Va'z ve
nasîhatlarıyla meşhûr âlim. Künyesi Ebü'l-Hüseyn olup, en-Nâtıku bil-Hikmeti
(Hikmetli konuşan) lakabı verilmiştir. 300 (m. 912) senesinde Bağdâd'da doğdu.
387 (m. 997)'de orada vefât etti. Va'z ve nasîhatta zamanının seçkin
âlimlerinden olup, nasîhatları pek te'sîrli ve fâideli olmuştur. Halk arasında
"İbn-i Sem'ûn'dan va'z dinle nasîhat al!" sözü meşhûr olmuştur. İlim aldığı
âlimler: Abdullah bin Ebî Dâvûd Sicistânî, Ahmed bin Muhammed bin Selîm Muhremî,
Muhammed bin Mahled Devrî, Muhammed bin Ca'fer Metirî, Muhammed bin Muhammed bin
Ebî Huzeyfe, Ahmed bin Süleymân bin Zeyyân ed-Dımeşkiyyîn, Âmir bin Hasen
eş-Şeybânî'dir. Kendisinden ise; Hamza bin Muhammed bin Tâhir ed-Dekkâk, Kâdı
Ebû Ali İbni Ebî Mûsâ el-Hâşimî, Hasen bin Muhammed el-Hilâl, Ebû Bekr
et-Tâhirî, Abdülazîz bin Ali el-Eczî ve diğer zâtlar ilim almıştır. Zamanının
insanları onun hikmetli sözlerini toplayıp yazmışlardır. Ebü'l-Kâsım İsmâil bin
Abbâd şöyle nakletmiştir: "İbn-i Sem'ûn bir gün kürsü üzerinde va'z veriyordu.
Şöyle buyurdu: "Eti konuşturan, yağa gördüren, kemiğe işittiren Allahü teâlâyı
tesbih ederim." (Bu sözünde etten maksat dil, yağdan maksat göz, kemikten maksat
kulak idi)"
Irak halkı ona
karşı büyük bir sevgi besler, çok severdi. Onun nasîhat ve va'zlarından istifâde
etmek için büyük kalabalıklar hâlinde etrafında toplanırlardı, insanların
kalblerinden, hatırlarından geçen şeyleri bilirdi. Bu vasfıyla meşhûr olmuştur.
Ebü'l-Feth Kavvâs şöyle anlatmıştır: "Bir defasında şiddetli bir darlığa düştüm.
Hiç param kalmamıştı. Bir şeyler satmak için evi aradım taradım. Bir yay ve bir
de giydiğim mestlerden başka birşey yoktu. Bunları satmaya karar verdim.
Sabahleyin bunları satmak üzere evden çıktım. O gün İbn-i Sem'ûn'un va'z
günüydü, önce İbn-i Sem'ûn'un va'zını din- liyeyim, sonra gidip bunları satayım
diyerek va'zı dinlemeye gittim. Va'zı dinledikten sonra kalkıp gidiyordum. İbn-i
Sem'ûn bana uzaktan seslenerek, mesti ve yayı satma, Allahü teâlâ sana rızık
gönderecek buyurdu."
Ebû Tâhir bin
Halef anlatır: İbn-i Sem'ûn birgün Bağdâd'da, minberde va'z veriyordu. Minberin
ö-nünde oturanlardan Ebü'l-Feth Kavvâs uyudu. İbn-i Sem'ûn hemen sustu. Uyandığı
zaman, "Resûlullah (s.a.v.) rü'yâda gördün değil mi?" dedi. "Evet gördüm" dedi.
"Seni uyandırıp da, tatlı rü'yânı yarıda bırakmamak için sustum" buyurdu.
Ebû Ali bin Ebî
Mûsâ el-Hâşimî şöyle anlatmıştır. "Bana Tâiillah'ın âzâdlı kölesi Vehî şöyle
anlattı: Tâiillah bana İbn-i Sem'ûn'un hükümet konağına çağırılmasını söyledi. O
gün pek kızgındı. Bu hâlinden çekinilirdi. Çünkü hiddetli biri idi. Birini
gönderip, İbn-i Sem'ûn'u çağırttım. Fakat onun kızgın hâlinden içime bir şüphe
düşmüştü. İbn-i Sem'ûn gelince haber verdim. Yanına girip usûlüne uygun şekilde
selâmladı ve oturdu. Sonra va'z ve nasîhata başladı. Önce Emîr-ül-mü'minîn
Ali'den "kerremellâhü vecheh" şöyle nakledilmiştir, diyerek söze başladı. Ve Hz.
Ali'den yapılan bir rivâyeti nakletti. Sonra da konuşmasına devam etti. Tâiillah
onu dinlerken ağlamaya başladı. Sesi işitiliyordu. Elindeki mendili,
gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuştu. Bunun üzerine İbn-i Sem'ûn konuşmasını
bitirdi. Tâiillah bana, içinde güzel koku ve diğer hediyelerin bulunduğu bir
kutu verdi. İbn-i Sem'ûn'a hediye edilmesi için verilen bu kutuyu ona verdim.
Bundan sonra İbn-i Sem'ûn ayrılıp gitti. Ben Tâiillah'ın yanına girip, "Efendim,
önce çok kızgın idiniz. İbn-i Sem'ûn ile görüştükten sonra bu kızgınlığınız
geçti. Sebebi nedir?" dedim. Dedi ki: "Bana İbn-i Sem'ûn'un Hz. Ali hakkında
yanlış düşündüğü söylenmişti. Bunun, doğru olup olmadığını araştırdım. Fakat o,
yanıma gelir gelmez Hz. Ali'den gelen bir rivâyeti nakletti ve onu medhetti.
Halbuki rivâyet hususunda geniş ilim sahibi olduğundan, istese başka bir
rivâyeti söyleyebilirdi. Anladım ki, o bu hususta kendisine yapılan iftirayı
anladı ve söze Hz. Ali'den bahsederek başladı ve kendisinin böyle bir ithamdan
uzak olduğunu ortaya koydu. O bunu keşfetti, kalb gözü ile gördü" dedi.
Ebü'l-Kâsım,
Şükr-ül-Adûdî'den naklen şöyle anlatmıştır: Melik Adûd-üd-Devle Bağdâd'a girip,
Bağdâd'ı harâb, halkı da katletmişti. Sonra da, hiçbir kimse ne câmilerde, ne de
yollarda konuşma yapmayacak diye ilân edilmişti. İbn-i Sem'ûn'un Cum'a günü
Mensûr Câmii'nde kürsüye çıkıp, insanlara va'z ettiğini haber aldı. Bunun
üzerine bana, birini gönder, onu getirttir emrini verdi. Birini gönderdim. Onu
getirdi. Yanıma girdiğinde baktım, heybetli ve yüzünden nûr akan bir zât
olduğunu gördüm. Elimde olmadan hürmeten ayağa kalktım. Sonra onu yanıma
oturttum. O da oturdu. Benim elimden ve benim sebebimle ona bir zarar
dokunmasını istemiyordum. Dedim ki, efendim bu melik çok zâlim birisidir. Onun
emrine uymaman sebebiyle sana bir zarar dokunmasını istemem. Şimdi ben seni ona
götüreceğim. Onu görür görmez yeri öp, sana bir şey sorduğu zaman yumuşak cevap
ver. Allahü teâlâdan yardım dile, umulur ki seni affeder. Bu sözlerim üzerine
İbn-i Sem'ûn herşeyi yaratan ve herşeyin sahibi Allahü teâlâdır dedi. Sonra onu
melikin odasının yanına kadar götürdüm. Melik, kendisine yapılacak herhangi bir
saldırıdan çekinerek, emniyetli bir odada tek başına duruyordu. Kapının önüne
geldiğimizde, sen burada dur, ben, dönünceye kadar bir yere ayrılma ve selâm
verince yumuşak ve huşu içinde ol dedim, izin istemek için melikin yanına
girdiğimde, bir de baktım, İbn-i Sem'ûn da yanımda peşimden gelmiş. Yüzünü
duvara dönüp, Hûd sûresinin 102. âyet-i kerîmesini okudu. Sonra melike dönüp
Yûnus sûresinden "Sonra onların arkasından, sizi arza halîfeler yaptık ki,
bakalım nasıl ameller işliyeceksiniz" meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
Bundan sonra da va'z ve nasîhate başladı. İnsanı hayrete düşürecek öyle şeyler
anlattı ki, melikin gözleri dolup ağlamaya başladı. Kolunu yüzüne tutup
ağlıyordu. Melikin böyle ağladığını hiç görmemiştim. İbn-i Sem'ûn döndü ve
çıkıp, benim odama gitti. O gidince melik bana dedi ki, Beyt-ül-maldan üçbin
dirhem ve elbise deposundan da on elbise al, onları götürüp İbn-i Sem'ûn'a ver.
Almam derse, al; arkadaş ve yakınlarına dağıtırsın de. Şayet alırsa, onu öldür,
başını bana getir dedi. Bunun üzerine beni şiddetli bir üzüntü aldı. Parayı ve
elbiseleri götürüp bunları al, parayı harcarsın, elbiseleri de giyersin dedim.
Almadı, yakınlarına verirsin dedim, yine almadı. Dönüp, durumunu melike haber
verdim, o da Allaha hamd olsun ki, bizi ondan, onu da bizden kurtardı dedi.
İbn-i Sem'ûn,
vefât etmesine yakın bir zaman ben defn olunurum, sonra kabrim açılır demişti.
Vefât edince, cenâzesini Ebû Nasr ve Hanbelî fakîhi Ebû Abdullah bin Hâmid
yıkadı, kardeşi Hasen ilk cenâze namazını, Ebû Fadl Temîmî de ikinci defa cenâze
namazı kaldırdı. Vefât ettiği evinde defn edildi. Halkın çoğu, onun vefâtını
duyup, cenâze namazının mescidde kılınacağını bekliyordu. Defn edildiği
söylenince halk ayaklanıp, defn edildiği yerden cenâzesini çıkarıp, mescide
götürdüler ve büyük bir kalabalık hâlinde yeniden cenâze namazını kıldılar.
Sonra yine aynı yere defn edildi. 427 (m. 1036) senesinde cesedi defn edildiği
yerden alınıp, "Makberet-i Ahmed" denilen kabristana taşındı. Kâdı Şerîf Ebû Ali
bin Ebî Mûsâ şöyle anlatmıştır: "İbn-i Sem'ûn vefât ettiğinde defn edilirken
görmüştüm. Kabri değiştirilirken de (Vefâtından 40 sene sonra) gördüm. Hiç
çürümemiş, bozulmamış, ilk kabre konulduğu hâlde aynen duruyordu. Bu nakledilişi
sırasında cemâat şöyle dediğini işitti: "Şüphesiz ben öldüm ve defn edildim.
Defnimden sonra çıkarıldım..."
İbn-i Sem'ûn
hazretlerinin sözleri pek meşhûr olup, bir kısmı şöyledir:
"Günahlarından
dolayı Rabbinden af dileyen yok mu? Rabbime karşı kulluk vazifemi niçin
yapamadım diye boyun büküp ağlayan yok mu? Af ve magrifet ümidiyle Allahü
teâlâya koşanlar yok mu? ölmeden önce ölüme hazırlananlar yok mu? Kin, nefret,
hased ve gıybet gibi kalb hastalıklarından kurtulmak isteyenler yok mu? Doğru
yolun yolcusu olacaklar yok mu? Hâlinin perişanlığına âh edenler yok mu?
Günahlara son verilmeyecek mi? Gevşeklik ve tenbellikten sakınma olmayacak mı?
Ahmaklıklar terk edilmeyecek mi? Sâlih amel işlemeye gayret gösterilmeyecek mi?
Ecelin gelişini bekleyip, hazırlık yapanlar yok mu? Yalnızlıklarında hâlini
düşünüp, gözyaşı dökenler yok mu? Şehvetlerine esir olmaktan kurtulmak
isteyenler yok mu? Hergün insanları alıp götüren ölümü gören yok mu? Ayıplardan,
günahlardan kaçan yok mu? önceki günahlarını hatırlayıp, pişmanlık duyan yok mu?
Birgün ölüm gelip elin ayağın tutmaz, gözün görmez, kulağın işitmez, dilin
söylemez olacağından ibret alanlar yok mu? ömrünü boşa geçirdiği için üzülenler
yok mu? Dünyânın geçici lezzetlerine aldanmayıp, âhıreti kazanmak için çalışan
yok mu? Nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak isteyenler yok mu? Allahü
teâlânın sevdiği ve kendine yakın kıldığı kullarından olmak için yalvarıp,
yakaran yok mu? Takvaya sarılıp, harâmlardan sakınanlar yok mu? insanların
değil, Rabbinin rızâsını arayanlar yok mu? Âhıret yolculuğuna azık hazırlayan
yok mu?
Her geçen gün,
ömrünün tükenmekte olduğuna ağlayan yok mu? Gafletinden dolayı Rabbine tövbe
eden yok mu? Resûlullah efendimiz Muhammed aleyhisselâmın sünneti ve O'nun
sevgili Eshâbının yolundan giden yok mu? Günahlardan uzaklaşıp, Allahü teâlânın
affına kavuşmak isteyen yok mu? Şu kısacık dünyâ hayatını, ebediyen kalacağı yer
olan âhıreti için sermâye yapan yok mu? Kabirdeki yalnızlığına ve orada tek
başına sorgu suâle çekileceğine ağlayan yok mu? Kabrin karanlığında, kendisine
bir aydınlık arayan yok mu? Dünyâda sâlih ameller işleyerek, kabrinde yapayalnız
kalacağı zaman için kendisine bir arkadaş, sâdık bir dost edinmek isteyen yok
mu? Ömür bitip, ölüm gelince; ailesinden, çoluk çocuğundan, dostundan,
akrabasından, malından, mülkünden ve sevdiklerinden ayrılıp gideceğini
hatırlayan, düşünen yok mu?"
"Ma'siyetleri
(Allahü teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği şeyleri) çok aşağı ve çirkin gördüm.
Bundan dolayı onları terk ettim. Böylece sevaba ve se'âdete kavuştum."
"Zâhid olmağı,
dünyâya gönül bağlamamağı söylüyorsun, kendin yeni, şık giyiniyorsun ve çeşitli
yemekler yiyorsun" dedikleride, "Allahü teâlâyı, İslâmiyetin emretdiği gibi
bilen kimseye, dünyâ malı zarar vermez" buyurdu.
"Allahü
teâlânın adı bulunmıyan söz, kıymetsizdir. Allahü teâlâyı hatırlamadan susmak,
boşuna vakit geçirmektir. İbret almadan bakmak fâidesizdir" buyururdu.
KAYNAKLAR
1) Tabakât-ı Hanâbile cild-2, sh-155
2) Târîh-i Bağdâd, cild-1, sh-274
3) Vefeyât-ül-a'yân cild-4, sh-304
4) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh-124
5) El-A'lâm cild-5, sh-312
6) Tam
İlmihâl Se'âdet-i Ebediyye sh-1000
|