Hadîs ve Şâfiî
mezhebi fıkıh âlimi. Künyesi Ebû Bekir olup, Âcürrî adıyla meşhûr olmuştur,
İmâm-ı Âcürrî 360 (m. 970) senesi Muharrem'in birinci Cum'a günü Mekke-i
mükerremede vefât etti. Oraya defnolundu. Ömrü tahminen 96 seneyi bulmuştu.
Âcürrî; Ebû
Müslim el-Keccî, Ebû Şuayb el-Harrânî, Ahmed bin Yahyâ el-Halvânî, Ca'fer bin
Muhammed el-Feryâbî, Mufaddal bin Muhammed el-Cündî ve birçok âlimden ilim
öğrenmiş, hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden ise; Ali ve Abdülmelik
İbni Bişran, Ali bin Ahmed bin Ömer el-Mukrî, Mahmûd bin Ömer el-Ekberî,
Muhammed bin Hüseyn bin Fadl el-Kattân ve Hilye sahibi Ebû Nuaym el-İsfehânî ve
birçok âlim ilim tahsil etmiş ve hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
Âcürrî hakkında
İslâm âlimlerinden İbn-i Hatîb "Âcürrî sikâ (güvenilir) bir zâttır. İbn-i
Hallikan; "O sâlih, âbid, muhaddis ve fakîh idi." İbn-i Kesir, "O sika, dinde
sağlam bir zâttır." Cemâlüddîn Ebül-mehâsin; "Âcürrî; muhaddis, sâlih, vera'
sahibi bir âlimdir. Çok kitap tasnif etmiştir." Ebü'l-Fellah Abdülhay ise; "O,
imâm ve muhaddis olup, hıfzı çok kuvvetli idi" demişlerdir.
Hâfız)
ez-Zehebi, yazdığı kitaplarında Acürrî'yi çok övdü. Tezkire kitabında "Âcürri;
âlim, ilmiyle âmil, sünnete tam uymuş bir zâttır." Ulüv kitabında, "Âcürri
muhaddis olup, çok güzel eserleri vardır." tber'de ise "O sika olup, sünnete
sarılmıştır" buyurur.
Muhammed bin
Hüseyn el-Âcürri "Ahlâk-ül-ulemâ" kitabında diyor ki:
Allahü teâlâ
her şeyi yarattı, insanı diğer canlılardan üstün kıldı, insanlara içlerinden
seçtiği Peygamberlerle doğru yolu gösterdi. Onlar vasıtasıyla kullarını îmâna,
kendisine inanmaya çağırdı, îmân eden kullarına mü'min dedi ve onları şerefli
kıldı, îmân etmiş kullarının arasından ba'zılarına ilim verdi, hikmet verdi.
Bunlara din âlimleri denir. Onları ilim ile, yumuşak huylulukla süsledi, İslâm
âlimleri, halâli-haramı insanlara öğretirler, doğru yolu gösterirler, bozuk
yollardan sakındırırlar. Fayda ve zararı, güzel ve çirkini birbirinden
ayırırlar. Âlimler kadrü kıymeti, çok yüksek zâtlardır. Onlar
"Vereset-ül-enbiyâ" Peygamberlerin vârisleridir. Denizdeki balıklar onlar için
istiğfâr ederler. Melekler onlara kanatlarını gererler. Âlimler, kıyâmet gününde
Peygamberlerden sonra şefâat edeceklerdir. Onların bulunduğu yerde, rahatlık ve
huzur vardır. Onların sözleri, işleri, ehl-i gafleti hidâyete kavuşturur.
Kulların en şereflisi bunlardır. Dereceleri yüksektir. Onların hayatta olmaları,
insanlar ve her şey için hazinedir. Vefâtları da musîbettir, büyük kayıptır. Bir
âlimin ölümü âlemin yok olmasıdır denmiştir. Âlimler, güzel ahlâk sahibi, edeb
sahibidirler. Onların sözleri kalblere devadır. Bütün mahlûkât onların ilmine
muhtaçtır. Onların sözlerine ve işlerine uymak, insana dünyâ ve âhıret
se'âdetini kazandırır. Onlara uymak vâcibtir. Onlara karşı edebsizlik,
felâkettir. Onları seven huzura kavuşur. Onlara karşı gelen, hak yoldan
uzaklaşır.
İslâm âlimleri
ışıktır. İnsanlara yol gösterir, cihanı aydınlatırlar. Gökyüzünde yıldızların
durumu nasılsa, yeryüzünde onlar da öyledir. Küfür ve şirk karanlıklarında yüzen
insanlara, hidâyet rehberleridirler.
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde meâlen "Ey îmân edenler, (Peygamber tarafından) size
meclislerde: "Yer açın" denildiği zaman hemen yer açın ki Allah da size genişlik
vergin. "Kalkın" denilince de halkıverin ki, Allah îmân edenlerinizi yükseltsin.
Kendilerine ilim verilenler için ise, (Cennette) dereceler vardır. Allah
bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Mücâdele-11) buyurarak, âlimlere üstün
dereceler hazırladığını bildirdi.
Allahü teâlâ,
Küf ân-ı kerîmde âlimler için, meâlen şöyle buyurmaktadır.
"Allahtan,
kulları içinde, ancak
(Kudret ve azametini bilen) âlimler korkar.
Şüphe yok ki, Allah azîzdir (Her şeye galiptir, gafûrdur (çok
bağışlayıcıdır). (Fâtır-28)
"Allah
dilediğine faydalı bilgi
(hikmet) ihsan eder. Kime ki hikmet verilmişse,
muhakkak ona çok hayır verilmiştir. Bu âyet ve öğütleri, ancak olgun akıl
sahipleri düşünürler." (Bekara-269)
"Doğrusu
(Peygamber değil de hikmet sahibi olan, Lokman'a "Allaha şükret" diye ilim ve
anlayış verdik."
(Lokman-12)
Muhammed bin
Hüseyn der ki: "Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmde âlimleri övmesi, onların
fazîletli, üstün ve kıymetli olduklarını gösterir. Allahü teâlâ onları,
insanlara yol gösterici kıldı. Kendilerine uyulması icâb eden kişilerdir."
Mücâhid,
Kur'ân-ı kerîmde meâlen "Kime ki hikmet verilmişse" âyeti için, "Buradaki
hikmetten murâd; ilimdir, fıkıh ilmidir" buyurmuştur.
Yine Kur'ân-ı
kerîmde meâlen "Doğrusu Lokman'a "Allaha şükret" diye ilim ve anlayış verdik"
âyeti için, "Burada ilim ve anlayıştan murâd, fıkıh ilmi demektir"
buyurdu.
Yine Kur'ân-ı
kerîmde meâlen "Sizden Ulilemr olanlara" âyetindeki "Ulilemr"den
murâd, "Fukahâ ve âlimlerdir" buyurdu.
Ebüdderdâ'nın
(r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Âlimin, âbid üzerine üstünlüğü, ayın onbeşinci
gecesindeki dolunayın, diğer yıldızlar üzerine olan üstünlüğü gibidir."
"Âlimler
Peygamberlerin vârisleridir."
"Şeytana
karşı bir din âlimi, bin âbidden çetindir."
"Allahü
teâlâ bir kimseye iyilik etmek isterse, onu dinde âlim yapar ve ona doğru yolu
ihsan eder."
"Kıyâmet
gününde üç kısım kimseler şefâat ederler: Peygamberler, sonra âlimler, sonra
şehîdler."
"Göklerde ve
yerde olanlar, âlım için istiğfâr ederler."
Resûlullah
(s.a.v.) buyurdu ki: "Allahü teâlâ,
sizden ilmi almak için, ilmi ile âmil alan âlimleri kaldırır. Câhiller kalır.
Dinden suâl edenlere, kendi akılları ile cevâp verip, insanları doğru yoldan
ayırırlar."
Ali bin Ebî
Tâlib (r.a.) buyurdu ki:
"Rahmet yüklü
bulutların toprağa hayat verdiği gibi, âlimin sözü de kalblere hayat verir.",
"Âlimin
konuşması karanlıkları yok eder (Küfür ve zulmeti ortadan kaldırır). Âlimin
susmasında nice hikmetler vardır. Onların susması hikmettir. Güneşin ortaya
çıkışıyla karanlıklar yok olduğu gibi, âlimin bir yerde bulunmasıyla orası nûr
ile dolar, insanlar din ve dünyâlarını öğrenir, rahat ve huzur bulurlar."
Muâz bin Cebel
(r.a.) şöyle buyurdu: "İlim öğreniniz, Allah için ilim öğrenmiş kişi, Allahtan
korkar. İlim öğrenmeyi istemek ve bu yolda çalışmak ibâdettir. Onunla meşgul
olmak cihâddır. İlmi, bümiyene öğretmek sadakadır. Onu ehline öğretmek
kurbettir. Çünkü ilim, helâl ve harâmı öğretir. Dostu ve düşmanı tanıtır. İlim,
insana en azîz arkadaştır. Zînettir.
Melekler, ilim
öğreneni çok severler ve kanatlarını gererler. Onu medh ederler. Yer yüzünde yaş
ve kuru ne varsa, hattâ yırtıcı hayvanlar, denizdeki balıklar, gökyüzü, ay,
güneş ve yıldızlar, onun için Allahü teâlâdan af dilerler.
İlim, kararmış
ve körleşmiş kalblere hayat, neş'e ve huzur verir. Karanlıklarda gözlerin
nurudur. Bedene kuvvet ve zindelik onunla gelir. Makam ve derecelere onunla
kavuşulur. Allahü teâlâyı ve O'nun kudretini düşünmek büyük ibâdettir. Onunla,
Allahü teâlânın emirleri ve yasakları bilinir. Onunla, Allahü teâlâya itâat,
Resûlüne itâat olur. Onunla ibâdet olur. İlim, amelden önce gelir. İlimsiz amel
kabul olmaz. Müslüman, önce ilim öğrenir, sonra öğrendiğiyle amel eder. İlim
kalblerin neş'e ve huzurudur."
Ebüdderdâ'nın
(r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
"Âlim için herşey, hattâ denizdeki balıklar bile
istiğfâr eder."
"Bir kimse
evinden ilim öğrenmek için çıksa o dönünceye kadar Allah yolundadır.
Hişâm bin
Hassân'dan rivâyet eder.
Kur'ân-ı
kerîmde meâlen: "Ey Rabbimiz, bize dünyâda iyi hâl ver ve âhirrette merhamet
ihsan et ve bizi Cehennem azabından koru" âyet-i kerîmesindeki "Haseneten"
kelimesinden murâd; "Dünyâda ilim ve ibâdet ihsan et, ahırette de Cennetini
nasîb et, demektir" dedi.
Muhammed bin
Hüseyn der ki: "Âlimler, fazîlet ve bereket sahibidirler. Onlar nerede bulunursa
bulunsun, fazîlet de oradadır. Onlardan ilim öğrenen fazîletli olur. Allahü
teâlâ hayır ve bereketi onlarla beraber eyledi. Allahü teâlâ bizi ve onları,
ilimle rızıklandırdı."
İbn-i Abbas
buyurdu ki: "Hayrı öğreten ve öğrenen kişi için, herşey istiğfâr eder, hattâ
denizdeki balık bile."
İlim öğrenirken
bilinmesi gereken şeyler:
Allahü teâlâ,
kullarından kendisine îmân etmelerini, sonra da ibâdet etmelerini istedi. İbâdet
de ancak ilim ile, harâmı ve helâli bilmekle olur. Bu sebeple, şüphesiz bilgi
sahibi olmak farzdır. Mü'mine cahillik yakışmaz, ilim öğrenmekle cahillik gider,
insan nefsinin istediği şekilde değil de, Allahü teâlânın emrettiği gibi ibâdet
etmeli Farzı, vacibi ve sünneti öğrenmelidir, ilim öğrenirken, Allah için
öğrenmelidir. İhlâs sahibi olmalıdır, ilim öğrenip bu ilimle amel edilirken,
ibâdetler farza, vacibe, sünnete, helâla ve harâma dikkat edilerek yapılırken,
Allahü teâlânın kendisini, bu ni'metlerle muvaffak kıldığına şükür etmelidir.
İlim öğrenecek
kişi; yumuşak huylu, ağır başlı ve edeb sahibi olmalıdır. Kur'ân-ı kerîmi
okumalı, Allahü teâlâyı unutmamalıdır. Kendine, sık sık ni'metler içinde
olduğunu hatırlatmalı, "Elhamdülillah" dedirtmelidir. Her zaman, eli, ayağı,
gözü, kulağı ve dili harâmdan korumalı, şeytanın şerrinden Allahü teâlâya
sığınmalıdır. Konuşacak ve görüşecek arkadaşlarını iyi seçmeli, bunlar,
kendisine zarar verecek, günaha sokacak kişiler olmamalıdır. Allahü teâlânın
râzı olmadığı şeylerle meşgul olmaktan kaçınmalı ve çok korkmalıdır. Şeytan,
kötü, çirkin ve beğenilmeyen şeyleri çok kerre süsler, göze güzel gösterir ve
nefsi onunla meşgul ettirir.
Her zaman "Yâ
Rabbî! Beni râzı olmadığın faydasız şeyleri öğrenmek ve yapmaktan koru, faydalı
ilim nasîb et" diyerek, Allahü teâlâya yalvarmalıdır.
Allahü teâlânın
emir ve yasaklarına, Resûlünün sünnetine ve bu yolun âlimlerinin izinden
ayrılmamak için sözlerine çok dikkat etmelidir. Zira emek boşa gider, ömür, râzı
olunmayan işlerle geçirilmişse yazık olur. Emir ve yasaklar iyi gözetilmeli, ne
buyuruldu ise ona uygun yapmalıdır.
İlim sahibi
edebli olur. Kendisini ilgilendirmeyen şeylerden konuşmaz. İlim sahiplerinin
yanında dikkat edilecek hususlar:
Alimlerin
huzurunda edebli olmalıdır. Yüksek sesle konuşmamalı, sorulacak şeyi edeble
sormalı, sükût üzere olmalı, kendilerinden öğrendiği ilim için teşekkür
etmelidir. Eğer, ilim sahibi zât herhangi bir sebeple kızarsa, ona karşı
gelmemelidir. Ondan özür dilemelidir.
İlim sahibi,
öğrendiği ilim sebebiyle tevazu üzere olur. Zira bu haliyle herkesin sevgi ve
muhabbetini kazanır, ilim sahibi şereflidir, ilmi ve edebi, kendisini şerefli
yapmıştır.
İlim sahibi,
ilmi ehline öğretir. Dünyânın aşağı şeylerini istemez. Paraya-pula tamah etmez.
Yumuşaklıkla ilmini insanlara aktarır. Onların dünyâ ve âhıret se'âdetine
kavuşmalarına çalışır, ilim sahibi kişi sabırlıdır, öğretirken anlaşılmayan
yerleri, yumuşaklıkla tekrar eder, hiç kızmaz. Edebli hâliyle huzuruna gelenleri
terbiye eder, güzel ahlâkı anlatır, önce kendisine, doğru îmân sahibi olmayı
öğretir. Böylelikle huzuruna gelen ilim âşıkları, Allahü teâlânın râzı olduğu
doğru fenanı öğrenirler. Daha sonra farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubah, harâm,
mekruh ve müfsidi öğrenir. Böylelikle günlük hayatınde neleri yapıp nelerden
kaçınacağını öğrenir, ilim sahibi, herkese güzel söz ve tatlı dille muamele
eder. Câhillerle münâkaşa etmez. Onlara karşı sükût eder.
Birisi
kendisine bir mes'ele sorduğunda, şayet cevâbını biliyorsa, soranın anlıyacağı
şekilde cevâbını söyler ve "Bu mes'elenin cevâbı, falan âlimin, falan kitabının,
şurasında diyerek vesikalandırır. Şayet bilmiyorsa, bir bilene sorar. Doğru
cevâbı tereddütsüz kabul eder.
Allahü teâlânın
kendisine ilim nasîb ettiği kişi, dinde bid'at ortaya çıkarmaktan çok çekinir.
Bid'at sahiplerinden uzak durur. Onların yola gelmesi müslümanların bid'ate
düşmemeleri için; eliyle, diliyle, kalemiyle çalışır. Bid'atleri ortadan
kaldırıp sünnetleri yayar.
İlim sahibi,
Kur'ân-ı kerîmi çok okur. Farza, vacibe, helâle ve harâma çok dikkat eder ki,
yaptığı i-bâdetleri ahırette boşa gitmesin ve dünyâda da insanlar kendisini
örnek alıp, iyi insan olsunlar.
Hakîki din
âlimi, teşhisini iyi yapan ve ilâcını mikdârınca hastasına veren, onu sıhhatine
kavuşturmaya çalışan tabib gibidir. O, Allahü teâlânın rızâsını ister.
O'nun emrini
yapar. Din âlimi dâima Allahü teâlâya şükreder ve her zaman O'nu hatırlar.
Allahtan başka kimseden korkmaz. O, Kur'ân-ı kerîm ve Sünnet-i seniyye ile
âhlâklanmıştır. Dünyânın gösterişine, parasına, puluna itibar etmez. Yeryüzünde
vekar ile ibret alarak yürür. Kalbi Allahü teâlâ ile meşguldür.
Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyurdu: "... Çünkü Kur'ândan önce kendilerine
Tevratla, ahır zaman Peygamberinin vasfına dâir ilim verilenlere karşı, Kur'ân
okunduğu zaman yüzleri üstü secdeye kapanıyorlar (Allaha şükrediyorlar).
Ve şöyle diyorlar: "Rabbimizi tenzih ederiz (va’dini yerine getirir).
Gerçekten Rabbimizin va'di yerine getirilmiş bulunuyor." Hem ağlayarak yüzleri
üstü secdeye kapanıyorlar, hem de bu Kur'ân-ı işitmek, onların huşû'larını
(ilimlerini, yakînlerini, kalblerinin yumuşamasını) arttırıyor" (İsrâ: 107,
108, 109). Allahü teâlâ, burada âlimleri vasfetti ve onların yalnız kendisinden
korkan, gözyaşı döken, itâat eden kişiler olduklarını beyân etti.
Abdullah İbni
Mes'ûd (r.a.) buyurdu: "İki hırs sahibi vardır ki, bunlar doymaz. Biri ilim
sahibi, diğeri dünyânın malına, mülküne, parasına bağlanmış kişi. Bunlardan ilim
sahibi, Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için gece-gündüz çalışır. Kendisi ve
bütün insanların se'âdeti, huzuru için, her saniyesini kıymetlendirir. Allahü
teâlânın şu âyet-i meâlen "Allahtan, kulları içinde ancak (kudret ve
azametini bilen) âlimler korkar" (Fâtır-28). Onları bildirir. Dünyalık
toplayanın ise; mal, mülk ve para için yapmadığı taşkınlık ve azgınlık kalmaz.
Gece-gündüz bu yolda yürür. Allahü teâlâ, dünyâ peşinde koşanlar için, Kur'ân-ı
kerîminde meâlen şöyle buyurdu: "Doğrusu (kâfir) insan azgınlık eder.
Kendini (sâhib olduğu mal ile Allahtan) müstağni görmekle..." buyurdu
(Alâk: 6-7).
Peygamberimiz
(s.a.v.) buyurdu ki: "Kıyâmet günü
herkes, dört suâle cevap vermedikçe hesaptan kurtula- mıyacaktır: Ömrünü nasıl
geçirdi, ilmi ile nasıl amel etti. Malını nere den, nasıl kazandı ve nerelere
harcetti. Cismini, bedenini nerede yordu hırpaladı."
Peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâm buyurdu ki:
"Ümmetimi helâk eden, fâcir âlimler ve câhil âbidlerdir."
Habîb bin Abîd
dedi ki: "İlim öğreniniz. Onu iyice öğrenip onunla amel ediniz. İlmi süs için,
gösteriş için öğrenmeyiniz. Zîrâ gösteriş için ilim öğrenip bununla övünenin
kıymeti, elbisesiyle övünen kişi gibidir.
Umeyr bin Sa'îd
dedi ki: Alkaine'ye dînî bir mes'ele sorduğumda, "Ubeyde'ye gidip suâl ediniz"
dedi. Doğruca Ubeyde'ye gittim ve suâl ettim." Alkaine'ye gidiniz" dedi. Ben de
"Efendim beni size Alkame gönderdi" dedim. O zaman "Mesrûk'a gidip ondan bu
mes'eleyi sorunuz" dedi. Mesrûk'a gittim ve mes'eleyi sordum. O da "Alkame'ye
gidiniz" dedi. Efendim, Alkame'ye gittim. Beni Ubeyde'ye gönderdi. Ubeyde de
size gönderdi" dedim. Buyurdu ki, "Sen Abdurrahmân bin Ebî Leylâ'ya git" Ben de
gidip mes'elemi ona sordum. O da cevap vermekten çekindi Sonra geri dönüp
Alkame'ye durumu arz ettim. O zaman buyurdu ki: "İnsanların fetva verme
hususunda en cüretlisi ilmi az olanlardır."
Muhammed bin
Hüseyn dedi ki: "Kim İslâm âlimlerinin güzel ahlakıyla ahlâklanırsa, o kişi
Allahü teâlânın sevgili kulu olur."
Resûlullah
(s.a.v.) buyurdu ki: "Yâ Rabbi! Senden
faydalı ilim isterim. Faydasız ilimden sana sığınırım."
Muhammed bin
Hüseyn el-Âcürrî, eş-şeriatü adlı eserinde kabir azâbı hakkında diyor ki:
Ebû Hüreyre
(r.a.) buyuruyor ki: Resûlullah efendimiz bir gün "Tâhâ sûresi yüzyirmidördüncü
âyeti ne için nâzil oldu? Âyet-i kerîmedeki geçim darlığı nedir biliyor
musunuz?" diye sordular. Eshâb-ı kirâm "Allah ve Resûlü bilir" dediler.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) "Kâfirin kabrinde azâb görmesidir. Nefsim yed-i
kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü teâlâ, kabirde kâfire
doksandokuz yılan musallat eder. Yılan nedir bilir misiniz? Yılan doksandokuz
canlıdır. Her canlının yedi başı vardır. Onun bedenine devamlı ateş püskürtürler
ve onu ısırıp kıyâmete kadar dehşete düşürürler" buyurdu.
Hz. Âişe
(r.anhâ) "Resûlullahın gece kıldığı hiçbir namaz yoktu ki, Resûlullah o namazdan
sonra kabir azabından Allahü teâlâya sığınmasın" buyurdu.
Resûlullah
efendimiz bir gün Neccâroğulları kabristanlığına uğradı. Kabirlerinde azâb
görenlerin seslerini işitti. Eshâb-ı kirâma buyurdu ki:
"Gizleyebilseydiniz, bu kabirlerdeki azâbı
duymanız için Allahü teâlâya duâ ederdim."
Ebû Hüreyre'nin
(r.a.) bildirdiği hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (s.a.v.) "Ölü kabre
konulunca, yanına yüzleri siyah ve gök gözlü iki melek gelir. Birine Nekîr,
diğerine Münker denir. O kimseye Muhammed hakkında ne dersin dediklerinde, eğer
mü'min ise, bu iki meleğin suâllerine cevap olarak Muhammed (a.s.) Allahü
teâlânın kulu ve Resûlüdür. "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden Resûlullah" der. Bu iki melek "Biz elbette biliyoruz ki, sen dünyâda
da böyle derdin" derler. Sonra o kimsenin kabri her tarafından kırkar metre
genişler ve aydınlanır. Bundan sonra o kimseye uyu denildiğinde, o kimse, beni
bırakın, çoluk çocuğuma gidip bu hâli haber vereyim der. Melekler ona "Kendisini
ancak, çok sevdiği hanımı uyandıran yeni dâmâd gibi rahat uyu" derler. Böylece,
Allahü teâlâ onu yattığı yerden uyandı-rıncaya kadar rahat ve huzur içerisinde
uyur. O kimse kâfir ise, bu iki meleğe cevap olarak "Ben bilmem, insanlardan
işitirdim bir şeyler söylerlerdi, ben de onu söylerdim" der. Bu iki melek "Biz
elbette biliyoruz ki, sen öyle derdin" derler. Sonra toprağa sıkış diye emr
olunur. Toprak o kimse üzerine sıkışır, kaburga kemiklerini birbiri üzerine
geçirir ve Allahü teâlâ onu bu yattığı yerden kaldırıncaya kadar, dâima azâb
içinde bulunur" buyurmuştur.
Yine bir
hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz (s.a.v.), "Bevlden sakınınız, kabir
azâbı ondadır" buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise, "Kabir, âhıret
konaklarının birincisidir. Ondan kurtulana, sonraki konaklar kolay olur.
Kabirden kurtulmayana, ondan sonraki konaklar daha zor olup, azâbları daha
şiddetlidir" buyuruldu.
Peygamber
efendimiz (s.a.v.) bir gün iki kabir yanından geçiyordu. "Şu iki kimse
azabdadırlar. Bunların azabları, büyük günahlardan ötürü değildir. Biri bevlden
sakınmazdı. Diğeri ise insanlar arasında söz taşır, koğuculuk ederdi. Onun için
azâb olunurlar" buyurdu. Başka, bir hadîs-i şerîfte de; "Mü'min olan
meyyit için, kulum doğru söyledi sesi işitilir. Kabre Cennetten yaygı serilir.
Cennet elbiseleri giydirilir. Meyyit için Cennetten bir kapı açılır. Kabre
Cennet kokuları yayılır. Güzel yüzlü, güzel elbiseli, güzel kokular saçan birisi
gelir. Buna "Sen kimsin? Senin o hayırlı yüzün nedir?" diye sorar. Bunun üzerine
"Ben, senin sâlih amelinim" der. Bunu işitince, "Yâ Rabbi! Kıyâmet çabuk kopsa!
Yâ Rabbi, kıyâmet çabuk kopsa da, coluk-çocuğuma ve mallarıma kavuşsam der"
buyurulmuştur.
Hz. Âişe
(r.anhâ), "Peygamber efendiliniz (s.a.v.) Cehennemin fitnesinden ve azabından,
kabirin fitnesinden ve azabından, zenginlik ve fakîrlik fitnesinin şerrinden ve
Deccal'in fitnesinden Allahü teâlâya sığınırdı" buyurdu. Hadîs-i şerîfte
Peygamber efendimiz (s.a.v.) "Geçmiş Peygamberler, şaşı, kör ve yalancı olan
Deccal'in büyük fitne ve musîbet olduğunu haber verip, ümmetlerini, onun
şerrinden ve zararından korkuturlardı" buyurdu.
Bir hadîs-i
şerîfte Peygamber efendimiz (s.a.v.) "Mîzânda güzel ahlâktan daha ağır
gelecek hiçbir şey yoktur" buyuruyorlar. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise,
"Bir kimse kıyâmette mîzâna getirilir. Sonra her birinin büyüklüğü, gözün
görebileceği uzunlukta olan doksan dokuz amel defteri getirilir. Bu defterlerde
o kimsenin iyilik ve kötülükleri yazılıdır. Günahı sevabından çok gelip,
Cehenneme gönderilir. Cehenneme giderken, Allahü teâlâ katından bir ses duyulur:
"Acele etmeyiniz. Onun tartılmayan bir şeyi vardır" der. Başparmağı ucu kadar
bir şey getirilir. Üzerinde Lâ ilâhe illallah Muhammedûn Resûlullah yazılı otur.
Sevap kefesine konur. Böylece sevabı, günahından ağır getir ve Cennete gitmesi
emrolunur" buyuruldu.
Muhammed bin
Hüseyn buyuruyor ki: "Biliniz ki, Allahü teâlâ Cennet ve Cehennemi, Âdem
aleyhisselâmı yaratmadan önce yarattı. Sonra Âdem aleyhisselâmı ve Havva
validemizi ve Cennet ve Cehennem ehlini yarattı. Bütün bunlar, Âdem aleyhisselâm
Cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirilmeden önce idi. İmânın tadını tadan,
İslâmiyete inanan hiç kimse, bunun böyle olduğunu inkâr etmez. Buna Kur'ân-ı
kerîmin âyetleri, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfleri şâhiddir, Bunları
inkâr edenlerden Allahü teâlâya sığınırız. Şayet birisi bunu bize izah et derse,
deriz ki; "Allahü teâlâ, Âdem (a.s.) ile Havva validemizi yaratmadı mı? Onları
Cennetine yerleştirmedi mi? Bekara sûresi otuzbeşinci âyetinde meâlen: "Biz
demiştik ki: Ey Âdem, sen eşinle Cennette sakin ol. Onun, ni'metlerinden ikiniz
de bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa nefslerinize zulmedenlerden
olursunuz" bu-yurmadı mı? Yine "Zevcenle birlikte Cennette yerleş de,
ikiniz dilediğiniz ni'metlerden yiyin. Fakat su ağaca yaklaşmayın ki, sonra
zalimlerden olursunuz." Aynı sûrenin elliyedinci âyet-i kerîmesinde meâlen
"Yağmur rahmetinin önünde, rüzgârları müjdeci olarak gönderen o Allahdır.
Nihayet bu rüzgârlar, buhar ile yüklü ağır ağır bulutları kaldırıp yüklendiği
zaman, bakarsın ki, biz onları ölmüş (kurumuş) memleketlere sevk
etmişizdir. Böylece o bulutla, o yere su indiririz de, o su ile her çeşit
meyveleri çıkarırız. İşte bu ölü araziden bitkileri çıkardığımız gibi, ölüleri
de böyle çıkaracağız (dirilteceğiz). Gerekir ki, düşünür ve ibret
alırsınız" buyurulmaktadır.
Allahü teâlâ
daha sonra Âdem (a.s.) ile Havva'yı Cennetten yeryüzüne indirdi. Onların
tövbelerini kabul etti. Onları tekrar Cennetine koyacağını va'd etti. îblis'i de
tard ederek, Cennetine tekrar dönmekten men etti. İbn-i Abbâs (r.a.) Bekara
sûresi yirmiyedinci âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki: "Âdem (a.s.), "Yâ Rabbî!
Beni yed-i kudretinle yaratmadın mı?" diye sorunca, Allahü teâlâ "Evet yarattım"
buyurdu. Âdem (a.s.) "Bana katından ruh üfürmedin mi?" dedi. Allahü teâlâ "Evet"
buyurdu. Âdem (a.s.) "Yâ Rabbî! Bana rahmetin gadabını geçmedi mi?" dedi. Allahü
teâlâ "Evet" buyurdu. "Yâ Rabbl! Beni daha önce Cennetinde oturtmadın mı?" diye
sorunca, Allahü teâlâ "Evet" buyurdu. Âdem (a.s.) "Yâ Rabbî! Bildiğin gibi tövbe
ediyorum. Tekrar oraya dönebilecek miyim?" diye sorunca, Allahü teâlâ "Evet
oraya döneceksin" buyurdu.
Hadîs-i şerîfte
buyuruldu ki: "Cennete baktım, ekserisinin fakîrler ve müslümanlar olduğunu
Cehenneme baktım, çoğunluğunun kadınlar olduğunu gördüm." Yine Peygamber
efendimiz (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte: "Cennet ve Cehennem karşılaşırlar,
Cehennem der ki, "Bana ne oluyor ki, ancak kibirlenenler ve çok mal sahipleri
bana geliyor?" Cennet de der ki: "Bana ne oluyor ki, zayıflar ve fakîrler bana
geliyor?" Allahü teâlâ Cehenneme, "Sen benim azâbımsın. Seninle dilediğime azâb
ederim." Cennete, "Sen benim rahmetimsin. Seninle dilediğime merhamet e-derim,
ikinizi de dolduracağım" buyurur.
Diğer bir
hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (s.a.v.): "Ramazan-ı şerîfin ilk gecesi
olunca, şeytanlar zincire vurulur. Cehennem kapıları kapanır. Ondan hiçbir kapı
açık bırakılmaz. Cennet kapılarının hepsi açılır. Kapah hiçbir kapı kalmaz. Bir
münâdi şöyle seslenir: Ey Hayrı arayan! Hayra yönel. Ey şerri arayan! Ondan
uzaklaş. Allahü teâlâ bu gecede birçok kimseyi Cehennemden âzâd eder"
buyururlar.
Bütün bu
zikredilenlerin hepsi Cennet ve Cehennemin yaratıldığına delâlet etmektedir.
Birgün Resûlullah efendimiz (s.a.v.), Cebrâil aleyhisselâma: "Mikaîl'i
gülerken hiç görmedim" dedi. Cebrâil (a.s.) "Mikâil, Cehennem
yaratıldığından beri gülmemektedir" buyurdu.
Aynı eserde,
İslâmiyet hakkında ise söyle demekledir, İslâmiyet beş şey üzerine bina
edilmiştir. Bunlar Kelime-i şehâdet getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, oruç
tutmak, hacca gitmektir, îmân altmış küsur veya yetmiş küsur parçadır. En efdali
Kelime-i şehâdet getirmektir. En aşağı derecesi, yoldan eziyet veren şeyi
kaldırmaktır. Haya da imândan birşu'bedir.
Allahü teâlâ
fadlı ve ihsanı ile Kur'ân-ı kerîmde bildiriyor ki; geçmiş ümmetlerden
yahudiler, hıristiyanlar dinlerinde tefrikaya düştükleri için helâk oldular.
Mevlâ-mız, doğru yoldan fırkalara ayrılmanın, bâtıla meyletmenin helâka sebeb
olduğunu bize öğretiyor ve bizi bundan nehyediyor. Doğru yoldan ayrılmak ancak
hased ve buğz yüzünden olur. Kendilerinin bildiğini, başkalarının bilmesini
istemezler. Allahü teâlâ buğz ve hasedin fırkalara ayrılmaya sebeb olduğunu
beyân buyurarak, Bekara sûresi ikiyüzonüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen;
"İnsanlar îmân üzere bulunan tek bir ümmet idi. Sonra kimi îmân etmek, kimi
küfre varmak suretiyle ayrılığa düştüler. Bunun üzerine Allah, rahmetinin
müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi. İnsanlar
aralarında ayrılığa düştükleri şeyde hak üzere hükmetmek için, o peygamberlere
kitap gönderdi. Halbuki kendilerine açık deliller geldikten sonra, aralarındaki
zulüm ve hasedlerinden ötürü ihtilâfa düşenler, o kitab verilenlerden başkası
değildir. Onların hak hususunda ayrılığa düştükleri şeyde, Allah kendi izni ile
peygamberlere îmân edenleri doğru yolda hidâyet buyurdu. Allah dilediğini doğru
yola iletir" buyurmuştur.
Allahü teâlâ
bize, kendilerine ilim verilenlerden ba'zılarının, başkalarına hased
ettiklerini, düşmanlıkta bulunduklarını ve böylece helâk olduklarını ve
fırkalara bölündüklerini bildirmektedir.
Muhammed bin
Hüseyn buyuruyor ki: "Şeytan, bir kişi ile beraber, iki kişiden uzaktır."
KAYNAKLAR
1) El-A'lâm
cild-6, sh-97
2) Mu'cem-ül-müellifîn cild-9, sh-243
3) Târîh-i Bağdâd cild-2, sh-243
4) Vefeyât-ül-a'yân cild-4, sh-292
5) El-Bidâye ven-nihâye cild-11, sh-270
6) Tezkiret-ül-huffâz cild-3, sh-936
7) Tabakât-ı Şâfiiyye cild-3, sh-149
8) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh-35
9) Ahlâk-ul-ulemâ10) Eş-şeriatü
|