Evliyânın
büyüklerinden. Künyesi, Ebû Abdullah olup, adı Muhammed bin Hafif eş-Şirâzî'dir.
Sirâz'da doğup, orada yaşamıştır. Zamanın Şeyh-ül-meşâyih'i (Şeyhlerin şeyhi)
idi. Zâhiri ilimlere vâkıf, hakikatlara dâir geniş bilgiye sahip, büyük bir
ifâde gücüne mâlik bir zât idi. İbn-i Hafîf, Ebû Tâlib Hazrec-i Bağdâdî'nin
talebesi idi. Kettânî, Yûsuf bin Hüseyn er-Râzî, Ebül-Hüseyn Müzeyyen,
Ebü'l-Hüseyn ed-Dirâc, Tâhir-i Makdirî, Ebû Amr Dımeşkî, Hallâc-ı Mensûr,
Cüneyd-i Bağdâdî ve birçok âlimin sohbetlerinde bulunmuş, onlardan ilim
öğrenmiştir. Kelâm ilmini İmâm-ı Eş'arî'den öğrenmiştir. 371 (m. 983) senesinde
vefât etti.
Kendisinden
ise, Ebü'l-Fadl Muhammed bin Ca'fer el-Husâî, Hüseyn bin Hâfız Endülüsî,
Muhammed bin Abdullah Bakuya ve Ebû Bekr Bâkıllânî ve birçok âlim hadîs-i şerîf
rivâyet etmiş ve ilim öğrenmiştir.
İbn-i Hafîf,
Allahü teâlâya çok ibâdet ederdi. Ba'zan bir rek'atte onbin İhlâs-ı şerîf
okurdu. Genellikle sabahtan akşama kadar bin rek'at namaz kılardı, çok sadaka
dağıtırdı. Ba'zan halkın yanına çıkacak elbisesi kalmazdı. Her sene kırk defa
riyâzete çekilirdi. Vefât ettiği sene de kırk defa riyâzete çekilmiş, bunların
sonuncusunda vefât etmişti.
Kendisi şöyle
anlatır: Birgün hacca gitmek için yola çıktım. Bağdâd'a geldiğimde, Cüneyd-i
Bağ-dâdî'yi ziyâret etmedim. Çöl yoluna çıktığımda çok susamıştım, yanımda bir
ip ve su kovası vardı. Bir kuyu gördüm. Bir ceylan bu kuyudan su içiyordu.
Kuyunun başına geldim ve suyun dibe çekildiğini gördüm. Susuzluğa dayanamıyarak,
"Yâ Rabbî! Bu kulunun şu ceylan kadar da mı değeri yoktur?" dedim. Sonra şöyle
bir ses duydum. "O ceylanın yanında, ipi ve kovası yoktu. O bize güveniyordu."
Bunun üzerine ipi ve kovayı attım ve yoluma devam ettim. Bir süre gittikten
sonra yine bir ses "Ey İbn-i Hafîf! Biz seni nasıl sabredeceksin diye imtihan
ettik. Şimdi geri dön ve suyunu iç" dedi. Geri döndüğümde, kuyunun ağzına kadar
su ile dolu olduğunu gördüm ve suyumu içip abdest âldım. Medine'ye varıncaya
kadar hiç su ihtiyâcı duymadım. Mekke'den geri dönüşümde Bağdâd'a uğradım. Cum'a
günü câmiye gittiğimde Cüneyd-i Bağdâdî'yi gördüm. Bana "Eğer sabretseydin, su
ayaklarının altından fışkıracak ve arkandan akacak idi" dedi.
Kendisi yine
şöyle anlatır: Birgün bana biri geldi ve "Falan yerde Allahü teâlâya yakın bir
insan vardır. Size bir şey sormak istiyor. Fakat sizin yanınıza gelecek gücü
yoktur" dedi. Bunun üzerine ben onu görmeye gittim. Bana "Burada acâib bir olay
oldu. Aramızda yaşıyan bir çocuk vardı. Bu çocuk gündüz yemek yemez ve kimse ile
konuşmazdı. Koyunları otlatmaya gittiğinde, koyunları bir tarafa bırakır,
kendisi başka bir tarafta namaz kılardı. Birgün bu çocuk hastalandı. Onun için
kabilenin kenarında bir çardak yaptık. Bir süre sonra öğle vakti, çocuğun aniden
yerden yükselerek, havada değirmen taşı gibi döndüğünü gördük. Annesi tutmak
istedi ise de tutamadı. Çocuk gittikçe yükselerek kayboldu. Kabilemizin
erkeklerini, çocuğun bir yere düşmüş olacağını düşünerek, aramaları için sağa
sola gönderdik. Fakat çocuğu bulamadık", diye anlatınca, ben anlatılanları
düşünmeye başladım. Fakat o, benim bu olaya i-nanmadığımı sanarak, kabileden
birçok kişiyi şâhid olarak gösterdi. Mecliste biri vardı ki, bu anlatılanları
dinlediği zaman buna inanmıyarak "Ey efendim! Bunların söylediği hâl mümkün mü?"
diye sordu, İbn-i Hafîf, "Ey Câhil adam! Burada öyle biri var ki, o durumun
meydana gelmesini ve Allahü teâlâya kavuşmasını bekler" dedi.
Yine kendisi
anlatır: "Gençliğimde bir zâtın yanına gitmiştim. Bende açlık eseri görünce,
evine yemeğe da'vet etti. Önüme pişirilmiş, fakat biraz tadı tuhaf et getirdi.
Onu yemekten tiksindim ve yiyeme-dim. Benim bunu yememem üzerine o zât mahcûb
oldu. Ben de utandım. Daha sonra bir cemaatla yola çıktım. Bir ara yolumuzu
kaybettik. Yanımızda yiyecek birşey kalmamıştı. Birkaç gün açlığa sabr ettikten
sonra dayanamaz duruma geldik. En sonunda yiyemiyeceğim birşey temin ettim. Tam
bir lokma alacağım sırada, o zâtın evindeki yemek aklıma geldi. Kendi kendime,
"Bu, o zâtın mahcûb olmasına sebep oluşumun cezasıdır" dedim. Derhal tövbe edip
geri döndüm ve o zâttan özür diledim."
Kendisi şöyle
anlatır: "Horasanlı bir genç, hacılara yoldaşlık ediyordu. Şirâz'a geldiği zaman
hasta oldu. Yanımızda sâlih bir zât ile hanımı vardı. O genci, bakmaları için
onların evine gönderdim. O zât, bir gün ansızın geldi. Rengi değişmiş idi. Bana
"Allahü teâlâ ecrini yükseltsin. O genç vefât etti" deyince, ben ona, "Senin
rengin niye böyle değişti?" diye sordum. "Genç dün gece bize, benim yanımdan
ayrılmayınız. Bu gece benim işim tamamdır" dedi. Ben de evde bulunan yakınıma
"Gecenin ilk yarısı sen başında bekle, gecenin ikinci yarısı ben bekleyeyim"
dedim. Nöbet sırası bana geldiğinde seher vaktine kadar gencin durumunu kontrol
ettim. Bir ara uyuya kalmışım. Aniden bir ses, "Uyuyor musun? Halbuki Allahü
teâlâ senin evine, akıl almaz şeyler göndermiştir" dedi. Titreyerek uyandım.
Evimde bir takım sesler ve muazzam nûrânî bir aydınlık vardı. O genç, son
nefesini vermek üzere idi. Elini ayağını uzattım. Genç ruhunu teslim etti" diye
anlattı. Bunun üzerine o zâta "Bunları kimseye söyleme" dedim ve sonra techîz ve
defin işleriyle uğraştık."
"Bir kere Rum
beldesinde bulunuyordum. Birgün bir alanda, çok zayıf bir râhib getirip
yaktılar. Külünü körlerin gözlerine koydular. Körlerin hepsinin gözleri, Allahü
teâlânın kudretiyle açıldı. Bu külden yiyen hastaların hepsi şifâ buldu. Bâtıl
üzere olmalarına rağmen, bu hâl neden böyle diye kendi kendime şaşırmıştım. Gece
rü'yâmda Peygamber efendimizi (s.a.v.) gördüm. "Yâ Resûlallah! Bu hâl ne?" diye
sordum. Bana "Bu, bâtıl üzere olmalarına rağmen, sıdkın ve riyâzetin eseridir.
Birde hak üzere bulunsalardı nasıl olurdu?" buyurdu.
Şöyle
anlatılır: İbn-i Hafîfin iki talebesi vardı. Bunların birisinin ismi Ahmed-i
Mih, diğerinin ismi Ahmed-i Kih idi. İbn-i Hafîf daha çok Ahmed-i Kih'i severdi.
Sohbetine katılanlar bu durumu kıskanmış-lardı. Bu durumu öğrenen İbn-i Hafîf,
Ahmed-i Kih'in daha üstün olduğunu onlara göstermek istedi. Dergâhın kapısının
önünde bir deve uyuyordu. İbn-i Hafîf "Ey Ahmed-i Mih! Şu deveyi dergâhın damına
çıkar" deyince Ahmed-i Mih "Hocam deve dama nasıl çıkarılır?" dedi. İbn-i Hafîf
"O hâlde bırak kalsın" deyip, diğer talebesine "Ey Ahmed-i Kih! Şu deveyi dama
çıkar" buyurdu. Bunun üzerine Ahmed-i Kih, peki efendim diyerek hemen dışarı
çıktı ve iki elini devenin altına sokarak kaldırmaya çalıştı, fakat kaldıramadı,
İbn-i Hafîf "Ey Ahmed-i Kih, iş tamam olmuş ve hâlin öğrenilmiştir" deyip,
sohbetinde bulunanlara dönerek, "Ahmed-i Kih, Ahmed-i Mih'den daha iyi hareket
etti, emre itâat etti ve i'tirâz etmedi. Bu iş yapılır veya yapılmaz diye
mütâlâa yapmadı. Ahmed-i Mih ise, uzun uzadıya deliller getirmek istedi ve
münâkaşaya tutuştu. Zahir hâlden bâtın hâl açıkça anlaşılır" dedi.
Şöyle
naklederler. "Birgün iki evliyâ uzak bir yerden İbn-i Hafîfi ziyâret için
dergâhına geldiler, İbn-i Hafîfi dergâhda bulamayınca nerede olduğunu sorup,
Adud-ud-devle'nin sarayına gittiğini öğrendiler. Böyle bir evliyânın sultanların
sarayında ne işi var? Ne yazık ki, bu zât hakkındaki kanâatimiz çok iyi idi"
dedikten sonra, "Çarşıyı şöyle bir dolaşalım" diye gittiler. Çarşıya
vardıklarında, yırtık elbiselerini diktirmek için bir terziye giderler. O sırada
terzinin makası kaybolmuştu. Onlara, siz çaldınız dedi. Daha sonra onları
zabıtaya teslim etti. Adud-ud-devle'nin sarayına getirdi. Ellerinin kesilmesi
için Adud-ud-devle emir verdi. Fakat orada bulunan İbn-i Hafîf, bunlar o işi
yapmamıştır diyerek onları kurtardı ve o zâtlara dönerek, "Sizin kanâatiniz
doğrudur. Fakat benim saraya gelmem, böyle işler içindir" dedi. O iki zât, sonra
İbn-i Hafîfin talebesi oldular.
Kendisi
anlatır: "Ebü'l-Abbâs bin Süreyc'in huzurunda fıkıh dersi öğreniyorduk: "Allah
sevgisi farz mıdır, yoksa farz değil midir?" diye sordu. "Farzdır" diye cevap
verdik, İbn-i Süreyc "Delîliniz nedir?" diye sorunca, "Tevbe sûresi
yirmidördüncü âyetinde Allahü teâlânın meâlen: "Ey Resûlüm, o hicreti terk
edenlere de ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız,
akrabalarınız, kazandığınız mallar, geçersiz olmasından korktuğunuz bir ticâret,
hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Resûlünden ve O'nun yolunda cihaddan
daha sevgili ise, artık Allah'ın azâbı gelinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar
topluluğunu hidâyete erdirmez" buyurduğu delilimizdir. Allahü teâlâ burada,
kendi sevgisini ve Habîbinin sevgisini diğer sevgilere üstün kıldı. Kendi
sevgisine ve Resûlünün sevgisine ortak bir sevgiye karşı azâb va'd etti. Allahü
teâlânın azabı, ancak farzı terk etmek üzerinedir" diye cevap verdik. Ayrıca,
"Resûlullahın sevgisi de farzdır. Bunun delili de, Resûlullah efendimizin
(s.a.v.) şu hadîs-i şerîfidir, "Sizden birisi beni kendi nefsinden,
ailesinden, malından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe kâmil
îmân etmiş olmaz" buyuruldu" dedik.
Ebû Abdullah
Muhammed bin Ber'a hazretleri diyor ki, babam ile Mekke'de parasız kaldık. Ebû
Abdullah bin Hafif de yanımızda idi. Güç hâl ile Medine'ye geldik. Ben çocuktum,
acıktım diyerek ağlardım. Babamı çok üzdüm. Babam dayanamadı. Hücre-i se'âdete
gelip, "Yâ Resûlallah! Bu gece sana misafiriz" dedi. Bir yana oturdu. Gözlerini
kapadı. Biraz sonra, başını kaldırıp güldü. Sonra ağladı. Gözünü açıp,
"Resûlullah elime para verdi" dedi. Avucunu açtı. Paraları gördüm. Bunları hem
kullandık, hem sadaka verdik. Rahatça Şirâz'daki evimize geldik.
Kendisi
rü'yâlarından birini şöyle anlatır: Bir gece rü'yâmda Peygamber efendimizi
(s.a.v.) gördüm. Yanıma geldiler ve mübârek ayağının ucuyla beni uyandırdılar.
Kendisine bakınca buyurdular ki: "Bir kimse Allahü teâlâya giden yolu öğrenir,
sonra bu yoldan ayrılırsa, Allahü teâlâ bu kişiyi, âlemde hiçbir kimseye
vermediği bir azâb ile cezalandırır."
Peygamber
efendimiz (s.a.v.), iki ayak parmağının ucunda durarak namaz kılmıştı, İbn-i
Hafîf de bu şekilde namaz kılmak istedi. İki rek'ati kıldı, fakat ikincisini eda
edemedi. Gece rü'yâsında Peygamber efendimizi (s.a.v.) gördü ve İbn-i Hafîfe "Bu
namaz bana hâstır, sen bunu kılma" buyurdu.
Şöyle
anlatılır: İbn-i Hafîf vefâtı yaklaştığı zaman hizmetçisine, "Ben asî bir kul
idim. Boynuma zincir vur, ayağımı da bağla, böylece yüzümü kıbleye çevir, belki
Allahü teâlâ affeder" dedi. Ölümünden sonra, hizmetçisi vasiyetini yerine
getirmeye başlayınca, "Ey gâfil adam! Bizim azîz kıldığımız bir zâtı, sen zelîl
kılmak mı istiyorsun? Sakın böyle bir şey yapma" diye bir ses işitti.
İbn-i Hafîfin
rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz (s.a.v.)
"Eğer Allahü teâlânın katında, bütündünyânın bir
sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirlere bir yudum su vermezdi" buyurdu.
İbn-i Hafîf
buyurdu ki: "Nefsin kırılması Allahü teâlânın dinine hizmet etmek ile olur."
"Dört şey
talebeye zarurî olarak lâzımdır "Birincisi; bir binek hayvanıdır ki, bu
sabırdır. İbâdetlere yönelmede, günahlardan sakınmakta ve musîbetlere tahammülde
ona binilir. İkincisi; oturup rahat edebileceği ve korunup barınacağı geniş bir
evdir ki, bu akıldır. Onunla şeytanın vesvesesinden ve nefsin helâk edici
muhalefetinden korunmak mümkün olur. Üçüncüsü; görenin beğeneceği güzel bir
elbisedir ki, bu hayâdır. Bununla kötü iş ve sözlerden korunulmuş olur ve nefsi
terbiye etmek mümkün olur. Dördüncüsü; aydınlatıcı bir kandildir ki, bu da
faydalı ilimdir. Bu, talebeyi doğru yolda hidâyet nûruna ulaştırır." "İnsanlara
vasiyetim, şu altı şeyi muhafaza etmeleridir: Birincisi; ahdi (anlaşmayı)
muhafaza etmektir. Ahde uymamak alçaklıktır. İkincisi; söz verince tutmaktır.
Üçüncüsü; Allahü teâlâdan gelen bütün belâ ve musîbetleri, nefsine lâzım bilip
tahammül etmektir. Dördüncüsü; her hâlde ve her durumda, Allahü teâlâyı
unutmamak ve O'na ibâdet etmektir. Beşincisi; fakîrliğine sabır edip,
gizlemektir. Altıncısı; Allah yolunda, O'na kulluk etmek için bulunmaktır."
"Sâlih bir
insana en zararlı şey, nefsine kolaylık göstermesidir."
"Takva, seni
Allahü teâlâdan uzaklaştıran herşeyden uzaklaşmandır."
"Tevekkül; olan
şey ile yetinmek ve olmayan şeye râzı olmaktır."
"Kalbin
olgunlaşması, Allahü teâlânın zikri ile olur."
"İmân, Allahü
teâlânın gayba ait bildirdiği bütün şeyleri, kalbin tasdîk etmesidir."
"Tasavvuf,
Allahü teâlâya giden yolu bulmaktır."
"Riyâzet,
nefiri hizmetle kırıp, Allahü teâlâya ibâdette gevşeklik göstermesine mâni
olmaktır."
"Kul, ancak
dünyâdan yüz çevirmekle Allahü teâlâya ulaşır."
İbn-i Hafîfin
talebelerine yaptığı vasiyeti şöyledir: "Bir hocaya talebe olmaya karar vermiş
bir kimse, bildireceğimiz hasletlere riâyet ederse (oyarsa) ve onları muhafaza
ederse, nefsin isteklerinden kurtularak ve kulluk vazîfesini yaparak Allahü
teâlâya kavuşur. Bu da Allahü teâlânın ihsânı ve muvaffak kılması ile mümkün
olur. Bu hasletler yirmibeş tane olup şunlardır:
İlk haslet
nedâmet'tir. Gaflet ve günahlarla geçen vakitlerine pişmân olup, Allah ve kul
haklarından borcu olanlara ödeyip tövbe etmek.
İkincisi;
kullanacağı fâydalı ilimleri öğrenmek.
Üçüncüsü;
sükût, halvet ve zikre devamdır. Sükût (susmak) nefsin konuşmasını (vesveseyi)
önler. Halvet (yalnızlık) hislerin dağılmamasını sağlar. Zikir, kalbin
tasfiyesini (saflaşmasını, temizliğini) temin eder."
Dördüncüsü;
ayakta durma, oturma ve bütün hâllerinde Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
düşünüp, hareketlerini ona göre düzeltmek.
Beşincisi; her
işine, meşveret etmeden (danışmadan) başlamamaktır. Böylece, işin bozuk ve kötü
olmasından korunur. Altıncısı; bir din kardeşi ile birlikte bulunup,
vesveselerden kurtulmak gerekir.
Yedincisi; her
işinde ve sözünde sâdık (doğru) olmaktır.
Sekizincisi;
mi'de ve dili korumaktır. Çünkü, talebe şehvet sevgisine mübtelâ olursa, günleri
gaflet ve tenbellik ile geçer ve Allahü teâlâya ulaşmaktan mahrum kalır. Dil
konuşmaya meylederse, gönlü zikre alışmaz. Zîrâ dilin günahı (isyanı) diğer
bütün günahlardan daha çoktur.
Dokuzuncusu;
bütün a'zâlar ile, içten ve dıştan edebli olmaktır. Susmalı ve ancak lüzum
olunca konuşmalıdır.
Onuncusu; üç
şeye riâyet etmelidir: İlki, çok acıkmayınca yememelidir. İkincisi, çok
susamadıkça su içmemektir. Böylece uyku basmasından korunulmuş olur. Üçüncüsü,
çok uyku bastırmadıkça uyu-mamalıdır.
Onbirincisi;
kadınlarla sohbet etmekten ve bilhassa şehvet uyanmasına sebeb olacak yerlerde
onlarla beraber bulunmaktan sakınmalıdır. Ancak böyle yapmakla nefsin ve
şeytanın şerrinden korunabilirsin.
Onikincisi;
lüzumsuz veya zararlı yerlere bakmaktan gözü korumaktır. Hadîs-i şerîfte
"Müslümanların odalarına, gizlice ve kötü gözle bakanlar münafıktır"
buyurulmuştur.
Onüçüncüsü,
yemek ve uyku öncesi dâhil olmak üzere, devamlı abdestli bulunmaktır. Bunun
fâideleri çok olup, bundan gâfil olmamak lâzımdır.
Ondördüncüsü;
zaruret hâli hariç, gaflet ehli, ya'nî Allahü teâlâyı hatırlamıyanlar ile
beraber bulunmamalıdır ki, onların gafletleri sirayet etmesin (bulaşmasın).
Onbeşincisi;
sâliha bir hâtûn bulup, bir an önce onunla evlenmektir. Evlenmekte acele edin
ki, akıllarınız bununla meşgul olup Allahü teâlâdan uzaklaşmıyasınız.
Onaltıncısı;
boş sözleri dinlemekten sakınmalıdır. Kalbin fesat ve dağınıklığı, çoğu zaman
bundan doğar. Boş sözleri çok dinliyen, dünyâ sevgisine mübtelâ olup, helâk
olmasından korkulur.
Onyedincisi;
"Şöyle yapsaydım, böyle olurdu. Şöyle yapmasaydım. Böyle olmazdı..." gibi
sözlerden sakınmalıdır. Bunlar münafıkların sözlerindendir. "Hakkın dilediği
oldu, dilemediği olmadı. Takdir ettiği olacak. Sâdece Allah bize kâfidir. O ne
iyi vekildir" diye söylemelidir.
Onsekizincisi;
kaçınılmaz durumlar hariç, bozuk fırkalar ve bid'at ehli ile münazara
etmemelidir. Bunların i'tikadlarını değiştirmeleri, normal olarak mümkün
değildir. İlmi ve aklı az olan biri, bu münazara yüzünden sapıtabilir.
Ondokuzuncusu;
kimseyi azarlamamalıdır. Çünkü, Hak yolun taliplerine bu iş yakışmaz, insanlara
Allah için iyi davranılırsa, insanın tabiatı iyi ahlâklara alışır ve
gadablardan, olur olmaz şeylere kızmaktan kurtulur.
Yirmincisi;
nefsin vesveseye kapılıp, kendisini başkalarından hayırlı (daha iyi) veya
başkalarının bilmediğini biliyor olarak görmesini önlemelidir. Böylece nefsin,
işlerin en hayırlı olanları ile meşgul olması sağlanır.
Yirmibirincisi;
kibirden sakınmalıdır. Kibrin alâmeti; kendini yüksek veya başkalarını aşağı
görmektir. Çok büyük bir kusurdur.
Yirmiikincisi;
ucubtan (kendini beğenmekten) sakınmalıdır. Ucbun alâmeti; kendini, kendi aklını
ve fikrini beğenip, kimseden nasîhat kabul etmemektir. Ucub sahibi, çok
bildiğini sandığından çok yanılır.
Yirmiüçüncüsü;
hasetten sakınmalıdır. Hasedin alâmeti; Allahü teâlânın bir kuluna verdiği
ni'metlerin, o kuldan gitmesini istemektir.
Yirmidördüncüsü; kalbini, Allahü teâlâyı unutturacak hiçbir şeyle meşgul
etmemelidir. Yirmibeşincisi; kalbini, diline uygun hâle getirmek ve dünyâ
sevgisini kalbinden uzaklaştırmaktır."
İbni-i Hafif,
yazdığı İ'tikâdnâmesinde şöyle buyuruyor. "Akıllı olan insan, önce i'tikâdını
düzeltir ve Rabbine ulaşmaya hazırlanır. Niyetini hâlis yapar, işlerini temiz
kılar, ibâdetini güzel yapar ve âhıret azığı toplar. Kendisinin başıboş
yaratılmadığını bilir.
İlkönce
tevhide, ya'nî Allahü teâlânın birliğine ve şeriki (ortağı) olmadığına
inanmaktır. İnanır ki: Allahü teâlâ birdir. Fakat bu birlik rakam cinsinden
değildir. O birdir, fakat diğer şeyler (mahlûk olan varlıklar) gibi değildir.
Yarattıklarından hiçbirine benzemez. Mülkünde hiçbir şey O'nun zıddı değildir.
Yarattıklarının hiçbiri O'nun aynı değildir. Cisim ve cismânî değildir. Hiçbir
hadîs (sonradan, yoktan var olanlar) veya hâdise O'nu kaplıyamaz ve
kaplıyamıyacaktır. Eşyaya hulûl etmez. Eşya da O'na hulul edemez. Olmuş, olan ve
olacak olan herşeyi bilir. Henüz olmamış bir şeyin, nasıl olacağını bilir,
öncelik, sonralık ve zaman, mekân mahlûklar içindir. O, zamansız ve mekansızdır.
Allahü teâlâ
vardır. O, Alimdir (bilici), ma'lûm (bilinmiş) değildir. O, kadirdir (gücü
yeten), makdûr (güç yetirilen) değildir. O herşeyi görür, kendisi görülmez.
Rızıkları O verir. Yaratandır, yaratılmış değildir.
Allahü teâlâ,
ilim sıfata ile âlimdir. Kudret sıfatı ile kadirdir. O'nun isim ve sıfatları
mahlûk değildir. Kıyâmet gününde mü'minler Allahı göreceklerdir, insan, amelleri
sayesinde değil, yalnız Allah'ın kaderi sayesinde Cennete girecektir."
İbn-i Hafîfin
yazmış olduğu kitapların ba'zıları şunlardır: El-İstizkâr, el-Fusl fil-usûl,
el-Münkatiîn, Kitâb-ül-lübs-il-murakkâtı, Kitâb-ül-i'âne, el-Mi'râc,
Kitâb-ül-i'tikâd, el-İktisâd, el-Lavâmî, el-Müfredât, el-İstidâcvel-indirâc,
Kitâb-ül-belvâ, el-Enbiyâ Ma'rifet-üz-zevâl, el-Meyâyıh, Şerh-ül-fedâil.
KAYNAKLAR
1) Tabakât-üs-sûfiyye sh-462
2) Hilyet-ül-evliyâ cild-10, sh-385
3) Risâle-i Kuşeyrî sh-116
4) Tabakât-ül-kübrâ cild-1, sh-142
5) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-3, sh-149
6) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh-76
7) Nefehât-ül-üns sh-262
8) Tezkiret-ül-evliyâ cild-2, sh-125
9) Keşf-ül-mahcûb sh-199
10) Târîh-i Bağdâd cild-8, sh-112, 125
11) Kıyâmet
ve Âhıret sh-116
|