Tefsîr, kırâat,
hadîs ve Şâfiî fıkhı, târih, edebiyat, nahiv, matematik ve tıb ilimlerinde âlim.
İsmi Muhammed bin Cerîr olup, künyesi Ebû Ca'fer'dir. Memleketine nisbetle
Taberî denildi. İbn-i Cerîr ve Taberî diye meşhûrdur. 224 (m. 839)'de
Taberistan'da Amul şehrinde doğdu. 310 (m. 923)'da Bağdâd'da vefât etti.
Rahbet-i Ya'kûb denilen mahallede, kendi evine defn edildi. Eshâb-ı kirâm
düşmanı olan Muhammed bin Cerîr bin Rüstem Taberî ve yine Eshâb-ı kirâm düşmanı
olan Muhammed bin Ebi'l-Kâsım Taberî başkadır. Yine Eshâb-ı kirâm düşmanı
imâmiyye fırkasına mensûb olup, yazdığı "Mecma'ul-beyân" adındaki bozuk
"Tabersî" tefsîri ile meşhûr olan Fadl bin Hasen Taberî'nin de, İbn-i Cerîr
Taberî hazretleri ile hiçbir alâkası yoktur. Bu bozuk kimselerin kitaplarım,
müslümanlar yanlışlıkla İbn-i Cerîr Taberî hazretlerinin kitaplarıyla
karıştırarak okuyup, onların bozuk fikirlerine aldanmaktadırlar. Ayrıca Taberî
hazretlerinin, târihini kısaltarak yazmış olan Ali bin Muhammed Şimsâtî de
Eshâb-ı kirâm düşmanıdır. Bu kitap "Târih-i Taberî" adıyla Türkçeye de
çevrilmiş, Eshâb-ı kirâm aleyhinde bozuk fikirlerin memleketimizde yayılmasına
sebeb olmuştur.
İbn-i Cerîr
Taberî, ilk tahsiline doğduğu yerde başladı. Yedi yaşında Kur"âm kerîmi
ezberledi. Dokuz yaşında iken hadîs-i şerîf yazmaya başladı. Bundan sonra, ilim
tahsili için önemli ilim merkezlerine gitti. Kûfe, Basra, Rey, Mısır, Suriye ve
Irak şehirlerine gidip buralarda ilim öğrendi. Daha sonra Bağdâd'a yerleşti.
Kırâat, tefsîr, hadîs, fıkıh, târih, matematik ve tıb ilminde engin bilgi sahibi
oldu. Muhammed bin Abdülmelik, İshâk bin Ebî İsrâil, Ahmed bin Meni' Begâvî,
Muhammed bin Müsnâ ve daha birçok âlimden hadîs-i şerîf öğrenip rivâyette
bulundu. Yüzbin hadîs-i şerîfi râvileri ile birlikte ezberleyerek hâfız oldu.
Fıkıh ilmini, Dâvûd-i Zâhirî'den, Şâfiî fıkhını Mısır'da Rebî' bin Süleymân'dan;
Bağdâd'da Muhammed Za'ferânî'den öğrendi. Yûnus bin Abdüla'lâ'dan ve diğer fıkıh
âlimlerinden Mâlikî mezhebinin fıkıh bilgilerini öğrendi. Ebû Mukâtil'den de
Hanefî fıkhını öğrendi. Şâfiî mezhebinde olmasına rağmen, amelde dört hak
mezhebin fıkıh bilgilerini çok iyi öğrenip, dört mezhepte de âlim oldu. Şâfiî
mezhebinde zamanın en büyük âlimiydi. Kendisinden. Ebû Şuayb-il-Harrânî ve
Abdülgaffâr Huseybî ilim öğrendi.
Muhammed bin
Cerîr Taberî, birçok ilimde mütehassıs olduktan sonra, ilmini insanların
istifâdesine sundu. Bağdâd'da on sene Şâfiî mezhebine göre fetva verdi.
Ebû Ali Tûmârî
anlatır: "Her sene Ramazân-ı şerîf ayında kırâat ilmindeki üstünlüğü ile meşhûr
Ebû Beke bin Mücâhid teravih namazına giderken, ben önünde kandil tutardım. Yine
bir Ramazan ayının sonlarına doğru, bir gece teravihe gitmek üzere evden
çıkmıştık. Muhammed bin Cerîr Taberî'nin mescidinin bulunduğu sokağa
geldiğimizde, Ebû Bekr bin Mücâhid durup, mescidde okunan Kur'ân-ı kerîmi
dinlemeye başladı. Muhammed bin Cerîr Taberî, Rahman sûresini okuyordu. Epey bir
müddet dinledi. "Efendim, cemâat sizi bekliyor geç kaldık" dedim. Bunun üzerine
"Ey Ebû Ali, Kur'ân-ı kerîmi böyle güzel kırâat eden (okuyan) bir kimse daha
olduğunu zannetmiyorum" dedi.
Ebü'l-Abbâs
Bekrî şöyle anlatır: "Muhammed bin Cerîr Taberî, Muhammed bin İshâk bin Huzeyme,
Muhammed bin Nasr Mervezî ve Muhammed bin Hârûn Rüyanî İle birlikte Mısır'a
gitmiştik. Yanımızdaki yiyecekler bitmişti ve hiç birşey kalmamıştı. Bir gece
kaldığımız evde toplanıp, ev sahibinden yiyecek almaya karar verdik, içimizden
hangimizin isteyeceğine dâir kura çektik, bana çıktı. Müsâade edin, önce abdest
alıp iki rek'at namaz kılayım, sonra gideyim dedim ve namaza durdum. Ben namaza
durunca kapı çalındı. Kapıyı açtılar. Namazdan sonra baktım, at üzerinde biri
duruyordu. Mısır valisi tarafından gönderildiğini söyledi. Sonra yere inip,
Muhammed bin Nasr hanginizdir? dedi. İşte bu zâttır diyerek gösterdiler. Bir
kese çıkarıp uzattı, içinde elli dinar vardı. Sonra Muhammed bin Cerîr Taberî
kimdir? dedi. Gösterilince ona da aynı şekilde bir kese verdi. Diğerlerine de
teker teker sorup, içinde para olan birer kese verdi. Beni de sordu,
gösterdiler, bana da verdi. Sonra şöyle dedi: "Vali, dün gece rü'yasında
şehrimize ilim öğrenmek ve öğretmek için gelmiş olan sâlih ve âlim kimselerin,
açlıktan karınları üzerine büzüldüklerini görmüş. Bunun için bu keseleri size
gönderdi ve paranızın bittiğini haber e-derseniz, tekrar göndereceğini yemin
ederek söz verdi" dedi.
İbn-i Cerîr
Taberî, yalnız Allahü teâlânın rızâsı için çalışır, İslâmiyeti öğrenmek ve
öğretmeye gayret ederdi. Din ve ilim zenginliğini, dünyâ zenginliğine tercih
ederdi. Dünyâya ehemmiyet vermez, zaruret miktarı mal ile iktifa ederdi. Harama
düşmek korkusundan mubahların birçoğunu da terk eder, ömrünü, yalnız ilim
öğrenmek, öğretmek ve ibâdet edip kitap yazmakla geçirirdi. Çok kitap yazdı.
Yazdığı kitapların sayfası ömrüne bölününce, her günü için ondört sayfa
düşmektedir.
İbn-i Cerîr
Taberî, bilhassa tefsîr ilminde meşhûr olup, (tefsîri ile tanındı.
"Câmi-ul-beyân et te'vîl-ül-Kur'ân" adlı bu eseri, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbiînin
rivâyetlerini toplayan en geniş tefsîrlerdendir. Kendisine gelen rivâyetleri
çeşitli yönlerden inceledi. Âyet-i kerîmelerden çıkarılmış olan hükümleri
bildirip, lüzumunda Arapçanın kaideleri hakkında da bilgi verdi. Daha önce
yazılmış pekçok tefsîrdeki bilgileri, eserinde değerlendirdi. Bu eserinin
mukaddimesinde Kur'ân-ı kerîmin belâgat ve fesâhatından, i'câzından bahsederek
Kur'ân-ı kerîmin yedi harf üzerine nüzulü, te'vîl ve tefsîr hakkında bilgi
vermektedir. Sahâbe, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn kavilleri üzerinde durarak, nâsih
ve mensûh, hurûfu mukattaa (sûre başlarındaki harfler) hakkında açıklamalarda
bulunmaktadır. Bu eserinde rivâyet bakımından İbn-i Cüreyc, Abdurrahmân bin
Zeyd, Mukâtil bin Hibbân tefsîrlerini kaynak almıştır. Lügat bakımından Ahfeş,
Kisâî, Kutkub, Ferrâ gibi nahiv âlimlerinin eserlerinden istifâde etmiştir. Bu
eser âlimler tarafından çok beğenildi, insanlar, Taberî tefsîrini ilk önce kopye
ederler, daha sonra huzuruna gelip, onun ağzından açıklamasıyla birlikte
dinleyerek yanlışlarını düzeltirlerdi. Böylece yüzlerce âlim kendisine talebe
olup, her biri en az birer tane Taberî tefsîri yazıp, Taberî'nin ilminin
yayılmasına vesîle oldular. Bunlardan biri de, muasırı, ilminin yüksekliği ile
meşhûr İbn-i Huzeyme'dir. İmâm-ı Nevevî, Taberî'nin yazdığı tefsîrin bir benzeri
daha yazılmamıştır. Bu hususta ittifak vardır" demektedir. Şâfiî mezhebinde
büyük fıkıh âlimlerinden olan Ebû Hâmid-i İsferânî de, "Bir kimse İbn-i Cerîr
tefsîrini elde etmek için Çin'e kadar gitse, çok birşey yapmış olmaz" demiştir.
Taberî tefsîri, daha sonra gelen âlimlerin birçoğu tarafından kaynak olarak
kullanıldı. Taberî tefsîri 23 cild olup, birçok defa basıldı.
İbn-i Cerîr
Taberî'nin yazdığı "Târih-ül-ümem vel-mülûk" adlı târih kitabı çok meşhûrdur.
Ahbâr-ur-rusûl ve'l-mülûk, kısaca Târih-i Taberî de denilmektedir. Bu eserinde
Âdem aleyhisselâmın yaratılışından Peygamberimizin (s.a.v.) hicretine kadar olan
hâdiseleri işittiği ve eski târih kitaplarında gördüğü bilgilere göre yazdı.
Hicretten sonraki hâdiseleri de vesikalara ve rivâyetlere göre geniş bir şekilde
anlattı. Târihçiler için mühim bir kaynak olan bu kıymetli eser, daha sonra Ali
bin Muhammed Şimşâti adında bir Eshâb-ı kirâm düşmanı tarafından kısaltılarak
yazıldı ve "Târih-i Taberî" ismiyle meşhûr oldu. Bu Eshâb-ı kirâm düşmanının
kısaltarak yazdığı Taberî târihinde, onun güzel sözleri tahrif edilerek, Eshâb-ı
kirâma (r.anhüm) iftira edilmektedir. Bu yanlış ve bozuk yazılar, okuyanları
aldatmaktadır.
İbn-i Cerîr
Taberî'nin diğer eserlerinden ba'zıları şunlardır: "El-Müsterşid fî
ulûm-id-dîn", "Kitâb-ül-aded ve't-tenzîl", "Kırâat", "Kitâbü-ihtilâf-ül-fukahâ"
matbudur. "Cüz'ün fil-i'tikâd", "Tehzîb-ül-âsâr" "Et-Tebsîrfî usûl-üd-dîn",
"Târih-ür-ricâl min-es-Sahâbeti vet-Tâbiîn."
İbn-i Cerîr
Taberî'nin eserlerinden seçmeler:
Hz. Ali
anlatır: Çok hastaydım. Resûlullahın huzuruna geldim. Beni kendi yerine oturttu.
Duâ ederek ayağa kalktı. Elbisesinin bir tarafını üzerime attı. Sonra da,
"İbn-i Ebî Tâlib! Birşey in yok, iyi oldun, kendim için istediğim herşeyi, senin
için de istedim. Allah her istediğimi verdi. Ancak, bana, senden sonra Peygamber
gelmeyecek dendi" buyurdu. Kalktığımda kendimi o kadar iyi hissettim ki,
sanki biraz önce hasta olan ben değildim.
Hz. Ali rivâyet
etti: Resûlullah (s.a.v.) yatağında şöyle duâ ederdi:
"Allahım, ben, idaren dışına çıkamayan bütün
hayvanların şerrinden, senin kerîm olan cemaline, hükmüne ve ilmine sığınırım.
Allahım, günahkârı da, borçluyu da sen meydana çıkarırsın. Allahım, sen ordunu
hezimete uğratmazsın. Va'dinden dönmezsin. Senin kuvvetinin yerini hiçbir kuvvet
tutamaz. Seni tesbih ederim, Allahım, sana hamd ederim."
Hz. Ali rivâyet
etti: Bir gece Resûlullahın (s.a.v.) yanında kaldım. Namazı bitirip, yatağa
girdiğinde şöyle duâ ettiğini duydum:
"Allahım, senin cezalarından, senin affına sığınırım. Allahım, ne kadar uğraşsam
seni övmeye gücüm yetmez. Sen, kendini övdüğün gibisin."
Ensârdan Ebû
Sa'îd (r.a.) anlatır: Çoluk-çocuk açlıktan muzdarîb olduk. Ailemin de teşvikiyle
Resûlullaha (s.a.v.) gidip birşeyler istemeye karar verdim. Huzurlarına varınca
ilk olarak şu mübârek sözlerini duydum: "Kimin gözü tok olursa, Allah onu
zengin kılar, kim iffetli olursa, Allahü teâlâ onun mükâfatını verir. Kim de
bizden birşey isterse, eğer bulabilirsek hiç esirgemeyiz." Bu
mübârek
sözlerini duyunca, hiçbirşey istemeden Resûlullahın (s.a.v.) huzurundan
ayrıldım. Çok geçmeden durumumuz düzeldi öyle ki, Ensâr arasında malı en çok
olan biz olduk.
Ümmü Seleme
(r.anhâ) anlatır. Sahâbeden bir zât, Resûlullahın (s.a.v.) evinin yanında
hapşırıp da "Elhamdülillah" deyince, Resûlullah (s.a.v.) de ona
"Yerhamükellah" diye duâ buyurdular. Sonra bir başkası daha hapşırıp,
"Âlemlerin Rabbi olan Allaha bol bol hamd ve şükür olsun" deyince de, Resûlullah
(s.a.v.), "Bu, ötekinden ondokuz misli fazla sevab aldı" buyurdu.
Sa'd (r.a.)
anlatır: Resûlullah (s.a.v.) şu duâyı bize bir öğretmenin talebelerine yazı
yazmasını öğrettiği gibi öğretirdi:
"Allahım, cimrilikten sana sığınırım. Korkaklıktan sana sığınırım. Kötü bir
hayata düşmekten sana sığınırım. Dünyâ fitnesinden ve kabir azabından sana
sığınırım."
"Elif! Lâm!
Mîm! Rumlar en yakın bir yerde yenildiler. Onlar bu yenilgilerinden sonra,
birkaç yıl içinde galip geleceklerdir"
meâlindeki
(Rûm-1-4) âyet-i kerîmeleri inince, müşrikler Ebû N Bekr'e (r.a.) gelip:
"Arkadaşın Aluhammed, Rumların İranlıları yeneceğini iddia ediyor ne dersin?"
diye sordular. O da, hiç tereddüd etmeden "Allahın Resûlü doğru söylemiştir"
diye karşılık verdi. Müşrikler bu defa: "Bizimle bahse girer misin?" deyip, Hz.
Ebû Bekr'le bahse girdiler. Fakat, müddet dolduğu hâlde Rumlar İranlıları
yenemediler. Rumlar galip gelmeden, Resûlullah (s.a.v.) bu durumdan haberdar
oldu. Hz. Ebû Bekr'e "Niçin böyle bir bahse giriştin?" buyurdu. O da,
"Allah ve Resûlünü tasdîk etmek için" diye cevap verdi. Resûlullah (s.a.v.) de
"Onlarla yeniden bahse gir, ortaya konanı arttır ve zamanı da birkaç yıl daha
uzat" buyurdu. Hz. Ebû Bekr de, müşriklerle görüşüp; "Yeniden bahse var
mısınız?" deyince, sevinerek "Evet varız" dediler. Anlaşılan sene gelmeden
Rumlar galip geldi. İranlıları yenip Medâin'e girdiler. Hz. Ebû Bekr de bahsi
kazamp, müşriklerin va'd ettiklerini aldı. Müslümanların fakîrlerine sadaka
olarak dağıttı.
Hendek Savaşı
öncesinde, Medine'de hendekler kazılmaktaydı. Selmân-ı Fârisî ve bir kısım
Sahâbi (r.anhüm) kırk arşınlık bir yeri kazmakla vazifelendirilmişlerdi. Kazmağa
başladıktan bir müddet sonra, karşılarına büyükçe bir taş çıktı. Ellerindeki
âletlerle, onu kırmaktan âciz kaldılar. Selmân (r.a.) durumu Resûlullaha
(s.a.v.) arz etti. Resûlullah (s.a.v.) gelip kazmayı Selmân'ın (r.a.) elinden
aldı. Resûlullah (s.a.v.), taşa vurunca, taş ikiye bölünüp, şimşek çakar gibi
bir ışık göründü. Medine'nin bütün evleri onun ışığı ile aydınlandı. Allahın
Resûlü (s.a.v.) tekbîr getirince, yanındakiler de tekbîr getirdi. Sonra ikinci
ve üçüncü defa da bu şekilde vurup tekbîr getirdiler. Müslümanlar da tekbîr
söylediler. Selmân-ı Fârisî, suâl edip:
"Ey Allahın
Resûlü! Anam-babam sana fedâ olsun! Gördüğümüz ışıklar, neydi? Biz onları daha
önce hiç görmemiştik" dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) diğer Sahâbeye
dönüp, "Selmân'ın gördüğünü siz de gördünüz mü?" buyurdu. Onlar da "Evet,
gördük" dediler. Bundan sonra Resûlullah (s.a.v.) "Kazmayı ilk vuruşumda
kisrânın (İran şahının) köşkleri bana göründü. Cebrâil aleyhisselâm
gelip, ümmetin o beldelere sahip olurlar diye haber verdi. İkinci darbede
Bizans'ın kızıl sarayları göründü. Cebrâil aleyhisselâm, ümmetin o diyara da
sâhip olur dedi. Üçüncüde San'a'nın (Yemen’de) köşkleri göründü. Cebrâil,
ümmetimin bundan da fethedeceğini bana haber verdi. Müjdeler olsun!"
buyurdu.
Resûlullah
(s.a.v.) İran kisrâsının köşkünü, taşa vururken gördüğü şekle göre anlattıktan
sonra, Medine'ye gelmeden önce İran'da kisrânın sarayını görmüş olan Seİmân-ı
Fârisî'ye (r.a.) de ta'rif etmesini emir buyurdu. Selmân (r.a.), "Yâ Resûlallah!
Kisrânın köşkü, aynen sizin anlattığınız gibidir. Seni hak Peygamber gönderen
Allahü teâlâ hakkı için, tam buyurduğunuz gibidir ve sen Allahü teâlânın
Resûlüsün" dedi. Resûlullah da (s.a.v.), "Benden sonra ümmetim o diyara malik
olur" buyurdu.
Mü'minler, bu
haberi biribirlerine müjdelediler. Allaha hamd ettiler. Münafıklar, inanmayıp
küfürlerinde inâd ettiler. Müslümanlarla alay ettiler. Haklarında cenâb-ı Hak
meâlen; "O vakit münafıklıklarla, kalblerinde bir maraz (şüphe)
olanlar, "Allah ve Resûlü, bize aldatmadan (aldatıştan) başka bir va'd
etmemiş" diyorlardı" (Ahzâb-12) buyurdu.
Hz. Ali
anlatır: Yemen'den bir grup insan Resûlullaha (s.a.v.) gelip: "Bize dinimizi
öğretecek, aramızda Allahın kitabı ile hüküm verecek bir heyet gönder" dediler.
Resûlullah da (s.a.v.) "Ali, Yemen halkına git. Onlara İslâmı ve sünnetlerimi
öğret. Aralarında Allahın kitabı ile hüküm ver" buyurdu. Ben: "Ey Allahın
Resûlü, Yemen halkı çok câhildir. Bana altından kalkamayacağım mes'eleler
getirebilirler" dedim. Resûlullah (s.a.v.) mübârek elleriyle göğsüme vurarak!
"Git! Allah kalbine ilham e-derek, lisânını yanlış söylemekten korur"
buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) bu sözü söylediği günden bu güne kadar, iki kişi
arasında verdiğim hükümlerden hiçbirinde şüpheye düşmedim.
Abdullah bin
Amr anlatır: Resûlullah (s.a.v.) akşam namazını kıldırınca, cemâat dağılıp bir
kısmı evine gitti. Bir kısmı da yatsı namazını beklemek için, mescidde kaldı.
Resûlullah (s.a.v.) daha sonra mescide gelip onları görünce, şöyle buyurdu:
"Rabbiniz semâ kapılarından birini açtı.
Sizinle meleklere karşı iftihar ediyor. Kullarım, bir vaktin namazını kıldılar,
şimdi de diğer vakti bekliyorlar buyuruyor."
Ebû Nadre
anlatır: Namaz için kamet getirilirken Hz. Ömer "Hizaya girin! Sen biraz ileriye
çık, sen de biraz geri git, saflarınızı düzeltin, Allahü teâlâ sizin meleklerin
yolundan gitmenizi ister" derdi. Arkasından da "Biz saf halindeyiz, tesbih
çekiyoruz" meâlindeki Saffât sûresi yüzaltmışbeş ve yüzaltmışalnncı âyet-i
kerîmelerini okurlardı.
Birgün Hz. Ebû
Bekr, Resûlullahın (s.a.v.), Eshâbını (r.anhüm) toplayıp, Allaha hamd, Resûlüne
salât ve selâmdan sonra şöyle bir konuşma yaptı:
"Her işin mühim
bir tarafı vardır. Böyle mühim işleri başaranların kazandıkları sevablar, onlara
kâfidir. Azîz ve celîl olan Allahü teâlâ yaptıklarınızın karşılığını mutlaka
verecektir. Bunun için de vazifenize ciddiyetle sarılmanız ve gayeye yönelmeniz
icâb eder, şüphesiz istikametini düzeltmenin ehemmiyeti daha çoktur.
Söylediklerime dikkat ediniz! îmânı olmayanın dîni de yoktur. Karşılığını Allahü
teâlâdan bekleyerek iyilik yapmayana mükâfat verilmeyecektir. Niyeti düzgün
olmayanın yaptıkları makbul değildir. Dikkat edin! Allah yolunda cihâdın sevabı
Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Her müslümanın cihâdı sevmesi ve her an cihâda
hazır olması gerekir. Allah yolunda cihâd, Allahü teâlânın buyurduğu gibi,
müslümanları zilletten kurtaran ve onu vâsıta ederek dünyâ ve âhıret se'âdetine
götüren en salim yoldur."
Hz. Ebû Bekr
(r.a.), Huzâa kabilesinden zekât toplamak için vazifelendirdiği Amr ile Velîd
bin Ukbe'yi (r.anhüm) gönderirken, şehrin dışına kadar uğurlayıp bir çok
tavsiyelerde bulundu. Daha sonra onlara yazdığı mektûblarda: "Gizli ve açık her
yerde Allahtan korkun. Allahü teâlâ, kendisinden korkanı kurtuluşa erdirir.
Ummadığı yerden rızkını gönderir. Allahü teâlâ kendisinden korkanların
günahlarını affeder, amellerine kat kat mükâfatlar verir, insanoğlunun
birbirlerine tavsiye ettiği en hayırlı şey, takvadır. Sen Allah rızâsı için,
onun dinine hizmet için çalışıyorsun. Vazifeyi, sûistimâl etmen, aşırı gitmen,
gaflete düşmen caiz değildir. dîni yaşayışınız mu'tedil, işleriniz düzgün olsun.
Gâfil olup, zaafa düşmekten çok sakının" buyurdu.
Ebû Bekr
(r.a.), Hâlid bin Velîd'i (r.a.) İslâm ordusunun başında Şam'a gönderdikten
birkaç ay sonra hastalandı. Vefâtına yakın bir Pazartesi günü Müsennâ'yı (r.a.)
çağırıp: "Git Ömer'i bana çağır! Halifeliği ona teslim edeceğim" buyurdu. Ömer
(r.a.) çağrıldığını duyunca, hemen Hz. Ebû Bekr'in huzuruna geldi. Hz. Ebû Bekr
"Yâ Ömer! Beni iyi dinle ve sana söyleyeceklerimi mutlaka yerine getir. Bugün
cenâb-ı Hakka kavuşacağımı zannederim. Eğer şimdi ölürsem, Müsennâ ile birlikte
bu akşam müslümanları toplayıp kararımı onlara bildirin. Eğer gece ölürsem, yine
Müsennâ ile berâbar sabahleyin erkenden müslümanları toplayıp kararımı bildirin.
Büyük de olsa hiçbir musîbet sizi dininizin hükümlerini ve Rabbinizin emirlerini
yapmaktan alıkoymasın. En büyük üzüntüye maruz kaldığımız Resûlullahın (s.a.v.)
vefâtı gününde, beni ve yaptıklarımı gördünüz: Eğer o gün ben, Allahü teâlânın
emirlerini yerine getirmekte ufak bir tereddüt gatterseydim, Allahü teâlâ bizi
cezâlandırır, rezil ederdi. Medine, kardeş kavgalarının meydanı hâline gelirdi"
buyurup, birçok tavsiyelerde bulundu.
Sâlim bin
Abdullah bin Ömer anlatır.
Hz. Ebû Bekr
(r.a.) vefâtından önce şu vasiyeti yaptı:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Ebû Bekr'in hayata veda edip, âhırete irtihâl
ettiği sıradaki vasiyetidir. O âhıret ki, oraya girince kâfir hakikati görür,
fakat îmânı makbul olmaz, Fâcir korkar, yalancının inkâra gücü kalmaz. Ben,
kendimden sonra müslümanların başına geçmek üzere Ömer bin Hattâb'ı halef ta'yin
ettim. Eğer, hilâfeti esnasında âdil hareket ederse, kararımda isabet etmiş
olurum. Eğer zulm eder ve bugünkü hâlini değiştirirse, istemediğim şeyi yapmış
olur. Çünkü benim ondan beklediğim yalnız hayırdır, gerisi bilebileceğim bir iş
değildir" diye vasiyetini bildirdikten sonra şu âyet-i kerîmeyi okudu; Meâlen;
"Zulmedenler, hangi akıbete uğrayacaklarını, nereye dönüp kalacaklarını
yakında öğreneceklerdir" (Şuarâ-227).
Daha sonra, Hz.
Ömer'i çağırtıp: "Ey Ömer! Seni beğenmeyen beğenmez. Seni seven de sever. Her
zaman hayır beğenilmez. Ba'zan şer beğenilir" buyurdu. Hz. Ömer "Ey Resûlullahın
(s.a.v.) halifesi! Ben halife olmak arzusunda değilim" dedi. Hz. Ebû Bekr de:
"Fakat istemesen de, senin halife olman lâzım. Çünkü sen, Resûlullahı gördün.
O'na Sahâbe olmakla şereflendin. Resûlullahın (s.a.v.), bizi kendisine nasıl
tercih ettiğini gördün. Ondan aldığımız feyz ve bilgilerle insanlara doğru yolu
gösterdik. Benim hilâfetimi de yakından gördün. Bana yardımcılık ettin. Bildiğin
gibi ben, Resûlullahın (s.a.v.) yolundan ayrılmadım. Ben üzerinde yürümem
gereken yoldan sapmadım. Ey Ömer! Sen de bilirsin ki, Allahü teâlânın gece
yapılmasını emrettiği emirleri vardır. Bunu gündüz yaparsanız makbul olmaz.
Gündüz yapılmasını emrettiklerini de gece yaparsınız, onu da kabul etmez.
Âhırette, hak dine tâbi olanların iyilikleri ağır basar, yüzleri ak olur.
Oradaki terazide asla hatâ ve hile yoktur. Hesap günü, dünyâda bâtılın peşinde
gidenlerin kötülükleri ağır basar, yüzleri kara olur. O günkü terazide hile ve
hatâ yoktur. Seni, önce nefsine sonra insanlara karşı uyanık olmaya da'vet
ederim. Çünkü, insanların gözünden hiçbir şey kaçmaz. En küçük seçmeyi dahi fark
edebilecek kabiliyette oldukları için, kendilerini idare edenleri devamlı
kontrol ederler. Sen Allahtan korktuğun müddetçe, insanlar da senden
korkacaktır. İşte bunlar, benim sana vasiyetimdir. Allahü teâlâ, Cennet ehlinin
güzel amelleri sebebiyle azâb etmeyeceğini bildirirken, ben onların arasında
olamayacağımdan korkarım. Rahmet ve azâb âyetlerini hatırlayarak böyle
düşünürüm. Kul dâima ümit ve korku (havf ve recâ) içinde bulunmalıdır. Allahü
teâlâyı âdil olmaktan başka birşeyle itham etmemeli, O'nun rahmetinden ümit
kesmemeli, kendi kendini tehlikeye atmamalı-dır. Eğer vasiyetimi tutarsan,
gelmek üzere olan ölümü dünyâdan daha çok seversin. Şayet vasiyetimi tutmazsan,
dünyâ, senin için önünde duramayacağın ölümden beter olur" buyurdu.
Müzeyne
kabilesinden Egar (r.a.) anlatır: Resûlullahın (s.a.v.) emri üzerine Hz. Ebû
Bekr'le beraber Ensârdan bir zâttan hurma alacaktık. Sabah namazından sonra
mescidde buluşup yola çıktık. Hz. Ebû Bekr, ne zaman uzaktan kendisine selâm
veren bir şahıs görse, kendi kendine "Selâm vermede herkes seni geçmeye başladı"
diyordu. Bundan sonra biz ne zaman uzaktan bir müslümanın geldiğini görsek, o
bize selâm vermeden biz ona selâm veriyorduk."
Seleme bin
Şihab Abdî anlatır. Birgün Ömer bin Hattâb (r.a.) müslümanlara şöyle hitâb etti:
"Ey ahâlî! Bizim sizin üzerinizde hakkımız vardır. Uzakta da olsanız esas olan,
samimiyetle bağlı olmak ve hayırlı işlerde karşılıklı yardımlaşmaktır. Allahü
teâlânın en çok sevdiği şey, devlet başkanının yumuşak ve merhametli olmasıdır.
Allahü teâlânın gazabına en çok duçar olan şey ise, devlet başkanının câhil ve
öfkeli olmasıdır" buyurdu.
Hz. Ömer halife
olunca, ilk mektubunu Hâlid bin Velîd'in yerine kumandan ta'yin ettiği, Ebû
Ubeyde bin Cerrâh'a yazdı. Buyurdu ki:
"Sana,
kendisinden başka herşeyin fâni olduğu, ebedî olarak mevcut olan, bizi
sapıklıktan kurtaran, doğru yolu gösteren, bizi zulmetten çıkarıp, nura
kavuşturan Allahtan korkmanı tavsiye ederim. Seni Hâlid bin Velîd'in yerine
kumandan ta'yin ettim. Orduda ne lazımsa o işi yap. Ganimet peşinde koşup
müslümanları tehlikeye atma. Önceden keşfettirip, durumunu, girişini, çıkışını
öğrenmediğin yere ordugâh kurma. Göndereceğin birlikler kalabalık olsun.
Müslümanları tehlikeye sokmaktan sakın. Allahü teâlâ, seninle beni, benimle seni
imtihan etmektedir. Haberin olsun! Kalbini ve gözünü dünyâdan koru. Onunla
meşgul olma. Senden öncekilerin helakine sebeb olan dünyânın, seni de
mahvetmesine meydan verme. Sen dünyâya düşkün olanların akıbetini çok iyi
bilirsin."
Hz. Ömer, Sa'd
bin Ebî Vakkâs'ı çağırıp, Irak üzerine göndereceği orduya kumandan ta'yin etti.
Ta'yin sırasında şu tavsiyelerde bulundu: "Ey Sa'd! Vüheyboğullarından olman
sana üstünlük kazandırmaz. Resûlullahın (s.a.v.) dayısıyım ve Sahâbesidenim diye
mağrurlanıp, Allahü teâlânın emirlerinden ayrılmayasın. Allahü teâlâ, kötülüğü
kötülükle gidermez. Ama, kötülüğü iyilikle giderir. Allahla kul arasında, itâat
etmekten başka irtibat yoktur. İnsanların şereflileri de, hakirleri de Allahü
teâlânın kullarıdır. Allahü teâlâ da onların Rableridir. Allahın lütfuyla
birbirlerine üstünlük sağlarlar. Itâatleriyle ihsanlara kavuşurlar.
Resûlullahtan (s.a.v.) gördüklerini, duyduklarını hatırla, ona göre yaşamaya
çalış. Emirlerini yerine getir, yasakladıklarını terk eyle. Se'âdet ve
kurtuluşun yolu, Resûlullaha (s.a.v.) uymaktan geçer. Sen bu dediklerime
uyarsan, huzur bulur se'âdete erersin. Eğer bunlara tâbi olmazsan, amellerini
zayi edip, hüsrana uğrayanlardan olursun!"
Hz. Ömer, İslâm
ordusuna kumandan ta'yin edilen Sa'd bin Ebî Vakkâs'ı uğurlarken şu tavsiyelerde
bulundu.
"Seni Irak
ordusuna kumandan ta'yin ettim. Tavsiyelerimi iyi dinle ve onlara tâbi ol. Zor
ve kimsenin istemediği bir işin başına geldin. Doğruluktan başka hiçbir şey seni
kurtarmaz. Kendini ve emrindeki-leri iyiliğe alıştır. İşe iyilikle başla. Her
âdet hâline gelen şeyin bir başlangıcı vardır. Hayır ve iyiliğin de başı
sabırdır. Başına gelen musîbetlere sabret. Sabır, sana Allah korkusunu öğretir.
Allah korkusu, O'na itâat edip, günahlardan sakınmanı temin eder. Yasaklarından
nefret edip, emirlerine uyarak Allahü teâlâya itâat eden, gerçek kulluk yapmış
olur. Yasaklarını yapıp, emirlerinden uzaklaşan da O'na gerçekten âsi olmuş
olur. Mü'minlerin kalbleri hakikat hazineleridir. Allahü teâlâ, bu hakîkatleri
kalblerden ba'zan gizli, ba'zan da açık olarak ortaya çıkarır. Açık ortaya
çıkardığı hakîkatler; kendisini öven ve yerenin haklarını eşit olarak vermesinde
gözükür. Gizli olarak da, kalbteki hikmet dilde görünür. Ve insanlara muhabbet
şeklinde ortaya çıkar. Halk tarafından sevilmeyi ihmâl etme. Peygamberler (a.s.)
bile, Allahü teâlâdan kendilerini halka sevdirmesini istemişlerdir. Allahü
teâlâ, sevdiği kulunu insanlara sevdirir, sevmediğini de nefret ettirir. Sen ve
emrinde çalışanlar, halkın size karşı sevgisinden, Hakları katındaki yerinizi
anlayabilirsiniz."
Hz. Ömer
(r.a.), Utbe bin Gazvân'ı (r.a.)
Basra'ya
kumandan olarak gönderirken şu nasîhatlerde bulundu:
"Ey Utbe! Sen,
savaşın en şiddetli ânında, Hind memleketlerine gidecek orduya kumandan ta'yin
edildin. Düşmana karşı, Allah'tan başka kimseye muhtaç olmayacağına ve sana
yardım edeceğine inanıyorum. Üzerine aldığın işleri hakkıyla yap. Allahtan kork,
âhıretini mahveden gurura kapılmaktan sakın. Sen Resûlullaha arkadaşlık ettin.
Zelîlken şerefli, rezilken azîz, zayıfken kuvvetli oldun. Nihayet İslâm ordusuna
kumandan oldun. Söylediğin söz dinlenir, emirlerine itâat edilir. Senin Allah
katında yücelmene vesîle olmayan ni'metler, olmasın daha iyi. Kendini günahtan
Beyt-ül-mal'ın (devlet hazinesi) mülkünü de telef olmaktan koru. Bunlar, senin
hakkında endişe ettiğim iki mühim husustur. Bu hususlar, senin yenilmen ve başka
bir günah sebebiyle Cehenneme girmenden çok daha tehlikelidir. Böyle hâllerden
Allaha sığınırız, insanlar, önceden dünyâyı isterken, kıyâmet kopunca, Allahü
teâlâya sığınmak isteyecekler. Sen dünyâda iken Allaha sığın, dünyânın peşinde
koşup, zâlimlerin akıbetlerine uğramaktan sakın."
Ebû Mûsâ
anlatır: Hz. Ömer halife iken, Şam'da tâ'ûn alâmetleri görülmeye başladı. Halife
durumdan haberdar olunca, Ebû Ubeyde'ye mektûb yazıp: "Şu an benim sana
ihtiyâcım var. Mutlaka seninle görüşmem lâzım. Mektubum eline geçer geçmez,
hemen yola çık. Akşamı veya sabahı bekleme" buyurdu.
Ebû Ubeyde
(r.a.) mektubu alınca, "Halifenin beni çağırmasının sebebini biliyorum. O,
mutlaka bir gün ölecek olanı yaşatmaya niyetli. Benim tâ'ûndan ölmemi istemiyor"
deyip, halifeye "Ben İslâm ordusunun başında vazifeme devam ediyorum. Niçin
çağırdığını da biliyorum, ölümü bir gün tadacağı mutlak olan bir nefsi yaşatmaya
çalışıyorsun. Mektubumu alınca eski kararından vazgeç, benim burada kalmama izin
ver" meâlinde bir mektûb yazdı. Mektubu okuyan Hz. Ömer, gözlerinden yaşlar
akıtarak ağladı. Yanındakiler "Ey mü'minlerin emîri! Ebû Ubeyde ölmüş mü?" diye
sordular. Hz. Ömer "Ebû Ubeyde ölmemiş, ama ölmeye mahkûm" buyurdu. Daha sonra
da şu mektubu yazdı: "Ey Ebû Ubeyde! Ürdün toprakları vebaya daha müsaittir.
Câbiye tarafları ise vebânın yayılmasına müsait değildir. Muhâcirleri, böyle
vebânın yayılmasına müsait olmayan yerlere gönder" diye bildirdi. Mektubu okuyan
Ebû Ubeyde (r.a.) "Bu emîr-ül-mü'minînin emridir, dinleyip itâat edeceğiz"
dedi. Bu hâdiseyi nakleden Ebû Mûsâ şöyle devam eder "İslâm ordusunun kumandanı
Ebû Ubeyde, benim atıma binip, müslümanları mektubta bildirilen yerlere
yerleştirmemi emretti. O sırada zevcem de tâ'ûna yakalanmıştı. Durumu Ebû
Ubeyde'ye (r.a.) arz edince, halkı tesbit edilen yerlere kendi yerleştirdi. Bu
arada tâ'ûna yakalanıp vefât etti. Çok geçmeden tâ'ûn tehlikesi de ortadan
kalktı."
Şam ordusu
kumandanı, ümmetin emini, Aşere-i mübeşşereden olan Ebû Ubeyde bin Cerrâh,
Ürdün'de Remle yakınlarında vefât edeceği zaman müslümanları yanına çağırıp
şöyle nasîhat etti:
"Size, kabul
ettiğinizde huzurlu olacağınız ba'zı tavsiyelerde bulunacağım. Namazı dosdoğru
kılın. Ramazan ayı gelince orucunuzu tutun. Zekâtınızı verin. Hac ve umrenizi
yapın. Birbirinize hayrı tavsiye edin. İdarecilerinize doğru yolu göstermek için
nasîhatlerde bulunun. Dünyâ sizi aldatmasın. Bir insan, bin sene de yaşasa, ona
ölümün gelmemesi imkânsızdır. Allahü teâlâ, insanoğluna ölümü takdir etmiştir.
Onlar mutlaka öleceklerdir. Onların en akıllısı, Rabbine en çok ibâdet edip,
hesap gününe iyi hazırlanandır. Vesselâmü aleyküm ve rahmetullah! Yâ Muâz!
Namazı sen kıldır" buyurup, ruhunu teslim etti. Onun vefâtına insanlarla
birlikte cinnîler de ağladı. Muâz bin Cebel (r.a.) kalkıp müslümanlara şöyle
hitâb etti:
"Ey insanlar!
Günahlarınız için Allaha tövbe edin. Allahü teâlâ, günahlarından tövbe edip,
kendisine kavuşan kulunu affedeceğine söz vermiştir. Herkes borcunu ödesin. Kul,
borcunun mahkûmudur. Küsler barışsın. Müslümanın, kardeşiyle üç günden fazla küs
olması yakışık almaz. Ey İslâm cemâati! Bir büyüğünüzü kaybettiniz, üzüntünüzü
biliyorum. Ben, ondan daha iyi kalbli, kötülükten daha çok uzak, insanlara
şefkat, merhamet ve sevgisi daha fazla, ondan daha samimi bir insan tanımıyorum.
Ona Allahtan rahmet dileyin. Cenâze namazını kılmaya gelin" buyurdu.
Hz. Ömer,
hilâfeti sırasında yalnız müslümanların işleriyle uğraşır, başka iş yapmazdı. Bu
yüzden ona Beyt-ül-mal'den (devlet hazinesi) belli bir maaş bağlanmıştı. Osman
bin Affân, Ali bin Ebî Tâlib ve Zübeyr bin Avvâm (r.anhüm) aralarında görüşüp,
Hz. Ömer'in maaşının kendisine yetmediğinde ittifak ettiler. Kendileri söylemeye
cesaret edemeyip, Peygamberin (s.a.v.) zevcesi, mü'minlerin annesi, Hz. Ömer'in
kızı Hafsa (r.anhâ) vasıtasıyla durumu ilettiler. Hz. Ömer kızına şöyle dedi:
"Allah aşkına söyle, Resûlullah (s.a.v.) senin evinde kalırken giydiği en
kıymetli elbise neydi?" Hz. Hafsa' "İki tane renkli elbisesi vardı. Yabancı
elçileri onlarla karşılar, Cum'a hutbelerini, onları giyerek okurdu" dedi. "Peki
yediği en iyi yemek neydi?" diye sordu. Hafsa (r.anhâ) "Biz arpa ekmeği yerdik.
Ekmek sıcakken yağlardık. Yağlı ve yumuşak ekmeği çok lezzetli bulduğumuz için
başkalarına da ikrâm ederdik" diye cevap verdi. Hz. Ömer'in "Senin yanında
kaldığı zamanlarda, Resûlullahın (s.a.v.) kullandığı en geniş ve en rahat yaygı
neydi?" sorusuna, "Kaba kumaştan yapılmış bir örtümüz vardı. Yazın dörde katlar,
üstünde yatardık. Kış gelince de, yarısını yere serer, yarısını da üstümüze
örterdik" diye cevap verdi. Hz. Ömer, "Ey Hafsa, benim maaşımı arttırmak için
sana müracaat edenlere söyle: Resûlullah (s.a.v.) kendine yetecek miktarını
tesbit edip onunla yetinir, fazlasını da ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı. Vallahi,
ben de kendime yetecek miktân tesbit ettim. Artanını da ihtiyaç sahiplerine
vereceğim. Ben ve iki arkadaşım, Resûlullah (s.a.v.) ve Ebû Bekr-i Sıddîk, aynı
yolu ta'kibeden üç kişi gibiyiz. Onlardan ikisi nasiplerini alıp yolun sonuna
vardı. Sonra üçüncüsü yola koyuldu. Eğer onların yolunu ta'kib eder, onlar gibi
yaşarsa, onlara kavuşup, onlarla beraber olur. Eğer, onların yolundan ayrılıp
başka bir yolda giderse, onlara kavuşamaz" buyurup maaşının arttırılmasını
reddetti.
Ebü'l-Fürât
anlatır: Hz. Osman kölesine: "Vaktiyle ben senin bir kulağını kıvırmışım. Haydi
sen de benim kulağımı kıvır, hakkını al" buyurdu. Kölesi de Hz. Osman'ın
kulağını edeble tuttu. Bir türlü çekemiyordu. Emrettiği için de tutmak
mecburiyetinde kalmıştı. Hz. Osman, köleye "Sıkı çek, yavrum. Kısas dünyâdadır.
Âhırette kısas yoktur" buyurdu.
Hz. Osman
(r.a.) şehîd edildiğinde, hazinesinde kilitli bir sandık bulundu. Sandık
açıldığında içinde bir mektûb çıktı. Hz. Osman, yazdığı bu mektubunda şöyle
buyurmaktaydı:
"Bu yazılanlar,
Osman'ın son sözleridir. Bismillâhirrahmânirrahîm. Osman bin Affân, Allahtan
başka ilâh olmadığına, şeriki ve ortağı bulunmadığına, Muhammed'in (s.a.v.)
Allahü teâlânın kulu ve resûlü olduğuna, Cennet ve Cehennemin hak olduğuna
şehâdet eder. Allahü teâlâ, geleceği muhakkak olan bir günde (kıyâmet gününde;
bütün kabirdekileri d iri ltecektir. Allahü teâlâ va'dinden dönmez. Herkes, o
va'dle yaşar, ölür ve tekrar dirilir, inşâallah! (Mektubun arkasında da; insan
kendisini ihmâl etmesinden dolayı fakîrliğe düşüp zarara uğrasa bile, tok
gönüllü olması, onu zenginleştirip yüceltir. Dünyâda peşinden kolaylık gelmeyen
hiçbir güçlük yoktur. Çok sabırlı olmak icâb eder. Güçlüklerle karşılaşmayan,
üzüntü ve sıkıntı nedir bilmez, ilerde de ne olacağı belli değildir."
İbn-i Sîrîn
anlatır: Ebû Bekr ve Ömer (r.anhümâ), herhangi bir kimse İslâmiyeti öğrenmek
istediği zaman: "Allahü teâlâya ibâdet et, O'na hiçbir şeyi ortak koşma. Allahü
teâlânın üzerine farz kıldığı namazı vaktinde kıl. Namazını ihmâl etme. Onu
doğru kıl. Böyle yaparsan se'âdete erersin, değilse azâba müstehak olursun.
Zekâtını, vakti gelince gönül rızasıyla ver. Ramazanda orucunu tut.
İdarecilerine itâat et. Onların sözünü dinle" diye nasîhat ederlerdi.
Hz. Ali'nin
oğlu Hasen (r.anh) hasta idi. Ebû Mûsâ (r.a.) onun ziyâretine gidince Hz. Ali:
"Şunu iyi bilin ki, bu hastayı ziyârete giden müslüman, kendisine affedilmesi
için duâ eden yetmişbin melekle birlikte geri döner. Eğer bu ziyâretini sabah
yapmışsa, ona o gün akşama kadar duâ ederler. Ayrıca kendisine mükâfat olarak
Cennette bir bahçe verilir" buyurdu.
Hz. Enes (r.a.)
anlatır: Resûlullahın (s.a.v.) Eshâbından büyüklerimiz bize, "Başınızdakilere
kötü söz söylemeyin. Onları aldatmayın. Onlara isyan etmeyin. Allahtan korkun.
Sabırlı olun. Bunlara uyarsanız muvaffak olursunuz" buyururlardı.
Abdullah bin
Hâris'e iki kişi geldu Yaslanmakta olduğu yastığı, yaslanmaları için onlara
uzattı. Onlar da, "Biz buraya rahat edip, oturalım diye gelmedik. Senin
sohbetinden istifâde için geldik" dediler. Abdullah bin Hâris de "Misafirine
ikrâm etmeyen Kimse, Muhammed (s.a.v.) ve İbrâhîm'in (a.s.) ümmetinden değildir.
Ne mutlu bir parça ekmek ve bir miktar su ile yetinip, Allah yolundan
ayrılmayanlara. Yazıklar olsun, sâdece boğazını düşünerek, tıka basa yeyip,
Allahü teâlâyı hiç hatırlamayanlara" buyurdu.
Urve (r.a.)
anlatır: Yermük savaşında, Rum ordusu kumandanı, müslümanlar hakkında bilgi
toplamak için bir Arabı casus olarak gönderdi. Arab gizlice müslümanların
hareketlerini gözetledikten sonra geri döndü. Rum ordusu kumandanı Kubuklar, ona
"Müslümanlar ne yapıyorlar?" diye sordu. Arab casus, "Gece, dünyâdan elini
eteğini çekmiş olan hıristiyan din adamlarından daha çok ibâdet ediyorlar.
Gündüzleri de, her biri usta bir silâhşor kesilip, yiğitçe dövüşüyorlar" dedi.
KAYNAKLAR
1) Mu'cem-ül-müellifîn cild-4, sh-147
2) Târîh-i Bağdâd cild-2, sh-162
3) Vefeyât-ül-a'yân cild-1, sh-191
4) Tehzîb-ül-esmâ ve'l-lüga cild-1, sh-78
5) Tezkiret-ül-huffâz cild-2, sh-710
6) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-2, sh 106
7) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh-30
8) Şezerât-üz-zeheb cild-2, sh-240
9) Tabakât-üş Şâfiiyye cild-3, sh-120
10) Tam
İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-1075
11) El-A'lâm cild-6, sh-69
12) Muhtasar-ı tuhfe-i İsnâ aşeriyye sh-68
13) Ahmed
Muhammed Hûfî, "Et-Taberî,"Kahire 1963
14) Brockelman, Târih-ül-edeb-il-Arabiyye, cıtd-3, sh-45, 318
|