İbrâhim aleyhisselâmdan sonra yaşamış bir peygamber veya velî. Zülkarneyn aleyhisselâmın, askerinin kumandanı ve teyzesinin oğludur. Mûsâ aleyhisselâm ile görüşüp, yolculuk etti. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden değildir. Fakat vefâtından sonra rûhu insan şeklinde gözüküp, gariblere yardım etmektedir.
Hızır aleyhisselâmın ismi ve soyu hakkında değişik rivâyetler vardır. Vehb bin Münebbih, bu husûsu şöyle bildirmiştir. Belkâ bin Melkân bin Fâli’ bin Şalih bin Âmir bin Erfahşet bin Sâm bin Nûh. Hâzin tefsîri’nde isminin Belka, künyesinin de Ebü’l-Abbâs olduğu kayıtlıdır. Lübab tefsîri’nde de Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) “Mûsâ'nın (aleyhisselâm) bulduğu (görüştüğü) Hızır (aleyhisselâm) olup, ismi Belka bin Melkân'dır.” buyurduğu nakledilmiştir. Bâzıları; “Hızır; Benî İsrâil neslinden idi” demişlerdir. Bâzıları da; “Bir pâdişahın oğlu idi. Dünyâyı terketmiş, dünyâ malına ve mevkîine gönül bağlamamıştır” demişlerdir.
Hızır ismiyle meşhûr olmasının sebebi, kuru bir yere oturup kalktığı zaman, oranın yeşerip, yemyeşil olmasından dolayıdır. Sahîh-i Buhârî’de bildirilen bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem); “Hızır (aleyhisselâm) otsuz, kuru bir yerde oturduğunda, o yer birdenbire yemyeşil olur, peşi sıra dalgalanırdı.” buyurmuştur. Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh), Peygamber efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) işittiği hadîs-i şerîfte; “O, (Hızır aleyhisselâm) her nerede namaz kılsa, orası baştan başa yeşillik olur” buyruldu. Bundan dolayı ona, Hızır denildi. Hızır lâfzı onun lakabıdır. Hızır lâfzında; Hızır, Hızr ve Hazr olmak üzere üç telaffuz (okunuş) vardır!
Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkâtli idi. Allahü teâlânın izni ile kerâmet ehli olup, kimya ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle, ledünnî ilime muttalî idi. Yine Allahü teâlânın emri ile, ihtiyaç sâhiplerinin işini görüp, hacetlerini gidermeyi üzerine alırdı.
Hızır aleyhisselâm Allahü teâlânın sevgili kullarından idi. Doğdu, büyüdü ve vefât etti. Ancak Allahü teâlâ, onun rûhuna; insan şeklinde görünmek ve kıyâmete kadar yardım isteyen müslümanların imdadına yetişmek, yardım etmek, konuşmak, ilim öğrenmek ve öğretmek özelliklerini verdi. Bâzı âlimler Nebî (peygamber); kimi âlimler de velîdir dediler. Vefât edip etmediği husûsunda da değişik rivâyetler vardır. Hızır aleyhisselâmda, yaşayan insanlarda görülen hâller bulunduğu için yaşıyor zannedilmektedir.
Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî hazretleri bir mektubunda Hızır aleyhisselâmdan şöyle bahsetmiştir.
“Allahü teâlâya hamd olsun! O'nun seçtiği kullarına selâm olsun! Çok zamandan beri, sevdiklerimiz, Hızır (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) için soruyorlar. Onun için bu fakire lâzım olan bilgi verilmediğinden, cevap yazmıyordum. Bu gün, sabah vakti toplanmıştık. İlyâs (aleyhisselâm) ile Hızır ala nebiyyina ve aleyhimüssalevatü vetteslimat) rûhanî şekillerde geldiler. Hızır (aleyhisselâm) rûhanî olarak dedi ki: “Biz rûhlar âlemindeniz. Allahü teâlâ, bizim rûhlarımıza öyle kuvvet vermiştir ki, insan şeklini alırız. İnsanların yaptığı işleri, bizim rûhlarımız da yapar. İnsanların yaptığı gibi yürürüz, dururuz, ibâdet ederiz...” Bu iki büyükten yardım ve duâ istemeyi düşündüm. “Allahü teâlânın lütfuna, ihsânına, nîmetlerine kavuşan bir kimseye biz ne yapabiliriz?” dedi. Sanki kendilerini aradan çektiler. İlyâs (alâ nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâm) bu konuşmaya hiç katılmadı. Bir şey söylemedi. Vesselâm.”
İslâm âlimlerinin büyüklerinden Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretleri de Mektûbât-ı Masumiyye adlı kıymetli eserinin birinci cildi 182. mektubunda, bir zâtın suâline cevap olarak şöyle buyurdu: “Hızır aleyhisselâmın, hayatta olduğuna inanmak lâzım olup olmadığını soruyorsunuz? Âlimlerimiz bunu sözbirliği ile bildirmedi. Evliyâdan bâzıları (rahmetullahi aleyhim ecmaîn), Hızır aleyhisselâmı gördüklerini, konuştuklarını bildirmişler ise de, böyle haberler onun hayatta olduğunu göstermez. Rûhu insan şeklinde görülmüş, insanın yapacağı şeyleri rûhu ile yapmış olabilir. O zaman hayatta olmuş ise, şimdi de hayatta olması lâzım gelmez. “El-Îsâbe-fi-marifet-is-sahâbe” kitabında Hızır aleyhisselâmın yaptığı çok şeyler yazılıdır. Âlimlerin çoğu, Hızır aleyhisselâmın öldüğünü bildirdi. Eğer hayatta olsaydı. Peygamber efendimize gelir, birlikte Cumâ namazı kılar, sohbetinde ve cihâdlarında bulunurdu.
Vefât etmiş velîlerin rûhları, bâzan âlem-i misâldeki sûretleri ile (insan şeklinde) görülür. Çünkü, dünyâda olan her şeyin âlem-i misâlde bir sûreti vardır. Hattâ maddî olmayan mânevî şeylerin de orada sûretleri vardır. Âlem-i misâl, hayâlî şeyler değildir. Bu gördüğümüz madde âlemi gibi var olan bir âlemdir. Evliyânın rûhları, bâzan kendi bedenleri şeklinde görünür. Bazen da bedensiz, şekilsiz olarak rûhları insanın rûhu ile buluşur, görüşür.”
Hızır aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâm
ile buluşması, görüşmesi ve yolculuk yapması, Kur'ân-ı
kerîmde Kehf sûresinde ve hadîs-i
şerîflerde bildirilmiştir. Bu görüşme, Mûsâ aleyhisselâmın
İsrâiloğullarını Mısır'dan çıkardıktan ve Fir’avn'un kavmi ile birlikte
Kızıldeniz'de helâk edilmesinden çok sonra vukû bulmuştur. Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarına gâyet beliğ, tesirli
bir vâz ve nasîhat yapmıştı. Bunu dinleyenler; “Yeryüzünde senden daha âlim bir
kimse bilir misin? Böyle bir kimse var mı?” dediler. Mûsâ aleyhisselâmın; “Böyle bir kimse bilmiyorum.” diye
cevap vermesi üzerine, Allahü teâlâ ona
şöyle vahy buyurdu: “İki denizin birleştiği yerde kullarımdan biri vardır. O
senden daha âlimdir.” İşaret buyrulan bu zât, Hızır aleyhisselâm
idi.
Bu husûsta
bir rivâyet daha vardır: Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâya duâ edip; “Yâ Rabbî! Kulların
arasında hangisi sana daha sevimlidir, hangi kulunu daha çok seversin?” diye
niyazda bulundu. Allahü teâlâ; “Beni
dâimâ zikreden ve unutmayandır” buyurdu. (Zikir; Allahü
teâlâyı unutmamak ve her işte O'nun emrine uymak demektir.) “Hangi
kulun hüküm vermekte daha isabetlidir?” deyince; “Doğru hüküm verip, nefsinin
arzularına uymayan kulum” buyurdu. “Yâ Rabbî! En âlim kulun hangisidir?” diye
niyaz edince; “İlmi, insanlarca çok istenendir. Onun bir sözü benim hidâyetime,
men'i de benim men'ime delâlet eder” buyurdu. “Yâ Rabbî! Yeryüzünde benden daha
âlim birisi var mı?” deyince; “Evet” buyurdu. “O kimdir, yâ Rabbî?” dedi.
“Hızır'dır” buyurdu. “Onu nerede bulurum?” dedi. “Sahilde, balığın suya daldığı
kayanın yanında” buyurdu. Böylece balığı, ona işâret ve delil eyledi. Bunun üzerine
Mûsâ aleyhisselâm, Yûşa’ aleyhisselâmı da yanına alarak emredildiği gibi
zenbil içine tuzlu bir balık koydu ve birlikte yola çıktılar. Hazret-i Mûsâ,
Hızır aleyhisselâmı buluncaya kadar yol
yürümeye azmetti. Böylece yola çıkıp, epey bir müddet yürüdüler. Yûşa’ aleyhisselâma; “Balığın canlanıp, denize gittiği
yerde bana haber ver” dedi. Nihâyet iki denizin birleştiği yerde bir kayanın
yanına varınca, dinlenmek üzere konakladılar. Bu sırada zenbil içindeki
tuzlanmış ölü balık, canlanıp zenbilden sıyrılarak denize aktı ve bir yol tutup
gitti. O anda Mûsâ aleyhisselâm uyuyordu. Yûşa’
aleyhisselâm da rivâyete göre abdest alıyordu.
Abdest suyundan zenbil içindeki tuzlu balığın üzerine damlamış, balık da
canlanarak denize gitmişti. Yûşa’ aleyhisselâm
bu hâdiseye hayret edip, Mûsâ aleyhisselâma
anlatmayı düşündü. Fakat unuttu. Konakladıkları bu yerde, bir müddet uyuduktan
sonra gecenin sonuna doğru yola çıkıp, bir gün bir gece ve bir kuşluk vaktine
kadar yürüdüler. Kuşluk vakti Mûsâ aleyhisselâm
hizmetinde bulunan Yûşa’ aleyhisselâma; “Kuşluk
yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan yorgunluk duymaya başladık” dedi.
Bu sırada
ilk konakladıkları iki denizin birleştiği mıntıkadan bir hayli uzaklaşmışlardı.
Oraya kadar da hiç yorulmamış, geçip gittikten sonra yorgunluk duymaya
başlamışlardı. Mûsâ aleyhisselâm yiyeceği
isteyince, Yûşa’ aleyhisselâm, balığın daha
önce konakladıkları yerde denize gittiğini hatırladı. Bunu daha önce söylemek
istediği hâlde, unutmuştu. Bu unutmasına şaşarak; (Biz taşın dibinde
dinlendiğimiz zaman tuzlu balık denize gitti. Bunu size haber vermeyi unuttum)
dedi. Hâdiseyi şöyle anlattı: (İstirâhat için yattığınızda, ben abdest
alıyordum. Abdest suyumdan sıçrayan damlalar, balığın üzerine düşünce, balık
canlanıp, zenbilden sıçradı ve denize akıp gitti. Denize gittiği yer kendine
göre bir yol oldu. Bu hâdiseyi size haber vermeyi unuttum.) dedi. Yûşa’ aleyhisselâm bu hâdiseyi Mûsâ aleyhisselâma anlatınca; “Yâ Yûşa’ (aleyhisselâm)!
İşte senin gördüğün garib hâdise bizim aradığımız şeydir. Yolculuğumuzun sebebi
de bu hâdisenin vukû bulduğu yere ulaşmaktır. Çünkü aradığımız zâtı, Hızır'ı (aleyhisselâm) orada bulacağız” buyurdu. Büyük bir
sevinç içinde geri döndüler. İzlerine baka baka, dinlenmek için ilk oturdukları
ve tuzlu balığın canlanıp denize gittiği yere vardılar. Yanında dinlendikleri
kayaya yaklaştıklarında, hırkasına bürünmüş hâlde mübârek bir zâtın oturduğunu
gördüler. Bu zât Hızır aleyhisselâm idi.
Böylece, Mûsâ aleyhisselâm ona kavuşmuş oldu.
Bir rivâyete göre de, oraya vardıklarında, Hızır aleyhisselâm
deniz üzerine yeşil bir seccade sermiş namaz kılıyordu.
Mûsâ aleyhisselâm ona yaklaşıp selâm verince, selâmına
cevap verip; “Burada selâm veren bulunur mu? Sen kimsin?” dedi. “Ben Mûsâ'yım”
deyince, “Benî İsrâil'in Mûsâ'sı mı?” dedi. “Evet” cevâbını verdi. El-Îsâbe
adlı eserde ise bu husûs şöyle rivâyet edilmiştir: Mûsâ aleyhisselâm Hızır aleyhisselâm
ile buluşunca; “Esselâmü aleyke yâ Hızır” dedi. O da; “Ve aleykesselâm yâ Mûsâ”
dedi. Bunun üzerine; “Benim Mûsâ olduğumu nasıl bildin? Sana kim haber verdi?”
diye sorunca, Hızır aleyhisselâm; “Beni sana
gösteren, seni de bana haber verdi” (yani Allahü teâlâ
bildirdi) cevâbını verdi.
Bu
tanışmadan sonra, Mûsâ aleyhisselâm, Hızır aleyhisselâma asıl maksadı anlatmak üzere; “Allahü teâlânın ihsân edip, bildirdiği ilimden
öğretmen için sana tâbi olayım mı?” diye sordu. Hızır aleyhisselâm
da; “Yâ Mûsâ! Bende, Allahü teâlânın
ihsân edip verdiği öyle bir ilim vardır ki, sen onu bilemezsin. Allahü teâlânın da sana verdiği öyle bir ilim var
ki, ben de onu bilemem (sen benimle sabredemezsin)” buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm; “Beni inşâallah sabırlı bulursun. Senin
hiç bir işine müdahale etmem” dedi. Hızır aleyhisselâm
ona; “Ben sana hikmetini ve sebebini izâh edinceye kadar, yaptığım işler
hakkında suâl sormaman şartıyla, benimle beraber olabilirsin” dedi. Mûsâ aleyhisselâm, oraya kadar beraber geldikleri Yûşa’ aleyhisselâmı İsrâiloğullarının yanına gönderdi.
Hızır aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâm
ile sahil boyunca bir müddet yürüdüler. Giderlerken bir geminin geçmekte
olduğunu gördüler. Gemicilere, kendilerini gemiye almalarını söylediler.
Gemiciler Hızır aleyhisselâmı tanıyıp, onları
ücretsiz olarak gemiye bindirdi. Bu sırada bir serçe geminin kenarına konup,
denizden bir iki yudum su aldı. Hızır aleyhisselâm,
bu kuşu göstererek; “Yâ Mûsâ, benim ve senin ilmin, Allahü
teâlânın ilmi yanında, şu serçenin denizden aldığı bir yudum kadar
bile değildir” dedi.
Bindikleri
gemi bir müddet yol aldıktan sonra, Hızır aleyhisselâm,
bir aletle gemiye hasar vermeye başladı. Suya temas eden tahtalarından birini
söktü. Mûsâ aleyhisselâm, bu durumu görünce
müdahale edip; “Sen ne yapıyorsun, bizi ücretsiz gemiye bindirdiler; sen ise
gemiyi delip, içindekileri batırmak istiyorsun?” dedi. Hızır aleyhisselâm; “Ben sana benimle olmaya sabredemezsin
demedim mi?” diyerek ayrılmak istedi. Mûsâ aleyhisselâm;
“Dalgınlığımdan dolayı beni muâheze edip de bana güçlük çıkarma” deyince; Hızır
aleyhisselâm, yapılan bu ilk muhâlefetin
dalgınlık ile olması sebebiyle, Mûsâ aleyhisselâmdan
ayrılmadı ve yolculuğa devam ettiler.
Bindikleri
gemi karşı sahile varınca, inip yürüdüler. Yolda oynamakta olan bir grup çocuğa
rastladılar. Hızır aleyhisselâm, o çocuklardan
birini tutup, öldürüverdi. Mûsâ aleyhisselâm
dayanamayıp; “Tertemiz bir cana kıydın. Hiç günâhı yok iken onu öldürdün” dedi.
Hızır aleyhisselâm; “Ben sana benimle olmaya
sabredemezsin demedim mi?” dedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm;
“Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme. O zaman
benim sana bir diyeceğim yoktur” diyerek arkadaşlığa devam etmek istedi. Hızır aleyhisselâm bir müddet daha beraber olmayı kabûl
etti. Yolculuklarına devam ettiler. Sonra yolları bir beldeye düştü. O
memleketin ahâlisinden yiyecek bir şeyler istediler. Fakat onlar hiç bir şey
vermediler ve misâfir etmek de istemediler Sonra o beldede dolaşmaya
başladılar. Bu sırada, yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler. Hızır aleyhisselâm eliyle (işaret ederek veya tutarak)
duvarı doğrultuverdi. Yıkılmasına mâni olup sağlamlaştırdı. Mûsâ aleyhisselâm, kendilerini misâfir etmeyen bu belde
halkına böyle bir yardımın yapılmasına sabredemeyip; “Eğer isteseydin, bu
duvarı doğrultmana karşılık, onlardan bir ücret alırdın. Biz de ihtiyâcımızı
gidermiş olurduk” dedi. Bunun üzerine Hızır aleyhisselâm,
Mûsâ aleyhisselâma; “İşte bu suâlin artık
ayrılmamızı gerektiren bir sebeptir. Şimdi sabretmeye dayanamadığın şeylerin
hikmetini sana açıklayacağım” dedi. Bu hâdiselerin hikmetlerini açıkladı ve
ayrıldılar. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfinde, bu hâdisenin, Mûsâ aleyhisselâmın üçüncü suâli sormasına kadar olan
kısmını anlattıktan sonra; “Allahü
teâlâ Mûsâ'ya aleyhisselâm rahmet etsin. Ne
olurdu, sabretseydi de aralarında geçecek hâdiseler (Allahü teâlâ tarafından) bize bildirilseydi.” buyurmuştur.
Hızır aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmdan
ayrılırken, bu hâdiselerin hikmetini şöyle anlatmıştır: “Bindiğimiz gemiyi
delip yaralamamın sebebi şudur: O gemi, geçimlerini denizden te’min eden on
fakir kardeşe aittir. Karşı sahilde ise, sağlam olan gemilere el koyarak, zorla
alan zâlim bir hükümdâr vardır. Onun, sağlam değildir diye el koymaması için
gemiyi yaraladım. İşte gemiyi kusurlu hâle getirişimin sebebi budur. Böylece, o
zâlim hükümdârın onu gasbetmesine mâni oldum.”
İkinci
hâdiseyi de şöyle açıkladı; “Öldürdüğüm çocuğa gelince; onun anası ve babası
hâlis birer müslümandı. Eğer, o çocuğu öldürmeseydim, ana ve babasının küfre
düşmesine sebep olacaktı.” Rivâyete göre, Hızır aleyhisselâmın
öldürdüğü çocuk; buluğ çağına ermiş, yol kesen azgın ve taşkın bir kâfir idi.
Annesinin ve babasının da küfre düşmesine sebep olmak üzere idi. Diğer bir
rivâyete göre de, bu çocuk kâfir tabîatlı bir çocuk idi. Annesinin ve babasının
küfre düşmesine sebep olma tehlikesi vardı. Öldürülmesi, bu bakımdan, hem
ebeveyni hem de çocuk için hayırlı olmuştu.
Hızır aleyhisselâm, çocuğu öldürmesinin hikmetini,
anlatmaya devamla şöyle buyurmuştur: “O çocuğu öldürmekle biz istedik ki,
mü’min olan anne ve babası küfre düşmekten kurtulsun. Allahü teâlâ, onlara bedel olarak, temiz ve sâlih
bir evlat versin.” Rivâyet edilmiştir ki, Hızır aleyhisselâmın
öldürdüğü çocuğun anne ve babasına, Allahü teâlâ
hayırlı bir kız çocuğu vermiştir. Bu kız, bir peygamber annesi olmuş ve o
peygamber vâsıtasıyla bir ümmet hidâyete ermiştir. Hızır aleyhisselâm, üçüncü hâdisenin hikmetini de şöyle
açıklamıştır: “Yıkılmak üzere iken doğrulttuğum duvara gelince; o duvar, sâlih
bir babanın iki yetim çocuğuna aitti. Altında bir defîne vardı. Eğer duvarı
düzeltmeseydim, yıkılıp defîne ortaya çıkar, çocuklarda henüz küçük oldukları
için, mallarına sâhip olamaz, defîne başkalarının eline geçerdi. Çocuklar
büyüyünce defineye sâhip olabilsinler düşüncesiyle duvarı düzelttim. Bütün
bunlar, her ikimiz için Rabbimizden bir rahmet idi. İşle senin sabredemediğin
hâdiselerin hikmeti bunlardır.” Sonra ayrıldılar. Hızır aleyhisselâm ile Mûsâ aleyhisselâmın
buluşup görüşmeleri ve vukû bulan bu hâdiseler Kur'ân-ı
kerîmde ve hadîs-i şerîflerde
zikredilmiştir. Bu hâdise Kur'ân-ı kerîmde
meâlen şöyle bildirilmiştir:
“Bir vakit Mûsâ (aleyhisselâm), hizmetinde
bulunan gencine (Yûşa' aleyhisselâma) şöyle demişti:
“Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar (Hızır aleyhisselâma kavuşmak için) gideceğim. Yâhud (maksadıma
kavuşmak için)
uzun zaman (senelerce veya 80 sene) gideceğim.”
Bunun üzerine ikisi de
iki denizin birleştiği yere varınca (tuzlanmış
olarak getirdikleri ve canlanınca Hızır aleyhisselâmı
bulmuş olacakları) balığı unuttular. (Allahü
teâlânın vadi ve izni ile) balık (canlanmış ve) denizde uzun bir yarığa doğru yolunu
tutmuştu.
İki deniz kavşağını
geçtikleri zaman Mûsâ (aleyhisselâm), gencine (Yûşa’ aleyhisselâma) dedi ki:
“Yemeğimizi getir, gerçekten biz (istirahat ettiğimiz sahradan
sonraki) bu
yolculuğumuzdan yorgun düştük.”
(Yûşa’ aleyhisselâm) Mûsâ'ya (aleyhisselâm) şöyle dedi:
“Gördün mü (Hatırladın mı)? Kayada eğlendiğimiz (dinlendiğimiz) zaman ben balığı
unutmuşum. Onu hatırlamamı muhakkak bana şeytan unutturdu. (Yâni
unutmama sebep oldu. “Beydâvî tefsîrinde buyruldu ki: “Unutmayı
şeytana nispet etmesi, nefsini aşağılamak içindir. Yoksa unutmayı yaratan Allahü teâlâdır). O balık tuhaf bir şekilde denizdeki yolunu
tutup gitti.”
Mûsâ (aleyhisselâm); “İşte bu (balığı
kaybetmemiz)
aradığımız şeydir. (Zirâ bu balık aradığımız kimseyi bulacağımıza
bir delil idi.)”
dedi. Hemen izlerini tâkib ederek (balığın denize indiği) sahraya geri
geldiler.
Orada kendi indimizden
bir rahmet (vahy ve
nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilimi (ilm-i batını) öğrettiğimiz
kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular.
Mûsâ (aleyhisselâm) ona (Hızır
aleyhisselâma); “Sana öğretilen hayr ve rüşd ilminden, bana
öğretmen şartı ile sana tâbi olayım mı?” dedi.
O (Hızır aleyhisselâm) da; “Doğrunu sen
benimle (yanımda) sabretmeye asta muktedir olamazsın, ilminin ihâta etmediği
şeye nasıl sabredebilirsin?” dedi.
(Mûsâ aleyhisselâm;) “İnşâllah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiç bir işine
karşı gelmeyeceğim.” dedi.
O (Hızır aleyhisselâm), dedi ki: “O
hâlde bana tâbi olacaksan, (münker zannettiğin bir iş gördüğün zaman
onu) sana
anlatıncaya kadar bana hiç bir şeyden suâl etme.”
Böylece kalkıp gittiler.
Nihâyet gemiye bindikleri zaman (Hızır
aleyhisselâm) gemiyi (bir balta ile) deldi. Mûsâ aleyhisselâm
ona şöyle dedi: “Ehlini (geminin içindekileri) boğmak için mi onu deldin? Doğrusu çok büyük
bir iş yaptın.”
(Hızır aleyhisselâm;) “Sen benimle aslâ sabredemezsin demedim mi? dedi.
Mûsâ (aleyhisselâm) dedi ki: “Beni
unuttuğum şeyle muâheze etme ve bu işimden dolayı bana güçlük çıkarma.”
Yine gittiler. Nihâyet
bir oğlana rastladıkları vakit, (Hızır
aleyhisselâm) bunu öldürüverdi. (Mûsâ aleyhisselâm) dedi ki: Tertemiz bir kimseyi, bir can karşılığı olmaksızın
(kısas olmaksızın) öldürdün ha! Doğrusu görülmemiş bir şey yaptın.”
Hızır (aleyhisselâm) dedi ki: “Sen
benimle aslâ sabredemezsin demedim mi sana.”
Mûsâ (aleyhisselâm) şöyle dedi; “Eğer
bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaşlık etme. Doğrusu
tarafımdan (yapılacak) olan son özrü nihâyete ulaştırdın. (Bundan sonra
muhâlefet edersem benim arkadaşlığımı terk etmekte mâzursun.)”
Bunun üzerine yine
gittiler. Sonunda bir köy halkına vardılar. Onlardan yemek istediler. Köy halkı
kendilerini misâfir etmek istemedi. Derken yıkılmak üzere bir duvar buldular. (Hızır aleyhisselâm) onu hemen
doğrultuverdi. (Mûsâ aleyhisselâm
ona) dedi ki:
İsteseydin bu işine karşı onlardan bir ücret alırdın.”
(Hızır aleyhisselâm) şöyle dedi: “İşte bu îtirâz, seninle benim aramın
ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin te’vilini haber vereyim:
Gemiye gelince; gemi
denizde iş yapan bir takım yoksulların idi. Ben o gemiyi kusurlu yapmak
istedim. (Çünkü) arkalarında (yani
döndüklerinde veya sahile çıktıklarında) sağlam her gemiyi zorla alan bir hükümdâr vardı.
Oğlana gelince; onun
ebeveyni mü’min kimseler idi. Bunun için oğlanın onları azgınlık ve küfre
düşürmesinden endişe ettik. İstedik ki, onların Rabbi bu oğlanın yerine,
kendilerine daha hayırlı ve müttekisini ve kendilerine merhamette ondan daha
yakınını versin.
Duvara gelince; bu duvar,
şehirde iki yetim oğlanın idi. Duvarın altında, bu oğlanlar için saklı bir
define vardı. Babaları da sâlih bir kimse idi. Onun için Rabbin diledi ki,
ikisi de rüştlerine ersinler ve definelerini çıkarsınlar. Bu, Rabbinden bir
merhamet idi. Ben bunları kendi görüşümle yapmadım. (Allahü
teâlânın emriyle yaptım.) İşte senin sabredemediğin şeylerin te’vili budur.” (Kehf
sûresi: 60-82)
Tefsîr
âlimlerinin, bu âyeti kerîmelerin tefsîrinde beyân ettikleri husûslardan bir
kısmı şöyledir: “...
Ona ledünnî ilimi öğrettiğimiz...” buyrularak işâret edilen ilim
ise; kimsenin bilemeyeceği, ancak Allahü teâlânın
bildirdiklerinin bilebileceği bâzı gayblara dâir ilimdir. Allahü teâlâ tarafından ihsân edilen bu ledünnî
ilim, çalışmak ve gayretle elde edilmez. İhsân edilen kimselere mahsustur.
Umûma şamil değildir. Peygamberlere verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise
umûma şamildir. Yâni peygamberler bunları gönderildikleri kavimlere tebliğ
etmekle, bildirmekle vazifelidirler. Bu bakımdan, peygamberlerin ilmi, ilm-i
ledünnîden üstündür. Buna rağmen, Mûsâ aleyhisselâmın
Hızır aleyhisselâm ile buluşup ilm-i ledünnîden
bir miktar öğrenmek istemesinde, ilim için çalışmaya bir teşvik vardır. Bunda
daha başka hikmetler de bulunmaktadır. Bu bakımdan Hızır aleyhisselâmın ledünnî ilimi bilmesi, Ülü’l-azm bir
peygamber olan Mûsâ aleyhisselâmdan üstün
olduğunu göstermez. Hızır aleyhisselâmın
zâhiren tuhaf görülen bu işleri, Allahü teâlânın
bildirmesi ve emri ile, bir hikmete binâen yapılmıştır, yanlış değildir ve
mes’ûliyeti de yoktur.
Netîce
îtibâriyle Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlânın bildirdiği hükümleri insanlara
tebliğ etmekle; Hızır aleyhisselâm da Allahü teâlânın kendisine bildirdiği, yapmasını
emrettiği işleri yapmakla vazifeli idi. Bu işler, Hızır aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâmdan
üstün olduğunu göstermez. Mûsâ aleyhisselâmın
onunla buluşup görüşmek istemesi, onda bulunan ledünnî ilime aşina olmak
içindi. Nitekim, buluştuklarında Hızır aleyhisselâm
ona şöyle demiştir: “Yâ Mûsâ! Sana ilim olarak Tevrât, meşgale olarak da Benî
İsrâil yeter.” Yine, Sahîh-i Buhârî’de zikredilen bir hadîs-i şerîfte şöyle dediği bildirilmiştir: “...Yâ Mûsâ!
Bende, Allahü teâlânın kendi ilminden bana verdiği öyle bir ilim vardır ki, sen
onu bilemezsin. Sende de, Allahü teâlânın sana verdiği öyle bir
ilim vardır ki, onu da ben bilemem...”
Mûsâ aleyhisselâmın; “Sana öğretilen hayr ve rüşd ilminden, bana öğretmen şartı
ile sana tâbi olayım mı?” demesi, yüksek bir tevâzû ve edeb
göstermesi sebebiyledir. Hızır aleyhisselâmın
ise, ona; “Doğrusu
sen benimle sabretmeye aslâ muktedir olamazsın, ilminin ihâta etmediği şeye
nasıl sabredebilirsin?” demesinin sebebi; kendisinin, ihsân edilmiş
olan-ilm-i ledünnîye göre iş yapmakta olduğunu, bunun ise zâhiren Mûsâ aleyhisselâma bildirilen dîne uymadığına işâret için
idi. Çünkü, kendi yaptığı işler görünüşte münkerâta yâni yapılması yasak edilen
işlere benziyordu. Peygamberlerin ise böyle işler karşısında sabretmeleri,
müdahalede bulunmamaları câiz değildir. Çünkü onlara verilen dinler belirli
hükümler bildirmiştir. Bu bakımdan, bu hükümlere ters düşen ve münkerâttan olan
işlere mâni olmakla vazifelidirler. Yâni Hızır aleyhisselâm,
Mûsâ aleyhisselâma; sende bulunmayan ve sana
vahyolunmamış olan ilm-i ledünnîyi ve bu ilimle bana bildirilen şeyleri
bilmeden nasıl sabredebilirsin. Benim hâlim sana kıyas olunmaz. Çünkü Allahü teâlâ, bana bir takım sırlara dâir ilim
verdi. Ben bu ilmin hakîkatını ve hikmetini bildiğim için gereğini yaparım
demek istedi.
Mûsâ aleyhisselâmın; “İnşâallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiç bir işine
karşı gelmeyeceğim” demesi, Hızır aleyhisselâmın
bildiği ledünnî ilimden biraz öğrenmeyi arzu ettiğini bildirmek için idi. Bunun
üzerine Hızır aleyhisselâmın; “O hâlde, bana
tâbi olacaksan, (münker zannettiğin bir iş gördüğün zaman onu) sana anlatıncaya
kadar, bana hiç bir şeyden suâl etme” demesi; zâhiren senin dînine
muhalif işler yaparsam onları benden suâl etme, ben onların hikmetini sana
beyân edeceğim, açıklayacağım mânâsında bir tavsiyedir.
İmâm-ı
Beydâvî hazretleri şöyle buyurmuştur: “Mûsâ aleyhisselâm,
ülü’l-azm bir peygamber olduğu hâlde, kendi mertebesinden daha aşağı olan Hızır
aleyhisselâmdan ilim taleb etmesi,
peygamberliğine uygun düşmeyen bir iş değildir. Zirâ peygamberin ilmi,
kendisine bildirilen dînin esaslarına, teferruâtına ve hükümlerine dâir
ilimlerdir. Allahü teâlânın vahyettiği
her şeyi bilir ve ümmetine tebliğ eder, bildirir. Fakat dînine âit olmayan
işlerden, dîninin hükümleri dışında kalan ledünnî ilimi bilmemesi ve mertebe
bakımından kendisinden daha aşağı mertebede bulunan kimseden ilim (ledünnî
ilim) öğrenmesinde bir mahzur yoktur. İşte bu esasa binâen, Mûsâ aleyhisselâm, peygamber olduğu hâlde, kendisine
bildirilmemiş olan bâzı gaybî şeyleri, üstün bir tevâzû göstererek öğrenmek
istemiştir.
Gemiye
bindiklerinde, Hızır aleyhisselâm gemiyi
delerken, Mûsâ aleyhisselâmın müdahale edip; “Ehlini
(geminin içindekileri) boğmak için mi onu deldin? Doğrusu çok büyük bir iç yaptın”
demesi, Hızır aleyhisselâmın yaptığı işin,
zâhiren (görünüşte) yanlış bir iş gibi olması yüzündendi. Hızır aleyhisselâm gemiyi delince, kerâmeti veya
mûcizesiyle gemiye su dolmamıştır. Bir rivâyete göre de, geminin sudan yukarıda
kalan kısmından bir tahta kırmıştır. Gemiyi delmesi, gemi sâhiplerine her ne
kadar zarar olsa da bu; karşıya geçtiklerinde, zâlim bir kral tarafından
gemilerinin ellerinden alınması yanında çok hafif kalır. Çünkü Hızır aleyhisselâm, bir delik açarak, özürlü şekle
getirmeseydi, gemi tamâmen ellerinden gidecekti. “İki zarardan en hafifini
tercih etmek lâzımdır” kâidesine binâen böyle yapmıştır. Hazin ve Ebüssü’ûd
tefsîrlerinde rivâyet edildiğine göre, Hızır aleyhisselâmın
delmek sûretiyle gasbedilmekten kurtardığı gemi, on kardeşin malı idi. Bu on
kardeşten beşi sağlam, beşi ise âmâ, topal ve vücutları sakat idi. Sağlam olan
beş kardeş çalışıp, sakat kardeşlerini besliyorlardı.
Gemiden
inip giderlerken, Hızır aleyhisselâmın,
rastladıkları çocuklardan birini öldürmesi de bir hikmete ve sebebe bağlı idi.
Çocuk küçük olmayıp, akıl-bâliğ ve kâfir idi. Bir rivâyete göre ise, çocuk
katlolunduğu zaman, katlini icâbettiren bir suçu yoksa da büyüyünce büyük bir
zarara, anasının ve babasının küfre düşmesine sebep olacağı için, Allahü teâlâ Hızır aleyhisselâma
katletmesini emretmiştir. Allahü teâlâ,
katlolunan çocuğun annesine ve babasına ondan daha hayırlı ve merhametli bir
kız evlâdı vereceğini, Hızır aleyhisselâma
bildirip vâd etti. Yine rivâyete göre, o çocuk katlolunduktan sonra, Allahü teâlâ, ana ve babasına bir kız evlâdı
vermiş, bu kızdan bir peygamber dünyâya gelmiştir. Bu peygamber vâsıtası ile
ise bir ümmet hidâyete ermiştir. Hızır aleyhisselâm,
çocuğu öldürünce Mûsâ aleyhisselâmın; “Tertemiz bir
kimseyi bir cân karşılığı olmadan öldürdün ha! Doğrusu görülmemiş bir iş
yaptın” demesi, bu hâdisenin, zâhiren onun dînine uygun düşmemesi
sebebiyledir. Hızır aleyhisselâma ise, böyle
bir işi yapması husûsi bir vahiy ile Allahü teâlâ
tarafından bildirilmiştir. “Mazharî Tefsîri’nde şöyle buyrulmaktadır: “İlham
ile hâsıl olan ilim zannîdir. Hatalı olma ihtimâli vardır. İlhama dayanan
bilgiler arasında tenakuz olabilir. İşte bu sebeple Hızır aleyhisselâm Nebîdir (peygamberdir). Eğer Nebî
olmasaydı, o çocuğu öldürmesi câiz olmazdı. Yâni ilham ile hareket ederek; bu
çocuk yaşarsa, anasının babasının küfre düşmelerine sebep olacak diye öldürmesi
câiz olmazdı. (Çocuğu kendisine bildirilen bir vahiy üzerine öldürmüştür, ilham
ile öldürmemiştir. Vahiyle yapılan işlerde hatâ olmaz.)”
Hızır aleyhisselâmın, Mûsâ aleyhisselâm
ile uğradıkları bir beldede, yıkılmak üzere bir duvara eliyle dokunarak
doğrultması ve sağlam bir hâlde bırakmasının da hikmeti vardı. Duvarın altında
iki yetim çocuğa âit olan ve orada saklı bulunan bir hazîne vardı. Babaları
sâlih bir zât idi. Bu sebeple evlatlarına da faydası dokunmuş ve bıraktığı mal
onlara ulaşmıştır. Bir rivâyete göre, duvarın altındaki hazîne, altından bir
levha idi ve üzerinde; “Kadere îmân edip de hâdiselerden dolayı mahzûn olan
kimseye; ölümün hak olduğunu bilip de ferah ve sürûr içinde olana; kıyâmet günü
hesâba çekileceğine îmân edip de gaflette bulunana ve dünyânın değiştiğini,
fânî olduğunu bilip de ona güvenene şaşarım” yazılı idi. Defineden murâdın
altın ve gümüşten bir hazîne olduğu rivâyeti daha sahihtir.
Arais-ül-mecalis
kitabında şöyle bildirilmiştir: “Ebû Ümame Bahilî hazretleri şöyle rivâyet
etmiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Size Hızır'dan
bahsedeyim mi?” (Dinleyenler;) “Evet, yâ Resûlallah” dediler.
Buyurdu ki: “Hızır,
İsrâiloğullarının çarşısında dolaşırken, önüne bir mükâteb (belli
para karşılığında âzâd olacak köle) çıktı. Bana bir sadaka ver. Allahü teâlâ seni
mübârek ve üstün eylesin” dedi. Hızır (aleyhisselâm); “Allahü teâlâya inandım, Allahü teâlânın takdir ettiği elbette
olacak. Sana verecek bir şeyim yok” dedi. Adam; “Bana bir sadaka ver, Allahü teâlâ seni bereketli eylesin. Zirâ yüzünde hayır, iyilik
görüyorum. Bu sebeple senin tarafından bir iyilik istiyorum” dedi. Hızır aleyhisselâm
yine; “Allahü teâlâya îmân ettim. O'nun takdir ettiği olacak, yanımda sana
verecek bir şey yok” dedi. Sadaka isteyen ona; “Senden Allahü teâlânın ismi ile istiyorum, sen bana sadaka vermiyorsun” dedi.
Hızır (aleyhisselâm) yine; “Allahü teâlâya îmân ettim. O'nun takdir ettiği elbette olacak; yanımda
sana verecek bir şey yok, ancak elimi tut, pazara götür ve beni sat (o
parayı) al”
dedi. Köle; “Böyle şey olur mu?” dedi. Hızır (aleyhisselâm); “Doğru söylüyorum. Çünkü sen, Allahü teâlâ hürmetine benden istedin. Rabbimin rızâsı hakkı için
istedin. Ben de kabûl ettim. Şimdi elimi tut, beni pazara götür ve sat” dedi.
Hızır'ın (aleyhisselâm) elini tutup,
pazara götürdü ve dörtyüz dirheme sattı. Hızır (aleyhisselâm) satın alanın yanında birkaç gün kaldığı hâlde, sâhibi
kendisine bir iş vermedi. Hızır (aleyhisselâm)
ona; “Bana iş
emret, çalışayım” dedi. Efendisi; “Sen ihtiyârsın, sana meşakkat vermek, seni
yormak istemem” dedi. Hızır (aleyhisselâm); “Hayır ben
yorulmam, çalışırım” diye cevap verdi. Efendisi; “Öyleyse kalk, bu taşı buradan
şuraya naklet” dedi. Halbuki dediği taşı, tam bir günde ancak altı kişi oraya
götürebilirdi. Kalktı ve bir saatte taşı oraya götürdü. Allahü teâlâ bir meleği ona gönderip, onun yardımıyla götürmüştü. Adam
hayret etti ve; “Pek güzel yaptın” dedi. Sonra efendisinin yolculuğa çıkması
icâbetti. Hızır'a (aleyhisselâm); “Seni emîn,
sâlih, adil bir kişi görüyorum, ben yolculuğa çıkıyorum. Sen bana vekaleten
evde kal” dedi. “Olur. İnşâllah, ama bana uğraşacak bir iş de ver” dedi. “Sana
zahmet vermek bana iyi gelmiyor” dedi. Hızır (aleyhisselâm); “Hayır, zahmet olmaz” dedi. Efendisi; “Peki, kerpiç yap,
lâzım olacak, bir köşk yapacağım” dedi ve nasıl yapacağını ona anlattı. Sonra
sefere çıktı. İşini görüp, seferden dönünce, bir de ne görsün. Hızır
(aleyhisselâm), binâyı onun istediği gibi yapmıştı. Bu
sefer, efendisinin hayreti daha da arttı ve ona; “Sen kimsin?” dedi. Hızır (aleyhisselâm) “Ben senin aldığın bir köleyim” dedi. Efendisi; “Allah için
sordum. Kim olduğunu bana bildir” dedi. Hızır (aleyhisselâm) dedi ki; “Kullukta, ismine hürmeten sorduğun suâl için,
şimdi cevap veriyorum: Ben Hızır'ım. Bir dilenci, Rabbimin rızâsı için
kendisine bir sadaka vermemi istedi. Ona verecek bir şeyim yoktu. Kendimi ona
verip, beni sat dedim. Bana gelen haberde; Bir kimseden Allah için bir şey
istenir de, verecek bir şeyi olduğu hâlde, ona bir şey vermezse, kıyâmet günü
Rabbinin huzûrunda, yüzünde et ve deri olmadan, sâdece sallanan kemikler olduğu
hâlde bulunur” diye bildirildi. Bunun üzerine o adam ağladı, eğildi, onu öptü ve; “Anam
babam sana fedâ olsun! Sana zahmet verdim. Seni tanımadım. Mal ve çoluk-çocuğum
için ne istersen emret. Serbest olayım diyorsan, serbest ol” dedi. “Beni bırakmanı ve
Rabbime ibâdet etmemi isterim” dedi. O adam kâfir idi. Hızır'ın aleyhisselâm
elinde îmâna geldi ve ona dörtyüz altın verip, serbest bıraktı. Bunun üzerine Allahü teâlâ Hızır'a (aleyhisselâm); “Seni kölelikten
kurtardım. Kâfiri elinde îmân ettirdim. Her gümüşe karşılık sana bir altın
verdim ki, benimle muâmele edenlerin zarar etmediklerini bilesin” diye
vahyetti.
Sevgili Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem), Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm) ile Tebük harbinde iken, ikindi
namazını kıldıktan sonra iki beyt işittiler. Fakat şiiri söyleyeni göremediler.
Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Bu iki beytin söyleyicisi kardeşim Hızır'dır.
Sizi övüyor” buyurdu.
Ebü'l-Hasen
Hayrün-Nessac, İbrâhim Havvâs'ın şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bir
yolculuğum sırasında çok susamıştım. Susuzluktan kendimden geçip, yere
yıkıldım. Ben bu hâlde iken, yüzüme su serpilmeye başladı. Gözümü açıp baktım
ve gördüm ki, yanımda gâyet güzel yüzlü bir zât, bineği üzerinde duruyordu.
Bana su verip içirdikten sonra; “Terkime bin” dedi. Ben Hicaz'a gidiyordum.
Kalkıp terkisine bindim. Çok az bir müddet terkisinde oturdum. Beni kısa bir
zaman içinde Hicaz'a ulaştırıp; “Ne görüyorsun?” diye sorunca; “Medîne-i
münevvereyi görüyorum” diye cevap verdim. Sonra bana; “Haydi in, benden Resûlullah sallallahü
aleyhi ve selleme selâm söyle. Kardeşin Hızır (aleyhisselâm)
selâm söyledi de!” buyurdu.
Ebü'l-Hadid,
Muzaffer Cessas'ın şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bir gece Nâsr'ul-Harrât ile
ilimden bir mevzu üzerinde müzakere yapıyorduk. Nâsr'ul-Harrât dedi ki: “Allahü teâlâyı zikreden kimsenin daha zikrinin
başında elde ettiği fayda, Allahü teâlanın da kendisini andığım bilmesidir.
İşte, Allahü teâlâ onu andığı için, o Allahü teâlâyı zikretmiştir.” Ben ise ona
muhâlefet etmiştim. Bunun üzerine; “Eğer Hızır aleyhisselâm
burada olsaydı, söylediğim bu sözün doğru olduğunu tasdik ederdi” dedi. Bu
sırada, havada yürüyerek, yanımıza doğru yaklaşan birini gördük. Yanımıza
gelince; “Doğrudur, Allahü teâlâyı
zikreden kimse, kendisini Allahü teâlânın
anmasının hürmetine zikreder” buyurdu. Anladık ki bu zât Hızır aleyhisselâm idi.
Muhammed
bin Hasen Askalânî, Ahmed bin Ebi'l-Havârî'den şöyle rivâyet etmiştir: “Muhammed bin Semmâk hazretleri hasta olduğunu
söylemişti. Biz onu çektiği ağrı ve acıdan kurtarmak istedik. Durumunu sormak
ve bir ilaç istemek için bevlinden bir miktar alıp, hıristiyan bir tabibe
gitmek üzere yola çıktık. Hayre denilen yer ile Kûfe arasında bir mevkiye vardığımızda,
karşımıza güzel yüzlü, mübârek bir zât çıktı. Tertemiz elbiseler giymişti.
Üzerinden hoş kokular yayılıyordu. Bize; “Nereye gidiyorsunuz?” dedi. “Falan
hıristiyana, İbn-i Semmâk'ın hastalığının çâresini sormaya gidiyoruz” diye
cevap verdik. Bunun üzerine; “Sübhânallah, Allahü
teâlânın velî bir kulu için, Allahü teâlânın
düşmanı olan bir kimseden yardım istiyorsunuz! Yanınızda getirdiğiniz o bevli
atınız ve İbn-i Semmâk'a gidip, söyleyiniz: “Ağrıyan yerine elini koysun ve
şunu okusun: Vebil
hakkı enzelnâhü vebil hakkı nezel.” O zât bunu söyledikten sonra
gözden kayboldu. Biz geri dönüp, İbn-i Semmâk hazretlerinin yanına gelerek,
bunları aynen söyledik. Söylediğimiz gibi elini ağrıyan yerine koyup o zâtın
işâret ettiği şekilde okudu. Hemen ağrısı kesildi ve sıhhate kavuştu. Sonra
bize; “Size bunu söyleyen Hızır aleyhisselâm
idi" dedi.
(Hızır aleyhisselâmın İbn-i Semmâk hazretlerinin şifâ
bulması için okumasını işâret buyurduğu ibâre, Kur'ân-ı
kerîmde İsrâ sûresi 105. âyet-i kerîmededir. Medarik tefsîri’nde
şöyle bildirilmiştir; “Hasta olan kimsenin üzerine bu âyet-i kerîme okunur ve
okuyan kimse ağrı üzerine elini sürerse, biiznillah hastalık zail olur.”)
Ebû Bekr
Nablûsî, Ebû Bekr Hemedânî'nin şöyle anlattığını rivâyet etmiştir: “Bir
defâsında Hicaz çölünde kalmış ve günlerce bir şey yememiştim. Kendi kendime,
Irak'ta Babü't-tak (denilen yerde) da olsaydım, sıcak bir bakla ve ekmek yerdim
dedim. Sonra da; Ben şu anda çöldeyim. Orası ile benim bulunduğum yer arasında
uzak mesâfeler var” diye düşündüm. Ben böyle düşünürken, çölde, uzaktan köylü
kılığında biri gözüküp; sıcak bakla ve ekmek! diye bağırmaya başladı. Ona
yaklaştım ve; “Senin yanında gerçekten sıcak bakla ve ekmek var mı?” dedim.
Evet var diye cevap verdi. Sonra çantasını açtı, içinde bakla ve ekmek vardı.
Çıkarıp bana; “Buyur ye” dedi. Ben de biraz yedim. Tekrar yememi söyledi. Biraz
daha yedim. Böylece dört defâ tekrar tekrar yememi istedi ve ben de yedim.
Dördüncü defâsında o zâta; “Seni benim imdadıma gönderen Allah için söyle sen
kimsin?” dedim. Cevabında; “Ben Hızır'ım” dedi ve gözden kayboldu.”
Bir zât,
Hızır aleyhisselâmdan nasîhat isteyince şöyle
buyurmuştur: “Güler yüzlü ol, hiddetli olma. Çok faydalı ol, az da olsa zararlı
olma. Lüzumsuz gezme, boşuna gülme, kimseyi kusurundan dolayı yerme.”
Bişr-i
Hafi, Hızır aleyhisselâmı görüp, duâ istedi.
Hızır aleyhisselâm da; “Allahü teâlâ tâat ve ibâdeti sana kolaylaştırsın”
buyurdu. Biraz daha deyince; “Allahü teâlâ
amelini kimseye duyurmasın” buyurdu.
Mevlânâ
Abdurrahmân Câmî Nefehat-ül-üns kitabında şöyle anlatmıştır: “Ebü’d-Derda (radıyallahü anh) bir gün Mekke-i mükerremede bir
dağın üzerine çıktı. Orada, hâlinden ve tavrından sâlihlerden olduğu anlaşılan
birisini gördü. Sonra yanına giderek; “Bana nasîhat et”, dedi. O da; “Nâsîhat
olarak ölüm sana kâfidir” buyurdu. Ebü’d-Derda (radıyallahü
anh); “"Daha fazla nasîhat et” dedi. O da; “Gam (tasa) bakımından
kabri düşünmek kâfidir” dedi. Bunun üzerine Ebü’d-Derda (radıyallahü anh), Resûlullah
efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem)
huzûruna gelip, bu hâli haber verdi. Peygamber
efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)
“O zât kardeşim
Hızır'dır” buyurdular.
Kerz bin
Vebre (radıyallahü anh) şöyle anlatmıştır:
“Bize, Şamlı bir arkadaşım geldi. Bir hediye getirdi. “Bunu kabûl et. Çünkü
değerli bir hediyedir” dedi. Ben de; “Kardeşim, bu hediyeyi sana kim verdi?”
diye sordum. Cevabında; “Bunu bana İbrâhim Teymî (rahmetullahi
aleyh) verdi. İbrâhim Teymî bana şöyle anlattı: “Bir gün Kâbe-i
muazzamanın yanında oturmuş, cenâb-ı Hakk'ı
zikir ile meşgûldüm. Yanıma bir kimse geldi. Selâm verdi ve sağ tarafıma
oturdu. Şimdiye kadar onun gibi heybetli, elbiseleri bembeyaz ve kokusu güzel
olan bir kimse görmemiştim. Dedim ki: “Ey Allahü
teâlânın kulu? Kimsiniz?” “Sana selâm vermek ve seninle cenâb-ı Hakk'ın muhabbeti hakkında konuşmak üzere
geldim. Yanımda da bir hediyem var. İster misin onu sana vereyim?” dedi. Ben
de; “O hediye nedir?” diye sordum. Bu müsebbiat'tır ki, her gün güneş doğmadan
ve batmadan evvel okumalısın. Onlar Fatihâ, Ayet-el-Kürsî, Kafirun, İhlâs,
Felâk ve Nâs sûreleri ve bunların arkasından da; (Sübhânallahi velhamdüllilahi
velâ ilâhe illallahü vallahü ekber, Allahümme salli ve sellim ala Muhammedin ve ala âlihi ve eshâbihi ve ala
sâir-il-enbiyai vel-mürselîn. Allahümmagfir lî ve li-vâlideyye
ve-li-cemî'ıl-mü’minîne vel-müminât vel-müslimîne vel-müslimât el-ehyai
minhüm-vel-emvât, bi-rahmetike, yâ Erhamerrâhimin, Allahümme-f'al bî ve bihim,
acilen ve acilen fîd-dünyâ ved-dîn vel-ahireti, mâ ente lehü ehlün velâ tef’al binâ
ve bihim yâ Mevlânâ mâ nahnü lehü ehlün inneke Gafûrun Halîm, Cevâdün Kerim,
Raûfün Rahim) duâsıdır. Bunların her birini yedi defâ okumalısın” dedi. Ona
sordum; “Bu hediyeyi sana kim verdi? O da; “Muhammed
aleyhisselâm” dedi. Ben tekrar; “Bunun sevâbından
ve fazîletinden bana haber ver” dedim. Dedi ki: “Sen, Muhammed aleyhisselâm
ile görüştüğün zaman, O sana haber verir!” Artık bu anlatılanlara uyarak, her
gün okumağa başladım. Bir gece rüyâda melekleri gördüm. Beni alıp Cennet’e
götürdüler. Orada çok büyük makâmlar vardı. Meleklere; “Bu gördüğüm makâmlar
kimindir?” diye sordum. Bana; “Bu makâmlar senin gibi amel eden kimselerindir”
dediler. Sonra Cennet’in meyvelerinden yedirdiler, içeceklerinden içirdiler. O
sırada Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) geldiğini gördüm.
Beraberinde yetmiş saf nebî ile yetmiş saf melek vardı. Her saf doğu ile
batının arası kadardı. Sonra Peygamber efendimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem), bana selâm verdi
ve müsafaha etti. Ben de; “Yâ Resûlallah! Bu hadîs-i
şerîfinizi, bana Hızır aleyhisselâm
sizden işittim, diye haber verdi” dedim. Peygamberimiz
(sallallahü aleyhi ve sellem) üç defâ; Hızır
doğru söylemiştir. Çünkü o, yeryüzünün en âlimi, ebdâl denilen evliyâ
tâifesinin reîsi ve Hak teâlânın
ordusunda bir neferdir buyurdu. Bunun üzerine; “Yâ Resûlallah! Bu fiili yapan
herkese her şey verilir mi?” diye suâl eyledim. Buyurdu ki: “Allahü teâlâ onun büyük günâhlarını affeder.
Gadabını ondan kaldırır. Sol omzunda bulunan meleklere, bir yıl onun
günâhlarını yazmamalarını emreder. Bununla ancak Allahü
teâlânın saâdetli olarak yarattığı kimseler amel eder. Hak teâlânın şakî olarak yarattığı kimseler
bununla amel etmez.”
Kerz bin
Vebre şöyle anlatmıştır: “Hızır aleyhisselâma;
“Bana her gece yapmam için bir ibâdet öğret” dedim. Bunun üzerine şöyle
buyurdu: “Her gece akşam namazını cemâatle kıldıktan sonra kimse ile konuşmadan
yatsıya kadar namaz (nafile namaz) kıl. Her iki rekatta bir selâm ver ve her
rekatta bir Fatihâ ile üç İhlâs oku, yatsı namazından sonra evine git. Evinde
de kimse ile konuşmadan her rekatında bir Fatihâ ve yedi İhlâs okumak sûretiyle
iki rekat namaz kıl. Selâm verdikten sonra başını secdeye koy ve yedi kere
“Sübhânallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber velâ havle
velâ kuvvete illâ billahil-aliyyil-azim” de! Sonra başını secdeden kaldır, otur
ve ellerini açarak şu duâyı oku: “Yâ hayyü yâ kayyûm yâ zelcelâlî vel-ikrâm yâ
ilâhel evvelîn vel-âhırîn yâ Rahmân-ed-dünyâ vel-ahireti ve rahîme-hümâ yâ
Rabbî, yâ Rabbî, yâ Rabbî, yâ Allah, yâ Allah, yâ Allah.” Sonra ellerin açık
olduğu hâlde ayağa kalk bu duâyı ayakta da oku. Sonra istediğin yerde kıbleye
karşı sağ tarafın üzerine yat. Uykuya dalıp uyuyuncaya kadar Resûl-i ekreme (sallallahü
aleyhi ve sellem) devamlı salavat getir” dedi. Hızır aleyhisselâma; “Bunu sana kim öğretti, bana söyler
misin?” dedim. “Muhammed aleyhisselâma bildirilirken duyup öğrendim” buyurdu.
Sonra da; “Bildirdiğim bu duâ ve salavatı ihlâs ile yapan ve buna devam eden
kimse, mutlaka Resûl-i ekremi (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyâsında görür”
buyurdu.”
Şakîk bin
İbrâhim şöyle anlatmıştır: “İbrâhim Edhem'i Mekke'de görmüştüm. Resûlullah'ın (sallallahü
aleyhi ve sellem) doğduğu mahallede yol kenarında oturmuş ağlıyordu.
Yanına yaklaşıp, niçin ağladığını sordum, söylemedi. Üç defâ ısrâr ettim;
üçüncü soruşumda şöyle dedi: “Kimseye anlatma! Otuz seneden beri, canımın arzu
ettiği ekşili çorbayı yemedim. Geçen akşam otururken uykuya daldım. Rüyâmda,
elinde bir kap içinde çorba taşıyan bir genç yanıma geldi. Elindeki kaptan çorba
kokusu yayılıyordu. Canım çekti. O genç yanıma yaklaşıp; “Ey İbrâhim! Buyur
ye!” dedi. Ben de; “Yemem, zirâ Allah rızâsı için terk ettim” dedim. Genç; “Allahü teâlâ bunu sana nasîb eyledi. Ye!” dedi.
Bunun üzerine ben ağlamaya başladım. Genç ise; “Ye! Allah sana rahmet etsin”
dedi. “Biz, helâl olup olmadığını bilmediğimiz yiyecekleri yememekle
emrolunduk” dedim. Genç bunun üzerine bana şöyle dedi: “Afiyetle ye, zirâ bana
denildi ki: “Ey Hızır bu yiyeceği al, İbrâhim bin Edhem'e yedir. Çünkü onun Allah
rızâsı için sabretmesi sebebiyle, Allahü teâlâ
ona merhamet etti” dedi. Sözüne devamla; “Ey İbrâhim, dikkat et, ben
meleklerin; “Kime verilir de almazsa, istese de verilmez dediklerini duydum
dedi. Ben ise; “İşte ben karşındayım ve Allahü teâlâya
söz verdim ki, helâl bilmediğim şeyleri yemeyeceğim” dedim. Bundan sonra
karşımdan çekildi. Başka bir genç karşıma çıktı. Bu sefer, elindeki çorba
kabını o gence verip; “Sen yedir” dedi. Bunun üzerine o genç bana yedirmeye
başladı ve ben uyanıncaya kadar devam etti. Uyandığımda çorbanın tadı ağzımda
idi.” Bu hâdiseyi nakleden Şakîk bin İbrâhim (kuddise
sirruh), sözüne devamla şöyle demiştir: “İbrâhim bin Edhem bana bunu
anlatınca; “Elini uzat” dedim. Uzatınca tutup öptüm ve; “Ey hâlis niyetle
nefsinin kötü isteklerine uymayan, kimseleri doyuran Allah'ım! Ey gönüllere
yakîni yerleştiren ve muhabbetle seni seven hasta gönüllere şifâ veren
Allah'ım! Bu Şakîk'in râzı olduğun bir hâli var mıdır? Şu elin sâhibinin
(İbrâhim bin Edhem'in) hürmetine bu fakir kulunu da rahmetine ve ihsânına
mazhar kıl...” diye duâ ettim. Sonra İbrâhim Edhem kalkıp yürüdü. Ben de
ardından gittim ve Kâbe'ye girdik.
Şeyh-i
ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, Hızır aleyhisselâm
ile karşılaşmasını şöyle anlatır; “Hocalarımdan Ebül-Abbâs hazretleri bir zâtı
anlatıyordu. Ben, hocamın bu zât hakkında beslediği hüsn-ı zanna hayret ettim.
O kimsenin bâzı uygun olmayan hareketlerinin bulunduğunu söyledim. O gün evime
giderken, yolda bir kimse ile karşılaştım. O zâtın yüzü nûr ile dolu olup, ayın
ondördü gibi parlıyordu. Bana selâm verdikten sonra; “Ey Muhyiddîn! Üstâdın
Ebül-Abbâs'ın, o zât hakkındaki sözleri doğrudur. Onu tasdik et” buyurdu. Ben
hayret etmiştim. Geriye dönüp hocama durumu anlatınca, bana; “Sana söylediğim
sözün doğru olduğunu ispat etmek için Hızır aleyhisselâmdan
yardım istedim” buyurdu. Bunun üzerine, hocamın hiç bir sözüne îtirâzda
bulunmayacağıma dâir söz verdim ve tevbe ettim.
Muhyiddîn-i
Arabî hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında uzak memleketlere seyahate
çıkmıştım. Gemimiz, öğle üzeri bir şehirde mola verdi. Namaz kılmak için harâb
olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş, etrâfı
seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden aleyhimüsselâm meydana
gelen mûcizelerle, evliyâdan hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz
konuşurken, mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular. İçlerinden biri,
yerdeki seccadeyi alıp, havaya doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra
üzerine çıkıp namazını kıldı. Namazdan sonra bana dönerek; “Bunu, şu münkir
kimse için yaptım” dedi. Mûcize ve kerâmete inanmayan o gayr-i müslim, bu
sözleri işitince insâf edip müslüman oldu.”
“Yine bir
gün, Tunus limanında idim. Vakit gece idi. Kıyıya yanaşmış gemilerden birinin
güvertesine çıkarak, etrâfı seyretmeye başladım. Denizin üzerine vuran ay,
fevkalâde güzel bir manzara teşkil ediyordu. Bu manzaraya baka baka, cenâb-ı Hakk'ın her şeyi ne kadar güzel ve yerli
yerinde yarattığını tefekkür ederek dalmışım. Birden ürperdim. Uzaktan, uzun
boylu, ak sakallı bir kimsenin suyun üzerinde yürüyerek geldiğini gördüm.
Nihâyet yanıma geldi. Selâm verip bâzı şeyler söyledi. Bu arada ayaklarına
dikkatle baktım, ıslak değildi. Konuşmamız bittikten sonra, uzakta bir tepe
üzerindeki Menare şehrine doğru yürüdü. Her adımında uzun bir mesâfe katediyordu.
Hem yürüyor, hem de Allahü teâlâyı
zikrediyordu. O kadar güzel, kalbe işleyen bu zikri karşısında, kendimden
geçmiştim. Ertesi gün şehirde birisi yanıma yaklaşarak selâm verdi ve; “Gece
gemide Hızır aleyhisselâm ile neler konuştunuz?
O neler sordu, sen ne cevap verdin?” dedi. Böylece, gece gemiye gelenin Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Daha sonraları, Hızır aleyhisselâm ile zaman zaman görüşüp sohbet ettik.
Ondan edeb öğrendim.”
Şeyh Sa'dî
Şirazi bir eserinde şöyle bildirdi: “Eski sultânlardan biri, Hızır aleyhisselâmın ölü veya diri olduğuna dâir delil
istedi. Bu yüzden vezirini çağırıp, ona; “Hızır aleyhisselâm
diri midir?” diye sordu. Vezir diri olduğunu söyleyince, sultân; “Onu dâvet et,
gelsin" dedi. Bunun üzerine vezir; “Onun nerede olduğu bilinmez ve
aramakla bulunmaz” dedi. Sultân bulunması için çok ısrâr edince, vezir; “Bu iş
benimle olmaz. Zirâ, bizden çeşit çeşit zulümler zâhir olmaktadır. Bu sebeple,
bizimle görüşmesi mümkün değildir. Onu bulmasını şeyhülislâmdan iste. Bu iş
için o daha münâsiptir. Bulursa, ancak o bulur” dedi. Sultân, şeyhülislâmı
huzûruna dâvet ederek, Hızır aleyhisselâmı
bulmasını istedi. Şeyhülislâm bulamayacağını söyleyince, sultân çok ısrâr etti.
Bunun üzerine, şeyhülislâm, sultândan bir süre tanımasını istedi. Bu arada
fakir bir zât şeyhülislâmın huzûruna gidip; “Hızır aleyhisselâmı
arıyormuşsunuz. Beni pâdişahla buluşturun, Onu bulurum” dedi. Şeyhülislâm, o
fakir zâtı sultânın huzûruna götürdü ve; “Bu kişi Hızır aleyhisselâmı bulacak” dedi. Sultân ona; “Hızır aleyhisselâmı ne zaman getireceksin?” diye sorunca, o
şahıs; “Bu iş için zamana ihtiyaç vardır. Bana kırk gün müsâde et. Bu arada
yiyecek bir şeyler de tâyin eyle. Hiç bir şeye ihtiyâcım kalmasın. Ben de bu
arada ihlâs ile ibâdet edeyim. Böyle olunca Hızır aleyhisselâmı
bulup size getirebilirim” dedi.
Sultân, bu
zâtın dediklerini kabûl etti ve her gün kendi yiyeceklerinden belli bir
miktarının onun evine gönderilmesini emretti. Bir miktar da kendisine verdi.
Eve gittiğinde elindekileri hanımı görünce, onların ne olduğunu öğrenmek
istedi. Durumu anlatınca, hanımı; “Sen Hızır aleyhisselâmı
tanıyor musun?” diye sordu. Beyi, tanımadığını söyledi. Bunun üzerine hanımı;
“Kırk gün sonra nasıl bulup da sultâna götüreceksin?” dedi. O; “Ben de
bilmiyorum. Buna, ihtiyâcımızdan dolayı mecbûr oldum, fakat böyle yaptığıma
pişmanım” dedi. Aradan otuzdokuz gün geçip, kırkıncı gün olunca, sultân o zâta;
“Yarın Hızır aleyhisselâmı getirsin” diye haber
gönderdi. Ertesi gün, sultân iki süslü atı o zâtın evine gönderdi. O zât hayatından
ümidi keserek, güzelce bir abdest aldı, iki rekat namaz kıldı. Allahü teâlâya duâ etti ve Peygamber efendimizi (sallallahü
aleyhi ve sellem) vesile ederek kurtulmasını taleb etti. Sonra sultânın
huzûruna gitti. Bu sırada o zâtın yanında masum bir çocuk peydâ oldu ve sağ
tarafında durdu. Sultân; “Hızır ne zaman gelecek” dedi. Bunun üzerine o zât;
“Sultânım, ben hayatımda hiç Hızır aleyhisselâmı
görmedim. Fakat fakirliğimden dolayı bu yola başvurdum. Hızır, zor durumda
olan, insanları kurtarır. Beni fakirlikten kurtardığın için, bana göre Hızır
sensin” dedi ve sustu.
Sultân
hiddetlenerek; “Fakirim deseydin, sana bir şeyler verirdik. Fakat sen Hızır aleyhisselâmı bulurum diyerek, kırk gündür bize niçin
eziyet ettin?” dedikten sonra, baş vezire; “Şimdi buna ne cezâ verelim?” diye
sordu. Vezir, sultâna; “Emir ver, bunu parça parça etsinler ve her parçasını
bir sokak başına assınlar. Böylece herkes ibret alır. Bundan böyle hiç kimse,
sultânın huzûrunda yalan söylemez” dedi. O zâtın yanında duran masum çocuk;
"Her şey aslına dönecektir” dedi. Sonra, sultân ikinci vezire; “Buna ne
yapalım?” diye sordu. İkinci vezir; “Bunu bir dibeğe koyup, döve döve keşkek
gibi yapalım. Sonra her sokak köşesine bir parça bırakalım, herkese ibret olur.
Bundan böyle hiç kimse sultânın huzûrunda yalan söylemez” dedi. Yine, o masum
çocuk, önce söylediği gibi; “Her şey aslına dönecektir” dedi. Bu sefer sultân,
üçüncü vezire aynı soruyu sorunca o; “Baş vezir ve paşa karındaşlarımız güzel
söylediler. Böyle bir cezâ lâyıktır. Fakat bu şahsın ihtiyâcı çok olmasaydı,
kendisini böyle tehlikeye atmazdı. Devletlü sultânımıza yakışan, af ile
muâmeledir. Emir ve fermân sultânımızındır” dedi. O masum çocuk tekrar; “Her
şey aslına dönecektir” dedi. Pâdişah, o zâta; “Bu çocuk senin neyin olur?” diye
sorunca, o da; “Benim tanıdığım değildir. Buraya geldiğim zaman, yanıma geldi
durdu. Ben de sizin hizmetçiniz sandım” dedi. Sultân ona; “Sen kimsin? Bunlar
birbirine benzemeyen söz söyledikleri hâlde, sen üçüne de aynı cevâbı verdin”
dedi. O masum çocuk; “Bu şahıs sana kimi getirecekti?” diye sorunca, sultân;
“Hızır aleyhisselâmı getirecekti” dedi. Bunun
üzerine çocuk; “Sultânım! Senin bu baş vezirin, bir kasabın oğludur. Halkı
kırmaktan başka hiç bir işe yaramaz. İkinci vezirin, bir aşçı oğludur. Bu da
halkı dövmekten başka bir işe yaramaz. Üçüncü vezir ise, bir vezirin oğludur.
Aslına çekip dâimâ suçluları affeder ve ihsânda bulunur. İşte Hızır benim.
Hızır'la buluşmaktan maksat nasîhattir. Eğer benden nasîhat istersen, sana
nasîhatim şudur; “Baş vezirini bu görevden alıp, kasapbaşı yap. Varsın
hayvanları kesmeye devam etsin. İkinci vezirini de aşçıbaşı yap. Keşkek yapmaya
devam etsin. Üçüncü vezirini ise başvezir yap. Yalnız senden bir ricâm var. Bu
zâta tâyin ettiğin yardımı kesme.” dedikten sonra kayboldu. Sultân, onu
bulmalarını emretti. Aradılar fakat bulamadılar. Durumu o zâta sordular. O da;
“Daha önce onu görmemiştim. Burada gördüm” dedi. Sultân, Hızır aleyhisselâmın söylediklerini hemen yerine getirdi ve
o zâta gönderdiği şeyleri de kesmedi.”
Kanunî
Sultân Süleymân Han, zamanın evliyâsının büyüklerinden, Beşiktaşlı Yahyâ
Efendi'ye; “Ağabey” diye hitâb eder, onun pek yüksek bir zât olduğunu, Hızır aleyhisselâm ile görüştüğünü bilir, kendisini de
Hızır aleyhisselâm ile görüştürmesini isterdi.
Aralarında geçen bir menkıbe şöyle anlatılır: Kanuni Sultân Süleymân Han, bir
gün kayıkla Boğaz'da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizasına gelince, kıyıya
yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendi'yi dâvet etti. O da yanında bir
ahbabı ile gelip, kayığa bindiler. Birlikte giderlerken Yahyâ Efendi'nin
ahbabı, devamlı olarak Kanuni'nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe
bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu. Kanunî bunu farkedince, parmağındaki o
kıymetli yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz”
dedi. O zât, yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ
Efendi hariç, kayıkta bulunanlar hayret içinde kaldılar. Bir müddet gittikten
sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği
sırada denizden bir avuç su alıp sultâna uzattı. Avucundaki suda, biraz önce
denize attığı yüzük vardı. Yahyâ Efendi hariç, kayıkta bulunan herkes, yine çok
hayret ettiler. Kanunî elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birden bire gözden
kayboluverdi. Kanunî, Yahyâ Efendi'ye dönüp; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O
da; “Gördüğünüz Hızır aleyhisselâm idi” dedi.
Bunun üzerine Kanuni; “O hâlde bizi niye tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ
Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta geç kaldınız” buyurdu.
İmâm-ı
Gazâlî hazretleri “İhya” kitabında Müslim Abadanî'nin şöyle buyurduğunu
nakletmiştir: “Kalb cilalanınca gaybden sesler duyulabileceği gibi, Hızır aleyhisselâmın sûreti de görülebilir. Hızır aleyhisselâm basiret sâhibi kimselere muhtelif
sûretlerde görünebilir.”
Hızır aleyhisselâm bir çok zâtın tasavvufta yetişmesine
rehberlik etmiş, feyz vermiştir. Tasavvuf; bir müslümanın İslâm ahlâkı ile
ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimdir. Tıp ilmi,
beden sağlığına âit bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf ilmi de, kalbin, rûhun
kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Kalb hastalığının alâmetleri olan kötü
işlerden uzaklaştırıp, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar.
Zâten dînimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet
yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını emrediyor. Kısaca
din; ilim, amel ve ihlâstan ibârettir. İnsanın manen yükselmesi, dünyâ ve
âhıret saâdetine kavuşması, bir uçağın uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet,
bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji
maddesi yâni benzinidir. Maksada ulaşmak için, uçak elde edilir. Yâni îmân ve
ibâdet kazanılır. Harekete geçmek için de, kuvvet, yâni tasavvuf (ahlak)
ilminin yolunda ilerlemek gerekir. Tasavvufun iki gayesi vardır. Birincisi;
îmânın vicdanileşmesi, yâni kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle
sarsılmaması içindir. Akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen îmân böyle
sağlam olmaz.
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde Rad sûresi 28. âyet-i
kerîmede meâlen buyurdu ki: “Kalplere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikir
ile olur.” Zikir; her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O'nun rızâsına uygun iş
yapmak demektir. Tasavvufun ikinci gayesi; fıkıh ilmi ile bildirilen
ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i emmareden doğan
tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesini te’min etmektir. İbâdetlerin
kolaylıkla seve seve yapılması ve günâh olan işlerden de nefret ederek
uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür.
Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek,
nûrlar, rûhlar ve kıymetli rüyâlar görmek için değildir. Tasavvuf ile ele geçen
bilgilere, marifetlere, hâllere kavuşmak için; önce îmânı düzeltmek,
İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmaktır.
Zâten bu üçünü yapmadıkça; kalbin tasfiyesi, kötü huylardan temizlenmesi,
nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir. Tasavvuf bilgileri mürşid-i
kâmiller tarafından öğretilir. Mürşid-i kâmil; yol gösteren, rehberlik eden,
yetişmiş ve yetiştirebilen âlimdir.
Hızır aleyhisselâmın tasavvufta feyz verip yetiştirdiği en
meşhûr âlim ve velîlerden biri Abdülhalık Goncdüvânî hazretleridir. Abdülhalık
Goncdüvânî hazretlerinin babası Abdülcemil hazretleri de zâhir ve bâtın ilminde
büyük âlim olup, zamanında müşkil bir mes’elesi olan, ona başvururdu. Hızır aleyhisselâmlâ görüşüp sohbet ederdi. Hızır aleyhisselâm Abdülcemil hazretlerine şöyle buyurdu:
“Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak, ismini Abdülhalık koy.” Abdülcemil
hazretleri Malatyalı olup, Mâliki mezhebinin imâmı olan İmâm-ı Mâlik
hazretlerinin soyundandır. Kendisi Hızır aleyhisselâm
tarafından doğacağı müjdelenen çocuğu yâni Abdülhalık doğmadan Buhara'ya göçtü.
Goncdüvan kasabasına yerleşti. Orada, oğlu Abdülhalık Goncdüvânî hazretleri
dünyâya geldi.
Abdülhalık
Goncdüvânî hazretleri, ilim öğrenmek için beş yaşında iken Buhara'ya
gönderildi. Buhara'nın büyük âlimlerinden Hace Sadreddîn'den (rahmetullahi aleyh) Kur'ân-ı
kerîm ve tefsîrini öğrenmeye başladı. Okuma esnâsında; “Rabbinize tazarru
ederek ve gizli duâ ediniz” (A’râf sûresi: 55) meâlindeki âyet-i
kerîmeye gelince, hocasına; “Efendim! Bu âyet-i kerîmede; “Gizli duâ ediniz” buyrulmasında
murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ,
âşikâr (açıktan, sesli olarak) dil ile olursa, riyâdan korkulur. Araya riyâ
girerse, hakkı ile, lâyık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şâyet kalb ile
zikretsem; “Şeytan
insanın damarlarında kan gibi dolaşır” hadîs-i
şerîfi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum,
bu müşkülümü halletmenizi istirhâm ederim” diye arz etti. Hocası, büyük âlim
Hace Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun, kendisinin bile anlayamadığı
böyle bir suâl sorabilmesine şaşırıp hayran kaldı. Cevap olarak; “Evlâdım! Bu
mes’ele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü
teâlâ nasîb ederse, seni, bu ilimleri öğretebilecek bir üstâda
kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün hâlledilmiş
olur” buyurdu. Abdülhalık Goncdüvânî (rahmetullahi
aleyh) bu işâret üzerine, mes’elelerini hâlledecek o büyük zâtı beklemeye
başladı. Bir gün Hızır aleyhisselâm yanına
geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık
zikretme, anma yollarını öğretti ve onu mânevî evlatlığa kabûl edip; “Kalbinden; “La
ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” Kelime-i
tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!” diye târif etti. Abdülhalık Goncdüvânî
hazretleri de, târif edildiği şekilde bu mübârek Kelime-i tevhidi sessiz
olarak, kalben söylemeğe başladı ve kendisine ders kabûl etti. Bu hal, onun pek
çok mânevî makâmlarda yükselmesine sebep oldu.
Abdülhalık
Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki:
“Hızır aleyhisselâm beni suya daldırdı ve zikri
talim etti. Belki bu nefesin bir kararda kalması için idi.” Ve yine buyurdu ki:
“Yirmiiki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm
beni, Maveraünnehir'de yaşayan büyük âlim ve velî Yûsuf-i Hemedânî hazretlerine
gönderdi.” Abdülhalık Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf Hemedânî,
zikir taliminde ise Hızır aleyhisselâmdır.
Evliyânın
büyüklerinden olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri de Hızır aleyhisselâmdan feyz almış, Şam'da ilim tahsil ettiği
medresede onunla görüşmüştür. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde bir müşkili
olunca, Hızır aleyhisselâm gözüküp,
müşkillerini halletmiştir.
Şemseddîn
Attâr hazretleri şöyle anlatır: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri bir gün
câmide vâz ederken, Hızır ve Mûsâ'nın (aleyhimesselâm) hikayesini anlatıyordu.
Bu kıssayı öyle fesâhat ve belâgat ile anlatıyordu ki, herkes nefesini kesip,
can kulağı ile dinliyordu. Benim yanımda bulunan bir şahıs, başını önüne eğmiş
bir şeyler mırıldanıyordu. Kulak verdim. “Sanki yanımızda idin. Sanki üçüncümüz
sendin” diye söyleniyordu. Bunun, Hızır aleyhisselâm
olduğunu anladım. Yanına sokuldum ve; “Anladım, sen Hızır aleyhisselâmsın! Ne olur, bana ihsân eyle!” dedim.
Bana; "Burada hazret-i Mevlânâ varken, benim sana ihsânda bulunmam deniz
yanında teyemmüm etmek gibi olur. Senin müşkillerini o hâlleder” deyip, birden
kayboldu. Ben bu hâli Mevlânâ hazretlerine anlatmak için yanına gittiğimde,
daha söze başlamadan bana; “Ey Attâr! Hızır aleyhisselâmın
sözleri doğrudur” buyurdu.
Meşhûr
hâdis âlimi ve sofiyye-i aliyye denilen evliyânın büyüklerinden olan Muhammed bin Ali Hâkim-i Tirmizî de Hızır aleyhisselâmdan ilim ve feyz almıştır. Hâkim-i
Tirmizî hazretleri gençliğinde ilim öğrenmek ve Allahü
teâlânın rızâsını kazanmak için bulunduğu yer olan Tirmiz'den
ayrılıp, başka yerlere gitmek üzeri iki arkadaşı ile anlaştı. Bu kararlarını
annesine anlatınca, annesi üzüldü ve; “Yavrucuğum! Ben zayıf, biçâre, kimsesiz
ve hastayım. Benim hizmetlerimi sen yapıyorsun. Beni yalnız, çâresiz kime
bırakıyorsun?” dedi. Bu sözler üzerine genç Muhammed
bin Ali Tirmizî’nin gönlüne dert düştü ve arkadaşlarıyla yaptığı anlaşmayı
bozup seferden vazgeçti. İki arkadaşı ise onu bırakıp, ilim tahsili için yola
çıktılar. Buna çok üzülen Muhammed
bin Ali, ne annesinden ayrılabildi, ne de gönlünden ilim aşkını silip atabildi.
Yalnız kaldığı zamanlarda, tenhâ yerlerde uzun uzun ağlardı. Yine bir gün
mezârlıkta oturmuş ağlıyor, hem de; “Ben burada câhil kaldım, ilimden mahrûm
kaldım. Arkadaşlarım ise âlim olarak geri gelecekler” diye düşünüyordu.
Gözlerinden yaşlar boşandığı bir sırada, aniden, nûranî yüzlü, tatlı sözlü bir
ihtiyâr çıkageldi ve; “Yavrum, niçin ağlıyorsun?” diye sordu. O da başından geçenleri
anlattı. Bunun üzerine; “Kısa zamanda o iki arkadaşını ilimde geçmen için, her
gün sana ders vermemi arzu eder misin?” diye sordu. “Evet arzu ederim” cevâbını
verdi. Bundan sona, bu tatlı sözlü, nûr yüzlü mübârek ihtiyâr, Muhammed bin Ali'ye her gün ders vermeye
başladı ve üç yıl devamlı ders okudu. Üç yıl sonra, bu mübârek zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu anladı. Buyurdu ki: “Bu büyük
devlet, annemin rızâsı ve duâsı bereketiyle ihsân olundu.” Her pazar gecesi
Hızır aleyhisselâm ona gelir, mânevî hâllerini
birbirlerine anlatırlardı.
Ebû Bekr
Verrak (radıyallahü anh) şöyle anlatmıştır:
Hâkim-i Tirmizî, bana cüzler ve bir risale vererek; “Al bunları Ceyhun nehrine
at” buyurdu. Bunları aldım, fakat atmaya gönlüm râzı olmadı, götürüp evime
gizleyerek yanına geldim. “Attın mı?” diye sordu ve “Ne gördün?” dedi. “Hiç bir
şey görmedim” dedim. “O hâlde onu atmadın, tekrar git ve onu suya at” dedi.
Hemen geri döndüm. Fakat hem atmanın acısı, hem de göreceğim şeylerin heyecanı
beni şaşırtmıştı. Evden cüzleri ve risaleyi aldım, suya doğru attım. Kitaplar
düşerken, su ikiye ayrıldı ve suyun içinde kapağı açık bir sandık göründü.
Attığım cüzler ve risale, içine düştü ve sandığın kapağı kapandı. İkiye ayrılan
su da birleşip eski hâlini aldı. Hâkim-i Tirmizî'nin yanına geldim ve gördüğüm
şeylerin hepsini anlattım. “Tamam şimdi atmışsın” buyurdu. “Efendim,
bağışlayınız. Allahü teâlânın hakkı için
bu işin sırrını bana anlatınız” dedim. Cevabında; “Büyüklerin ilmine
(tasavvufa) dâir bir kitap yazmıştım. Onun ince mânâlarını keşf ve idrâkten
akıl âcizdi. Bunu kardeşim Hızır aleyhisselâm
benden istedi. O sandığı onun emri ile bir balık oraya getirdi. Allahü teâlâ da suya, bu sandığı ona ulaştırması
için emir verdi” buyurdu.”
Râmûz-ül-ehadis’de
bildirilen bir hadîs-i şerîfte
buyruldu ki:
“Hızır (aleyhisselâm) denizdedir ve
İlyâs (aleyhisselâm) karadadır. Onlar
her gece, Zülkarneyn'in, insanlar ile Ye'cüc-Me'cüc arasında yaptığı set
üzerinde birleşirler. Senede bir kere de hac ve umre yaparlar ve zemzem
içerler. O zemzem onlara bir sene yeter...”
Hızır aleyhisselâm ve İlyâs aleyhisselâm
peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın
vefâtında hâne-i saâdetlerine gelip, Ehl-i beyt için sabır tavsiyesinde
bulunmuşlardır. Onların geldiklerini ve sabır tavsiye ettiklerini, Hazret-i Ebû
Bekr Ehl-i beyt'e bildirdi. (Bkz. İlyâs aleyhisselâm)
Hızır aleyhisselâm ile İlyâs aleyhisselâmın isimlerinin birleştirilerek söylenmesidir. Rûmî senede Nisan ayının yirmiüçüncü, miladî senede Mayıs ayının altıncı gününe Hıdırellez denilmiştir. Bir yıl, Hızır ve Kâsım olarak ikiye ayrılır. Mayıs ayının 6'sında Hızır ile yaz başlar ve 186 gün sürer. Kâsım ayının 8'ine kadar devam eder, bundan sonra kış başlar. 179 gün (Şubat'ın 29 çektiği artık yıllarda 180 gün) sürer. Yazın ilk günü sayılan 6 Mayıs gününe Hıdırellez denmesinin sebebi ise; Hızır aleyhisselâmın, kurak bir yere oturması ile o yerin yeşerip, dalgalanmaya başlamasıdır. Bu sebeple, yaz başlangıcında ortalığın yeşermeye başladığı güne yeşil mânâsına gelen hızır günü, yine bu güne Hızır ile İlyâs'ın aleyhimesselâm buluştukları rivâyeti sebebiyle de Hıdırellez (Hızır-İlyâs) denmiştir.
Bu gün yaz günlerinin başlangıcı sayıldığından, temiz havadan ve bol güneşten istifâde etmek maksadıyla kırlara çıkmak, halk arasında âdet hâline gelmiştir. Bu günün İslâmiyette dîni bir hüviyeti ve kutsiyeti yoktur.
Soğuk ve yağışlı geçen kış günlerinden sonra havaların ısınması ve toprağın yeşile bürünmesi, insanların açık havaya, kırlara çıkmak arzuları, Hızır ve İlyâs aleyhisselâma müslümanlar arasında duyulan sevgi ve saygı ile birleştirilerek böyle bir âdet ortaya çıkmıştır. Ayrıca bu gün, insanların bir araya gelip karşılıklı olarak muhabbet ve hürmet duyguları içinde sohbet ederek hoşça vakit geçirmeleri; kırlarda ve mesîre yerlerinde birbirlerine hürmet ve ikrâmda bulunarak, aralarındaki dostluk ve kardeşlik bağlarının kuvvetlendirilmesine vesile yapılmıştır. Bilhassa Anadolu'da bir halk âdeti olarak yaşamıştır. Ancak, son yüz sene içinde Hıdırellez'in aslı ve mânâsı bozulup, yeni çehrelere büründürülmüştür. Hızır, hıristiyanların “Noel Baba”larına benzetilmek istenerek, Noel Baba'nın yılbaşlarında herkese hediye dağıttığı gibi, Hızır'da bolluk ve bereketin işâreti olarak yeşilliği, çiçeği getirdiği inancı rastgele söylenmektedir. Bundan dolayı, hıristiyanların Noel gecelerinde yaptıkları her türlü taşkınlık ve çılgınlıkların, Hıdırellez günü müslümanlar tarafından yapılması için çeşitli telkin ve propagandalar yapılmaktadır. Bunların İslâmiyetde hiç bir yeri yoktur. İslâmiyet, Hızır ve İlyâs'ın aleyhimesselâm Allah'ın sevgili kullarından olduğunu haber vermekte, fakat onlar adına mukaddes bir gün bildirmemektedir. Dolayısıyla 6 Mayıs'ta İslâmiyetin beğenmediği, haram ettiği şeyleri yaparak eğlenmek yasaktır. Bunun gibi, bu günde halk arasında zaman zaman görülen bâtıl îtikâdlardan olan kısmet açılsın diye ağaç dallarına para ve bezler bağlamak gibi işlerde, İslâmiyetin yasakladığı şeylerdendir. Bu gibi hurafelerin kaynağı, esasen hıristiyanlık ve yahudiliktir. Bize onlardan geçen bu gibi şeylerin Hızır ve İlyâs (aleyhimesselâm) ile hiç bir alâkası yoktur.
--------------------------------------------------------
1) Tefsîr-i Beydâvî
2) Tefsîr-i Mazharî
3) Tefsîr-i Kebîr (Fahrüddîn-i Razî)
4) Tefsîr-i Taberî
5) Tefsîr-i Kurtubî
6) Tefsîr-i Hâzin
7) Ed-Dürrül-mensur fit-tefsiri bil-me’sur; cild-4, sh. 229
8) Sahîh-i Buhârî
9) Sahîh-i Müslim
10) Feth-ül-Bârî (Buhârî şerhi)
11) Râmûz-ül-ehadis; sh. 97, 138
12) Müjdeci Mektublar (Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî); cild-1, sh. 495
13) Mektûbât-ı Masumiyye; cild-1, sh. 60, 194
14) Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye; sh. 1071
15) İhyau ulûmiddîn; cild-1, sh. 290, 302, 317
16) Risale-i Kuşeyri; cild-2, sh. 702, 703, 706, 711
17) Kısas-ul-enbiya (Arais); sh. 220
18) El-Kâmil fit-tarih; cild-1, sh. 120
19) El-Îsâbe fi temyiz-is-sahabe; cild-1, sh. 429
20) Mir’ât-ı Kâinat; sh. 113, 123
21) Nefehat-ül-Üns
22) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-4, sh. 124, cild-6, sh. 163, cild-8, sh. 234, 353, cild-9, sh. 155, cild-12, sh. 288, 289, cild-14, sh. 163, 164, cild-15, sh. 104
23) Faideli Bilgiler; sh. 181
24) Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 240, 250