
zulümkar olan kimseler) sözü (yani Hıtta kelimesini) kendilerine söylenilenden başkasına tebdil
ettiler. (Hıtta yerine Hınta diyerek istihzâ ve alay ettiler.) Biz de yaptıkları
fıskın (günahın) karşılığı olarak, o zâlimlerin üstüne gökten korkunç bir
azâb indirdik” buyruldu.
Sahîh-i
Buhârîde, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh)
rivâyet edilen hadîs-i şerîfte peygamber efendimiz (sallallahü
aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “İsrâiloğullarına (Beyt-i Makdis'e) o beldenin
kapısından secde eder olduğunuz hâlde mütevâzî bir şekilde giriniz ve; Yâ
Rabbî! Hıtta (yaptığımız hatâ ve günâhlarımızı bağışlamanı senden
niyaz ederiz)”
deyiniz diye emrolundu. Onlar (dan zâlim olanlar hafife alıp alay
etmek için bu emirleri) değiştirdiler. Ve ellerini kalçalarına dayayıp, ayaklarını
sürüyerek kibir ve gurur ile girdiler. “Hıtta” yerine “Habbetün fi şeîratin” (arpa
tanesi)
dediler.”
İbn-i
Abbâs'dan (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte de; “İsrâiloğulları, secde ederek mütevâzî bir
şekilde girmeleri emredilen kapıdan, ellerini kalçalarına dayayıp, ayaklarını
sürüyerek kibir ve gurur ile girdiler. Onlar (dan zâlim olanlar); Hıntatün fî
şeîratin (Arpa içinde buğday isteriz) dediler” buyruldu.
Yûşa’ aleyhisselâm Erîha ve Kudüs şehirlerini fethedince o
beldelerin ahâlisinden bir çoğu, emân dileyip, îmâna geldi. Bu bölgedeki diğer
şehirleri de fetheden Yûşa’ aleyhisselâm,
batıda beş şehre gidip orayı da düşmanlardan aldı. Daha sonra Şam diyârına
giderek orada yerleşmiş otuzbir hükümdârlığın beldelerini zaptetti. Putperest
ve Allahü teâlâya isyân eden hükümdârları
öldürtüp, memleketlerini İsrâiloğulları arasında taksim eyledi. Bu savaş ve
fetihler yedi yıl sürdü.
Arz-ı
Mev'ûd denilen beldeleri yedi yılda fethedip, İsrâiloğullarını oraya
yerleştiren Yûşa’ aleyhisselâm, yirmi yıl daha
İsrâiloğullarına, Mûsâ aleyhisselâma nâzil olan
Tevrât'ı okudu ve hükümlerini açıkladı. Onların Allahü
teâlâya îmân ve ibâdet üzere kalmalarına çalıştı.
Ömrünün
sonuna doğru hastalandı. Bunu duyan Selem hükümdârı Bârık, bütün halkıyla
mürted olup dinden çıktı. Yûşa’ aleyhisselâm,
hastalığı sebebiyle ona karşı harbe gidemedi. Yerine Kâlib bin Yuknâ'yı halîfe
tâyin etti. Mürtetlere de bedduâda bulundu. Mûsâ aleyhisselâmın
vefâtından sonra, yirmiyedi yıl, insanlara Allahü
teâlânın emirlerini bildirdi ve 127 yasında vefât etti. Kabri,
Nablus veya Hâleb yakınındaki Mearre şehrinde olduğu rivâyet edilir.
Yûşa’ aleyhisselâm, İstanbul'a hiç gelmedi. Beykoz tepelerinde
ziyâret edilmekte olan kabrin, Yûşa’ peygambere âit olduğu söyleniyorsa da,
târihi bilgilere uygun değildir. Bu bir velî veya havârîlerden biri olabilir.
Böyle ise yine kıymetlidir. Yûşa’ peygambere âit olup olmadığını kesin olarak
söylemek uygun değildir.
Yûşa’ aleyhisselâmın vefâtından sonra Kâlib bin Yuknâ, Allahü teâlâya îmân edenlerle birlikte, daha önce
mürted olup dinden çıkan Bârık üzerine yürüdü. Selem diyârını fethedip,
bunlardan onbin kadarını öldürdü. Bârık ve ileri gelenlerini yakalayıp esir
etti. Ölümden kurtulup dağlara kaçanlar da, Yûşa’ aleyhisselâm
daha önce bedduâ ettiği için zillet ve sıkıntı içinde yaşayıp telef oldular.
Yûşa’ aleyhisselâm karayağız, orta boylu, güzel yüzlü, iri
gözlü, yassı göğüslü bir görünüşe sâhip idi. Yüzünün güzelliği Yûsuf aleyhisselâma çok benzerdi. Görenler hayran kalırdı.
Güzelliğini görmek için gelirler; (Ey sâlih kul, sana selâm vermeye geldik)
derlerdi. O ise cevap vermeğe hayâ ederdi. Cesur, kahraman, yiğit, harb taktik
ve tekniğinde maharet sâhibi idi. Zamânında yaşayan insanların gerek sûret (dış
görünüş), gerekse siret (ahlak ve huy) yönünden en üstünü idi. Mûsâ aleyhisselâma gönderilen Tevrât'ın hükümleri üzerine
amel edip insanlara tebliğ etmekle vazifelendirilmişti.
Yûşa’ aleyhisselâm yapmış olduğu bir çok muhârebe ve fetihler esnâsında, insanlara Hakk'ı tebliğ ederken bâzı mûcizeler de göstermiştir. Mûcizelerinden bir kısmı şöyledir:
1- Yûşa’ aleyhisselâm, Erîha'yı fethetmek üzere İsrâiloğullarını topladı ve giderken Şeria (Ürdün) nehrinin suları çok olduğu için geçemediler. Nehrin üstünde köprü de yoktu. Yûşa’ aleyhisselâm duâ edince, Şeria nehrinden bir yol açıldı. İsrâiloğulları o yoldan geçtikten sonra, sular tekrar eskisi gibi akmaya devam etti.
2- Kalenin surlarının yıkılması: Bir şehrin fethi esnâsında muhâsara (kuşatma) uzun sürmüştü. Surlarda gedik açılamamıştı. Yûşa’ aleyhisselâm duâ etti. Allahü teâlânın kudretiyle yer sarsılıp kalenin surları yıkıldı. Yûşa’ aleyhisselâm ve ona inananlar şehre girip fethettiler.
3- Güneşin batmasının geciktirilmesi: Yûşa’ aleyhisselâm, Kudüs şehrini Cumâ günü fethetmişti. Ancak Cumâ günü, muhâsara devam ederken güneş batmak üzereydi. Cumartesiye kaldığı takdirde, Mûsâ aleyhisselâmın dîninde bu gün mukaddes sayıldığı için harb edemeyecekti. Yûşa’ aleyhisselâm, güneşin bir müddet daha batmaması için Allahü teâlâya yalvarıp; (Ey Allah'ım! Güneşi geri al!) diye duâ etti. Veya güneşe; (Sen Allah'ın emrindesin, ben de O'nun emrindeyim. Bu sebeple, yerinde durmanı Allahü teâlânın düşmanlarından, akşamdan önce intikâm almayı istiyorum) dedi. Allahü teâlânın emri ve takdiriyle batmak üzere olan güneş yükseldi. Bir müddet daha gündüz devam edip, Kudüs fethedildikten sonra battı.
Ahmed bin Hanbel'in Müsnedinde merfuan bildirdiği hadîs-i şerîfte; “Güneş, hiç bir kimse için batmaktan alıkonulmaz. Ancak Beyt-i Mukaddes'i fethetmek için gittiği gecelerden birinde, Yûşa’ (aleyhisselâm) için batmaktan alıkonuldu” buyruldu.
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Kebîr (Razî)
2) Tefsîr-i Kurtubî
3) Tefsîr-i Mazharî
4) Rûh-ul-Beyân
5) Garaib-ül-Kur'ân; cild-6, sh. 77
6) Taberî Tefsîri; cild-6, sh. 176
7) Feth-ul Bârî; cild-6, sh. 312
8) Târih-ul-ümem vel müluk (Taberî Târihi); cild-1, sh. 188
9) Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 1111
10) Rehber Ansiklopedisi; cild-18, sh. 236, 237
11) Mürûc-üz-Zeheb; cild-1, sh. 47
12) Ravdat-üs-Safâ; sh. 289
13) Mir’ât-ı Kâinat; sh. 125
14) El-Kâmil; cild-1, sh. 200
15) Ravdat-ül-Ebrar; cild-1, sh. 67